Egemen sınıfların gündemlerinin merkezinde AB üyeliği sorunun durduğu rahatlıkla söylenebilir. ABD ile AB arasında belirginleşen hegemonya mücadelesinin de konusu olan Türkiye’nin AB üyeliği sorunu, içeride burjuva politikanın aktörleri ve belli başlı güçleri arasında yer yer sert çatışmalara yol açıyor. Bununla birlikte AB üyeliği hedefi, ‘97’de basma sızdırılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden beri devlet politikası olarak yürütülmektedir. Burjuva devlet burjuvazinin sınıf çıkarlarını gerçekleştirmenin aracı olduğuna göre bunun anlaşılmaz bir yanı yoktur.
İşbirlikçi oligarşinin hegemonyası altında egemen sınıfların AB üyeliği ekseninde bir değişim ve yeniden yapılanma programı uygulamakta olduğu statükocu burjuva bir muhalefetin de belirgin ve yaygın biçimde açığa çıktığı ve esasen reformist güçlerin ister istemez bu iki burjuva cepheden birisine yedeklendiği koşullar altında devrimci politikanın ilkesel ve pratik ayrım çizgilerinin altının tekrardan ve kalınca çizilmesi büyük bir önem taşıyor.
Egemen sınıflar ve burjuva devlet, bütün ideolojik aygıtlarını seferber ederek AB üyeliğini işsizlikten sermaye kıtlığına; işkenceden demokratikleşmeye tüm sorunların çözümü olarak sunuyor; geniş kitlelerde derin yanılsamalar yaratarak, AB üyeliğini kurtuluş olarak yutturup, kitleleri arkalamaya çalışıyorlar.
Avrupa Birliği’nin oluşum ve kuruluşuna, ilgili ülkelerin egemen sınıfları olarak tekelci burjuvazileri karar vermiştir. AB, tekellerin birliğidir. O halde AB, ilgili tekellerin ve emperyalist devletlerin çıkarlarını gerçekleştiren bir uluslararası ittifakın örgütlenmesinden başka bir şey değildir. Asıl sorun, Alman, Fransız, İngiliz ve diğer emperyalist ülke tekellerini AB ekseninde hangi çıkarların buluşturduğudur. Bu bakımdan öncelikle şu iki sonuç vurgulanmalıdır: İlkin bu birlik, rakip tekellere karşı oluşturulmuştur. Hasımlar bellidir. Başta ABD olmak üzere Japonya ve diğerleri karşısında çıkarlarını koruma ve geliştirmek için mücadele ittifakın konusudur.
İkinci olarak, sınıf karakteri gereği bu ittifak Avrupa ülkeleri proletaryası başta gelmek üzere dünya proletaryası ve halklarına karşı örgütlenmiş karşı devrimci ve antikomünist bir birliktir. Avrupa ülkelerindeki burjuva demokrasine alık alık bakıp kendinden geçenler, her şeyden önce bu gerçeğe karşı körelmişlerdir. Avrupa’da burjuva demokrasisi proletaryanın yürüttüğü tarihi büyük sınıf mücadelelerinin bir kazanımıdır, ama aynı zamanda emperyalist tekeller diğer ülkelerden yağmaladıkları muazzam zenginliklerden bir kısmıyla proletaryayı baştan çıkartabildiği içindir ki, ayakta durabilmektedir. Avrupa ülkeleri proletaryası, kazanımlarını AB’nin oluşum sürecinde de koruyabildiği içindir ki, bunlar AB standartları olarak kayda geçmiştir.
Türkiye’nin bu emperyalist gerici ittifaka dahil olması, AB üyeliği sürecinin temel gerçeğini oluşturmaktadır. Bu nedenledir ki, sermaye oligarşisi ve egemen işbirlikçi tekelci burjuvazinin Türkiye’nin AB üyeliğini program edinmesi, temel ekonomik ve politik sınıf çıkarlarının gereğidir ve eşyanın tabiyatına uygundur.
Burada ne AB’nin ve ne de Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin tarihiyle ilgiliyiz. Bir önceki sayımızda sorunun bu yanları üzerinde zaten durulmuştu. Fakat ABD-AB ve ABD-Türkiye ilişkileri, sorunun değinilmesi gereken bir diğer temel boyutunu oluşturuyor. ABD’nin, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemesi nasıl anlaşılmalıdır?
Bu babta ilkin, “soğuk savaş” sonrası dönemde emperyalist paylaşım ilişkilerinin en şiddetli biçimde yaşandığı Balkanlar, Kafkas- ya/Hazar Havzası ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde duran Türkiye üzerinde, ABD ve AB arasında süren hegemonya mücadelesine dikkat çekilmelidir. Her iki emperyalist merkez Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışıyor. Taraflar arasında mücadele sayısız biçimlerde ve esasen ekonomik, politik, askeri, diplomatik vb. tüm alanlarda sürüyor. Son yarım yüzyıllık dönemde Türkiye’nin askeri, siyasi ve diplomatik bakımlardan ABD emperyalizmine bağımlılığının derinleştiği ve ‘97’den sonra keza ABD-Türkiye-İsrail ittifakının geliştiği gerçeklikleri, ABD ile AB arasında Türkiye üzerine yürütülen hegemonya mücadelesinde tarafların pozisyonlarını farklılaştırıyor.
İkinci olarak, bu durumda, ABD Avrasya stratejisine angaje olmuş ve kendisine bağımlı bir Türkiye’nin AB üyeliğini (İngiltere’yle birlikte) bizzat AB’yi denetlemek için de yararlı buluyor. Birçok durumda gelişmelere müdahale ederek, tıkanıklıkları aşıcı çözüm inisiyatifi geliştirerek ya da ağırlığını koyarak Türkiye’nin AB üyeliği sürecini ilerletiyor.
Üçüncü olarak, AB, üyeliğe kabul sürecinde Türkiye’yi denetleyip kontrol edebilecek hale getirmek istiyor. Diğer bir anlatımla ABD hegemonyasından çıkmış ya da üzerindeki ABD hegemonyası zayıflamış, kendi kontrolü altında bir Türkiye istiyor. ABD hegemonyasının en derin olduğu kuramların AB’nin hedefi olmasında bu nedenle anlaşılmaz bir yan yoktur. Keza tersinden bu kuramların AB üyelik sürecindeki statükocu dirençleri de Amerikancı olmalarından kaynaklanıyor.
AB içerisindeki (AB’nin federasyona mı yoksa konfederasyona doğru mu ilerleyeceği gibi) eğilim farklılıkları ve başta Almanya, Fransa ve İngiltere gelmek üzere üyeler arasındaki çıkar farklılıkları da kuşkusuz Türkiye’nin AB üyeliği sürecini etkileyen unsurlardır. Diğer yandan bütün bunlar Türkiye’nin AB üyelik sürecinde hiçbir inisiyatifinin olmadığı anlamına da gelmez. Çünkü öncelikle bu iki emperyalist rekabet merkezi arasındaki hegemonya mücadelesi Türkiye’ye belli bir inisiyatif sağlamaktadır. Coğrafi konumu ve sahip olduğu ordu, dünyanın başlıca petrol bölgelerine ve taşıma yollarına yakınlığı ve kısmen ekonomik potansiyeliyle de emperyalist muhatapları için dikkate alınması gereken belli bir ağırlık oluşturmaktadır.
Egemen işbirlikçi tekelci burjuvazi AB üyeliğine karar vermiştir ve bu onun için gerçekçi ve sınıf bilinçli bir tercihtir. Son yıllar, onun temel tercihlerinin devlet politikaları düzeyine yükselişinin tanığıdır. AB sürecinin hızlandırılması gereğini vurgulayan son MGK toplantısının ardından artık “egemen sınıfın dediği olur” kelamının yerli yerine oturduğu söylenebilir. Fakat bu egemen sınıfın, emperyalist tekellerin işbirlikçisi olduğu ve keza Türkiye kapitalizminin özellikle de Avrupalı emperyalist ülkelere bağımlı geliştiği bir an olsun akıldan çıkartılmamalıdır. Bu bakımdan Türkiye’ye AB üyeliği yolunun emperyalist merkezlerde çizildiği de tamamen doğrudur. Ama işbirlikçi tekelci burjuvazinin AB tercihi onun en başta da ekonomik gelişiminin bütün tarihi tarafından hazırlanmıştır.
Demek ki, esasen Türkiye’nin AB üyeliği ABD, AB ve Türkiye’nin bir bakıma ortak kararıdır. Fakat bu yukarıda dikkat çekildiği gibi tarafların her birinin farklı çıkarları ve amaçları olduğu ve keza taraflar arasında çelişki ve sorunların bulunmadığı anlamına da gelmiyor ve gelmez. Üstelik bütün bunlar süreci etkilemekte, hatta AB-Türkiye ilişkilerinde ya da Türk egemen sınıflar ve temsilcilerinin iç ilişkilerinde zaman zaman aşırıya varan gerilimler ve çatışmalar yaratmaktadır.
Devrimci proletaryanın bakış açısından Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin önündeki en büyük uluslararası engel dün NATO idiyse, üyeliğin gerçekleşmesinden sonra buna aynı zamanda AB eklenecektir. Neredeyse son yarım yüzyıllık dönem boyunca kendini sürekli devrim tehdidi altında hisseden Türk egemen sınıflarının emperyalist ve gerici AB ittifakına kendini atmak için çırpınması tamamen anlaşılır bir şeydir. Türkiye’nin AB üyeliği, işbirlikçi Türk egemen sınıflarıyla AB arasında birleşik devrimimize karşı kurulmuş gerici bir ittifaktır.
Yenilgiye uğratılan Kürt ulusal devrimi için bu fazlasıyla geçerlidir. Emperyalistler ile sömürgecilerin gerici karşı devrimci ittifakıyla Kürt ulusal devrimi boğulmuştur. İdam, anadil vb. konularda AB-Türkiye ilişkilerinde süren pazarlık ve gerilimler asla yanıltıcı olmamalıdır. Sorun AB’nin demokratlığıyla vb. ilgili değildir. Kürt ulusal devrimi, işbirliği içerisinde boğulmuştur ve burjuva emperyalist “çözüm”le Kürt ulusunun ağzına bir parmak bal sürülerek yatıştırılmak istenmektedir. Kaldı ki, egemen işbirlikçi burjuvazi Kürt ulusal sorununda belli ödünler vermenin kaçınılmazlığını anlamış, geleneksel statükocu güçlerin oluşturduğu direnç ve engeli aşmak için de uluslararası ittifaklarını harekete geçirme yolunu tutmuştur. Hemen değişik bütün siyasal eğilimleriyle Kürt ulusal hareketinin belli başlı siyasi eğilim ve politik partilerinin AB’ci kesilmeleri, denize düşenin yılana sarılma hikayesidir.
Sermaye oligarşisinin örgütü TÜSİAD AB’ciliğin bayraktarıdır. ANAP, TÜSlAD’ın değişim ve yeniden yapılanma programına tamamen angaje olmuştur. Cumhurbaşkanın yanı- sıra safların da farklı bir eğilim bulunsa da MİT de bu cephede yer almıştır. Bu cephe yargı aygıtı üzerinde baskındır ve etkisi derinleşmektedir.
Karşı cephenin merkezinde militarizm duruyor. MHP onun yakın müttefiki olduğu gibi, bu açıdan siyasi temsilcisi gibi davrandığı da söylenebilir. Bu cephenin kendini “bağımsızlıkçı” sunması kadar büyük bir yalan ve sahtekarlık doğrusu az bulunur. Bunlar da Türkiye’nin AB üyeliğine karar verenler içerisinde yer alırlar, ama bununla birlikte ABD’cidirler.
DSP, Türkiye’nin AB sürecinde bugün için en kritik role sahip burjuva patidir. Çünkü yalnızca koalisyon hükümetinin değil, aynı zamanda, bu iki burjuva işbirlikçi kamp arasındaki çatışmada siyasi rejimin dengesini de sağlamaktadır. AB üyeliğinden yanadır, son zamanlarda daha belirgin biçimde bu yolda adımlar atılmasını istemektedir, ama bu yolda insiyatif gösterebilecek takattan yoksundur. Hatta adeta ABD ve onun işbirlikçisi statükocu güçler tarfından kuşatılıp teslim alındığı görüntüsü sunmaktadır.
AKP, SP, DYP sürecin etkin aktörleri değillerdir. Kesin çizgileriyle ayrılmış tarafların bu partileri yedeklemek için çalıştıkları açıktır. AKP, birinci cepheye daha yakındır. DİSK’ten TÜRK-Iş’e, TOBB’den Esnaf ve Zanatkarlar Derneği’ne hemen tüm değişik toplumsal sınıf ve kesimleri yedekleyen TÜSI- AD’ın her kanaldan bu partiler üzerine çalıştığı da açıktır. Bunların da her halükarda MGK kararları doğrultusunda davranacaklarını söylemek kehanet olmaz.
İP, Cumhuriyet çevresi vb, “Türkiye’nin devlet bağımsızlığını”, yani olmayan bir şeyi temel alan sol milliyetçiler esasen ikinci cephenin, ABD’ci, statükocu, militarist ve faşist güçlerin yedekleridir. Bağımsız bir çizgi izlemeleri olanağı yoktur. Bağımsız bir çizginin zorunlu ve temel koşulu gerçekten devrimci olması ve devrimci hedeflere yönelebilmesidir.
HADEP ve KADEK’in birinci cepheye yedeklendiği, bunun ötesinde birinci cephe ile işbirliği ve ittifaka teşne olduğu açıktır. Çünkü, TÜSİAD’ın değişim programı ile ideolojik teslimiyetçiliğin karakterize ettiği tasfiyeci reformist İmralı çizgisi buluşmaktadır.
Yasalcı reformist güçler; ister AB üyeliğine karşı hayırhah bir yandaşlık tavrı içerisindeki ÖDP, isterse AB üyeliğine açıkça karşı çıkan EMEP olsun, esasen izledikleri devletin demokratikleştirilmesi programları nedeniyle birinci cepheye yedeklenmeleri kaçınılmazdır.
Bütün uluslardan ve ulusal topluluklardan Türkiye proletaryasının politik genel kurmayı olarak marksist leninist komünistler, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduklarını daha baştan ilan ettiler. Bu ittifakın gerici ve emperyalist karakterini açıkladılar, işçi sınıfını ve tüm emekçileri, halklarımızı aydınlatmaya çalıştılar. Bu görev halen de bütün önem ve güncelliğini korumaya devam ediyor. Sırtını Avrupa tekellerine dayayan işbirlikçi burjuvazi tüm güç ve imkanlarını kullanarak işçi sınıfı ve emekçi milyonları değişim ve yeniden yapılanma programına kazanmaya, böylece devlete yığınlar arasında yıkılan köprüleri yeniden onararak egemenliğinin ve egemenlik aygıtı devletin kitle temelini yenilemeye ve genişletmeye çalışıyor. Doğrusu yorgun geniş yığınları avlamayı da başarıyor. Kapitalist düzenin ve burjuva egemenliğinin güçlendirilmesi, Türkiye’nin emperyalist tekeller ve işbirlikçi tekeller tarafından daha amansızca yağmalanması demek olan AB üyeliğini, geniş işçi ve emekçi yığınlar ve Kürt halkı nezdinde teşhir etmek, burjuva demokratik yanılsamalarla savaşmak, emperyalizme, faşist diktatörlüğe ve kapitalizme karşı özgürlük ve sosyalizm mücadelesini geliştirerek, işbirlikçi burjuvazinin değişim ve yeniden yapılanma programı karşısında proletaryanın devrimci programıyla savaşmak marksist leninist komünistlerin yürüyegeldiği güvenilir devrimci yoldur.