1) İsrail Devletinin Kuruluşu
Ortadoğu'da, Arap kurtuluş hareketi karşısında emperyalizm yeni bir müttefik bulmuştu. Bu müttefik güç, siyasi siyonizmdir. Siyasi siyonistler, I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin'i kendi nüfuz sahasına alan, orada bir manda idaresi kuran İngiliz emperyalizmi vasıtasıyla bir Yahudi devleti kurmayı amaçlıyordu. Ama Filistin'de devlet kurmak için yeterli sayıda veya devlet kurabilecek sayıda Yahudi yoktu. Yahudilerin ezici çoğunluğu Filistin dışında yaşıyordu: 1880'de bütün dünyadaki Yahudi sayısı 7,75 milyon civarındaydı. Bunun çoğunluğu da -6,858 milyonu (yüzde 88,5)- Avrupa'da, 620 bini (yüzde 8) Asya ve Afrika'da yaşıyordu. Geriye kalan yaklaşık 250 bin Yahudi, deniz aşırı ülkelerde yaşıyorlardı. Avrupa'da ise Yahudilerin çoğunluğu Doğu da (Litvanya, Polonya, Beyaz Rusya, Romanya ve Galiçya'da, toplanmıştı. 19. yy'ın sonuna doğru durum değişir ve 18811914 arasında yaklaşık 3 milyon Yahudi, Doğu Avrupa ülkelerinden göç ederler. Göç edenlerin çoğunluğu da Kuzey Amerika'ya yerleşir. Kuzey Amerika'da Yahudilerin sayısı 19. yy'ın başında 2000'den aynı yüzyılın sonunda bir milyonun üzerine çıkar. Her halükârda II. Dünya Savaşı'na kadar Yahudilerin çoğunluğu, yüzde 58,2'si (9,7 milyon) Avrupa'da yaşıyordu.
Yahudilerin sosyal, siyasi ve ekonomik durumları ülkeden ülkeye ve de bölgeden bölgeye değişikti. Ama durumun en kötü olduğu bölge Doğu Avrupa'ydı. Orada Yahudiler, horlanma, aşağılanma, takibat ve pogromlar- la karşı karşıya kalmışlardı. Yahudiler, Doğu Avrupa'nın “günah keçisi”, “şamar oğlanı” yapılmışlardı. Bunun sonu getto oluşumuydu ve öyle de oldu: Doğu Avrupa'da Yahudiler, getto yaşamına sürüklendiler. Gelişen, antisemitizmdi. Lenin, bir konuşmasında (“Yahudilere Karşı Pogrom Kışkırtması Üzerine”) antisemitizmin sınıfsal kökenini ve amacını şöyle açıklıyordu:
“Yahudilere karşı düşmanlığın yaygınlaştırılmasına antisemitizm deniyor. Lanet olası Çarlık monarşisi son günlerini yaşarken, bilinçsiz işçi ve köylüleri Yahudilere karı kışkırtmaya çalıştı. Çar polisi, kapitalistler ve toprak beyleriyle elbirliği içinde Yahudi programları düzenledi. Kapitalistler ve toprak beyleri, yoksulluğun pençesinde inleyen işçi ve köylülerin kinini Yahudilere yöneltmek istediler. Başka ülkelerde de işçinin ufkunu bulandırmak, dikkatini emekçilerin gerçek düşmanından -sermayeden- başka yöne çekmek için kapitalistlerin Yahudilere karşı düşmanlık körükledikleri sıkça görülen bir durumdur. Yahudilere karşı düşmanlık, sadece, toprak beyleri ve kapitalistlerin köleleştirmesinin, işçi ve köylülerin zifiri karanlık cehalet içinde tutulmasının var olduğu yerde inatçı bir şekilde devam ediyor. Sadece tamamen cahil, tamamen yıldırılmış insanlar, Yahudilere karşı yayılmış yalan ve iftiralara inanabilirler” (Lenin, c.29, syf.239).
Şüphesiz ki Yahudiler, bu türden, sınıflı toplumdan kaynaklanan ve sermayenin işçi ve emekçileri bölmeye hizmet eden bu kışkırtmalara karşı bulundukları ülkenin işçi ve emekçileriyle birleşerek; sınıf mücadelesi içinde yer alarak karşı koyabilirlerdi. Nitekim böyle hareket edenler de olmuştur. Örneğin Rusya ve Ekim Devrimi'nden sonra Yahudilerin durumu. Ama Yahudilerin çoğunluğu, özellikle de geleneklere bağlı olanlar - getto yaşamını (bulunulan toplumdan dışlamanın ve önderlerin rolü büyük olmuştur)- “Siyon”u yaşam ve umutlarının içeriği yapmışlardır. (Siyon, Kudüs'te, o zaman için Kudüs civarında bir tepedir. David -MÖ 10.yy'ın ilk yarısı- bu tepeyi idare merkezi (sarayı) yapmış ve böylece “Siyon”, İsrail kabilelerinin kutsal mekanı olmuştur). Zamanla “Siyon”, Kudüs, Yu- da ve İsrail ile eş anlamlı kullanılmıştır. Yani İsrail demek “Siyon” demektir. Bu kavram, diasporadaki Yahudiler için bir özlem, var oluş merkezi ve anlamı kazanmıştır. Özlem duyulan, “ataların ülkesi” denilen yer, Filistin'den başka bir yer değildi. Bu özlem 19. yüzyılda, yükselen milliyetçilikle bağlamı içinde güncelleştirilmiş ve siyasallaştırılmıştır.
Siyasi siyonizm şunu diyordu: Nüfusunun ezici çoğunluğu Yahudi olmayan toplumlarda Yahudiler, yabancı vücudu; yabancılığı ifade ediyorlar. Bundan dolayı kurtuluşu, Filistin'de Yahudi devletinin kurulmasında aramalıdırlar. Siyasi siyonizm, sosyal temeli bakımından küçük burjuva, antisemitizm ve Yahudi takibatı karşısındaki tavrıyla milliyetçi, gerici bir akım olarak doğmuştur.
Siyonizm kavramını Nathan Birnbaum, 19. yüzyılın sonlarına doğru "Yahudi Sorununun Çözümü İçin Araç Olarak Kendi Ülkesinde Yahudi Halkın Ulusal Yeniden Doğuşu” yazısında işlemiştir. Moses Hess (18121875), Leo Pinsker (1821-1891) ve Theodar Herzl (1860-1904) siyonizmin teorik geliştirilmesine önemli katkıları olanların başında gelirler.
Özellikle Herzl'in faaliyeti sonucunda siyonistler kongreler düzenlenmiş ve Filistin'e göç, orada devlet kurma çalışmaları sürdürülmüştür. Diasporadaki Yahudi zenginlerinin sağladıkları maddi olanaklardan yararlanılmıştır.
Temel ilkesi bakımından siyasi siyonizm, teoride ve pratikte devrimci işçi hareketine karşıydı. Siyasi siyonizm, proleter enternasyonalizmin karşısına milliyetçi kredosunu koyuyordu. Siyasi siyonistler Yahudiliği, sınıfsallığı içinde ele almıyorlar, tam tersine Yahudiliği, homojen bir bütün olarak topraksız, sınırlar aşırı bir dünya ulusu olarak kavrıyorlardı: Sınıflara ayrışmamış homojen bir yapıyı ifade eden dünya ulusu! Bu anlayışın mantıksal sonucu şuydu: Yahudi, yaşadığı ülkede sınıf mücadelesine katılmamalı, geleceğini orada aramamalıdır. Yahudi, geleceğini Filistin'de aramalıdır.
Filistin'de devlet kuracak kadar bir Yahudi nüfus yoktu ve bunun ötesinde bir kaç bin sene önce yaşamış oldukları topraklara geri dönme hakkını nasıl temellendireceklerdi? İnandırıcı olmak için bu soruya cevap verilmeliydi ve cevap, tarihin çarpıtılmasıyla; gizemlileştirilmesiyle verildi. Siyasi siyonizme göre Yahudiler, bir zamanlar yaşadıkları topraklara dönebilirler, orayı vatan olarak görebilirler. Çünkü Yahudi tarihi, "tamamen kendine özgüdür, bütün tarihsel yasalarla çelişki içindedir” (Bkz: Abba Eban; "Dies ist mein Volk. Die Geschichte der Juden”, syf. 9, Zürih 1970). İstisnai, kendine özgü bir durum denmese tarih anokronik -çağ dışı- taleplerle dolup taşardı: Tarihin tekerleği geriye doğru çevrilirdi; örneğin Türkler, Anadolu'dan kovulur, Orta Asya'ya sürülürdü. Kürtler, kabile olarak geldikleri yerlere sürülürdü vs. vs. veya Türkler, bugün faşist diktatörlüğün jeopolitikasının; jeostratejisinin (Adriyatik'ten Çin seddine kadar) dışında kalan ve Osmanlılar tarafından ilhak edilen Arap ülkelerini, Kuzey Afrika'yı, Hindistan'ı talep edebilirler. Anlayışlarının böyle bir saçmalığa yol açacağını gören siyasi siyonistleri, kurtuluşu, bizim tarihimiz hiç kimsenin tarihine benzemez, bir istisnadır, tamamen kendine özgüdür anlayışında buldular. Bu demagoji de yetmedi. Çünkü Filistin boş değildir, orada yarım milyon civarında Arap yaşıyordu. Önce bu nüfusu görmemezlikten geldiler. Ama fazla sonuç alamayınca yeni bir formül bulundu: “Halksız toprağı, topraksız halka ver!” Bu hakkı elde etmek ve bu talep doğrultusunda destek bulmak için siyonistler, Alman kralına, Rus çarlığına ve Osmanlı padişahlarına baş vurdular, ama sonuç alamadılar. Sonunda, 1917/18'de Filistin'i kendi nüfuzuna alan İngiltere'ye başvurdular.
Balfour Deklerasyonu
- yy'ın başında İngiliz emperyalizmi Ortadoğu'daki sömürgeci çıkarlarının ve özellikle de Süveyş Kanalı üzerindeki hakimiyetinin, güçlenen Arap ulusal hareketi tarafından tehliyeye düşürüldüğünü görüyordu. Bu tehlikeye karşı koymak için siyonizmi teşvik etmeyi, kendine bağımlı bir siyonist devletin kurulmasını politika yaptı. Böylece Ortadoğu'daki konumunu güçlendirmeyi amaçlıyordu. 2 Kasım 1917'de Britanya Dışişleri Bakanı Lord Balfour, Lord Rothschild'e (“İngiliz Siyonist Federasyonu” başkanı) yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
“Sevgili Lord Rotschild!
Kabine tarafından incelenen ve onaylanan Yahudi-siyonist çabalarla ilgili sempati açıklamasını size hükümetin adına büyük bir memnuniyetle iletiyorum.
Majestelerinin hükümeti Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir yurdun oluşturulmasını memnuniyetle karşılıyor ve bu amaca ulaşılması için büyük çabalar harcayacaktır. Aynı zamanda açıkça anlaşılmalıdır ki, Filistin’de, mevcut Yahudi olmayan toplulukların burjuva ve dini haklarına dokunulmamalıdır...” (Bkz. Informationen zu politischen Bildung”, Nr.247, syf.6, 1995).
Yani Arapların burjuva ve dini haklarına dokunulmayacak! Britanya Dışişleri Bakanı Balfour yalan söylüyordu. Filistin'de Arap halkının geleceği, İngiliz emperyalizmini ilgilendirmiyordu. Rotschild'e yazdığı mektubundan (yukarıya bir kısmını aktardığımız bu mektup tarihe “Balfour-Deklerasyonu” olarak geçmiştir) yaklaşık iki sene sonra, 11 Ağustos 1919'da aynı Balfour, İngiliz hükümetine yazdığı bir muhtırada şöyle der:
“Filistin’de, ülkelenin mevcut ahalisinin isteklerini şeklen de olsa duymayı ve dikkate almayı dahi düşünmüyoruz.... Haklı veya haksız, iyi veya kötü siyonizm,... şimdi orada yerleşik olan 700 bin Arabın önyargı ve isteklerinden çok çok daha önemlidir” (L. Ruehl; “İsrails Letzter Krieg”, Hamburg, 1974, syf. 186).
Siyasi siyonizm, yapılanışından, amacını elde etme anlayışından dolayı emperyalist rekabetin çarklarına takıldı; siyasi siyonizm, sömürgeci güçlerin yardımıyla ve Araplara karşı olarak amacına ulaşmak istedi. Bu durum, siyasi siyonizme sömürgeci özellikler verdi.
İyi niyetle, gelecek umuduyla siyasi siyonizmin peşine takılan, baskıdan, horlanmak- tan, takibattan kurtulmak isteyen Yahudi emekçileri, başka bir halkın, Filistin'in yerlisi Arapların horlanması ve baskı altına alınması pahasına baskıdan ve horlanmaktan kurtulmuşlardı. Onları bu duruma getiren; yönlendiren, emperyalist ve sömürgeci politikanın umutlarını sapıklaştırmasından başka bir anlam taşımıyordu.
Balfour Deklerasyonu'na dayanan siyasi siyonizm, İngiliz emperyalizminin desteğiyle Filistin'de kendi devletini kurmak için çabasını yoğunlaştırdı. 1920'li ve ‘30'lu yıllarda Yahudi diasporası, siyasi siyonizm örgütleri Filistin'e Yahudi göçünü örgütledi ve yüz binlerce Yahudi, dünyanın çeşitli ülke ve bölgelerinden Filistin'e yönlendirildi.
Biltmore Programı
Mayıs 1942'de Amerika'da Amerikan Siyonist Konferansı düzenlendi. Konferansta bir program kabul edildi. Konferansın düzenlediği otelin adından dolayı tarihe “Biltmore Programı” diye geçen bu programda şu anlayışlara yer veriliyordu.
“1- Filistin’in kapıları Yahudi göçüne açılacaktır.
2- Jewish Agency (uluslararası planda Yahudilerin çıkarları için mücadele eden örgüt, çn.) göçün kontrolü ile görevlendirilecek ve yerleşimin olmadığı ve geri toprakları da kapsamına alan ülkenin inşası için gerekli yetkiyle donatılacak.
3- Filistin’de, yeni demokratik dünyanın bir parçası olacak bir Yahudi topluluğu -Jewish Commanwealth- oluşacak” (David ben Guni- on; “İsrail. Die Geschichte eines Staates”, syf. 86, Frankfurt/M. 1973).
Siyonist politikanın sonucu olarak Filistinli binlerce Arap, ülkelerinden kovuldular. Bu, “oldu bittiye getirme” stratejisiyle gerçekleştirildi.
Siyonistlerin savları, sömürgeci savları gibiydi: Ülke, “önemli boyutlarda geriydi ve insansızdı. Bundan iktidar sahiplerinin yeteneksizliği ve vurdumduymazlığı sorumludur, keza ahalinin lakayıtlığı da (Bkz. A. Eban; agk, syf. 257).
Siyonistler, Arapları, Nazilerin Yahudileri gördüğü gibi, aşağılık insan olarak görüyorlardı. Moshe Dayan'ın babası üzerine yazan İsrailli gazeteci Sh. Tevath şöyle diyor:
“Araplar Moshe Dayan’ın babası açısından sivrisinekler, böcekler ve yabani hayvanlar gibi bu yabanlığa (Filistin kast ediliyor, çn.) aitlerdi. Bundan dolayı onlar, geçiciydiler. Yabani otun ve dikenli çalıların yakıldığı, bataklıkların kurutulduğu gibi hastalıklara yakalanan ve açlık çeken bedevi kabileleri de kaybolup gideceklerdir” (Shabtai Teveth; Moshe Dayan, Politiker, Soldat, Legende, syf. 32, Frankfurt/M).
Emperyalistler Arası Rekabet, İsrail ve Filistin
İngiliz emperyalizmi, iki yüzlü politikasıyla Filistin sorununun olduğundan daha da karmaşıklaşmasına neden olmuştu. İngiliz emperyalizmi siyasi siyonizmi teşvik ederken Arapların direnişiyle karşı karşıya kalıyordu. 1936-39 ayaklanmalarında ifadesini bulan bu direnişe köylülerin önemli bir kesimi de katılmıştı. İngiliz emperyalizmi, II. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde daha ziyade Arap ulusal hareketinin burjuva feodal temsilcilerine dayanmaya başlamıştı. Böylelikle bu güçleri, Almanya ve İtalya'ya karşı savaşında müttefik güç olarak kazanmayı amaçlıyordu. Onun bu politikasına, bu sefer de siyasi siyonizm karşı çıkıyordu.
Mayıs 1939'da yayımlanan “Beyaz Kitapla İngiliz emperyalizmi, bölgedeki sömürgeci çıkarlarını korumak için Balfour Deklerasyonu'nun tam tersini savunuyordu.
Bu “Beyaz Kitap”a göre Filistin'de bir İsrail devletinin kurulması, İngiliz hükümetinin politikası değildi. “Majestelerinin hükümetinin amacı, bağımsız bir Filistin devletinin on sene içinde kurulmasıdır. Bu bağımsız devlet içinde Arapları ve Yahudiler beraber yaşamalılar ve önümüzdeki beş sene içinde Yahudi göçü, Filistin nüfusunun üçte birini oluşturacak şekilde düzenlenmelidir” (Bkz. Informationen... syf. 6).
Hakimiyetini devam ettirmek isteyen İngiliz emperyalizmi, gelişen Arap ulusal hareketine şirin görünmek için Filistin'e Yahudi göçünü Arap nüfusun onayına bırakıyordu. Ama İngiliz emperyalizminin bu tavrına her iki taraf da; Yahudiler ve Araplar karşı çıkıyordu.
Amaca ulaşmak için siyonist örgütler, terörist eylemlere giriştiler. Hedef, İngilizler, Araplar ve kendi planlarına karşı çıkan Yahu- dilerdi.
O dönem İngiltere'nin dünya çapında en büyük rakibi Amerikan emperyalizmi, bu sorunda taraf olduğunu göstermeye başlamıştı. Özellikle S. Arabistan'da büyük çaplı petrol kaynaklarının bulunmasıyla Amerikan emperyalizmi, 1938-39'da Filistin sorununu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için siyasi siyonizmi teşvik etmeye başladı.
Çıkmaz içinde kalan İngiliz emperyalizmi, kurtuluşu, BM'ye başvurmakta buldu. 2 Nisan 1947'de Filistin sorunu BM Genel Kurulu gündemine getirildi.
Çelişkilerin oldukça keskinleştiği ve genel durumun oldukça karmaşıklaştığı Filistin'de sorunun çözümü için BM, özel bir komisyonu görevlendirdi. (United Nations Special Committee on Palastine- UNSCOPF). İncelemesinden sonra bu komisyon, oy çoğunluğuyla Filistin'in bölünmesine ve bir Arap (Filistin) ve bir Yahudi (İsrail) devletinin kurulmasına karar verdi. 29 Kasım 1947'de Genel Kurul bu kararı (33 evet, 13 hayır ve 10 çekimser oy), yayımlanan bir bildirgeyle onayladı. Sovyetler Birliği, ABD, birçok Avrupa ve Latin Amerika devletleri bölünmeden yana tavır koydular. İngiltere ise çekimser kaldı. Sovyetler Birliği, Araplar ve Yahudiler Filistin'de beraber yaşayacak durumda olmadıklarından veya beraber yaşamak istemediklerinden dolayı ve her iki halk da Filistin'de yaşadıklarından ve aynı devlet sınırları içinde beraber yaşamaktan yana olmadıklarından dolayı, sorunun çözümü için iki devletin; Arap ve Yahudi devletlerinin kurulması olasılığından başka çıkar yol yoktur anlayışından hareket ediyordu.
Bölme planına göre Filistin topraklarının yüzde 42'si(11000 km2) Arap devletinin, yüzde 56'sı (14 100 km2) Yahudi devletinin payına düşüyorda. Küdus, uluslararası bölge oluyordu (Bu alan, Filistin topraklarının yüzde 2'lik bir kısmına eşitti).
Filistin üzerine İngiliz mandası, 14 Mayıs 1948'de sona erdi. Aynı gün, Geçici Devlet Konseyi, İsrail devletinin kurulduğunu açıkladı. Siyonistler, “doğal ve tarihsel hakka”, “BM Genel Kurulu’nun kararına” dayanarak, “kitapların ebedi kitabını dünyaya hediye eden”, “İsrail ülkesinde” Yahudi devletinin kurulduğunu ve “bütün komşu devletlere ve halklarına barış ve iyi komşuluk elini uzattıklarını” açıkladılar.
Siyasi siyonistler, yeni devletin sınırlarını tam belirlemediler. Niyet açıktı: Uçlanan silahlı çatışmalarla sınırları genişletmek. Amaç buydu.
İsrail devleti kurulduğunda Filistin topraklarında yaklaşık bir milyon Arap ve 675 binde Yahudi yaşıyordu. 1953'e gelindiğinde örgütlü göç sonucunda Filistin'de Yahudilerin sayısı 1,5 milyona çıkmış; yaklaşık 900 bin Arap kovulmuş ve böylece Yahudi çoğunluğu sağlanmıştı.
Sonuçlar vahim ve hâlâ devam eden gelişmenin/çatışmanın başlangıcı böyleydi. Siyasi siyonistlar, on yıllarca süren politikalarıyla; emperyalistlerin yardım ve Arapları hiçe sayma politikalarıyla siyonist devlet kurma amaçlarında başarılı oldular. Siyonistler, BM kararlarını da hiçe saydılar! Daha baştan, sınırları genişletmeyi, Arapları kovmayı ve onların payına düşen toprakları ele geçirmeyi, Arap topraklarında Yahudi yerleşim birimleri kurmayı ve Filistin devletinin kurulmaması için çabayı, savaşı da göze alarak amaç edindiler. Bunun ötesinde siyonistler, bütün emperyalist ülkelerle, başta da Amerikan emperyalizmiyle müttefik ilişkilerine girdiler. İsrail devleti, daha kurulduğunda, kendini kapitalist dünyanın jandarması ilan eden Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'daki üssü, onun çıkarlarının savunucusu olmuştu.
2) Arap-İsrail Savaşları Dönemi ve Filistin
Filistin-İsrail sorunu, bir Ortadoğu sorunu olmaktan çıkarak, dünya sorunu olmuştu. Tabii bunun nedenleri vardı: Ortadoğu'da petrolün bulunması ve bu hammaddenin giderek önemli bir enerji kaynağı olması bu bölgeyi emperyalist çelişkilerin keskinleştiği bir bölge yapmıştı. O bölgeye hakim olmak için emperyalistler, her türlü kirli işe hazırdılar. Tabii istek, sorunun sadece bir yönü. Önemli olan, rekabet gücüne sahip olmaktır. Bu güce de Amerikan emperyalistleri sahipti. Ortadoğu'da, somutta da Filistin'de İngiliz emperyalizminin yerini Amerikan emperyalizmi aldı. Amerikan emperyalizminin dünya hegemonyası stratejisinde İsrail'e önemli görevler düşüyordu; İsrail, bölgede sosyalist güçlerin, Arap milliyetçi hareketinin gelişmesi karşısında bir güç olmalıydı. İsrail bölgedeki Amerikan çıkarları için bir üs olmalıydı. Öyle de oldu. Filistin-İsrail sorunu, nihayetinde emperyalistler arası çıkar sorununa, SB'nde Kruşçev revizyonistlerinin iktidarı gasp etmelerinden sonra da iki süper devlet arasında dünya hegemonyası mücadelesinin bir öğesine dönüşmüştür.
İsrail devleti kurulduğundan bu yana Arap devletleriyle dört kez savaşmış ve her seferinde kaybeden Filistin olmuştur. İsrail-Arap devletleri arasındaki savaşlarda Filistin'in sorun olmaması düşünülemezdi.
Filistin, sadece İsrail devletinden çekmemiş, komşu Arap ülkeleri de Filistin topraklarına göz dikmişti.
I. Savaş:
1948/49 Arap-İsrail savaşında İsrail siyonistleri bir kısım Filistin toprağını işgal etmiştir. BM taksimine göre paylarına düşen 14 bin km2'lik alanı 20 700 km2'ye çıkartmışlardı. İngiliz mandasının sona ermesi, İsrail devletinin kurulması ve Filistin devletinin kurdurulmaması çabası, bu ilk çatışmanın nedeniydi.
2. Savaş:
1956'da İsrail, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yanında yer alarak Mısır'a saldırdı. Amaç, Süveyş Kanalı'nın devletleştirilmesinin engellenmesiydi. Üçlü saldırganlık (İngiltere+Fransa+İsrail), büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
3. Savaş:
6 Gün Savaşı da (1967) İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının bir sonucuydu. Savaş sonucunda siyonistler bir kısım Arap topraklarını işgal ettiler. İşgal edilen topraklar İsrail'den daha genişti.
4. Savaş:
1967 savaşı yenilgisini kabul etmeyen Arap ülkeleri, işgal altındaki toprakları kurtarmak ve İsrail saldırganlığını durdurmak için 1973'te İsrail ile savaşa tutuştular. Bu savaşta taraflar, birbirinin aleyhine önemli bir başarı elde edemediler. Ama uzlaşmacı Arap yönetimlerinden dolayı ilk Camp David görüşmelerine (Mısır-İsrail anlaşması) zemin hazırlamış oldu. Bütün bu savaşlarda itilen-kakılan ülkesinden kovulan Arap ülkeleri tarafından da horlanan, ülkesinden olan, göçe zorlanan, her türlü yoksulluk ve eziyete maruz kalan, Filistin halkı olmuştu.
Filistin'de Arap halkın trajedisi 1948-1949 savaşıyla başlamıştı. Bu savaş, sonucunda yaklaşık bir milyon Filistinli ülkelerinden kovulmuşlardı.
Ülkelerini terk etmeye zorlandıklarında Filistinliler şaşkındılar. Şüphesiz ki direniş vardı. Ama İsrail terörü korkunçtu ve çoğu Filistinli'yi ürkütmüştü. Bundan dolayı Filistin direnişi başlangıçta münferit olay karakterini taşıyordu ve örgütsüzdü. Köylüler, İsrail'de kalan mülklerini kurtarmak için birleşiyorlar ve bir direniş ocağı oluşturuyorlardı. Ama daha 1948'de örgütlü direnişin filizlendiğini görüyoruz. Örneğin çok sayıda Filistinli Gazze Şeridi'nde “Bütün Filistin Hükümetin kurarlarken, Beyrut'ta Filistinli öğrenciler “Kurbanın Birlik Cephesin kuruyorlardı. Bunlardan “Bütün Filistin Hükümeti”, Ürdün hariç diğer bütün Arap Birliği ülkeleri tarafından tanınmıştı. Ama etkili siyasi ve askeri bir güç oluşturamadı.
50'li yılların başında “Arap Milliyetçileri Hareketi" oluşmaya başladı. Panarapçı olan bu hareket, İsrail'in emperyalizm yanlısı politikasına, Arap toplumunun politikasına ve ilk Arap-İsrail savaşında Arapların yenilgisine bir tepki olarak doğmuştu ve Arap toplumunun radikal yenilenmesini amaç ediniyordu. 50'li yılların sonundan itibaren Filistin direnişi de şekillenmeye başlamıştı. 60'lı yılların başından itibaren bir dizi Filistin direniş hareketi ortaya çıkmıştı. Filistin direnişi, doğuşundaki parçalanmışlığını hiçbir zaman -bugün de- aşamamıştır. Filistin direniş örgütlerinin içinde en önemlileri El Fatah ve Filistin'in kurtuluşu için Halk Cephesi idi (PFLP). El Fatah, kısa zamanda kitle örgütü olarak gelişti. 1970'de Y. Arafat önderliğindeki bu örgütün 50 bin kadar silahlı savaşçısı vardı. 1967- 68'de “Arap Milliyetçileri Hareketi”nden doğan PFLP'nın önderide G. Habaş'tı.
Habaş'ın “Halk Cephesi”, İsrail'i yok etmeyi ve Filistin topraklarında sosyalist Arap devleti kurmayı hedefliyordu. El Fatah ise, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların barış içinde beraber yaşadıkları demokratik bir Filistin devleti için mücadele ediyordu.
Filistin Kurtuluş Hareketi, 1964'te İskenderiye'de (Mısır) düzenlenen Arap zirvesinde FKÖ'nün (Filistin Kurtuluş Örgütü) kurulmasıyla anlam kazanmaya başladı. İlk başkanı A. Şukeiri döneminde FKÖ, kendisinden bekleneni yapamadı. Ancak El Fatah'ın 1969'dan itibaren FKÖ içinde aktifleşmesi ve Y. Arafat'ın FKÖ'nün yönetimine getirilmesiyle durum değişti. Y. Arafat yönetiminde FKÖ, Filistin direnişinin çatı örgütü olarak gelişti.
Filistin halkı, çektiği eziyet, yoksulluk ve baskı yetmiyormuş gibi, başka bir çok cephede de savaşmak zorunda kaldı. Bu halkın temsilcisi FKÖ, sadece İsrail'e karşı, sadece onunla işbirliği içinde olan emperyalizme (öncelikle de ABD emperyalizmine) karşı savaşmıyordu. FKÖ, Filistin direnişi, emperyalizmin, başta da Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi Arap ülkelerinin (S. Arabistan, Ürdün, Mısır) uzlaşmacı, emperyalizmin çıkarlarını gözeten eğilimlerini ve aynı zamanda, Filistin halkının dostu gözüken, ama kendi hegemonya çıkarı için mücadele eden Sovyet Sosyal emperyalizminin niyetini de hesaba katmak zorundaydı. FKÖ, böylelikle birçok cephede, bağımsız Filistin devleti için mücadele ediyordu. Arap dünyasındaki farklılaşma; emperyalizm ve sosyal emperyalizm yanlısı bölünme, Filistin direnişini olumsuz etkiliyordu.
70'li yıllarda FKÖ, uluslararası alanda tanındı. Arap ülkelerinin 7. zirvesinde (Ekim 1974, Rabat) FKÖ, Filistin halkının meşru temsilcisi olarak kabul edildi ve İsrail işgalinin kaldırılmasından sonra Gazze ve Batı Şeria bölgesinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması onaylandı. Y. Arafat aynı yıl BM Genel Kurulunda konuştu ve Filistin, BM'de gözlemci statüsünü aldı.
Filistinlilerin katkısı olmaksızın Ortadoğu sorununun çözülemeyeceği veya Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu sorununun çözümünün kalıcı olmayacağı anlaşılmıştı.
- savaştan sonra Ortadoğu'da savaşsız, ama aynı zamanda barışsız bir dönem başladı. Savaş yoktu, ama Filistin yarası kanamaya devam ediyordu.
6 Ekim 1973'te başlayan dördüncü savaştan (bir taraftan Mısır ve Suriye, diğer taraftan İsrail) sonra 21 Aralık 1973'te Cenevre'de başlayan Ortadoğu Barış Konferansı, sonuçta FKÖ'nün bugünkü haline gelmesinde başlangıç oldu.
- 1974'te Y. Arafat, BM Genel Kurulu'nda konuştu.
- 1977'de Mısır Devlet Başkanı Sedat, İsrail'i ziyaret etti ve İsrail parlamentosunda (Kneset) konuştu.
- 1978'de Camp David'de ilk zirve toplantısı düzenlendi (ABD, Mısır ve İsrail arasında).
- 1979'da İsrail-Mısır barış anlaşması imzalandı ve İsrail, Sina yarımadasından adım adım çekilmeyi kabul etti.
- 1980'de İsrail, Batı Kudüs'ü topraklarına kattı.
- 1982'de İsrail Lübnan'a saldırdı ve Beyrut'a kadar ilerledi. Lübnanlı Falanjistlerin (İsrail yanlısı Hıristiyan Lübnanlılar) Şatila ve Sahra göçmen kamplarında Filistinlileri katletmesini İsrail ordusu kolaylaştırdı.
- 1987'de Filistinliler, işgal bölgelerinde intifada hareketini başlattılar.
- 1993'te ABD'de Arafat ve Rabin arasında geçici otonomi anlaşması imzalandı.
- 1994'te Oslo (I) Anlaşması imzalandı.
- 1995'te Oslo (II) Anlaşması imzalandı.
- 1998'de Wye Anlaşması imzalandı.
- 1999'da, Başbakan olan Barak ve Arafat, Şarm el Seyh'de bir ara anlaşma imzaladı.
- 2000'in 25 Temmuz'unda Camp David zirvesi fiyasko ile sonuçlandı.
3) Camp David'den Oslo'ya
- 12-20 Mart 1977'de FKÖ'nün 13. Filistin Ulusal Kongresi Kahire'de toplanır. Bu kongrede eski Filistin'in bir kısım topraklarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulması kararı benimsenir.
- 3-4 Mayıs 1977'de ilk defa, İsrail Komünist Partisi ve FKÖ temsilcileri Prag'da görüşürler.
- 29 Haziran 1977'de Londra'da düzenlenen bir Avrupa zirve toplantısında Filistinlilerin bir vatana sahip olmaları gerekliliği vurgulanır.
- 1 Ekim 1977'de Amerikan-Sovyet inisiyatifi üzerine Ortadoğu sorununun, BM ilkeleri bazında barışçıl çözümü için adım atılır. FKÖ bu adımı destekler.
- 19-21 Kasım arasında Mısır Devlet Başkanı E. Sedat, İsrail'i ziyaret eder.
- 1-5 Aralık 1977 tarihinde Trablusgarp'ta (Libya) Arap ret cephesi toplanır. Libya, Cezayir, Suriye, Güney Yemen ve FKÖ'nün dahil olduğu bu cephe, İsrail ile her türlü barışçıl düzenlemeyi reddediyordu.
Ret cephesinin ve Sedat'ı öldürme tehdidine rağmen Mısır ve İsrail arasında 17 Eylül 1978'de Ortadoğu'da “barış” için çerçeve anlaşması imzalanır. Camp David'de imzalanan bu anlaşmanın patronu Amerikan emperyalizmiydi. O zamanki Amerikan Başkanı Carter'in dürtüklemesiyle Sedat (Mısır) ve Begin (İsrail) tokalaşırlar.
5 Kasım 1978'de Bağdat'ta toplanan ret cephesi, Sedat ve Begin'in imzaladığı anlaşmayı reddeder. Ama buna rağmen Camp David çerçeve anlaşması aynı yıl Washington'da Mısır-İsrail barış anlaşması olarak imzalanır.
FKÖ, ikiye bölünmüş Arap dünyası içinde yerini bir türlü bulamaz. Progmatizm, FKÖ'nü sürükler ve FKÖ, hem ret cephesinde yer alır, hem de Mısır'ın “barış” faaliyetini gözardı etmez.
8 Temmuz 1979'da İsrail-Mısır anlaşmasını ihanet olarak tanımlayan Arafat, Almanya'nın eski başbakanı W. Brandt ve Avusturya Başbakanı B. Kreisky ile Viyana'da buluşur.
FKÖ, Mısır, Ürdün ve S. Arabistan'ın başını çektiği Amerikan işbirlikçiliği, İsrail ile anlaşma çizgisiyle ret cephesi arasında gider gelir. Ama aynı zamanda silahlı mücadeleyi sürdürür.
80'li yıllarda Filistin halkının davasının haklılığını bütün dünya kabul eder. Bu yıllarda Filistin direnişi, silahlı mücadele biçiminin yanı sıra, diplomatik cephede de sürdürülür. Filistin direnişi 1987'de intifadayı yaratır. İntifada, Filistin'in küçük genarelleri, İsrail'in korkulu rüyası olur. İntifada, ne kadar güçlü, modern ve disiplinli olursa olsun düzenli ordunun baş edemeyeceği bir mücadele biçimidir. Filistin direnişi, intifadası, bunu kanıtladı.
80'li yılların sonuna doğru, FKÖ'de de uzlaşma eğilimleri güçlenir. Revizyonist blokun ve arkasından da Sovyetler Birliği'nin dağılmasından, Körfez Savaşı'nın emperyalist cephe lehine sonuçlanmasından sonra Arafat önderliğinde FKÖ, Filistin sorununun çözümünde emperyalistlerin “çözüm” çabalarına inanacak derecede yumuşar. 1973'te başlayan Ortadoğu “barış” görüşmeleri, sonunda Filistin davasında da etkisini gösterir. Uzlaşmacılık, emperyalizme teslimiyet ön plana çıkar.
SB'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak Amerikan emperyalizmi, Yeni Dünya Düzeni adı altında bütün dünyayı kendi çıkarlarına koşmak için faaliyetini yoğunlaştırmada gecikmedi. Amerikan emperyalizminin 21. yüzyıl stratejisi 90'lı yıllarda şekil almaya başlamıştı. Bu stratejide Ortadoğu çok önemli bir yer tutuyordu. Ortadoğu'da tam hakimiyet demek, İsrail, Filistin sorununun Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde çözülmesi anlamına geliyordu. Böyle bir çözüm için Arafat ve FKÖ de kıvamına gelmişti. Bundan dolayıdır ki, Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu bölgesi için, bölgesel bir barışın sağlanma olanağının oluştuğundan hareketle Madrid Konferansı'nın gerçekleştirilmesini teşvik etmiştir.
Ekim 1991'de Madrid'de başlayan görüşmelere FKÖ temsilcisinin de katılması, sadece ve sadece gelişmenin nasıl sonuçlanacağını göremeyenleri şaşırtmıştı.
Madrid (1991), Arap devletlerinin, İsrail'in ve FKÖ temsilcisinin ilk defa bir araya geldikleri bir konferanstı. Filistin delegasyonunun kendi adına değil de Ürdün-Filistin delegasyonu adında konferansa katılması sonucu değiştirmiyordu: Amerikan emperyalizmi, Arap devletleri ve FKÖ'yü İsrail ile aynı masaya oturtmuş ve kendi çıkarına -aynı zamanda İsrail'in de çıkarına- olan “barış” anlayışını örmeye başlamıştı.
Madrid'den Oslo'ya giden yol, Arafat ve FKÖ tarafından iyi niyet taşlarıyla mı döşenmişti, bunu bilmiyoruz. Ama Madrid'den Oslo'ya giden yol, Filistin halkı ve kurtuluşu için cehennem yoluydu. Bunda sadece Amerikan emperyalizmi ve İsrail sorumlu değildir. Bunda, bu taşların döşenmesinede Arafat ve FKÖ de sorumludur. Nitekim Madrid'den Oslo'ya uzanan yolculuk uzun sürmedi. 1993'e gelindiğinde iş bitirilmişti.
4) Oslo'dan Camp David'e
Madrid Konferansı, FKÖ ve İsrail'in doğrudan görüşme zeminini hazırladı. Sonraki dönemde sürdürülen gizli görüşmeler sonuç verdi ve 1993'te Oslo'da anlaşma sağlandı. 9-10 Eylül 1993'te varılan anlaşmaya göre FKÖ ve İsrail, birbirlerini karşılıklı olarak tanıyorlardı. FKÖ, “İsrail devletinin barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını tanıyor” ve İsrail adına Rabin de “İsrail hükümetinin FKÖ'yü Filistin halkının temsilcisi olarak tanımaya ve FKÖ ile görüşmeler sürdürmeye karar verdiğini” açıklıyordu.
Oslo Anlaşması'ndan üç gün sonra, 13 Eylül'de her iki taraf Amerikan emperyalizminin patronluğunda Filistin özerk idaresi sınırlandırılmış düzenlemeler üzerine bir ilke açıklaması imzaladı. Filistin otonom bölgesi veya idaresi bu açıklamadan kaynaklanır.
29 Şubat 1994'te İsrail ile Filistin temsilcileri Paris'te iktisadi işbirliği anlaşmasını imzalarlar.
4 Mayıs 1994'te ise Y. Arafat ve İ. Rabin, Kahire'de barış anlaşmasını imzalarlar. Bu anlaşmayla Filistin otonomi dönemi başlar.
Tarihe Gaze-Eriha Anlaşması olarak geçen bu anlaşma, o zamana kadar sürdürülen bütün görüşmelerin sonuçlarının resmen ilanıdır.
Bu anlaşmada, anlaşılan bütün konular İsrail'in lehinedir. Güvenlik düzenlemesi ve İsrail'in Filistin bölgesinden geri çekilmesi, İsrail'in istediği gibi tespit edilmiştir. İsrail kendi güvenliğini ve Filistin topraklarına serpiştirilmiş Yahudi yerleşim birimlerinin güvenliğini istediği gibi sağlama hakkına sahiptir. Bütün geçiş noktalarında, deniz ve havada güvenlik kontrolü İsrail'in elindedir. Bütün bu noktalar İsrail'e Filistin'i her an ve istediği gibi kontrol etme olanağını vermekteydi. Şüphesiz Filistin'in de birtakım hakları vardı: Örneğin Filistinli tutuklular serbest bırakılacaktı. Filistin, otonomi bölgesinde Filistinli polisler görev yapacaklardı, bu polislerin sayısı 9 bin ile sınırlı olacaktı. En önemli sorunu, Kahire'de varılan anlaşmaya göre, her iki tarafın yüklendikleri yükümlülükleri adım adım yerine getirmeleri ve beş senelik otonomi dönemi sona erdiğinde Gazze Şeridi ve Batu Şeria'dan oluşan Filistin devletinin resmen kurulması ve ilan edilmesi oluşturuyordu.
29 Eylül 1995'te Washington'da Arafat ve Rabin, Batı Şeria anlaşmasını imzaladılar. Oslo II olarak da bilinen bu anlaşma, Batı Şeria'da Filistin otonomi bölgesinin genişletilmesini düzenlemeye hizmet ediyordu.
Kasım-Aralık 1995'te İsrail, altı Filistin şehrinden çekilir. Ama Hebron'un işgal durumu devam eder. 15 Ocak 1997'de Hebron anlaşmaları imzalanır. İsrail işgal ordusu şehirden çekiliri, ama Hebron'un yüzde 20'si İsrail hükümranlığı altında kalır.
23 Ekim 1998'de Wye anlaşması imzalanır. Amaç, İsrail'in kararlaştırılan bölgelerden geri çekilmesini sağlamaktı. Sonra yeni bir Wye Anlaşması imzalanır. Bu anlaşma da aynı amaca hizmet ediyordu. Ama bu anlaşmalardan istenen sonuç alınamaz.
4 Mayıs 1999'da, Oslo (I)-Kahire anlaşmasına göre beş yıllık Filistin otonomi dönemi sona erer.
Beş yıllık süreç içinde ortaya çıkan durum:
- İsrail, anlaşmaların gereğini yerine tam olarak getirmemiş, anlaşmalara uymamak için elinden geleni yapmıştır.
- Filistin otonom yönetimi anlaşmalara uymuş ve yapılması gerekeni yapmıştır.
Beş sene sonra başlangıç noktasına dönüldü. Başka biçim ve koşullarda. Her halükârda, İsrail'in anlaşmalara göre yapması gerekeni yapmaması, bağımsız Filistin devletinin kurulmasını ve ilanını engellemesi, başlangıç noktasına geri dönüşten başka bir anlam taşımıyordu. Çünkü Oslo anlaşması, beş senelik bir dönem için geçerliydi ve nihai çözüm üzerine anlaşmanın; Washington'da imzalanan ilke açıklamasından iki sene sonra konuşulacaktı. Beş sene doldu, ama bu iki seneye bir türlü gelinemedi. İsrail'in FKÖ'yü hangi koşullarda tanıdığı veya bu anlaşmalarda Amerikan emperyalizminin parmağı, bugün gelinen noktanın neden bir tür başlangıç noktası olduğunu göstermektedir.
İsrail'in FKÖ'yü tanıma koşullarına baktığımızda, FKÖ'nün kendini reddettiğini görüyoruz. İsrail, FKÖ'yü tanımasını; a- İsrail'in var oluş hakkını tanıdığını; b- her türlü zor ve zora baş vurma -yani öncelikle intifada- biçimlerini mahkûm ettiğini açıklamasına bağlıyordu. Bunun ötesinde FKÖ, BM'nin İsrail aleyhine ve Filistin lehine olan bütün bildirgelerini reddettiğini açıklamak zorundaydı. Yani göçmenlerin geri dönme hakkını içeren ve 1948'den kalma bildirgenin ve Kudüs'ün ilhak edilmesini mahkûm eden bildirgelerin vs. FKÖ tarafından reddedilmesi gerekiyordu. Bunun ötesinde FKÖ, temel ilkelerinde -siyasi programında- İsrail'e karşı olan her şeyi silecekti.
FKÖ, bunların hepsini kabul etme pahasına İsrail tarafından tanındı. Bütün bunları kabul edince FKÖ'den geriye ne kaldı. Geriye hiçbir şey kalmamıştı veya geriye neyin kaldığını o dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Peres'in sözleriyle açıklayalım:
“İsrail tavrını niçin değiştirdi ve şimdi FKÖ ile görüşmeler sürdürüyor” sorusuna verdiği cevap şöyle: “Biz değil, onlar değişti. FKÖ ile değil, onun gölgesiyle görüşmeler sürdürüyoruz”!
- Peres doğru söylüyordu. Ödün vermeyen İsrail'di, değişmeyen İsrail'di. Ödün veren, siyonizme ve emperyalizme ve de Arap gericiliğine teslim olan, kendini, siyasi varlığını inkâr ederek değişen, değiştikçe dünya emperyalist burjuvazisi tarafından “yenilenmiş” olarak kabul gören Arafat ve FKÖ idi.
Demek oluyor ki, İsrail FKÖ'yü, kurum olarak, bütün Filistin halkının temsilcisi olarak tanımıyor; İsrail FKÖ'yü kuruluş amacı temelinde tanımıyor. İsrail FKÖ’yü kendini inkâr etmesi koşuluyla tanıyor.
Otonomi planının FKÖ tarafından kabulü, kuruluş amacıyla birlikte FKÖ'nün, Filistin'de ulusal kurtuluş hareketinin, antiemperyalist, antisiyonist mücadelenin mezara gömülmesi anlamına geliyordu. FKÖ, Filistinlilerin ulusal kurtuluşu sorununu, kendi kaderini tayin etme sorununu çözmek için kurulmuştu. Yani amaç, tespit edilen program temelinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasıydı. Filistin ulusal sorunu, bağımsız Filistin devleti, bütün Filistinlileri kapsamına alıyordu. Filistinlilerin kamplarda, Suriye'de, Ürdün'de, Lübnan'da, başka ülkelerde ve İsrail'de yaşıyor olmalarından bağımsız olarak, otonomi planını kabul etmekle FKÖ, bütün Filistinlilerin temsilcisi olma hakkından vazgeçiyor; Filistin ulusal hareketini temsil etmediğini açıklamış oluyordu. Otonomi planını kabul etmekle FKÖ, Filistin ulusal hareketini böldü, yerel soruna indirgedi. Suriye'de, Ürdün'de, Lübnan'da Filistinlilerin sorunu gibi.
İsrail, FKÖ’nün direnme iradesini kırdıktan ve parçaladıktan sonra onu tanımıştır. Bugün direnen, FKÖ değil, FKÖ’ye rağmen Filistin halkıdır.
FKÖ, İsrail'e, ‘siyonist emellerinden vazgeçersen, kendini değiştirdiğini açıklarsan ve Filistin halkına yaptığın haksızlığı kabul edersen, seni tanırım' diyememiştir. Şimon Peres'in dediği gibi, İsrail değişmemiş, değişen FKÖ olmuştur.
Oslo anlaşması veya Oslo'dan bu yana FKÖ, işgal bölgesinin polisi ve bu bölgelerin, İsrail kontrolünde idarecisi rolünü üstlendi. 3 Eylül 1993'te Rabin şöyle diyordu:
“Gazze’nin iç sorunları için sorumluluğu üstlenen ve bu sorunları çözen bir partner bulacağımızı umuyoruz.”
Gazze'nin iç problemleri ne olabilir ki? Burada iç problem olarak kastedilen, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesidir, Filistin'de sınıf mücadelesidir, İsrail'e ve emperyalizme, başta da Amerikan emperyalizmine karşı mücadeledir. Bir bütün olarak ifade edersek, Filistin halkının on yıllarca süren kendi kaderini tayin mücadelesidir. Rabin, FKÖ'nden, İsrail'i hedef olan bütün problemleri üstlenmesini ve çözmesini talep ediyor. Bu nasıl olabilir? Bürokrasiyle, kolluk gücüyle; yani otonomi yönetimi ve polis teşkilatıyla. FKÖ, otonomi yönetimi ve kurduğu polis teşkilatıyla kendine muhalefeti, dolayısıyla İsrail'e karşı mücadeleyi bastırma rolünü üstlendi. Böylece, Filistin'in kurtuluşu için İsrail'e karşı mücadele eden Filistin gerillaları, İsrail adına, Filistin halkını baskı altında alan polis teşkilatının unsurlarına dönüştüler. Öcalan da benzeri bir talepte bulunmuştu.
İsrail, çok cephede savaşan Filistin halkının siyasi temsilcisi konumunda olan FKÖ'nün yoğrulmak için siyasi kıvama geldiğini gördüğü için onunla konuşmaktan ve anlaşmaktan çekinmedi. Kaybedeceği bir şeyin olmadığını, ama kazanacağı çok şeyin olduğunu biliyordu. Nitekim Peres, bunu bir kabine toplantısında şöyle dile getiriyordu:
“Onlarla (FKÖ kastediliyor. çn.) niçin konuşmayalım? Onlarla konuşmazsak, Hamas ile konuşmak zorunda kalırız.”
5) "Silahlı Barış" ve Sonrası
İsrail Başbakanı E. Barak 3 Ağustos 1999'da İsrail ile Filistin arasındaki “barış”ı böyle tanımlıyordu. Bu tanımlamanın ne anlama geldiği açık: Filistin otonomi yönetimi, Arafat, FKÖ, İsrail'in belirlemeleri ve çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri müddetçe sorun yoktur. Ama İsrail'in çıkarlarına ters düşen bir hareket içinde olurlarsa silahları konuştururuz, ezeriz, her yol ve araca başvurarak hizaya getiririz. “Silahlı barış” bu. Yani emperyalizmin “havuç ve sopa politikası”.
İsrail'in “silahlı barış” anlayışı yeni değil. 1991'de Madrid Konferansı'yla başlayan ve bugüne kadar gelen sürecin diğer adı “silahlı barış”tır. İsrail, hep tehdit eden taraf olmuştur. İsrail, koşullarını, karşısındakini, Arafat'ı FKÖ'yü siyasi kişiliksizleştirerek kabul ettirmiştir. Arafat, kabul ettikçe, İsrail onun eline bir havuç tutuşturmuş, kemküm edince sopa göstermiştir. Bu oyun Oslo'dan bu yana oynanıyor. Oslo'dan sonra yapılan bütün anlaşmalar (Oslo II ve Wye 1 ve 2), ilke açıklamasının; Washington'da imzalanan anlaşmanın gereğinin yerine getirilmesi için değil miydi? Filistin halkından ne isteniyor ki? Anlaşmalara uyan Filistin, ama aynı zamanda anlaşmalara uyulmasını talep eden de Filistin. Anlaşmalara uymayan İsrail. Onun oyunbozanlığını kollayan ve yeniden haklı duruma getirmek için uğraşan da Amerikan emperyalizmi. Barak'ın formüle ettiği “silahlı barış”, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu “barış”ının İsrail açısından bir yorumudur.
Otonomi dönemi sonuna yaklaştıkça, yani Oslo anlaşmasına göre bağımsız Filistin devletinin ilan edileceği gün yaklaştıkça, İsrail'in oyunbozanlığı, anlaşmalara uymama, süreyi uzatma; sorunları sürüncemede bırakma taktiği de güçlü bir şekilde uygulandı. Bu taktik Netenyahu döneminde başladı ve onun yerini alan Barak ile sürdürüldü. Öyle ki Filistin-İsrail sorununda bütün dünya, İsrail'in taktiğine koşuldu: Arafat, bağımsız Filistin devletini ilan etmek için destek turuna çıktı. Neredeyse gitmediği ülke kalmadı. Ama her tarafta, şu veya bu biçimde, böyle bir adım atma nasihatı alarak geri döndü. Bu nasihatın arkasında Amerikan emperyalizmi vardır. Amerikan emperyalizmi, daha baştan beri, daha 1940'lı yıllardan beri İsrail-Filistin sorununu İsrail lehine yontuyordu. Bunun böyle olduğunu Arafat'ın göremediğini söyleyemeyiz.
Ama Arafat ve çevresi, kendini tamamen inkâr edecek derecede değişmiş, uzlaşmacı, teslimiyetçi olmuştu. Arafat ve çevresinin, “silahlı barış” sürecini devam ettirmekten başka yolu yok. Bunu biliyorlar.
Camp David toplantısında Clinton, Arafat'ı zorladığında şöyle der: “Sayın Başkan cenazeme mi katılmak istiyorsunuz?” Tartışma Küdus, sınır sorunları ve işgal bölgelerindeki Yahudi yerleşim birimlerinin geleceği, sanki, Oslo'da alınan kararların hepsi yerine getirilmiş ve çözülemeyen sadece bu üç sorun kalmış ve şimdi sıra bu üç sorunun çözümüne gelmiş! Camp David toplantısı bir provokasyon ve Arafat'ı sınama olarak düzenlenmişti. Bu toplantıyı Barak istedi, ABD düzenledi, Arafat katılmak zorunda kaldı. Katılmasa, barıştan, sorunların barışçıl çözümünden kaçan taraf olacaktı. Arafat, birçok devlet başkanın- dan nasihat ve uyarılar alarak Camp David'e gitti.
Camp David'de Arafat'tan istenen, yukarıda belirttiğimiz noktalarda tavizdi. Halledilmesi öncelikli olan, Oslo ve daha sonraki anlaşmalarda tanımlanan sorunlar dururken, bu sorunları gündeme getirmek ve Arafat'a kabul ettirmek için çaba iki anlam taşıyordu: Ya Arafat önerileri reddeder ve bu durumda sonuç alamama sorumluluğunu ona yükleriz ya da kabul eder ve bu durumda da Arafat tam, kusursuz bir işbirlikçidir.
Arafat, işbirlikçi olmadığı için değil, delegasyonundan gelen baskıdan ve kendi siyasi geleceğinden dolayı Camp David'de önüne konan dayatmaları reddetmiştir.
Camp David zirvesi bir fiyasko olarak sonuçlandı ve fiyaskonun sorumlusu olarak da Arafat gösterildi. Camp David'den sonra başlatılan kampanya üç amaçlıydı: a- Camp David fiyaskosunun sorumlusu olarak Arafat'ın gösterilmesi, b- Dünya kamuoyunu Clinton, Barak ve Arafat'ın katılacağı yeni bir zirve için hazırlamak ve c- bütün sorunlarda Filistin tavrını bulanıklaştırarak; anlaşılmaz hale getirerek, Arafat'ı taviz vermesi için baskı altına almak. Bu, Filistin'in haklı davasına karşı İsrail ve ABD'nin iki koldan yürüttüğü bir kampanyadır. Amerikan cephesinde bu kampanyanın başını Clinton çekiyor. Zirveden önce, başarısızlık durumunda Arafat'ı sorumlu tutmayacağım diyen Clinton, İsrail televizyonunda Arafat'ı başarısızlığın sorumlusu olarak gösterdi. Arafat'ın, tek yanlı olarak bağımsız Filistin devletini ilan etmesi durumunda, “bütün ilişkilerimiz soru götürür hale gelir ve İsrail’deki Amerikan elçiliğini Tel Aviv’den Küdus’e taşırız" diye tehdit savuran Clinton'dan başkası değildi. Yeni bir zirve görüşmesinin “son şans” olduğunu açıklayanlar İsrail ve ABD'dir. Bu iki ülke “son şansı”nda fiyasko ile sonuçlanmaması için Arafat'ı “daha çok esnekliğe” çağırıyor.
6) Emperyalistler Arası Rekabet ve Filistin-İsrail Sorunu
Dünyanın iki kutuplu, iki süper devletli olduğu dönemde, bir taraftan Amerikan emperyalizmi, diğer taraftan da sovyet sosyal emperyalizmi, sorunlu tarafların yanında/arkasında yer alarak ya hegemonyalarını pekiştiriyorlar ya da genişletiyorlardı.
SB, ulusal bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için mücadele eden güçlerin ve ülkelerin “dostu” pozunda kendi yeni sömürgeci politikasını uygularken, “özgür” dünyanın jandarması olan Amerikan emperyalizmi de kapitalist dünyanın savunuculuğunu yapıyordu. Her halükârda her iki süper güç, kendi aralarındaki rekabeti, it dalaşını, çoğu kez başka toplumsal güçler ve devletler üzerinde sürdürüyorlardı. Baş rakibi SB'nin dağılmasından sonra Amerikan emperyalizmi, kendisine dünya “barış”ını sağlama misyonu vererek harekete geçti. Amerikan emperyalistlerinin 90'lı yılların başındaki bu çıkışı, dünyayı yeniden düzenlemek ve 21. yy stratejisine göre hazırlamak isteğinden başka bir şey değlidi. Ortadoğu “barış”ı da bu politikanın bir ifadesidir. Petrol nedeniyle 20. yy'ın başından bu yana önemli olan ve emperyalist ülkelerin rekabetine sahne olan Ortadoğu, Amerikan emperyalizminin 21. yy stratejisinin önemli bir ayağıdır. Enerji kaynaklarına sahip olmak veya kontrol etmek, hegemonya mücadelesinde önde olmak veya iddialı olmak anlamına geliyor. Diğer nedenleri bir yana, Ortadoğu, bu özelliğinden dolayı Amerikan emperyalizminin mutlaka hakim olması gereken bir alandır. Diğer emperyalist ülkler de aynı şekilde düşünüyorlar. Rusya, Çin, Japonya bir bütün olarak AB, Ortadoğu'nun petrol kaynaklarını ele geçirmek, kontrol etmek, bu nedenle bölgede veya bölge yakınında hazır bulunmak için rekabet ediyorlar. Filistin-İsrail sorununa duyulan ilgi de, Ortadoğu'nun petrolden kaynaklanan stratejik öneminden dolayıdır.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki hakimiyetini öngördüğü gibi pekiştirmek ve rakiplerini bölgeden uzak tutmak için erken davrandı ve İsrail-Filistin sorununun “barışçıl” çözümüne yöneldi.
Amerikan emperyalizmi bölgedeki üssü olan İsrail'e dayanmakla yetinmiyor, Filistin- İsrail “barış”ını sağlayarak hegemonyasının dayanak noktalarını genişletmeyi amaçlıyor. Güya tarafsız gözüküyor ama “barış”ı, İsrail lehine yontarak sağlamaya çalışıyor. Amerikan emperyalizminin barışı, gerçek bir barış değil, bir dayatma. O, bunu yapabiliyor. Çünkü -sallantılı durumda olan Suriye'yi dikkate almazsak- Irak dışındaki diğer Arap ülkeleri (Ürdün, Mısır, S. Arabistan) Amerikan emperyalizmine bağımlı durumdalar. Bu ülkelerin; Ürdün ve Mısır'ın İsrail ile barışık olmaları ve Arafat ve FKÖ'ye “pax Americana” doğrultusundaki telkinleri etkili oluyor. Arafat da bu ülkeleri dinliyor. Çünkü onlar olmaksızın Arafat'ın dünya ve Arap dünyasında kamuoyu oluşturması ve maddi destek sağlaması imkansızlaşıyor.
Camp David fiyaskosundan sonra, daha doğrusu Şaron'un provokasyonundan sonra gelişen Filistin-İsrail çatışmalarını durdurmak için emperyalist ülkelerin, Arap ülkelerinin, İsrail ve Filistin'in tavrı, bölgede keskinleşen rekabeti ve iplerin kimin elinde olduğunu oldukça açık bir şekilde göstermiştir. Çatışmalar başlayınca bölgeye önce bir Amerikan dışişleri sorumlusu geldi, arkasından dışişleri bakanı geldi. Amaç, yeni bir zirve için zemin yoklamasıydı. Bu arada Rusya Dışişleri Bakanı, AB dışişleri sorumlusu (Solano), Fransa ve başka ülkelerden -Türkiye'den de- sorumlular bölgeye üşüştüler. En son Alman Başbakanı gitti. Ama Amerika'nın dediği oldu. Arafat, özellikle Mısır'ın ve dolaylı olarak Türkiye'nin telkiniyle Amerikan emperyalizminin çizgisi doğrultusunda hareket etti. Şarm El Şeyh zirvesinden sonuç alınamadı, ama bugün anlaşılıyor ki o zirve yeni bir ABD-Filistin- İsrail zirvesi için ortam hazırlamaya hizmet etti. Diğer emperyalist devletler, adeta birden bire sahneden çekildiler, meydan ABD'ye kaldı. Amerikan emperyalizmi inisiyatifini kullandı, Barak ve Arafat'ı Washington'a çağırdı. Her ikisi de bu çağrıyı kabul etti.
Ne yapacaklar? Yeniden görüşmenin koşullarının oluşturulmasına paralel olarak çatışmalar kontrol altına alınacak veya çatışmaların kontrollü sürdürülmesine; şiddetin sınırlı tutulmasına özen gösterilecek. Zaten bu daha şimdiden yapılıyor. Çatışmalar, tarafların açıklamalarına paralel olarak sertleşiyor veya gevşiyor. Taraflar, Amerikan emperyalizminin patronluğunda yeniden bir araya getirilecekler. Bugüne kadar konuşulmuş olan konular bir daha konuşulacak, alınmış olan kararlar uygulanma umuduyla bir daha alınacak. Her halükârda Amerikan emperyalizmi, inisiyatifi elinde tutacak, diğer emperyalist ülkeleri sorundan uzak tutmaya çalışacak. İsrail'de olası hükümet sorunu, ABD'de başkanlık seçimi, Arafat'ın konumunu yeniden sağlama alması, süreci sadece zamansal bakımdan uzatabilir. Şarm el Şeyh zirvesinden ve arkasından düzenlenen Arap ülkeleri zirvesinden çıkan sonuçlar, durumu idare etmenin ötesinde bir anlam taşımıyor. Dağ fare doğurdu ve bir dizi laf salatası. Bu toplantılara katılan taraflar, Filistin'in kaynadığını, tepkinin, tansiyonun kontrollü olarak düşürülmesi ötesinde yapılacak bir şeyin olmadığını gördüler.
FKÖ ve Arafat'ın Rolü
1993'te Oslo'da uzlaşmanın ve teslimiyetin resmen başladığını görüyoruz. Emperyalizm ve siyonizm açısından önemli olan, sadece Arafat ve FKÖ'nün teslimiyeti değildi. Önemli olan, Filistin halkının; Filistin ulusal kurtuluşçu iradesinin kırılması, bağımsızlık için mücadele eden yığınların reformizmin kuyruğuna takılarak emperyalizme ve siyonizme hizmet eder hale getirilmesiydi. Arafat'tan istenen buydu ve o, bu teslimiyeti Filistin halkına kabul ettirmek için çok çaba harcadı. Filistin cephesindeki zorlukların karakter ve çapını çok iyi bilen İsrail ve ABD, bu durumu, anlaşmalara uymayarak, alınan karaların uygulanmasını savsaklayarak kullandılar ve kullanıyorlar.
Amerikan emperyalizmi ve İsrail açısından, mücadele anlayışı değişmiş, reformist- leşmiş, emperyalizme teslim olmuş, emperyalist “barış”a bel bağlamış Arafat, “en iyi” Arafat'tı. Başlangıcı çok öncelerde görülse de 1991 Madrid Konferansı'ndan sonra Arafat, inisiyatifi emperyalizme teslim etmiş, etkin değil edilgen olmuş ve sürüklenmiştir. Ama kabul etmek gerekir ki Arafat, aynı zamanda, her dönem gürlemiş, esmiş, asarım, keserim demiştir. Ne var ki, hiçbir zaman da sözünün eri olmamıştır. Bu türden açıklamalar, Arafat'ın retorik açıklamalarıdır. Arafat, genel olarak emperyalizmin, özel olarak da Amerikan emperyalizminin, Arap gericiliğinin (Mısır) ve son dönemlerde de Türkiye'nin telkinleri sonucunda İsrail ile masaya oturmuştur.
Son on yılın Arafat'ı, sürekli uzlaşan, taviz veren, Filistin davasını Amerikan emperyalizminin çıkarlarına peşkeş çeken, gerçek barışı; Filistin ulusal kurtuluşunu/bağımsızlığını “pax Americana” uğruna feda eden Arafat'tır.
İsrail ve ABD, barış adına Arafat'ı oyalıyorlar, aldatıyorlar, oynatıyorlar ve kendi koşullarım dayatıyorlar.
Son bir sene içinde Arafat'ın çizdiği zikzaklar bunu gösteriyor.
Eylül 1999'da Arafat ve Barak, Şarm El Şeyh'te görüşürler. Barış anlaşması için son tarihin 13 Eylül 2000 olması konusunda anlaşırlar.
İsrail'in, verdiği sözü tutmaya yanaşmadığını gören Arafat, Eylül'de bağımsız Filistin devletinin kurulacağını ilan edeceğini açıkladı ve uluslararası destek almak için, başta Arap ve AB devletleri olmak üzere görüşme turlarına başladı. Türkiye, İran ve Rusya da dahil bir dizi devlet ve hükümet başkanlarıyla görüştü, ama bu görüşmelerde Arafat umduğunu bulamadı. Hiçbir devlet ve hükümet başkanı, ‘devletin kurulduğunu açıkla, seni destekleriz' demedi. Arafat'ın, özellikle Arap zirvesi ve bu zirvede Filistin devletinin kurulması için ve Kudüs sorununda destek umudu, Arap ülkeleri tarafından kabul görmedi. Öyle ki, Mısır devlet başkanı Mübarek, “devlet kurma ilanının ertelenmesini düşünüyorum” açıklamasını yaptı. ABD-AB, ABD-Rusya çelişkilerinden yararlanmak için kapısını çaldığı bir kısım AB devletleri ve Rusya da Arafat'ın önerisini geri çevirdiler. Arafat, her gittiği yerde “tek taraflı devlet ilanından sakın” tavsiyesini aldı. Amerikan emperyalizminin ipleri sıkı bir şekilde elinde tuttuğu bir alanda; ilişkiler yumağında Arafat'ın bu girişimiyle söz sahibi olunamayacağını bilen emperyalist ülkeler, başta da AB ve Rusya, onun niyetine mesafeli yaklaştılar.
Bundan sonra ne olabilir? Dönem dönem intifadadan bahsedilmesi, bir zamanların doğru mücadele biçimlerine dönülebileceğinin dillendirilmesi, Filistin halkının dinamik güçlerini aldatmaktan öte bir anlam taşımıyor. Antiemperyalist, antisiyonist mücadeleden vazgeçen, gerçekten bağımsız Filistin mücadelesini rafa kaldıran ve sorunun çözümünü emperyalizme, somutta da Amerikan emperyalizmine havale eden bir anlayışın devrimci bir özü olamaz. Amerikan barış anlayışı ve hegemonyasını kabul eden ne devrimci olabilir ne de devrimci güçleri harekete geçirebilir. Bu anlamda Arafat ve FKÖ önderliği, devrimci özünü ve konumunu kaybetmiş, reformist çizgisiyle, emperyalizmle uzlaşmacılığın bir temsilcisi ve simgesi durumuna gelmiştir. Emperyalizm ve başta da Amerikan emperyalizmi, Arafat'ın tehlikeli olamayacağını, teslim alınmış ve dayatılan koşullar çerçevesinde kalmaya mahkûm edilmiş bir simge olduğunu biliyor. Bu nedenle emperyalist burjuvazi, onun tehditvari çıkışlarına aldırmıyor. Emperyalizmi korkutan, sorunun sürüncemede kalmasından dolayı Filistin halkının kendi içinde yeni dinamik, devrimci güçler çıkartabileceğidir. Emperyalistleri korkutan bu olasılıktır. Emperyalizm, “barış” adına teslim aldığı ve reformizmin bataklığına gömdüğü güçleri eritiyor, tamamen uşak yapıyor. Latin Amerika'da birçok ulusal kurtuluş örgütü de aynı yolun yolcusu olmuşlardır. Mücadele edilen güçlere; devlete ve emperyalizme teslim olduktan sonra, teslim eden, uşaklaşan, yenilgiyi kabul eden anlayışın yeniden devrimcileşeceği beklenemez. Otonomi bazında devlet- sel kurumlaşan, polis olan, memurlaşan Filistinli eski gerillaların yeniden silaha sarılacağını düşünmek ne derece doğruysa, silahlarını teslim eden Honduraslı gerillaların yeniden silaha sarılacaklarını düşünmek de o derece doğrudur. Filistinliler bu durumda olan başka halklar, eski önderlerin teslimiyetini anladıkça, onlardan umutlarını kesecekler ve artık onların kaderiyle ilgilenmeyecekler. Böyle bir süreç, devrimci mücadelenin yeniden başladığı süreçtir. Bağımsız Filistin'in önündeki engel sadece emperyalizm ve İsrail değildir. Bu güçlere, yani düşmana teslim olan Arafat gerçekten bağımsız Filistin'in önündeki engel durumundalar. Bu engellerin aşılması, antiemperyalist, devrimci mücadelenin gelişmesi anlamına gelir.
Emperyalizme teslimiyet, teslim olanları iddiasızlaştırıyor, kişiliksizleştiriyor, yalpalatıyor. Teslim olanlar hep böyle bir çizgi izlemişlerdir. Onların siyasi yönelimleri gerçekten bir siyasi eğitim konusudur.
Filistin Kaynıyor
Yıllardan beri süre gelen görüşmeler; Oslo anlaşması ve onu takip eden görüşmeler, alınan kararlar, anlaşmanın uygulanması için yapılan yeni anlaşmalar, verilen sözlerin İsrail tarafından yerine getirilmemesi ve son olarak Camp David fiyaskosu, baskı sonucunda Filistin devletinin kuruluşunun açıklanmasının ertelenmesi, işgal koşulları, işsizlik vb. Filistin'i barut fıçısına dönüştürmüştü. İsrail'e duyulan kin ve nefret, Filistin Otonomi yönetiminin tavizkâr tavrı, yönetme yeteneksizliği, kol gezen yolsuzluklar, tepkinin tuzu biberi olmuştu. Sadece bir kıvılcım, sadece yerinde ve zamanında bir provokasyon, bu barut fıçısını ateşlemeye yetecekti. A.Şaron, nam-ı diğer “Beyrut kasabı”, bu provokatörlüğü üstlendi. “Harem-i Şerif”i ziyaret ederek, Filistin halkını açıkça çatışmaya davet etti. “Harem-i Şerif” ziyareti bir provokasyondu.
Yaşamı boyunca Sinagog ziyaret ettiği pek bilinmeyen Şaron'un Müslümanlar için kutsal bir yeri ziyaret etmesi, barış değil, çatışma istemek anlamına geliyordu.
Çatışmaların seyri, Filistin Otonomi idaresinin inisiyatifi elinden kaçırdığını da göstermektedir.
Olayların kendini aştığını anlayan Arafat, kurtuluşu ileriye fırlamakta gördü. Halkına, savaşçılara geri çekilin çağrısı yapacak durumda değil. Bunu yaparsa, bir taraftan lanetleneceğini, diğer taraftan da muhalifleri tarafından etkisiz hale getirileceğini biliyor. Filistin halkını, Oslo görüşmelerinden bu yana vaatlerle yönlendiren Arafat, patlayan öfkenin, kendine ve yönetimine de yönelen kin ve nefretin altında kalmamak ve siyasi varlığını sürdürmek için çocuk generallerini, intifadayı hatırladı.
Filistin halkı, tahammülünün kalmadığını son intifadasıyla gösterdi.
Bu son intifada sadece İsrail'e karşı değil. Bu intifada, Arafat ve Otonomi idaresini de hedef alıyor. Bu çatışmalar, Filistin halkında mücadele ruhunun ölmediğini, direnme ve savaşma iradesinin kırılmadığını da göstermektedir. Arafat'ın İsrail'e ve emperyalizme teslimiyet politikası, Filistin sorununun çözümünü Amerikan emperyalizmine havale etme anlayışı, Filistin halkı üzerinde pek etki yapmamış. Filistin halkı, Otonomi yönetimine açık mesaj veriyor: Bir yere kadar dinleriz, ama ondan sonra bildiğimizi yaparız. Bu halkın bildiği ve siyonizm ve emperyalizmin anladığı dil, dişe diş mücadele. Filistin halkı, bu mücadele geleneğini ve yeteneğini kaybetmediğini gösteriyor.
Sonuç İtibarıyla
İç politik ve siyasi gelecek kaygısı nedeniyle hem Barak (İsrail), hem de Arafat (Filistin) kanıksanan çatışmaların devamından yanalar. “Barış” masasına oturmamak, taviz vermemek, radikal görünmek revaçta.
İsrail'de hükümet sorununun çözülmesi sağlanmadan, İsrail'in Filistinlilere saldırısını hiçbir güç durduramaz.
Arafat, Filistin direnişini tamamen eline geçirip, tartışmasız önderliğini halkına, muhaliflerine, dünyaya ve Arap dünyasına bir daha kabul ettirene kadar intifadayı devam ettirecektir.
Arafat ve Barak'ın birbirlerine atıflarda bulunmaları, suçlamaları konjonktüre tekabül eden retorik açıklamalardan öte bir anlam taşımıyor. Her ikisi de siyasi durumlarını biliyor ve konumlarını güçlendirmek için çaba harcıyorlar. Durumun böyle olduğunu ABD, AB ve Arap ülkeleri de biliyor.
İç politikada taşlar yerine oturunca, kırk yıllık dost gibi el sıkışıp İsrail-Filistin “barışana Amerikan emperyalizminin patronluğunda, kalınan yerden devam edileceğinden şüphe duyulmamalıdır. Bu süreç başladı bile.
Bir taraftan emperyalizme teslimiyetin Filistin davasını getirdiği nokta, bunun sorumlusu olarak Arafat ve FKÖ, diğer taraftan “yaşasın Filistin ayaklanması” şiarıyla emperyalist “barış görüşmeleri”ne son verilmesini talep eden ve Filistin'i yeniden intifadalaştıran Filistin halkı ve gençliği.
Aradaki fark, yeteri kadar açık değil mi?