Burjuvazi istikrara susamıştır. Günümüz Türkiye’sinde en çok tüketilen sözcük onuru “kriz” kavramına aittir. Bu söz götürmez gerçeklik egemen sınıflar ve onların Türkiye’si hakkında daha ilk anda yeterli bir fikir vermektedir. Yığılan ekonomik, sosyal ve politik sorunların süreğenleşerek kronikleşen çözümsüzlük durumunun yarattığı yoğun gerilim ve kasılmalar, kontrol edilemeyen tetikleyicilerin faalleşmesi ile politik ya da ekonomik ve/veya her birisinin farklı kesim ve düzlemlerinde ya da iç içe geçmiş güncel çatışmalara, patlama ve krizlere yol açıyor. IMF-Dünya Bankası yapımı, ABD ve AB destekli, en iddialısından ekonomik programlar ve uygulayıcısı hükümetler hızla eskiyip iflas ederek ıskartaya çıkıyorlar. Burjuvazi ve devletin yönetici çevreleri, yerli yersiz “sosyal patlama” tehdit ve olasılığına dikkat çekiyorlar. Çünkü katlanan işsizlik ve daha geniş kitlelere yayılan ve derinleşen sefalet gerçekliğinin saklanıp gizlenir tarafı kalmamıştır. Burjuva ideolog ve kalemşörlerin kalemlerinden kötümserlik ve umutsuzluk akıyor. Hatta yeni umutlar üretemediklerini itiraf etmekten kaçınamıyorlar.
Fakat işbirlikçi kapitalist düzenin ve yönlendirici çevrelerinin içerisine saplandığı batak ve çözümsüzlük durumunun ağırlaşmasına bakarak, kapitalizmin ve burjuva egemenliğin kendiliğinden çökebileceğini sanmak ham bir hayalin ötesinde aymazlık ve safdillikten başka bir anlam taşımaz. Çünkü egemen sınıflar ve burjuva devlet, toplumumuzun en alt kesimlerinden, ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakalardan kaynaklanan çözüm, girişim ve arayışlarını boğma ve ezme, düzenin sınırları içerisinde eritip masetme, çürütme yeteneklerini kıskançlıkla koruyorlar.
Üstelik son on yıllık dönemde sınıf savaşımında elde ettikleri kazanımların yarattığı avantajlar asla küçümsenemez. İşçi sınıfı hareketinin parçalanması ve atomizasyonu, keza emekçi memur hareketinin yükseliş dalgasının önünün kesilmesi, parçalanması, bürokratikleştirilmesi ve reformize edilmesi çarpıcı gerçeklerdir. Ulusal devrimin tabanını oluşturan kitlelerin yenilgiyi kabullenişi ve büyüyen “sosyal patlama” tehdit ve olasılığına karşı muhtemel bir devrimci önderliğin gelişmesi imkanlarını minimuma indirgemeyi amaçlayan marjinalleştirme ve ideolojik-siyasi tasfiyecilik saldırısı ve bunun temel bir halkası olan 19 Aralık operasyon ve katliamı, batağa saplanmış burjuva devletin sınıf mücadelesindeki güç ve yeteneğini göstermektedir.
Eğer, işçi sınıfı ve sömürülen on milyonların devrimci eylem, yetenek ve iradesi, kapitalist düzeni, burjuva toplumu ve faşist diktatörlüğü paramparça edebilecek bir devrimci atılım gösteremezse, egemen sınıflar ve burjuva devlet geçici de olsa bir çıkış yolu bulacaktır. Tam da bu nedenledir ki, sırtını emperyalist sisteme dayamış köhne işbirlikçi kapitalist düzenin, aşağılık burjuvazinin en gelişkin yeteneği, halklarımızın kanını dökmekten başka bir şey olmayan katil ve zalim faşist diktatörlüğün, ağırlaşan çözümsüzlük durumunu ve gırtlaklarına kadar saplandıkları batağı, işçi sınıfı ve çalışan on milyonların nezdinde açığa çıkartmak, devrimci enerjilerini uyandırmak ve devrimci önderliği geliştirmek için, on misli enerjiyle çalışmak günün en yakıcı, devrimci görevleridir. Asla unutulmamalıdır ki, egemen sınıfların ve faşist diktatörlüğün güç ve yeteneği olarak görünen gerçeklik, esasen devrimci önderlik iddiasının zayıf ve zaaflı yönlerinin yansımasıdır.
Her halde, kötü analojik çağrışımlar yaratmaması için, 28 Şubat 2001 tarihinde yapılacak olağan MGK toplantısı önceye alınmıştı. Fakat faşist rejim ve işbirlikçi kapitalist düzenin, yığılarak süreğenleşen çözümsüzlük durumu nedeniyle ağırlaşan sorunlarının yarattığı kasılma, öylesine vahimleşmiştir ki, Şubat, bu defa da bir başbakanın MGK toplantısını terk etmesi gibi -ister protesto deyin, ister provokasyon ve isterse de kaçma, hiç fark etmez- istisnai durumun tanığı olmuştur. MGK toplantısının peşrev aşamasında, Cumhurbaşkanı ile kapışan Başbakan toplantıyı terketmiş ve fakat bu ilk adımın gerektirdiği ve koşullandırdığı ikinci adımı, yani hükümetin istifasını göze alamamıştır. Hükümet kararsızlık içerisinde toplanıp ne yapacağını görüşürken nabız atışları, “siyasi istikrar”a bağlı borsa alarm borularını çalarak, 2000 Kasım’ından beri kapanmaya yüz tutmuş görünen mali kriz yarasının kabuğunu kazıyarak fena şekilde kanatmıştır. Başbakan Ecevit, 7 Mart’a “Her ülkede, siyasette iniş çıkışlar olur. Bu tür her davranışın bor- sayı etkilemesi ilginç. Bir sözden borsamız tavana çıkıyor ya da yere batıyor. Bu düzen böyle yürütülemez” derken, hâlâ şaşkınlığını üzerinden atamadığını sergiliyordu. Sosyal demokrat “ulusal”cılar ile faşist- ülkücü “milliyetçi”lerin ortaklığına dayanan ve kendini burjuva politikanın mevcut durumu içerisinde “alternatifsiz” gören hükümetin istikrarı ile ekonominin istikrarı görülmemiş bir sıklıkla birbirine bağlanmıştır. “19 Şubat krizi” bu bakımdan oldukça dikkat çekici ve özgündür. Bir yandan ABD emperyalizminin Avrasya Stratejisi’nde bölgesel güç olmaya, diğer yandan aynı zamanda AB’ye girme ve Avrupalı emperyalistlerin stratejisine yatırım yapan egemen işbirlikçi tekelci burjuvazi ve onun hegemonyası altındaki burjuva devlet, işçi sınıfı ve ezilenlere karşı, komünistlere, devrimcilere ve Kürt yurtseverlerine karşı pek güçlü görünürken, diğer yandan kapitalist düzenin ve siyasal rejimin içyapısı bakımından ne denli zayıf ve dengesiz olduğunu gizleyemez hale gelmiştir. Ayakta durma takatinden yoksun bu başbakan, politik rejimin ve kapitalist düzenin çözümsüzlüğünü pek güzel resmetmektedir.
Devletin tepesi ve diktatörlüğün en yüksek otoritesi MGK’da patlak veren “siyasal kriz”, borsayı ve devletin maliyesini çökerten, Dünya Bankası, ABD ve AB destekli IMF yapımı, sosyal demokrat “ulusal”cılar ile faşist-ülkücü “milliyet”çilere pek yakışan; ama bu defa ekonomik programı tümüyle ıskartaya çıkartan yeni bir mali krize yol açmıştır. Hükümet, dalgalı kura geçme kararı ile Türk Lirası’nın iflasını ilan etmiş, bu yoldan gerçekleşen devalüasyonla IMF, Dünya Bankası ve uluslararası sermayenin talepleri karşılanmıştır. Devalüasyon kararı esasen hükümet ortakları ile bu hükümeti oluşturan partilere oy veren büyük yığınlar arasındaki mesafenin ne denli açıldığının da bir göstergesidir. Çünkü son mali kriz ve devalüasyon ile on milyonların alım gücü bir günde yüzde 40’lar oranında düşmüştür. Orta ve küçük burjuvazi isyanlar içinde salya sümük ağlamakta haklıdır, çünkü işçi sınıfı ve çalışan emekçi yığınlardan farklı olarak kaybedecekleri bir şeyleri vardır.
Uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci sermayenin bazı kesimleri malı götürürken, faturanın en ağır bölümü daha şimdiden işçi sınıfı ve çalışan emekçi yığınlara, kır ve kent yoksullarının sırtına bindirilmiştir. Orta ve küçük burjuvazinin en yüksek perdeden kendi haline yaktığı ağıt bu gerçekliği değiştirmiyor. Fakat demek ki, bir öncekinin üzerine binen ve ekonomik bir krizin tetikleyicisi olma olasılığı da, yüksek olan 19 Şubat mali krizini atlatmak için hükümetin aldığı önlemler, krizin alanını genişletmek ve nüfusun en geniş kesimlerine ve emperyalizme bağımlılığı derinleştirmekten, yaymaktan ibarettir.
Mali kriz, henüz sonuçlanmış değildir. Esasen burjuvazi, az çok kalıcı bir program ve çözüm de ileri sürebilmiş değildir. Günlük basın, orta ve küçük işletmelerin iflası ve keza büyük işletmelerin kapasite kullanımını düşürmeleri ve yaygın tensikat eğiliminin açığa çıktığı haberlerini vermektedir. Ekonomik durgunluk ve daralma belirtileri açığa çıkmaktadır. İşsizliğin çığ gibi büyümesi, burjuvaziyi kara kara düşündüren “sosyal patlama” olasılık ve tehdidini geometrik biçimde büyütmektedir.
Uluslararası sermaye ve işbirlikçi oligarşi, krizden yalnızca devalüasyon nedeniyle istediğini elde ederek kârlı çıkmış değildir. Siyasal olarak da bir bakıma amacına ulaşmıştır. Son aylarda, gerek TÜSİAD ve büyük sermayenin diğer sözcü ve örgütleri ve gerekse IMF ve Dünya Bankası başta gelmek üzere uluslararası sermaye çevrelerinin hükümet ve hükümetin yapısında değişikliğe gidilmesi talebi de gerçekleştirilmiş, Kemal Derviş bütün bu çevrelerin adamı olarak hükümete adeta dördüncü ortak olarak girmiştir. Ki, bu hükümetin sermaye oligarşisi ve uluslararası sermayeye, teslimiyete düştüğü çukurun derinliğinin göstergesi olmanın yanı sıra iflasının ve tükenmişliğinin, iktidar ve otorite yitiminin de göstergesidir. Uluslararası piyasalarda kredibilitesi dibe vuran ve güvenilirliğini kaybeden hükümet, ihtiyaç duyduğu mali kredileri sağlayabilmek için IMF ve Dünya Bankası’nın adamı Kemal Derviş’in eteklerine yapışmıştır.
Bu hükümetin pahalılık, işsizlik ve yoksulluktan öte, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, halklarımıza verebileceği tek şey, daha çok emperyalizmin ve uluslararası sermayenin kollarına atılmak; baskı ve zulümdür. Kırda ve kentte, orta ve küçük burjuvazinin geniş kesimleri için iflasa yuvarlanarak sınıfsal konumunu kaybetme ya da bu öldürücü tehdit altında aklını yitirmektir. 19 Nisan’dan günümüze aşağı yukarı iki yıllık dönem, sosyal demokrat “ulusal”cılar ile faşist-ülkücü “milliyetçi”ler koalisyonunun, uluslararası sermayenin ve emperyalizmin hizmetinde olduğunu, bırakınız işçi sınıfı ve emekçi yığınları, kır ve kent yoksullarını, işbirlikçi oligarşi hariç Türk burjuvazisine ve kapitalist düzene dahi verebilecek hiçbir şeyinin kalmadığını açığa çıkartmıştır. Onun tek seçeneği, işbirlikçi oligarşinin emrinde işçi sınıfımıza ve halklarımıza karşı uluslararası sermaye çevreleri ve emperylizmle daha sıkı işbirliği ve hizmetkârlıktan ibarettir.
Herhangi bir “bağımsız” programa sahip olmayan, elindeki IMF programları tükenerek ıskartaya çıkan ve ne yapacağını da bilemeyen hükümet; Dünya Bankası, IMF ve uluslararası sermaye çevrelerinin güvenilir adamı Kemal Derviş’i medya tekelleri vasıtası ile şişirip pohpohlayarak, bir yeni umut yaratarak, nefeslenmeye ve zaman kazanmaya çalışıyor. Elbette ki işçi sınıfı ve emekçi yığınların, kent ve kır yoksullarının, halklarımızın devrimci gazabından kendisini kurtarabilirse Türkiye kapitalizminin şöyle ya da böyle, güncel krizlerini atlatması olanaklıdır. Ancak güncel krizlerin altında yatan ve son çözümlemede kaynağını oluşturan yapısal sorunları çözebilmesi olanaksızdır. Bu yapısal sorunların en başında ise sermaye “kıtlığı” gelmektedir. Bütün istekleri yerine getirilmesine rağmen uluslararası sermayenin yatırımları oldukça sınırlı kalırken, ancak azami kârı garantide gördüğünde gelen “sıcak para” diye tanımlanan uluslararası spekülatif/tefeci sermaye, ve kısa vadeli borçlanmalar, Kasım ve Şubat krizlerinde görüldüğü gibi, hükümet çevrelerindeki en küçük gelişmelerden etkilenmesi bir yana, hükümet çevrelerini baskı altında tutmak ve yönlendirmede çok özel bir rol oynamaktadır. Oldukça korkak, hassas ve akışkan doğası nedeniyle, dönem dönem Türkiye kapitalizminin koluna takılmış serum rolü oynayan “sıcak para” denen uluslararası spekülatif sermaye, esasen işbirlikçi kapitalizmin hiçbir derdine derman olamadığı gibi, onun iç yapısını ve dengelerini çok daha zayıf ve istikrarsız hale getirmektedir.
İşbirlikçi kapitalizmin uluslararası sermayeye ve emperyalist devletlere mali bağımlılığını getiren yalnızca sermaye kıtlığı değildir. Resmen 110 milyar doları aştığı açıklanan ve fakat tam miktarının ne olduğu açıklanmayan dış borçlar mali bağımlılığın temel bir göstergesidir. İktisatçı Mustafa Sönmez’in bildirdiğine göre, “kamunun son yirmi yıldır borçlanması nedeniyle 2000 yılında iç ve dış borç faiz ödemeleri, toplam vergi gelirlerinin yüzde 80’ini emmiştir. 2001 için yüzde 55 olacağı umulan bu ödemelerin son krizle birlikte en iyi ihtimalle yüzde 80’leri bulması kaçınılmaz görünüyor.”
Enerji sorunu, düşük ve geri teknolojik düzey, teknolojik bağımlılık Türk kapitalizminin aşamadığı ve kolay kolay da aşamayacağı süreğen diğer yapısal sorunlardır. İşbirlikçi oligarşinin ve son on yıllık dönemde ortalama 8-10 ayda eskiyen hükümetlerinin tüm bunlar ve diğer sorunlara ilişkin programları, 24 Ocak 1980’den beri özsel bakımdan değişmemiştir.
Neoliberal programlarla, Türk kapitalizminin dünya kapitalizmiyle ilişkileri yeniden yapılandırmaktadır. İthalat sınırlandırmalarının kaldırılması, Türk lirasının liberalizasyonu, Amerikan dolarının egemenliği, göreli olarak uluslararası sermayeye kapalı “iç pazar”ın son bulması, uluslararası sermayeye tanınan ayrıcalıklar, özelleştirme, eğitim, sağlık vb. alanlardan devletin sürülmesi, en nihayetinde 1995’de gerçekleşen AB ile Gümrük Birliği neoliberal politikaların görüngüleridir. Bu yoldan işbirlikçi Türk burjuvazisi, kendini dünya pazarlarına ve dünya kapitalist sistemine yeniden uyarlamaktadır.
“Özelleştirme, gerek uluslararası sermayenin çekilmesi, gerek işbirlikçi Türk kapitalizminin dünya pazarlarına açılmak için ihtiyaç duyduğu sermaye birikimini sağlamanın, kapitalist devletin ekonomik faaliyetlerini tasfiye ederek burjuvaziye alan açmanın bir enstrümanı olarak görülürken, aynı zamanda dış borçları ödeyebilmenin de bir çaresi kabul edilmektedir. IMF kredileri ve özelleştirme arasında kurulan dolaysız bağıntı çarpıcıdır. Ancak özelleştirme, özellikle yapısal sorunların çözümünün de dermanı olarak sunuluyor. Örneğin devletin, enerji sektörünü özelleştirip bu alandan çekilir ve yabancı sermayeye güvenceler ve ayrıcalıklar tanırsa, enerji sorununun çözüleceği vaaz edilmektedir. Emperyalizme ve uluslararası sermayeye bağımlılığın yarattığı sorunlar, bağımlılığın derinleştirilmesi ve kapsamlılaştırılması yolundan ancak ve ancak daha çok ağırlaşcağı açıktır.
Uluslararası sermayenin ve işbirlikçi oligarşinin sınanmış güvenilir adamı Ece- vit, kendisine oy verenleri ve halklarımızı aptal yerine koyarak sıkılmadan “dış satımdaki olumlu gidişe” ve bunun “iç üretimi de etkileyeceğine” dikkat çekiyor. “Her şeyin başında kaynak ve üretimin” geldiğini, “dışsatım hızının artırılması için her türlü öneriyi değerlendireceklerini belirtiyor. Her devalüasyondan sonra, muhakkak iç talep daralır ve TL’nin dolar karşısında değer kaybetmesi nedeniyle dış pazarlarda rekabet imkanları göreli olarak artar. Fakat bu da ancak tarımsal üretim için geçerli olabilir. Çünkü Türk lirasının değer kaybı iç tüketimi ve talebi kısar, ama sanayi malları için dış pazarlarda rekabet olanaklarını kayda değer biçimde artıramaz. Artıramaz çünkü, mali ve teknolojik bağımlılık şurada kalsın, kapitalist sanayi hammadde yönünden de emperyalizme bağımlıdır. Dolara endekslidir.
19 Şubat mali krizine IMF’nin buyurduğu dalgalı kura geçme kararıyla müdahale eden hükümet, bu kararıyla halklarımızın alım gücünün yüzde 40’nı çalmış, işbirlikçi oligarşinin ve uluslararası sermaye çevrelerinin kasalarına aktarmıştır. Hiç kuşkusuz bunu, zaten başlamış olan zam furyası izleyecektir. Emekçi yığınların kemerlerinin sıkılmasına dayanan IMF patentli “antienflasyonist” programın çökmesi bir yana, muhakkak azacak enflasyonun faturası da işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına binecektir. Türk-İş araştırmalarına göre Şubat ayı itibarıyla yoksulluk sınırı 550 milyon TL’dir. Ve 28-30 milyon civarında insan yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Sermayenin sözcüleri ve hükümet çevreleri, 19 Şubat mali krizinde bankalar sistemini ve özel olarak devlet bankalarının rolü üzerinde duruyorlar. Dünya Bankası’nın 23 yıllık kıdemli gözde elemanı bay Derviş, Ziraat Bankası’nın bir günlük borç faizlerinin bir yıllık toplam personel giderlerine eşit olduğunu açıklıyor. Devlet bankalarının görev zararları üzerinde önemle duruyor, siyasi destek ve kararlılık istiyor. Bankalar sistemi ve özellikle Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Emlak Bank’ın yeni ekonomik programın temel konuları içerisinde yer alacağı açığa çıkmış bulunuyor. Özellikle Ziraat Bankası ve Halk Bankası’nın kuruluş amacı ve rolleri dikkate alındığında, bu iki bankanın kredilerinden yararlanan kırda zengin ve orta köylülüğün keza orta ve küçük burjuvazinin canı fazla şekilde yanacaktır. Mevcut burjuva toplumun dengesini işte bu orta sınıfların göreli refahı sağlamaktadır. Oysa artık topun ağzında duran aynı zamanda orta sınıfların göreli refahıdır.
Uluslararası mali sermayenin ağına düşen ve borç batağına saplanan ülkelerin kaçınılmaz biçimde önünde diz çöküp kendini teslim ettiği IMF, bugüne değin hemen hiçbir ülkenin derdine derman olamamıştır. IMF emperyalizmin ve uluslararası mali sermayenin çıkarlarının sözcüsü ve koruyucusudur. Mali bağımlılık altında borç batağına saplanmış ülkelerin anapara ve faiz dahil, borç ödemelerini güvenceye almak IMF’nin en önemli işleridir. Borç batağına saplanmış ülkeler için kapitalizm çerçevesinde borçları yeni borçlanmalarla “ödemek”ten başka çıkış yolu da yoktur. Oysa, uluslararası piyasalardan borçlanabilmek için IMF ve Dünya Bankası’nın güveni ve yeşil ışığı zorunlu önkoşuldur. Bunun için kredi peşinde koşan ülkelerin yönetici çevrelerinin IMF ve Dünya Bankası’nın onayını alacak programlar yapmaları tek seçenekleridir. Ecevit ve kafadar ortakları, IMF’nin her dediğine uymayacaklarını belirtirlerken, keza Kemal Derviş “ulusal bir program” hazırlayacaklarını söylüyor... Ama bütün bunlar su katılmamış yalanlardır. Uluslararası sermaye çevrelerinin adamı Kemal Derviş, uluslararası sermayenin bir o kadar güvenilir adamları Ecevit-Bahçeli-Yılmaz üçlüsü; olsa olsa emperyalizme ve uluslararası sermaye çevrelerine Türkiye’yi peşkeş çeken, aşağılık işbirliği ve teslimiyet programları hazırlayabilirler.
Türkiye kapitalizmin yapısal sorunları çözümsüzdür. Güncel sorunları ise tümüyle siyasete bağımlı hale gelmiştir. Ekonominin kumandasına getirilen Kemal Derviş’in “siyasi destek” ve “siyasi kararlılık” talebi de bu yönüyle bunu vurguluyor. Derviş’in istediği siyasi kararlılığın uluslararası sermayenin ve işbirlikçi oligarşinin çıkarları uğruna, halklarımıza karşı IMF’nin, Dünya Bankası’nın emperyalist planlarını uygulama iradesini ifade ettiği şüphe götürmez. Ama ister Dünya Bankası Derviş’inin sözde ulusal programı olsun, isterse “Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu”nun öngördüğü “ulusal plan” olsun, Türkiye kapitalizminin dertlerine derman olamaz, düze çıkartamaz. Çünkü dünya kapitalist sistemi, yapısı gereği Türkiye gibi ülkelerin ekonomik (ve tabi mali) bağımlılığını bir kısır döngü halinde ama ağırlaştırarak yeniden üretiyor. Ve bu dünya kapitalist sisteminin başlıca yaşam kaynaklarından birisidir. Hükümet ve dördüncü ortağı Kemal Derviş’in IMF ve Dünya Bankası’na uluslararası sermayeye teslimiyeti şurada kalsın, emperyalist sömürüye az çok karşı çıkan, “Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu”nun “ulusal planı” da Türkiye kapitalizminin dertlerine derman olamaz. “Kısa süreli yabancı sermayenin kontrol altına” alınmasından ibaret oldukça zayıf ve yarım yamalak önlemler, hem uygulanması mali bağımlılık koşullarında (hükümetin ipi uluslararası mali sermayenin ellerinde değil mi?) çok fazla olanaklı değildir ve hem de gerçekleştiği durumda bile mali bağımlılık devam edecektir. Marksist-leninist komünistlerin programı çözüm yolunu berrak biçimde göstermiştir.
“5. Tüm emperyalist devletlere, çok uluslu şirketlere, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist mali kuruluşlara olan borç ve yükümlülükler iptal edilecektir."
Sosyalist ve devrimci kitle ajitasyonunun en yakıcı sorunu, dış borçların iptal edilmesi talebidir ve bu, işbirlikçi Türkiye kapitalizmi ve bir parçası olduğu dünya kapitalist sistemine karşı savaş çağrısıdır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların, kent ve kır yoksullarının halklarımızın yaşam koşullarında kayda değer bir iyileşme talebi, ekonomik ve mali bağımlılığın emperyalist sömürünün en somut görüngüsü olan dış- borç sorununa odaklanmalıdır. Burjuvazinin siyasal durumu; işbirlikçi Türkiye kapitalizminin ekonomik durumundan daha da berbattır. Aradan geçen yıllar, marksist-leninist komünistlerin öngörü ve çözümlemelerini doğru olarak teyit etmiştir.
“‘Türkiye Cumhuriyeti’, içerisine yuvarlandığı yapısal krizin yanı sıra tarihinin en büyük ve en derin rejim bunalımıyla da karşı karşıyadır. Bütün devlet kurumlan, burjuva siyasal partiler, hükümet, burjuva medya vb. kokuşmuş bir ceset olarak genel bir çürüme içinde varlıklarını korumaya çalışmaktadır. Siyasi ve iktisadi sorunlar karşısındaki çözümsüzlük ve çaresizlik, ideolojik hegemonyanın parçalanmasıyla da birleşerek, yönetememe krizini derinleştirmiş, egemen sınıflar arasındaki çelişki ve çatışmaları büyütmüş, siyasal bölünme, parçalanma ve buna paralel olarak çeteleşme, devlet yaşamının temel bir gerçeği haline dönüşmüştür. Bütün bu çelişki ve çatışmalar; bölünme ve parçalanmalar, yeni klikler ve yeni ittifak kombinasyonları oluşturdu, oluşturuyor. Çözülme ve parçalanma, rejimin bütün organlarını sarıp sarmalamış, siyasal partiler etkisizleşmiş, parlamento ve hükümet MGK diktatörlüğünü gizleme işlevini bile yitirmiş, bu tablo içinde seçim de eski rolünü oynayamaz olmuştur. Seçimler, neredeyse yalnızca yeni hükümet bunalımlarını hazırlayan bir araca dönüşmüştür. Faşist devletin ideolojik hegemonyası egemen, birleştirici, yönlendirici niteliklerini yitirmiş, etkisizleşip tükeniş sürecine girmiştir. Partimizin birlik Kongresi belgelerinde dile getirilen “egemen sınıfların saflarında siyasal parçalanma, kaos ve kargaşa hüküm sürmektedir" belirlemesi, bugün, çatışma ve tasfiyeler, süregiden hesaplaşmalar biçiminde yeni bir görünüm kazanmıştır."(II.K.Belgeleri, sf.217-218)
Burjuvazinin politik durumu bakımından, bir kaç yıllık sürecin genel bir çözümlemesini yapmak değil burada amacımız. 2. Kongre’nin politik öngörü ve çözümlemelerinin doğrulandığını vurgulamak ve politik duruma bu öngörü ve çözümlemelerin projeksiyonundan bakmanın altını önemle çizmek gerekiyor. Sosyal emperyalizmin emperyalizm karşısında havlu attığı, modern revizyonizmin iflas edip çöktüğü, SSCB ve Varşova Paktı’nın dağıldığı ‘89-90 sonrası oluşan yeni uluslararası koşullar altında burjuva devlet, en genelde temel tercihlerinin yönünü ve rotasını belirlemiştir. 1997’de güncelleştirilen ve basına sızdırılan Milli Askeri Strateji Konsepti (MASK) ve Milli Siyaset Belgesi gibi devlet dökümanlarının yanı sıra, MGK kararı olarak devletin duruş ve yönelimini gösteren “28 Şubat Süreci”nin pratikleştirmekte olduğu program, Gümrük Birliği ve AB üyeliği kararları (ve keza Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği’ne katılabilmek için devletin çırpınışı) ABD ve İsrail’le geliştirilmeye çalışılan stratejik işbirliği vb. olgular, hem devletin ve hem de işbirlikçi tekelci burjuvazinin temel tercihlerini ve en genel yönünü göstermektedir.
Kuşkusuz, geride kalan bir kaç yıllık dönemde Kürt ulusal devriminin yenilgisi başta gelmek üzere, egemen sınıflar önemli kazanım ve avantajlar da elde etmişlerdir. Fakat bugün, burjuva devlet ve onun en üst otoritesi olarak MGK, yığılmış sorunları egemen sınıfların temel çıkar ve tercihleri doğrultusunda çözebilecek yetenek ve iradeden yoksundur. Hem siyasi, hem ekonomik ve hem de toplumsal sorunlar için geçerlidir bu.
Daha önce de vurgulandığı gibi, burjuva devletin irade zaafiyeti, aşağıdan gelen siyasal ve toplumsal hareketlere, komünist ve devrimci kuvvetlere karşı savaşımda açığa çıkmış değildir. Hatta iç zaafiyeti, diktatörlüğü toplumsal muhalefete karşı daha saldırgan, gaddar ve zalim bir terör politikası uygulamaya zorlamaktadır. Ancak, oldukça zor da olsa toplumsal muhalefetin güçlü ve dirençli bir atılımı, derin iç çatlamaları nedeniyle rejimin bu alandaki iradesini çatlatıp dağıtabilir.
Burjuva devletin güncel irade yoksunluğu, zaafiyeti, geride kalan aşağı yukarı 20 yıllık dönemdeki iç ve uluslararası gelişmelerin sonucu oluşmuş bir tarihsel durumdur. Burjuva siyasetin ve burjuvazinin politik kuvvetlerinin parçalanması ve dağılması, egemen sınıfların ve devletin hemen ve kısa sürede çözemedikleri ve çözemeyecekleri bir durumdur. Evet, burjuvazinin temel çıkar ve tercihlerinin yönü bellidir; ama bu yönde ilerleyebilmesi yığılan, sorunlara ilişkin somut temel kararlar alınmasını gerektirmekte ve fakat devlet, temel sorunların somut çözümlerini kararlaştırmayı önüne koyduğunda devletin yönetici çevreleri ve burjuvazinin menfaat şebekeleri biçiminde parçalanmış politik temsilcilerinin genelini kapsayan iç gerilim tırmanmakta, çok değişik biçimler alan çatışma, dalaş ve uzlaşma çabaları genellikle sonuçta sürece yayarak ertelemeyi ve durumun daha da ağırlaşmasını getirmektedir.
Egemen, faşist MGK diktatörlüğünün yığılan temel sorunların çözümünde irade yoksunluğu mevcut durumun ayırıcı özelliği ve özgün tanımlayıcısıdır. Fakat bu tarihsel durumu yalnızca burjuvazinin içsel durumunun, çelişkilerinin bir sonucu değildir. Kürdistan’da sömürgeci devletin kitle desteğini yitirmiş olması gerçeği bir yana, Batı’da geniş yığınların faşist rejime ve burjuva partilere güvensizliği ve herhangi bir burjuva partide rızasını birleştirmemesi de dolaylı temel bir belirleyicidir.
Fakat diğer yandan gerek devletin karşıdevrimci iradesi ve gerekse komünist devrimci ve ilerici güçlerin yapısal ve içsel zaafları nedeniyle, halk kitleleri arasında komünist, devrimci ya da ilerici-reformist bir seçeneğin oluşmaması durumu toplumsal çürümeyi getirmektedir. Ki bu, mevcut durumun özgün bir çizgisidir.
Egemen sınıfların ve burjuva devletin, temel sorunların burjuva çözümlerini geliştirme yetenek ve iradesinden yoksunluğunu koşullayan ve belirleyen, diğer bir temel faktör ise gelişmekte olan uluslararası ilişkilerdir. Egemen sınıflar ve burjuva devlet, hem ABD’nin Avrasya stratejisinde bölgesel bir güç merkezi, “merkez ülke” olma ve hem de AB’ye girme stratejik yönelimleri; öte yandan Rusya Federasyonu ve Çin arasında gelişen ittifak, Rusya Federasyonu’nun son dönemde uluslararası ilişkilerde inisiyatifini geliştirme çabaları, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde duran Türkiye üzerinde, bütün bu emperyalist güç odakları arasındaki mücadeleyi şiddetlendirmekte ve hiç kuşku yoktur ki, bu durum burjuvazinin irade zaafiyeti durumunu aşmasını zorlaştırmakta ve hatta bunun da ötesinde kararsızlığını ve irade zaafiyetini üreten bir etken olmaktadır. Egemen sınıflar ve burjuva devlet, bugün öyle bir durumda bulunuyor ki, iç ve uluslararası durumu öylesine zayıf kuvvet dengeleri üzerine oturuyor ki, ve keza özellikle uluslararası stratejik yönelimleri arasındaki bağıntılar öylesine hassas ki, sürükleyici bir inisiyatif ve enerjinin, güçlü bir iradenin oluşmasını olanaksız kılarak, mehteran bölüğü gibi iki ileri bir geri sallanıyor. Hal böyle olunca, “yeniden yapılanma” oldukça karmaşık, sancılı, duraksamalı, zikzaklı, sorunların yığılıp süreğenleşerek ağırlaştığı iç çelişkilerin sık sık, dolaylı ya da dolaysız biçimlerde patladığı açık ve sert çatışmaların gündemden düşmediği bir süreç olarak yaşanıyor.
Yukarda çok genel çizgileriyle resmetmeye çalıştığımız tablo, egemen sınıfların ve faşist diktatörlüğün gücünü, güçlülüğünü değil, bilakis ne denli zayıf ve zaaflı olduğunu sergiliyor. Toplumsal muhalefete, komünist, devrimci ve hatta yasalcı ilerici antifaşist reformist güçlere karşı özellikle dönem dönem tırmandırdığı beyaz terör kampanyaları, tam da faşist diktatörlüğün içyapısının bu zayıf ve zaaflı durumunun sonucudur. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların, kent ve kır yoksullarının devrimci enerjisini uyandırmak, özgürlük ve sosyalizm mücadelesini geliştirmek için, komünist önderliğin propaganda ve kitle ajitasyonu çalışmalarının kapsam ve içeriğinin ağırlık merkezlerinden birisini, bir dönem boyunca faşist diktatörlüğün içyapısının bu zayıf ve zaaflı durumunu sergilemek oluşturmalıdır. Faşist diktatörlük, Türkiye kapitalizmi ve burjuvazi, kendi çözümsüzlüğünü tüm topluma dayatmakta, bu da muazzam bir toplumsal çürümeye yol açmaktadır. Ve hiç kuşkusuz, böyle bir durumda komünist önderliğin işçi sınıfı ve çalışan milyonların devrimci enerjisini uyandırabilecek teorik ve pratik çalışma bütünlüğünü kurma yeteneğini geliştirmek asıl sorunu oluşturmaktadır.
İşsizliğin ve sefaletin katlanarak artmakta olduğu, AB ve IMF politikalarının Türkiye kırını, köylülüğün en geniş katmanlarını tehdit ettiği, orta sınıfların göreli refahının saldırıya uğradığı ve yok olma tehdidi altında olduğu, iç çelişki ve çatışmalarla boğuşan ve batağa saplanan düzenin ve rejimin çözümsüzlüğünün ağırlaştığı koşullarda en geniş işçi, işsiz, emekçi ve yoksul köylülerin kitlesel iflası tehlikesiyle karşı karşıya olan küçük burjuva katmanların ve keza bütün bunların yanı sıra ulusal demokratik özlemleri karşılanmayan ve bütün beklentileri boşa çıkan Kürt halkının en geniş kesimlerinin kendini savunma refleksinin güçlü bir biçimde harekete geçmesi kaçınılmazdır. Zaten kitleler hareketsiz de değildir. Fakat tabii ki, asıl sorun kitlelerin devrimci bir önderlikten yoksunluğudur.
Fakat kitlelerin bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşüklüğü, mecalsizliği ve savaşım yeteneği ve kararlılığının geri düzeyi bütün bunlarla da sıkıca bağlı olan devrimci bir önderlik yoksunluğu hiç kuşkusuz en temel sorunu oluşturmaktadır. Bütün bunlar bir kılıç darbesiyle halledilemeyecek, oldukça ağır ve büyük çaplı sorunlardır. Ancak işçi sınıfı ve emekçi milyonların arasında devrimci bir önderlik bu ağır, zor ve büyük çaplı sorunların halledilmesi teorik ve pratik devrimci çalışmanın toplam sonucu olarak gelişebilir ve gelişecektir.
Bugün marksist-leninist komünistlerin olanca güçleriyle kavramaya çalıştıkları “önder partiye” geçiş parolası, işçi sınıfının, emekçi milyonların tüm ezilen ve sömürülenlerin en yakıcı talebi olan devrimci önderliğin yaratılmasına yöneldiklerini ve kilitlenmeye çalıştıklarını vurgulamaktadır. Burjuvazinin ve faşist rejimin dayattığı çıkışsızlığın terör ve zorbalığın sonucu olan toplumsal çürümenin yegane panzehiri, devrimci yığın hareketidir. Devrimci önderlik talebini yanıtlayabilmek için ve yığınların devrimci önderi düzeyine sıçrayabilmek için, marksist-leninist komünistler, bütün hareketlerinde kitlelerle ilişkilenişlerini gözden geçirmek, denetlemek ilkesel tutarlılığın sürekliliğini güvenceye almak zorundadırlar. “Kitleleri anlamak” ve “kitleler tarafından anlaşılmak”, “kitleler için, kitlelerin içinde, kitlelerle birlikte”; ama asla kitle kuyrukçuluğuna düşmeden, geri kitle bilincinin önünde eğilmeden, yani kitleleri devrimci konumlara, devrimci mevzilere ilerleterek, emperyalist dünya düzenine, kapitalizme ve faşist diktatörlüğe karşı politik özgürlük ve sosyalizm mücadelesi seferberliği içinden ileri sıçranacaktır.
Burada ana noktayı “öncünün kitlelerle ilişkilenişi”nin oluşturduğu aşikârdır. Ve komünist öncünün bütün değişik düzeyleri ve unsurlarıyla, kitlelerle ilişkilenişine bakmaya, deneyimlerini eleştirel devrimci tarzda gözden geçirmeye ihtiyaç vardır. Hatta böylesi bir ideolojik-teorik çalışma, “önder partiye geçiş” ya da kitlelerin yakıcı devrimci önderlik talebini yanıtlama çalışmasının marksist ve devrimci rotada yürütülebilmesini ideolojik ön koşuludur. Önder partiye geçiş bir nitelik sıçrama olacağına göre, komünist öncü hangi yönde ve nasıl gelişeceğini, değişeceğini aydınlatmalı, bilinçli ve sistematik biçimde yönetebilmelidir.