Bergama'daki Gelişmelerin Işığında: İşçi Sınıfı Ve Politika

Mart ayının son haftasında Bergama köylüleri yine gazetelere haber oldular. Normandy şirketi ve Türk burjuva devletinin kuralsızlıklarını, keyfiliklerini protesto etmek için bir kez daha Boğaz Köprüsünü trafiğe kapattılar. Köylüler İstanbul’da eylem yaparken siyanürcü Normandy şirketinin işçileri de Bergama’da eylem yapıyordu. “Ne güzel, işçi-köylü omuz omuza mücadele ediyor” diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. İşçiler köylüleri desteklemek için değil, siyanürcü şirketlerini desteklemek için eylem yaptılar!

Türkiye Maden-lş sendikasına göre üyeleri, “iş ve ekmek” için mücadele ediyordu. İş ve ekmek mücadelesi adına, işçi sınıfının tek bir bölüğünün bile, ülkesinin zenginliklerinin yağmasında, doğasının tahrip edilmesinde emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin fedailiğine soyunarak Bergama köylülerinin karşısına dikilmesi hazindir, düşündürücüdür. Örgütlü olduğu diğer işyerlerinde binlerce maden işçisi kapı önüne konulmak üzereyken gıkı çıkmayan Maden-lş yöneticilerinin; “iş-ekmek” adına siyanürcü şirkete koltuk çıkması ise hazin bile değildir; iğrençtir. Tipik bir korucu sendikacılık örneğidir. Nihayet 3 Nisan 2002 tarihinde Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararla ihanet karesi tamamlandı: Siyanürcü şirketin mühürlenmesine iki gün kala hükümet (İzmir Bölge İdare Mahkemesi’nin kararını hiçe sayarak) işletmeye devam kararı aldı. Bu ihanet kumpasının içinde işçilerin (ve bir sendikanın) ne işi var? Bizi asıl ilgilendiren bu. Ve bu ihanet iş-ekmek adına yapılıyorsa; iş ve ekmek mücadelesinin sınırlarını, olanak ve zaaflarını bir kez daha ele almak zorundayız.

Ekonomik Mücadelenin Sınırları

İş ve ekmek mücadelesi, sınıf mücadelesinin ekonomik mücadele ayağı kapsamındadır. Sermaye egemenliği altında işçi sınıfının ekmeği (ücretleri) küçüldükçe patronların kârı büyür. Tersine işçi sınıfının ekonomik kazanımları büyüdükçe patronların karı düşer. Bu yüzden ekonomik mücadele hafife alınamaz. İşçiler ekonomik hakları için mücadelede patrona karşı birleşmeyi öğrenirler. Patron karşısındaki çaresiz, tekil işçiden, fabrikada birleşmeye, oradan işkolu ya da ülke bazında birleşerek patronlar sınıfının temsilcisi hükümetin karşısına dikilmeye uzanan çizgi, işçi sınıfının, sınıf olarak sahneye çıkışını özetler. Fabrikadaki iş- çi-patron karşıtlığından, ülke çapında işçi sınıfı-burjuvazi biçimindeki sınıfsal karşıtlığa ulaşılmasında ekonomik mücadelenin önemi büyüktür. Ve bu mücadele içinde politik bilinç kıvılcımları da oluşur. Bu karşıtlıkta burjuva sınıfın temsilcisi devlettir. İşçi sınıfı ise, (karşıtlık ekonomik mücadele sınırlarını aşmamışsa) sendikal örgütlülükleriyle burjuvazinin ve burjuva devletin karşısına dikilir. Çünkü ekonomik mücadele ve onun oluşturduğu bilinç, işçi sınıfının sendikal örgütlerini yaratmıştır. Sendikalar yığınsal sınıf örgütleridir. İşçi sınıfının kapitalizm koşullarında hak ve çıkarlarını geliştirecek reformlar için mücadele ederler. Elbetteki bu nesnel pozisyonları sendikaları politikasız yapmaz, politika dışında tutmaz. Emperyalist siyanürcü şirketin fedailiğine soyunan T. Maden-lş (yöneticileri) politikasız mıdır? Ya da 12 Eylül faşist cuntasına genel sekreteri Sadık Şide’yi Çalışma Bakanı olarak veren Türk-lş (bürokratları) politikasız mıdır? Bunlar, işçi sınıfının burjuvazinin kuyruğuna takılmasının en gerici ve uç örnekleridir. “DGM’yi ezdik sıra MESS’te diye sokakları zapteden, 16 Mart katliamı üzerine “faşizme ihtar” sloganıyla genel greve giden sendikalar da işçi sınıfının devrimci-ilerici politik pozisyonlarını temsil etmektedir. Örnekler çoğaltılabilir, ama gereksiz.

Hiçbir sendika, politikanın dışında değildir. “Ben politikayla ilgilenmem, iş ve ekmek mücadelesi dışında mücadele tanımam diyen” bir sendika gırtlağına kadar politikanın içindedir. Çünkü bunu söylemek, ‘ben kapitalizm sınırları içinde reformlar için mücadelenin ötesine geçmem’ demektir. Tarihsel misyonu kapitalist sistemi yıkıp insanın insanı ezme ve sömürüsünün her türüne son vererek sosyalizmi kurmak olan işçi sınıfını sonsuza dek ücretli köleliğe mahkum etmektir bu. İşçi sınıfının öğretmeni Lenin bu sınırları aşamayan bir mücadele çizgisini “burjuva işçi siyaseti” olarak nitelemiştir. Burjuvazinin egemenliğini tanıma ekseninde yürütülen bir mücadele, işçi sınıfını burjuvazinin ve onun politikalarının kuyruğu olmaktan kurtaramaz. Elbette iş-ekmek için, ekonomik, demokratik reformlar için mücadele önemlidir; eğer kapitalizme ve burjuva egemenliğe karşı işçi sınıfının devrimci bilincini yükseltiyor, siyasal bir kuvvet olarak birleşmesini sağlıyor ve burjuvazinin kalelerine hücum etmek için mevziler sağlıyorsa. Reformlar, iktidar mücadelesini güçlendiriyorsa devrimci; ağzına bir parmak bal çalarak işçi sınıfını kapitalizm sınırları içinde tutuyor ve bu yolla burjuva egemenliğin pekişmesini sağlıyorsa gerici bir rol oynar. Yalıtılıp, mutlaklaştırıldığında “tutarlı” ekonomik mücadeleler dahi nihai olarak bu sınıra dayanır kalır.

Savunma Savaşı

İşçi sınıfının yakın dönem mücadele tarihine ekonomik mücadeleler damgasını vurdu.

İşçi sınıfı 1990’ların başından bu yana, esasen bir savunma savaşı yürütüyor. 1986’lardan, 90’ların başına dek cunta yıllarının ekonomik kayıplarının telafisi yönünde belirli bir ilerleme kaydedildi. Fakat son on yıllık savunma savaşında sınıfın kayıpları çok büyüktür. Gerilemiş, mevzilerini yitirmiştir. Başarılı, tutarlı, savunmadan saldırıya geçmeyi hazırlayan bir mücadele süreci olamadı bu dönem. Durumun tesbiti, hatta nedenleri üzerinde bıktırırcasına duruldu. Tekrar buralara girmeksizin dikkatimizi işçi sınıfının verdiği somut mücadeleler üzerinde yoğunlaştırmak durumundayız. Ücretler, iş güvencesi ve sendikal haklar için mücadele başattı bu dönemde. Tek tek işyerleri önünde çadır kurarak bekleme, bunun ziyaretlerle, yer yer de sokak gösterileriyle desteklenmesi, işyerini terketmeme, zaman zaman polisle ve direniş kırıcılarla çatışma gibi özünde barışçıl mücadele yöntemleri ise temel mücadele yöntemleri oldu. Başkaca unsurlarda vardı elbette. Pasif, bir günlük genel grev denemeleri, en büyüğü Temmuz 1999’da emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı 500 bin işçinin katıldığı dev miting benzeri Ankara yürüyüş ve mitingleri, genel grev sloganının sahiplenilmesi, IMF politikalarına düşmanlık ekseninde gelişen anti-emperyalist bilinç, vb. ileriye atılan adımlardı. Fakat bunlar kendi başına yeterli olmadı, olamaz. Ekonomik mücadele doğası gereği, politik bilinç kıvılcımları oluşturur, fakat işçi sınıfı devrimcileri bu kıvılcımlardan sınıfın devrimci-politik yangınını tutuşturamazsa burjuvazi ve onun sendika bürokratı uşakları bu kıvılcımları söndürür. Olan da budur. Burjuvazi ve devletinin saldırılarına karşı mücadele isteğini defalarca ortaya koyan işçi sınıfının enerjisi, sendika bürokratlarının oyalama ve entrikalarıyla defalarca boğulmuştur. Etkisiz, sonuçsuz, kof gövde gösterilerine dönüştürülen Ankara yürüyüşlerinin akibeti bunu açıklıkla gösteriyor.

Emperyalizm ve burjuvazinin büyük saldırı dalgasının, işçi sınıfının son on yılda yürüttüğü mücadele sınırları içine hapsolunarak yanıtlanamayacağı açık değil mi? ‘90’lı yıllarda Refah Partisi’nin belediyelerde giriştiği işçi kıyımına karşı verilen mücadeleleri ele alalım. Örneğin İstanbul’da hemen hemen her ilçe belediyesinin işçileri değişik zamanlarda kıyıma karşı direnişe geçti. Çadırlar kurdular, polisle çatıştılar, işgaller, açlık grevleri yaptılar. Ankara’ya yürüdüler... Belediye işkolundaki diğer işçiler, direnişçi arkadaşlarını ziyaretin, maddi dayanışmanın ötesine geçmediler. Direniş ezildiğinde sıra dünkü ziyaretçilere geldi. Şimdi onlar direnişteydi ve sınıf kardeşlerinden ziyaretlerin ötesinde destek görmediler. Esasen daha ötesinde bir destek de beklemediler. Çünkü mücadele ufukları (sendikal bürokrasi eliyle) bunlarla sınırlanmıştı. Sosyalistlerin ve devrimcilerin işkolu bazında şartel indirme, dayanışma grevleri örgütleme, daha fazla kararlılık, bedel ödemekten çekinmeme, gösteriler, işgaller gibi önerilerine soğuk baktılar. Her bir işçi bölüğü kendi sendika bürokratının kuyruğuna takıldı. Parça parça direndiler, parça parça yenildiler. Parçaların toplamından ise, gerileme ve mevzi kayıpları çıktı.

Parçalanma, işçi sınıfının iç-parçalanmasını aşan boyutlardadır elbette. Ulusal, demokratik hakları için mücadele eden Kürtler, emekçi memurlar, yoksul köylülük, öğrenci gençlik, kadınlar, demokratik Alevi hareketi. Her biri kendi cephesinden burjuva devletle çarpışıyor, her biri yanı başındaki emekçi kardeşlerinin ortak düşmanla mücadelesine ilgisiz kalıyor ve herbiri kendi payına yeniliyor ya da geriliyor. Sonuç: Emekçilerin topyekün gerilemesi ve parçalayarak ayrı ayrı boğazladığı emekçilerin üzerinde topyekün pekişen burjuva-emperya- list egemenlik. Bu yüzden her kim ki, işçi ve emekçilere “kendi sorununuzdan başkası sizi ilgilendirmez” diyorsa, o burjuvazinin uşağı, emekçilerin düşmanıdır. Her kim ki, fabrikanızın, iş kolunuzun ve hatta işçi sınıfının sorunları dışında sizi ilgilendiren bir şey yoktur diyorsa, o işçilerin düşmanıdır. Her kim ki, işçi sınıfının ufkunu iş-ekmek kavgasıyla sınırlıyorsa, o işçi sınıfının düşmanıdır.

Emperyalistlerle kader birliği yapan işbirlikçi burjuvazi, IMF politikaları gereği yüz binlerce işçiyi kapı önüne koyacak, ücretleri düşürecek, madenleri, tersaneleri kapatacak, tütüncülüğü öldürecek ve her fabrika buna kendi başına direnecek! Bu mümkün mü? Biz yalnızca kendi fabrikamızda, iş kolumuzda, iş-ekmek mücadelesi yürütürüz. Çadırımızı kurar, ziyaretçi bekleriz. Sendikacılarımızın sözünden çıkmaksızın arasıra Ankara’ya gidip geliriz, politikaya falanda karışmayız diyecek ve bu yaklaşımdan zafer beklenecek! Bu mümkün mü? Hayır. Bu yalnızca yenilgi getirir: Son on yıl bunu gösteriyor. Bu yol duvara dayanmıştır. IMF ile yapılan anlaşmalar iptal edilsin diye haykıran işçi sınıfı, farkına varsın varmasın politika alanına adım atmış demektir. Yani ülkenin nasıl yönetileceği hakkında söz söylemeye başlamıştır. Bunu, bilinçli bir sınıf politikası ve iktidar savaşımı düzeyine yükseltmeden tutarlı ve başarılı mücadelelere imza atmak, istikrarlı bir savaşım yürütmek olanaksızdır. İşçi sınıfı İncirlik’ten kardeş Irak halkının vurulmasını engellemek, Filistinlileri boğazlayan siyonist İsrail’le Türk devletinin utanç veren ittifakını bozmak, Afganistan’a birlik gönderilmesini engellemek, kardeş Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesini desteklemek, memurların sendikalaşma özgürlüğü, öğrencilerin YÖK, paralı eğitim ve polis copuna karşı mücadelelerine omuz vermek, halkın yiğit evlatlarının F tiplerinde katledilmesini önlemek için savaşıma atılmak zorundadır. Yalnızca sendikalarda değil, kendi devrimci partisi etrafında da örgütlenmek zorundadır. Yalnızca pasif-barışçıl mücadele yöntemleriyle yetinmeyip, gerektiğinde kullanılmak üzere bütün mücadele yöntemlerini öğrenmek zorundadır. Tek cümleyle devrimci partisi etrafında örgütlenip, tüm ezilenlerin başına geçerek faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı özgürlük ve sosyalizm için iktidar mücadelesine atılmalıdır. Bu perspektifle ele alınmayan iş-ekmek mücadelesi güdük kalmaya mahkumdur. Sonu gelmeyen bir oyalamacaya dönüşerek işçi sınıfının devrimci enerjisini kötürümleştirmesi kaçınılmazdır. Dahası siyanürcü Normandy işçilerinin yaptığı gibi iş-ekmek adına utanç verici noktalara sürüklenmek bile mümkündür.

İşsizliğin çığ gibi büyüdüğü, ücretlerin düştüğü, sendikal örgütlerin dağıtıldığı, kalanların da bürokratların arpalığına dönüştüğü koşullarda işçi sınıfı ne yapacak? Eğer Normandy işçilerinin açtığı uğursuz yolu izlerlerse, işçiler bir lokma ekmek için birbirlerinin gözünü oymaktan kurtulamazlar. T. Maden-lş bürokratları gibi burjuva uşağı sendikacılar, işçi sınıfını bu çıkmaz yollara sürüklemekte hiç tereddüt etmezler. Halbuki tüm bu yakıcı sorunlar, işçi sınfının ve işsizlerin geniş bölüklerini sermaye egemenliğine ve emperyalizme karşı birleştirmek için muazzam olanaklar sağlıyor. Bir koşulla; özgürlük için savaşılmadan iş ve ekmek için tutarlı bir savaşım yürütülemez. İşçi sınıfı tüm ezilenlerin sorunlarına sahip çıkmadan kendi sorunlarına sahip çıkamaz, tüm ezilenlerin kurtuluşu için savaşmadan kendini de kurtaramaz. Tüm ezilenleri politik bir kuvvet olarak birleştirip sermaye egemenliğini yerle bir etme yeteneğine sahip biricik güç işçi sınıfıdır. Tarihsel misyonunun gereklerine uygun bir yola girme görevi işçi sınıfının önünde duruyor.

Soyut, teorik bir önerme değildir bu. Dünyada ve coğrafyamızdaki bütün canlı gelişmeler bu ihtiyacın yakıcılığını doğruluyor. Embriyon halindeki örnekler dahi işçi sınıfının gücü, birleştiriciliği ve öncü rolünün anlaşılması için canlı veriler sağlıyor. 1990’daki büyük madenci yürüyüşünü ele alalım. Toplam maden işçisi 35-40 bin civarındadır. İşçiler Mengen barikatlarına dayandığında arkalarında 150 bin kişilik dev bir kitle vardır. Okullar tatil olmuş, ev kadınları, esnaf, civar köylüler akın akın işçilerin arkasında toplanmıştı ve hep birlikte sermaye egemenliğinin başkenti Ankara’ya yürüyorlardı. Hükümetin kömür ithal girişimi Güney Afrikalı Liman işçilerinin yüklemeyi reddetmesi üzerine suya düşmüş; eylem Enternasyonal bir boyutta kazanmıştı. Zonguldak adı bütün ezilenler için moral ve heyecan kaynağıydı artık. Devrimciler, Botan-Zonguldak ele ele sloganıyla eylemin önüne daha geniş bir perspektif açmaya çalışıyorlardı. 150 bin kişi yürüyordu, ama emek ve özgürlük güçlerinin, milyonlarca emekçinin kalbi o yürüyüş kolunda atıyordu. Ankara hükümetiyse tedirgindi. Çok sonraları dönemin yetkilileri sıkıyönetimi tartıştıklarını, aynı günlerde başlayan Körfez savaşı nedeniyle Emperyalist ağababalarıyla birlikte ciddi tedirginlikler yaşadıklarını açıkladılar. Sonuçları bir yana, 35 bin maden işçisinin başlattığı bir eylemin potansiyel olanak barındırdığı imkanlar, açtığı perspektifler böylesine geniştir işte. O nedenle işçi sınıfı, gücünü küçümsememeli, tarihsel rolünü unutmamalıdır.

Bergama Köylülerinden Öğrenmek

İroniktir; T. Maden-lş üyesi işçilerin, karşısına dikildikleri Bergama köylülerinden öğreneceği çok şey vardır. Eğer Bergama köylüleri siyanürcü şirketin işçilerinin bugün yaptıklarını yapsalardı, tarlalarını komşularıyla rekabet halinde şirkete satar, sonra komşularından daha düşük ücretlerle şirkete işçi olarak kapılanmaya çalışır ve bugün Bergama ovasının yerinde bir çöl olurdu. Bergama köylüleri başka bir yol izlediler. Yörenin aydınlanmış insanlarından bazıları kısa sürede siyanürün zararlarını öğrendiler. Dünyadaki kötü örnekleri incelediler. Bu işten ne kazanırız diye düşünmediler, topraklarımızı çölleştirersek çok şey kaybederiz, ülkemiz de kaybeder dediler. Bu öncü unsurlar köylerde toplantılar düzenlediler, sorunu tartıştılar, köylüleri aydınlattılar. Durumu kavrayan köylülerde, örgütlenme ve harekete geçme isteği uyandı. Köylerde komiteler kuruldu. Ve kaynaşma sokağa taştı, eyleme geçtiler. Her adımlarında eylemleri büyüdü, bilinçleri gelişti. Ev ve tarla kölesi kadınlar en önde yürümeye, eylemin sözcüsü hatipler olarak öne çıkmaya başladılar. Karşılarına jandarma dikildiğine bu işin siyanürcü şirket boyutlarını da kendi küçük topraklarını koruma kavgasını da aştığını farketmeye başladılar. Dün toprağımızı çöl yaptırmayacağız diyenler artık, ülkemizi emperyalistlere yağmalatmayacağız sloganıyla yürümeye başladılar. Eylem içinde bir bilinç sıçraması yaşadılar ve eylemlerinin kapsamı da bu sıçramaya eşlik ederek genişledi. Ankara’ya yürüdüler, çünkü, bunun hükümet katında çözülecek politik bir sorun olduğunu anlamışlardı. İstanbul’a yürüdüler, çünkü, kamuoyunun ilgi ve desteği olmadan kazanamayacaklarını öğrenmişlerdi. Edremit Körfezi’ni talan edecek sahil yolu projesine karşı Çanakkale’ye yürüdüler; çünkü, kendileriyle benzer sorunları yaşayan diğer emekçilerle dayanışma içinde olmadan Bergama’yı kurtaramayacaklarını biliyorlardı. Onların mücadelesi Hopdediks Bayram Dayı gibi, Oktay Konyar gibi sembol isimler yarattı. Semboller yaratan bir mücadele, zafere yürüyen bir mücadeledir. Tıpkı Hasan Ocak’ı dünya çapında sembolleştiren kayıplar mücadelesi gibi sembolleriyle, eylemleriyle Bergama köylüleri coğrafyamızda ve dünyada milyonlarca emekçisinin sempati ve desteğini kazandı. İşçi sınıfı ve emekçilerin onları daha aktif desteklemek gibi bir görevi var. Ama daha da önemlisi Türk köylülüğünün yüz akı Bergama köylülerinin mücadelesinden öğrenmektir.

Nedir Bergama hikayesinin özeti? Öncü unsurlar kitleyle özgür temas noktaları yakaladılar. Yürütülen aydınlatma-ajitasyonun etkisiyle kitlede örgütlenme ve eyleme geçme isteği uyandı. Öncülerle taban inisiyatifinin özgün bileşimine dayanan köy komiteleri oluştu ve eyleme geçtiler, Eylem içinde ufukları genişledi. Mücadelelerinin anti-emperyalist içeriği öne çıkmaya başladı. Destekleri büyüdü. Toplumsal destek sağlama ve başkalarının yardımına koşma yönünde fırsatları değerlendirmeye başladılar. İşte bu çizgiden yürüyerek bugünlere ulaştılar. Eğer her köylü kendi küçük tarlasının çitleri arasına hapsolsaydı, Bergama köylülerinin büyük mücadelesi diye bir şey olmazdı, ama ağıtlar yakarak izlediğimiz bir Bergama çölümüz olurdu. İşçi sınıfının çıkaracağı temel ders bu olmalıdır Bergama’dan: Küçük, bencil çıkarlara hapsolan mücadeleler çöl kuraklığında yenilgilere; ufkunu toplumsallığa doğru genişleten, emek ve özgürlük güçlerinin başına geçerek faşizme, emperyalizme ve kapitalizme karşı birleşik mücadeleye yelken açan mücadeleler ise zafere götürür.

İsçi Sınıfı Devrimcilerinin Görevleri

Devrimciler işçi sınıfını eleştirebilirler. Çünkü yapıcı her eleştiri ilerletici, devrimci bir rol oynar. Ama burada durulursa eleştirinin bir ayağı eksik kalır: Dönüp kendimizi de eleştirmek, pratiğimizi sorgulamak zorundayız. Çünkü işçi sınıfının ekonomik-sendikal mücadelesinin sınırları bellidir ve işçi sınıfına politik bilinç “dışardan” götürülür. Götürdüğümüz bilincin kapsam ve içeriği ne kadar zengin? Ne kadar özgür temas noktalarına sahibiz sınıfla? Sınıfın bilinçlenmesi, örgütlülüğün pekişmesi pedagojik bir iş olmanın ötesinde, esasen canlı, somut mücadelelerin ürünü olacağına göre, her can alıcı sorununda ne kadar sınıfın yanındayız? Her adımda onlara omuzdaşlık ve kılavuzluk ederek ufuklarını genişletiyor, mücadelelerini büyütüyor ve politik örgütlülüklerinin temellerini atabiliyor muyuz? Bunlar düşünülmesi, irdelenmesi ve pratik olarak yanıtlanması gereken soru ve sorunlardır.

İtibarsız sendika bürokratlarının eylem kararlarını kitlesel olarak yanıtlayan, yüz binlerle yollara düşen, ağaları “salonlara değil alanlara” diyerek sıkıştıran, IMF’yi ve emperyalist savaş saldırganlığını lanetleyen, genel grev sloganını dilinden düşünmeyen işçi sınıfı, anlamak isteyene bir şeyler söylüyor aslında. Tüm bunların nesnel anlamı; “biz hapsolduğumuz cendereyi parçalamak, aşmak istiyoruz” demektir. Bu mesajı veren işçi sınıfına bizde sloganlarımızla, basınımızla, aktivistlerimizle gidiyoruz. Genel grev genel direniş, diyoruz. Taban inisiyatifi ve örgütlülüklerini geliştirin, sendikal bürokrasi barikatını aşın, ezilenlerin başına geçin, yalnızca ekmek için değil, özgürlük ve iktidar için de döğüşün diyoruz. Çoğunlukla da bunları söylemekle yetiniyoruz. Ve çok zaman farkediyoruz ki soyut-teorik önermeler bunlar işçiler için ve etkisi zayıf. Yaşam ve sınıflar mücadelesi canlı, dinamik ve akışkandır. Her durumda aynı soyut önermeleri tekrarlamak, önermelerin etkisini ve içeriğini zayıflatır. Halbuki belki de yıllar boyunca değişmeden kalması kaçınılmaz olan slogan ve önermelerimizi, her somut durumda capcanlı bir içerikle doldurmak mümkündür. Çünkü her somut gelişme önermelerimizi doğrulamaktadır.

Öyleyse yalnızca sloganlarımızın lafzını değil; onları doğrulayan somut-gelişmeler ve zengin bir içerikte donatılmış ruhunu da işçilere taşıyalım. Ne demektir bu? Öncelikle bozuk plak gibi birkaç cümleden ibaret genel doğruları tekrarlayıp durmamak demektir. İşçilerle arkadaşça sohbet etmeyi öğrenmek; örneğin son futbol çetesi skandalından hareketle kontrgerilla devletine ve onun yıkılması gereğine köprü kurmayı öğrenmek demektir. Korkut Eken’in hapsedilmesi ve generallerin çıkışından hareketle faşist diktatörlük gerçeğini göstermek demektir işçilere. Filistin, Irak, Afganistan’daki emperyalist saldırganlıkla, IMF politikaları sonucu işinden, aşından olan işçi arasındaki bağı göstermek ve örneğin işçi ve emekçileri İncirlik’in kapısına yığabilmek demektir. Slogan, söylem ve önermelerimiz böylesine canlı bir içeriğe kavuşur ve uygun kanallarla, işçilerle diyalog kurabilen aktivistlerle sınıfa taşınabilirse, işçilerde güçlü bir örgütlenme ve eyleme geçme isteği uyandıracaktır. Fırsatını buldukça hapsolduğu cendereyi parçalama isteğini dışa vuran işçi sınıfı, bir bakıma devrimcilere çağrı çıkarmaktadır: Biz buradan çıkmak istiyoruz, yeter ki bize doğru yaklaşın. Öyleyse bu çağrıya pratik-devrimci yanıtlarla karşılık vermek, üretmek zorundayız. Kendi cephemizden soyuttan somuta, teoriden pratiğe uzanan köprünün dilini, söylemini, kadrosunu ve eylemini yaratmakla yükümlüyüz.

Somutlayabiliriz. Bergama köylülerin mücadele derslerini işçilerle tartışabiliyor muyuz? Siyanürcü şirketten emperyalizme ve işbirlikçi burjuva devlete uzanan bilinç açıklığını somut, canlı örneklerle, işçilere taşıyabiliyor muyuz? Ya çevre mücadelesinden antiemperyalist mücadeleye uzanan köprüyü kurabiliyor muyuz? T. Maden-lş bürokratlarının ve Normandy işçilerinin yüz karası tutumunun anlamını canlı bir içerikle işçilere gösterebiliyor ve bunun işçi sınıfının mücadele gelenekleri ve genel zayıflıklarıyla bağını kurabiliyor muyuz? Yetinmeyip Bergama köylüleriyle eylemli dayanışmayı örgüt- leye biliyor muyuz? T. Maden-lş ve Normandy işçilerini yaptıklarına pişman edecek güçlü bir protestoyu örgütleyebiliyor muyuz? Öyle bir protesto ki, yalnızca onları geriletmekle kalmasın; bir daha hiç kimsede o yola girme cesareti bırakmayan bir ibret örneği yaratsın.

Her somut durumda bu yolu bulabilmek, yalnızca sözle değil, eylemli, pratik bir kuvvetle bu yolda yürüyebilmek...

İşte çözmemiz gereken düğüm budur.

 

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi