PKK Genel Başkanı A. Öcalan; İmralı savunmasında Kürt sorununun sözde demokratik çözümünü temellendirirken, UKKTH ilkesinin geçersizliğini ileri sürüyor ve bunun bir “çıkmaz” olduğunu ortaya koyuyordu. O, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ile ilgili olarak şunları söylüyordu: “70’lerde moda olan ve uygulandığında sadece ayrı devlet anlamında yorumlanan UKKTH gerçekten bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde sorunu yokuşa sürme yanı ağır basıyordu... Ancak demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında ayrı devlet, federasyon, otonomi vb. yaklaşımların bile geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma, bana çok önemli geldi.”(1) PKK, “... reel sosyalizmin çözülüşünden, demokratik çözüm tarzını çıkarabilmeliydi. ‘UKKTH ilkesi’nin artık geçerliliğini yitirdiğini bilimsel-teknik değişmenin aslında 17. yüzyıldan beri gelişmenin ürünü olan ulus-devlet anlayışını çözdüğünü, aynı sınırlar dahilinde demokrasiyi geliştirerek sınırlara hiç dokunmadan geliştirilecek bir çözümün daha gerçekçi olduğunu görmeliydi. Kısaca ‘70’ler programını bırakıp yeni bir programa ulaşmalıydı. ” (2) Görüldüğü gibi Öcalan, döne dolaşa UKKTH’nin geçerliliğini yitirdiğini anlatmaktadır. Bu durumda, bizim öncelikle UKKTH’nin ne olduğunu ve bundan ne anlaşılması gerektiğini ortaya koymamız gerekir.
UKKTH’den söz edilen her yerde, ezen ve ezilen, sömürgeci ve sömürge ulusların varlığından bahsedildiği çok açıktır. Ezilen, bağımlı ve sömürge ulusların, kendi siyasal kaderlerini tayin etmeleri, bağımsız bir ulus devlet olarak örgütlenmeleri zorla engellendiği için sözkonusu yapılmaktadır. Bu ulusların, devlet olarak örgütlenmiş diğer bir ulusun egemen sınıfları tarafından bir devletin sınırları içinde zorla tutulmaları, baskı altına alınmaları ve kendine bağımlı kılınmaları söz konusudur. Ulusal kurtuluş hareketleri, tam da bu nedenle patlak verir ve gelişir. Ezilen ulusun ezen ulusun egemen sınıflarına karşı geliştirdiği ulusal “hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin tam zaferini sağlamak için yurt içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar”. (3)
Ezilen, bağımlı ve sömürge ulusların ayrılmaları, ayrı devletler olarak örgütlenmeleri zorla engellendiği ve bir devletin sınırları içinde zorla tutuldukları ekonomik ve siyasal olarak ilhak edildikleri için bu zoraki birliğe karşı mücadele de önemli bir demokratik ilke olarak “uluslararası demokrasi tarihi boyunca ve özellikle 19. yüzyılın ortasından bu yana ulusların kendi kaderini tayin etmesi teriminin tam olarak siyasal kaderi tayin etme, bağımsız bir ulusal devlet kurma hakkı anlamında kabul edildiği” (4) ve “UKKTH’nin, evrensel olarak yerleşmiş bir demokratik ilke” (5) olduğu ve bu ilkenin en tutarlı savunucularının marksist-leninistler olduğu teorik ve pratik olarak gösterilmiştir. Devrimci proletarya, bir ulusun zorla bir devletin sınırları içinde tutulmasına karşı amansız bir mücadele yürütür. Çünkü bir ulus için, kendi kaderini tayin hakkını savunmak, onun ayrılma özgürlüğünü, kendi devletini kurma özgürlüğünü savunma anlamına gelir. Proletarya, “ulusal baskı üzerinde kurulmuş bir devletin sınırları sorununda emperyalist burjuvazi için çok ‘ tatsız’ olan bu sorunda susamaz. Proletarya, ezilen ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı savaşmalıdır, bu da ulusların kaderlerini tayin edebilmeleri uğruna savaştır”. (6)
UKKTH, ezilen bağımlı ve sömürge ulusların belli bir devletin sınırları içinde zorla tutulmalarına karşı onların ayrılma özgürlüğüdür, ayrı bir ulusal devlet kurma özgürlüğüdür. Ezilen ulusların ezen ulus burjuvazisine karşı savaşımını sosyalistler herkesten daha kararlı olarak desteklerler. Çünkü devrimci proletarya, zulmün her biçiminin en kararlı ve en amansız düşmanıdır. Ve ezen ulusun bütün ayrıcalıklarına karşı durur.
Ezilen ya da sömürge ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmayanlar, ezen ulusun bütün ayrıcalıkları karşısında suskun kalmış veya teslim olmuş demektir. Bu, ezen ulusun ayrıcalıklarını ve egemen sınıfların başvurduğu bütün gerici ve karşıdevrimci yöntemleri onaylamak veya savunmakla bir ve aynıdır. Emperyalist ve kapitalist ülkeler tarafından gerçekleştirilen bütün ilhaklara karşı durmak UKKTH’yi savunmakla mümkündür. UKKTH ilkesi, ezilen ulusların başka ulusal sistemlerden, devletlerden siyasal bakımdan ayrılması ve ulusal devletler olarak örgütlenmesi hakkıdır, özgürlüğüdür. Proletarya bu hakkı sonuna kadar savunur ve destekler. “Biz, ancak serbest rızaya dayanan ve zorla kabul ettirilmeyen ilişkileri kabul ediyoruz. Her nerede uluslararasında zora dayanan bağlar görürsek, biz her ulusun ayrılma gereğini vaat etmeye asla kalkışmadan her ulus için kendi siyasal kaderini serbestçe tayin etme hakkını yani ayrılma hakkını azimle ve kayıtsız şartsız savunuruz. ” (7)
Ezilen, bağımlı ve sömürge uluslara uygulanan ulusal zulme, ulusal boyunduruğa ve ezen ulusun ayrıcalıklarına karşı mücadele, ulusların kaderlerini tayin hakkının kararlıca savunulmasından geçer. Bu hakkın savunulmaması ve reddi, ezen ulus milliyetçiliğine, şovenizme karşı mücadeleyi de yadsır ve bundan kaçınma sonucunu doğurur. UKKTH’yi benimsemek ve bunun için direnmek, gerçekten uluslararasında zora dayanan bağları reddetmek ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunmak demektir. Zora dayanan birliğin yerine gönüllü birliği geçirmektir. UKKTH’yı reddetmek, uluslararasında eşitliği ve gönüllü birliği de reddetmektir. Ulusların kaderlerini tayin etme özgürlüğünü, bir ülkeyi bölmek istediğimiz ya da küçük devletler düşlediğimiz için değil, aksine, demokratik ve enternasyonalist bir temelde büyük devletlerden ve ulusların gönüllü birliğinden ve kaynaşmasından taraf olduğumuz için savunuyoruz. Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü olmadan, ulusların tam ve gönüllü birliği ve kaynaşması da sağlanamaz. Ayrılma özgürlüğünün savunul- maması, kaçınılmaz olarak ezilen ulusun daha da ezilmesini beraberinde getirir.
UKKTH, sloganının özerklik, federasyon ve ya kültürel özerklik olarak çarpıtılmasına karşı da marksist-leninistler, ısrarla ulusların ayrılma özgürlüğü, kendi bağımsız devletlerini kurma özgürlüğü olduğunu savunur ve açıklar. Devrimci proletaryanın ayrılma özgürlüğünü savunması demek, her zaman ve her koşul altında ulusların ayrılmasına destek vereceği anlamına gelmez. Ulusların ayrılma, ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma özgürlüğü ile her koşulda ayrılığı savunma ve ayrılık lehinde tutum alma ve bunu destekle me birbirine karıştırılmamalıdır. Ayrılma özgürlüğü, her ulusun kendi kaderini kendi rızasıyla tayin etme özgürlüğüdür ve ezilen ulusların bağımsız devletler biçiminde, yaşama hakkı olarak ele alınmalıdır. Komünistler, bir ulusun ayrılma istemine proletaryanın sınıf mücadelesi açısından bakarlar. Devrimci proletarya için belirleyici olan şey, işçi sınıfı hareketinin devrimci siyasallaşması, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin gelişmesi, burjuvaziye karşı güçlenmesi, devrim ve sosyalizm doğrultusunda eğitilmesidir. Eğer proletaryanın sınıf savaşımını geliştirecekse komünistler, bir ulusun ayrılmasını pratik olarak desteklerler. Yok eğer proletaryanın gelişmesini, burjuvaziye karşı savaşımını ve sosyalizm yönünde eğitilmesini zayıflatıyor ve engelliyorsa, o durumda devrimci proletarya bu ayrılığı desteklemez. Ezilen bir ulusun ayrı bir devlet kurmasının gerekli ve kaçınılmaz olup olmadığını çok önceden belirlemek olanaklı değildir. Bu, bugünden değerlendirilemeyecek pek çok etmene bağlıdır. O nedenle bugünden olasılıklar üzerine boş bir tartışma yürütmek yerine, ezilen sömürge ulusun ayrılma özgürlüğünü savunmak, ayrı bir devlet kurma hakkı için mücadele etmek yaşamsal bir sorundur, devrimin temel bir sorunudur.
Öcalan, UKKTH’nin çıkmaz olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini söylemekle, gerçekten ezilen ve sömürge ulusların ayrılma özgürlüğünü, kaderini tayin hakkını yadsıyor. Öcalan, sömürgeci boyunduruğa karşı ulusal devrimci savaşımın yenilmeye mahkûm birer “umutsuz çırpınış” olduğunu söyleyerek, ulusal savaşımın başarı şansının olmadığını/ olamayacağını öğütlüyor. Daha geçen yüzyılın başlarında Lenin yoldaş, ulusul kurtuluş savaşlarının umutsuz birer çırpınış olduğunu söyleyenlere şu yanıtı vermiştir: “... Küçük bir devletin bir deve karşı savaşı umutsuz bir çırpınıştır yollu yapay görüşe, umutsuz bir savaş gene de bir savaştır görüşüyle karşılık verilmelidir. Üstelik ‘dev’ ülkelerin içinden işleyen belli bazı öğeler örneğin devrimin patlak vermesi- ‘umutsuz’ bir savaşı ‘umut dolu ’ bir savaşa dönüştürebilir.
‘Ulusal savaşlar artık olanaklı değildir’ yollu görüş yalnızca teorik yönden hatalı olduğu için değil ama 3. Enternasyonal’in bayağılaştırılmamış bir Marksizm temelinde kurulmasının olanak çerçevesinde olduğu bir sırada ‘sol ’un marksist teoriye karşı hafif meşrep bir davranış göstermesi anlamsız bir şey olduğu için, bu hatalı görüş üzerinde ayrıntılarıyla durduk. Ne var ki bu hata, pratik siyaset yönünden de çok zararlıdır. Çünkü gerici savaşlar dışında hiçbir savaş olmaz iddiasında bulunulduğu için bu görüş saçma bir ‘silahsızlanma’ propagandasına yol açmaktadır. Bu görüş, ayrıca ulusal hareketlere karşı daha da gülünç ve tepeden tırnağa gerici vurdum duymazlığa da yol açmaktadır... Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar yalnızca olası ve olanaklı değildir, ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şeydir, ilericidir. (8)
Lenin yoldaşın eleştiri ve tespitleri bugün de yakıcılığını ve güncelliğini koruyor. Öcalan’ın ulusal devrimci savaşlar artık olanaklı değildir görüşü, 20. yüzyılın başında 2. Enternasyonal’in dönekleri tarafından savunulmuş, ancak marksistler tarafından yerle bir edilmiş ve yaşamın gerçekliği karşısında ne denli gerici bir savunu olduğu açığa çıkmıştır.
Ezen ve ezilen uluslar oldukça ulusal savaşlar da kaçınılmaz olacaktır. Sömürgeci boyunduruğu parçalamayı ve özgür bir ulus olarak gelişmeyi amaçlayan ulusal savaşlar, emperyalizme, ezen ulus hakimiyetine ve sömürgecilik zincirlerine yöneldiği için haklı, ilerici ve devrimcidir. Sonuna kadar desteklenmeyi hak eder. Ezilen uluslar, sömürgecilik ve bağımlılık zincirini ancak, ulusal devrimci savaşım yoluyla parçalayabilir ve ulusal özgürlüğe kavuşabilirler. Bu savaşım olmadan ezen ulusun burjuvazisi sömürgeleştirdiği ulusları baskı ve zorbalıkla elde tutmaya devam edecek ve ezilen ulus, ezen ulusun bütün ayrıcalıklarına boyun eğerek, ona kölece bağlılıktan kurtulamayacaktır. Sömürgeci devletlerde baskı ve zor rejimleri egemendir ve tepeden tırnağa antidemokratik bir karaktere sahiptir. Bugüne kadar emperyalist kapitalist egemenlik ilişkileri söz konusu olduğunda, ezilen, bağımlı ve sömürge uluslar -bir iki istisna hariç-ulusal savaşları başarı ile tamamlayarak ulusal özgürlüklerini elde etmiştir. Kapitalist- emperyalist sistem ve sömürgecilik var olduğu sürece de bu böyle olacaktır.
Öcalan, UKKTH’nin çıkmaz ve geçersiz olduğunu ilan ederken “... ayrı ayrı ve hele birbirlerine karşı ulusal hareket düzenlemek, tam o dönem emperyalizmi, Britanya’nın başını çektiği ‘bölyönet’politikasının kurbanı olmak anlamına gelirdi” (9) diyor. Söz konusu ettiği, ‘20’lerdeki Kürt ayaklanmaları olmasına karşın, Öcalan, yeni çizgisini teorize etmek ve kabullendirmek için burjuvazinin ve bütün yardakçılarının bu kirli silahına sarılmaktan sakınmıyor. Emperyalizme, ilhaklara ve sömürgeci tahakküme her nerede başkaldırılmışsa, burjuvazi ve hempaları, “yabancı güçler”, şu ya da bu devletin veya emperyalizmin “bir oyunu” yaygarasını koparmışlardır. Geçmişten günümüze nerede ulusal savaşlar patlak vermişse, o ülkenin burjuvazisi ve “anavatan savunucuları”, ulusal hareketlerin haklılığına gölge düşürmek ve sömürgelerini kaybetmemek uğruna sıkı sıkıya bu demagojik söyleme sarılmışlardır. Gerçekte ise, emperyalizmin böl-yönet politikası, halkları birbirine düşman etme, parçalama ve kırdırma politikasıdır. Bu ise, ancak ulusal özgürlüğün olmadığı, bir ulusun bir diğerinin aleyhine ayrıcalıklara sahip bulunduğu, tam eşitliğin sağlanamadığı ülkelerde yaşam bulmaktadır. Amacı bu yolla ulusları kendine bağlayarak halkları kurtuluş yolundan alıkoymaktır. Çünkü “gerek dış politikada gerek iç politikada emperyalizm demokrasiyi ihlal etme, gericilik kurma eğilimindedir. Bu anlamda emperyalizm genel olarak demokrasinin, onun istemlerinden yalnızca birini yani ulusların kendi kaderlerini tayin isteminin değil tüm demokrasinin su götürmez biçimde ‘yadsınması ’dır” (10). Yine “emperyalizm her yere özgürlük değil egemen eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu ise şöyle olmaktadır: Siyasal rejim ne olursa olsun her planda gericilik ve bu alanda mevcut uzlaşmaz karşıtlıkların aşırı ölçüde yoğunlaşması, aynı biçimde ulusal baskı ve ilhak eğilimleri de, yani ulusal bağımsızlığın bozulması da özellikle yoğunlaşmaktadır. Çünkü ilhak, ulusların kendi kendini yönetme hakkını çiğnemesinden başka bir şey değildir” (11). Onun içindir ki, ulusların kendi kaderini tayini uğruna giriştikleri mücadele, dünya gericiliğinin merkezi olan emperyalizmin çıkarına değil, aksine ona karşı söylenmiş ilerici, demokratik ve devrimci bir nitelik taşımaktadır.
A. Öcalan, ulusal devrimci savaşımı tasfiye etme uğruna çağın bile değiştiğini söylemekten sakınmadı. Yeni çizgisine teorik bir temel hazırlamak isteyen Öcalan, 7. Kongreye gönderdiği 4 Aralık 1999 tarihli “Politik Rapor”da şöyle buyuruyor: “Kongerinizde kapsamlı bir dünya ve bölge değerlendirmesi yapacağınız açıktır... Artık 21. yüzyılda demokratik değer yargılarının ölçülerinin hakim olduğu bir çağ değerlendirmesi doğrudur. Sorunların daha da karmaşıklaşması kadar, çözüm yollarının barış ağırlıklı demokratikleş me ve insan haklarına dayalı olarak geliştiği de o denli açıktır. Ortaçağa toprak hakimiyeti, yeni çağa sermaye hakimiyeti çağı demek ne kadar doğruysa; bu içine girilen çağa da ‘postmodern değil ’ insan hakları ve demokrasi çağı denilse yeri olacaktır”.(12) Görüldüğü üzere Öcalan, bilimi temel alarak ve bilimsel kaygılardan hareket ederek değil, bir devrimi, ulusal kurtuluşçu bir devrimci çizgiyi tasfiye etme planına haklılık kazandırmak için bir gerçek olan emperyalizm ve proleter devrimler çağını bir tarafa atmış, onun yerine “insan hakları ve demokrasi çağı”nı koymuştur.
Daha yüzyılın başında, Lenin çağımızın, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının temel çizgilerini tahlil ederek, “çağ” tanımlamasının ne anlama geldiğini belirtiyordu. “Emperyalist Ekonomizm” adlı eserinde, Kievski’nin “çağ” konusundaki bayağılığını orta ya koyarken “... Bir çağa, tipik olmayan büyük ve küçük, bazısı ileri bazısı geri ülkelere özgü, çeşitli görüngülerin ve savaşların toplamını içerdiği için çağ denir” diyordu. Emperyalizm ve proleter devrimler çağının “çeşitli görüngüleri” bakımından değişen nedir? Evet, yüzyılın başından günümüze çağımızı karakterize eden unsurlar bir dizi niceliksel değişikliğe uğramıştır. Fakat bütün bu niceliksel değişiklikler, çağın değiştiğini göstermez. Emperyalizm çağına karakterini veren tekelci kapitalizm ya da tekellerin egemenliği çok daha ileri düzeylere ulaşmış; dünyanın hegemonya ve nüfuz alanlarına göre paylaşım mücadelesi yeni biçimler altında devam etmiş; birkaç emperyalist devletin dünyanın büyük bölümünü klasik sömürgeciliğin yerini alan yeni sömürgeci ilişki ve bağlarıyla köleleştirmesi ve yağmalaması daha kapsamlı biçimlerde varlığını korumuştur.
Burjuva demokrasi de nihayetinde, siyasal zorun somut örgütlenme biçimlerinden biri olarak emekle sermayenin uzlaşmaz karşıtlığı koşullarında sınıflar üstü değil, tekelci burjuvazi ve onun işbirlikçileri için bir demokrasidir. Revizyonist blokun yıkılmasıyla, kapitalist dünya bütünlüğünün, ABD’nin önderliğinde sağlandığı ve Ekim Devrimi öncesi koşullarla paralel bir görüntüye kavuştuğu bu koşullarda; emperyalist baskı ve sömürü zincirinin “zayıf halka”larından kırılarak, insanlığın özgürlük ve sosyalizm yönünde ilerleyişinin önünü açmak, ülkemizin ve bütün dünya devrimcilerinin temel görevidir. Bu zincirin en zayıf ve kırılmaya en yakın adaylarından biri durumunda olan Kürdistan -ve Türkiye- devrimini YDD’ye entegrasyon yönünde tasfiye etmek “Demokrasi Çağı” türünden bayağılıklara sığdırılamayacak kadar büyüktür.
A. Öcalan’a göre, ABD, AB ve diğer emperyalist kapitalist ülkeler insan haklarına ve demokrasiye dayalı bir dünya yaratmaya soyunmuşlardır. Zaten SSCB’nin ve Doğu blokunun yıkılışı demokrasinin galebe çalması değil miydi? Batı ülkeleri de demokratik rejimlerle yönetilmiyor mu? Bütün diğer devletler de Öcalan’ın keşfettiği ancak henüz kimsenin ayak basmadığı “Postmodern” çağa zaten uyum sürecine girmiştir. O halde, dünyanın zalimleri, efendileri bir değişim geçirmiştir: “En büyük askeri güce sahip devletler, ilginçtir daha çok bu yeni çözüm yöntemini kendi ülke ve rejim çıkarlarına dayalı olarak geliştiriyorlar. ABD, AB başta olmak üzere insan hakları ve demokratik adımlarla kendi çıkarlarını da esas alarak dünyayı şekillendirmek istiyorlar” (13) diyor Öcalan. Emperyalizmi şirin gösteren, kapitalist- emperyalist dünyanın ekonomik, siya sal, askeri gerçeklerini tersyüz eden, ekonomik toplumsal gelişme ya salarım hiçe sayan bu teori, yalnızca uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını yadsımak için değil “etnik, dini, ulusal” bütün çelişkilerin YDD bünyesinde “uzlaşma” ve “barış” içinde çözüleceğini mutlaklaştırarak ulusal ve toplumsal devrimlerin geçersiz ve imkansız hale geldiklerini ispatlama gayretkeşliğinin ürünü olarak geliştirilmiştir. Öcalan savunmasında UKKTH’yı “geçersiz” ilan ederken, kendi çözümünü ortaya koyuyordu. Öcalan burjuva pasifistlerini, Proudhoncuları, Kautskyleri ve hatta İkinci Cumhuriyetçilerin de gerisine düşerek şunları söylüyor: “demokratik sistemler, ülkelerinin siyasal sınırları kadar devlet varlıklarıyla da fazla bağlantılı değildir ve uğraşmazlar. Asıl uğraşları, toplumsal gruplar, bireyler, onların çıkar ve özgürlük, eşitlik düzeyleriyle partileşme, iktidarla bağlantılanma, çıkma ve düşmenin kurum ve kurallarıyla bağlantılıdır. Ülke sınırları veridir. Onun içinde demokratik siyaset yapılacaktır. Zorlama, demokrasiyi zora sokar, devletin varlığıyla birliğiyle uğraşamaz” (14).
Anlaşılacağı gibi Öcalan, demokrasi mücadelesinin, yani demokratik istemler uğruna mücadelenin -ulusal istemler de dahil- ülkelerin (siz devletlerin diye okuyun) sınırlarına dokunmadan ve burjuva sınıfın devletini yıkmayı hedeflemeden, burjuva egemenlik ilişkilerine tabi olarak, izin verdiği ölçülerde yasal siyasal gruplar, partiler halinde örgütlenerek, parlamentarist bir çizgide, mevcut kurum ve kurallara bağlılık temelinde ve o devletin sınırlarını bu mücadelenin, meşru alanı kabul ederek hareket edilmesini ve asla zora baş vurulmaması gerektiğini savunuyor. Faşist rejimin siyasal temsilcilerinin, generallerinin, polis şeflerinin, holding sahiplerinin ve kiralık kalemlerinin koro halinde onyıllardır söyledikleri “devletin varlığıyla da birliğiyle de uğraşılmaz” argümanını diline pelesenk etmiş olan Öcalan, düzeni kutsamakta düzenin gerçek sahiplerinden hiç de geride kalmamaktadır.
Öcalan, bütün bu zırva ve gerici savunuları, Kürt devrimini baştan aşağı tasfiye etmek için ileri sürmüştür. Yine bunlarla, Kürt sorununun devrimci çözümünü reddettiği için, devrimi tasfiye etme yolunda, yürünecek çizgiyi döşüyor. O, böylece Kürt sorununu faşist rejimin (ki Öcalan Demokratik Cumhuriyet diyor) kurum ve kuralları çerçevesinde yasal- siyasal bir güç olarak örgütlenerek çözüleceğine, Kürt savaşçılarını ve Kürt halkını inandırmaya çalıştı. Yalnızca yirmili otuzlu yıllardaki Kürt ayaklanmalarını değil, PKK tarafın dan onbeş yıl boyunca yürütülen UKM’nin de büyük bir hata ve kayıp olduğunu söyleyerek, Kürt ulusunun geçmişte de, bugün de şunu yapması lazım geldiğini söylüyor ve dayatıyor; “yapılması gereken ve onun ortak vatan gerçeğini tartışmasız kavramak, kabul etmek, onun içinde Atatürk kişiliği de dahil toplumsal sorunların daha demokratik çözümünü TBMM’de tartışarak, gerektiğinde gruplaşarak asla geriye ve ayrılıkçılığa düşmeden gerektiğinde aynı cumhuriyet, Misak ı Milli esaslarına bağlı ama daha demokratikleştiren, çözümlerde bunu birçok toplumsal birime taşıran, gerek yeni parti ve ittifaklarını da deneyerek, birçok Avrupa devletinde yapıldığı gibi demokrasiyi yaygınlaştırarak cumhuriyet devrimciliğini demokratik devrimlerle ilerletmek demokratik cumhuriyete götürmekti. Doğrusu, ama halen başarılamayanı da budur”(15). Öcalan, emperyalist-kapitalist sistem içinde önemli bir yer tutan TC devletini demokratik cumhuriyet olarak nitelerken, PKK’yi ve Kürtleri, bu demokratik cumhuriyete entegrasyona razı ederek, Kürt sorununun bu temelde çözüleceğini iddia etse de, sömürgeci bir devlette ezilen ulusun özgürlüğü ne kadar ham hayal ise demokratik cumhuriyet de bir o kadar gerçekleşemeyecek bir şeydir.
Ulusal sorundaki reformist çözüm programı, ezen ulusun bütün ayrıcalıklarına son vermez, ezilen ulus üzerindeki faşist ve sömürgeci zorbalığın tüm çeşitlerini ortadan kaldırmaz. En nihayetinde kötülükleri azaltır, ama onları yok etmez, edemez. “Savaşların sona erdirilmesi, uluslararasında barış, yağmaya ve zora son verilmesi bütün bunlar bizim idealimiz ama bu ideal doğrudan ve ivedi bir devrim çağrısının eşliği olmazsa burjuva safsatacıların yığınları ayartmasına yarar... Böyle bir propaganda için ortam hazırdır. Böyle bir propaganda için; insanın gereksindiği tek şey, devrimci çalışmayı hem doğrudan doğruya (hatta ilgili makamlara bilgi aktarmaya varıncaya dek) hem dolaylı olarak önlemeye çalışan oportünistlerle, burjuvazinin dostlarıyla ilişkiyi kesmektir” (16).
Bugün, Öcalan’ın devrime sırt çevirmesi neticesinde ortaya sözde attığı çözüm önerileri bütün burjuva safsatacıları tarafından mal bulmuş mağrubi gibi sahiplenilmekte ve Kürt aldatmak için ağız birliği etmişçesine davranmaktadırlar. Lenin, şöyle diyordu: “... Ka- utsky temel sorundan, emperyalist burjuvazinin tartışmasına izin vermeyeceği temel sorundan yani ulusların ezilmesi üzerine temellendirilmiş devlet sınırları sorunundan kaçınıyor. Burjuvaziyi hoşnut edebilmek için en temel şeyi programından atıyor. Proletarya yasallığı çerçevesi içinde kaldığı ve devlet sınırları sorununda burjuvaziye ‘sessizce’ baş eğdiği sürece, burjuvazi her türlü ‘ulusal eşitlik’ ve dilerseniz ‘ulusal özerklik’ sözü vermeye hazırdır” (17). Kautsky, eski bir marksist olarak sosyalizme ve proletaryaya ihanet ederek burjuvazi için “anavatan savunuculuğu”na soyunmuştur. Günümüzde de bir dönem Kürdistan devrimini yöneten PKK önderi Öcalan, Kürdistan devrimine sırt çevirerek “ortak vatanda, ortak cumhuriyette demokratik birlik” savunusu temelinde, Türk hakim sınıflarına baş eğerek berbat bir reformculuğa saplanmıştır. Türk burjuvazisi, bırakalım ulusların kendi kaderini tayin istemini, federasyonu veya özerkliği, Kürtlerin varlığını dillendirenlere karşı bile, her türlü faşist yöntemi uygulamaktadır. “Silahlı mücadeleye son verdik, mevcut rejimin kurum ve kuralları çerçevesinde yasal bir siyasal güç olarak yerimizi almak istiyoruz” diyen PKK gerçeği karşısında da Kürt devrimini yenilgiye sokarak başaşağı çevirmenin verdiği rahatlıkla, bizzat Türkiye Başbakanı, Öcalan’ı siyasal bir ceset olarak değerlendiriyor ve yenildiniz, gelin hepiniz teslim olun ve bizden aman dileyin çağrısını yapıyor. Nerede ortak vatan, nerede ortak cumhuriyet, nerede demokratik birlik? Kürdistan’ın sömürge statüsüne ne oldu? Kürdistan ne zaman sömürge olmaktan kurtuldu? Türk burjuvazisi hangi zaman Kürtlerin ulusal haklarını tanımaya, Kürt ve Türk ulusları arasında eşitliği sağlamaya ve faşist sömürgeci zorbalığı sona erdirmeye yöneldi? Kürt olmak tek başına büyük bir suçken burjuva yasallığına sığınmak kurtuluş mu?
Öcalan savunmasında ve sonrasında hep Kürt sorununun barışçı çözümünden ve devletle barışmaktan söz etti. Ezilen, horlanan ve kirli savaşın esas yükünü omuzlayan Kürt halkı başta gelmek üzere, Kürt ve Türk halkları barışa, kardeşliğe, demokrasiye hava ve su kadar ihtiyaç duymaktadır. Barış talebi, bu nedenle emekçi yığınların yakıcı bir talebidir. Ancak, iki ulustan emekçilerin barış istemin den liberal reformcu emellerine varmak için yararlanmak isteyenler, halkı aldatmakta ve kötü bir oyun oynamaktadır. Çünkü laflarla ve vaatlerle gerçekleşemeyecek olan demokratik bir barış ortamı, Kürt ulusunun ayrılma özgürlüğü dahil bütün demokratik istemler, ancak, gerçek bir halk demokrasisinin ürünü olabilir. Kürt ulusu üzerindeki faşist sömürgeci boyunduruğu en iyi perdeleyen ve şirin gösteren; umutsuz bir barış çığırtkanlığından, aldatmacasından başka bir şey değildir. Lenin’in dediği gibi, “emperyalist sistemde yalnızca UKKTH değil, siyasal demokrasinin tüm istemleri ancak kısmen ‘gerçekleştirilebilir’ ve o da ancak çarpıtılmış bir biçimde ve istisnai durumlarda” (18).
Öcalan, Başkanlık Konseyi ’ne yazdığı 15 Kasım ‘99 tarihli mektupta “tavrımın uzlaşmacı olduğu açıktır ama unutmayın ki politikanın yüzde doksan dokuzu uzlaşmaya dayanır. Kendisi uzlaşma ihtiyacından doğar. Hele çağdaş demokratik politika uzlaşmanın ürünüdür” (19) diyerek, bir yandan, uzlaşmacılığı politik bir hat düzeyine çıkarırken, öte yandan, Türk hakim sınıflarıyla teslimiyet şeklinde ifadesini bulan uzlaşıcılığına karşı gelişen, gelişebilecek olan eleştirileri, güvensizlikleri bertaraf ederek, PKK’yi Türk sömürgecilerle kötü ünlü uzlaşmasına kurban etmek istiyor. Tabii ki ulusal ve toplumsal devrimler seyri içinde hiç uzlaşma olmayacak diye birşey söylemek saçma olur. Nasıl ki sınıf savaşımı içinde her türden uzlaşmayı reddetmek, sınıf savaşımının gelişmesini ve başarıya ulaşmasını engelliyorsa, uzlaşmacılığı politik bir hat düzeyine çıkarmak da sınıf işbirliğine ve devrime sırt çevirmeye götürür. İki tür uzlaşma vardır; nesnel koşulların zorunlu kıldığı ve devrimci özveriyi, savaşımı sürdürme iradesini hiçbir biçimde azaltmayan uzlaşmalar ve “ihanet uzlaşmaları”. Aralarındaki fark, yerle gök kadar büyük ve bir o kadar nettir. Politika da uzlaşmanın ürünü değildir. Politika “toplumsal sınıf, parti, grupların sınıfsal çıkar ve amaçlarının belirlendiği etkinliklerle devlet organlarının ya da tümden devletin toplumsal ve ekonomik yapısının yansıması olan etkinliklerdir. Politika ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir... politika kavramı hem amaç ve görevleri hem de araç ve yöntemleri kapsar. Amaç ve görevler toplumsal sınıfların, partilerin, grupların ulaşmak istedikleri yer, çözümlemek istedikleri şeylerdir; güç ve yöntemler ve ulaşılmak istenen yere varmada başvurulacak yollardır”. (20)
Demek ki, politika, uzlaşmanın ürünü değil, aksine farklı toplumsal sınıfların ve güçlerin varlığını ve bunlar arasındaki karşıtlığın ürünüdür. Ve sınıfların karşıt istemleri ve çıkarları ihtiyacına dayanır. Buradan görülmesi gerekli olan şey, farklı sınıfların, partilerin, grupların farklı amaçları, görevleri, çözmek istedikleri farklı sorunların varlığıdır. Ve onlar, bu amaçlarını elde etmek için yine amaçlarına bağlı araç ve yöntemleri kullanırlar. Birbirine karşıt güçlerin amaç birliği yoktur. Ve onlar, amaçlarına varmak için birbirleriyle kıyasıya bir mücadeleye tutuşurlar.
Sömürgeci devletle, sömürgeleştirilmiş ulus arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olduğundan, bunların amaçları ve çözüm yol ve yöntemleri de birbirine karşıttır. Ve birinin diğerini hedef almasını gerektirir. Politikanın uzlaşma ihtiyacına dayandığı fikri, sömürgeci burjuvaziye hoş görünme, yaltaklanma, saldırılar karşısında devrimci sağlamlılık gösterememe ve yığınları aldatma temelinde ortaya atılmıştır. Tutarlı devrimciler ve komünistler, Lenin’in şu belirlemesine hep bağlı kalmak durumundadırlar: “Tarihin her özel ya da özgül anında karşımıza çıkan pratik-siyasal sorunlarda, devrimci sınıf için uğursuz oportünizmi cisimleştiren, kabul edilmesi olanaksız, ihanet niteliğindeki uzlaşmaları ayırt etmek ve bütün güçleri bunların teşhir edilmesine, bu uzlaşmalara karşı mücadeleye yoğunlaştırmak önemlidir” (21)
Öcalan’ın “çağdaş demokratik politika” olarak ileri sürdüğü şey, sömürgeci TC devleti ve emperyalizm lehine uzlaşma üzerine kurulu Kürt sorununun “demokratik çözüm” programı ve stratejisinin öngördüğü politikadır. Kürt devrimini tasfiye edip Kürt ulusunu, Türk sömürgecilerinin insafına terk ettiği için sözünü ettiği uzlaşma, Kürdistan devrimine ve Kürt halkına ihanet niteliğindeki bir uzlaşmadır. Uzlaşmaları pratik siyasal sorunlar karşısında başvurulacak bir taktik manevra olarak değil de, temel bir taktik politika ya da strateji düzeyine çıkarmak, devrimci politikadan vazgeçmek ve burjuva politikaya saplanıp kalmaktır. “Sorun bu taktiği (uzlaşma taktiğini-SP) proletaryanın genel olarak bilincini, devrimci ruhunu, savaşma ve yenme yeteneğini düşürecek değil, yükseltecek biçimde uygulamayı bilmektir”.(22).
Öcalan’ın savunmasında ileri sürdüğü ve 7. Kongre’de PKK’nin yeni programı haline gelen, sömürgeci hakim sınıfların icazeti ile düzen içinde kendine yer açma politikası, ulusal devrimci savaşım içinde gelişmiş olan Kürt halkının ulusal bilincini dumura uğratmak ta, devrimci ruhunu köreltmekte, savaşma yeteneğini ve savaşçı gücünü ortadan kaldırmaktadır. PKK’nin içine girdiği, kendini ve Kürdistan devrimini tasfiye etme hattı, açıktır ki, uzlaşmanın ötesinde bir teslimiyete dayanıyor. Öcalan, teslimiyet çizgisini gerekçelendirip inandırıcı olmaya çalışırken, öyle düşünceler ileri sürüyor ki, YDD’nin değme savunucularını bile hayıflatacak cinsten. Öcalan, 25 Ekim ‘99 tarihli “İmralı Notları”nda şunları söylüyor: “Bu sistem harmanlanışı içinde yerini bulman gerekir. Sosyalizmi kurarsın, liberal demokrasiyi denersin, senin en temel meselen ulusal meseleyi çözersin. PKK’nin eski programı soğuk savaş döneminin programıdır. UKKTH eskisi gibi uygulanamaz, bloklar anlamında dünyada destek kalmadı. Artık Vietnam toplumsal kurtuluş hareketleri gerçekleşemez. Kaldı ki ABD ’nin farklı tarzları var. insan hakları ve demokratikleşmeyi öngören yaklaşımlar da var. Bunları görmemezlik edemeyiz. Demokrasi genişletilerek bu sorunun çözülmesi, kültürel haklar, kimlik sorunu bu çerçevede çözülebilir. Eski sistem yerine YDD var, ama ABD güçlü gibi görünüyor. Fakat Çin ve Avrupa da var. Sen bunu görmezden gelemezsin. Buna uygun çözüm getireceksin. PKK; programını aşıp yenileyecek, YDD gerçek değil mi? Marksistlerin bir görevi de somut durumun somut tahlilini yapmak değil midir? Biz ilk programımızda farklılıklarımızı yaratmayı hedefledik. Farkı yarattık. Kürt kimliği ortaya çıktı, kabul edildi. Ayrılıkçılık da ortadan kalkıyor. Zaten bunu dayatmanın da anlamı yok. Dünya çapındaki gelişmelerle bağlantılı olarak demokratik çözümde uzlaşma zemini yaratılmıştır. Bu, sosyalizmin demokratikleştirilmesidir. SSCB demokrasiyi geliştiremedi, ABD ve batı geliştirdi. Bundan onlar kârlı çıktı. ” (23)
Öcalan hiçbir tartışmaya mahal bıraktırmayacak tarzda, emperyalist kapitalist sistemin yapılandırılması içinde PKK’nin ve Kürtlerin yerini almasını savunuyor. O, geçmişten günümüze emperyalist kapitalist sistemde kendine yer bulamayan ve ulusal varlığı bile inkar edilen Kürt ulusunun, YDD içerisinde gecikmiş olan yerini almasını istiyor. Sanki, bugüne kadar, Kürt ulusunu paramparça eden, sömürgeleştiren, asimilasyona ve jenoside tabi tutan ve Kürt ulusunun varlığını bile tanımayan bu sistem değilmiş gibi. Öcalan için, sosyalizm mi olur, liberal demokrasi mi olur bunun hiçbir önemi yok. Burjuvazi demokrasisi üzerine taşıdığı umutlarını, beklentilerini dillendiriyor. Tabi Sosyalizm mi, kapitalizm mi sorusuna, açıktır ki kapitalizm cevabını vererek yerini ve safını belirliyor.
PKK’nin eski programının soğuk savaş döneminin programı olduğunu söylüyor. Bu konuyu ayrıca ele alacağız. Öcalan, “Soğuk Savaş” dönemi sona erdiğine ve bloklar arasındaki çelişkilerden kaynaklı dolaylı destek kalmadığına göre sanki ulusal devrimci hareketler emperyalist bir bloğa dayanarak gelişiyormuş iki kutupluluktan çok kutupluluğa geçen kapitalist dünyada tek çare bu sisteme karşı savaş değil, ona entegre olma ve onun bir parçası durumuna gelmedir, diyor. Zaten Vietnam tipi ulusal kurtuluş hareketleri gerçekleşemezmiş! Niçin? Çünkü emperyalist bloklaşma sona ermiş! Nasıl olur da ezilen sömürge uluslar özgürlüklerine kavuşur! Ne mümkün artık ezilen sömürge uluslar siyasal kaderlerini özgürce belirlemek yerine, kaderlerine boyun eğmek, emperyalistlerden ve ezen ulus burjuvazisinden aman dilemek ve kırıntılar talep etmek zorundadır!
Yine, Öcalan’a göre, dünyanın efendisi ABD’nin de farklı tarzları varmış! Ulusal sorun ve diğer sorunların çözümünde insan haklarını ve demokratikleştirmeyi temel alan yaklaşımları geliştirmiş ve dünyanın dört bir yanındaki ulusal sorunları bu yolla, yani Pax-american şemsiyesi altında çözmeye soyunmuş! Öcalan, “bunları görmemezlik edemeyiz” diyor. Dolayısıyla, Türk sömürgeci egemenliği ve emperyalist sistemi kabullenerek Kürt sorunu kültürel haklar ve kimlik sorunu çerçevesinde çözülebilir ve tek genel geçer çözüm budur! İki bloklu emperyalist sistem, yerini YDD’ye bıraktığına göre YDD’ye uygun çözüm getirmek tek yol olarak kalıyor(!). Öcalan, YDD gerçek değil mi diye soru soruyor ve yanıtlıyor; gerçek olduğuna göre marksistlerin görevi (Öcalan, devrimcilik dönemi sona erdi dese de, yurtsever taban üzerindeki sosyalizmin saygınlığını sömürmek için yeri geldi mi marksistliğe soyunmaktan da kaçınmıyor) “Somut durumun somut tahlilini yapmak”tır! Öcalan, diyalektik materyalizme dayanan marksist politikanın bu vazgeçilmez kuralını, egemen olan güçlere boyun eğmenin, onların egemenliğini kabullenmenin vesilesi yapıyor. Sosyalizmden kapitalizme geriye dönüşün teorisi yapılırken de emperyalizmin iktisadi, siyasi, ideolojik ve askeri kuşatma koşullarındaki “zorunluluk”lardan somut durumun somut tahlilinin gereklerinden söz edildi. Ne var ki, çok geçmeden görüldü ki, bütün bunlar içine girilen kapitalist yolun gizlenmesi içindi.
Bir marksist için, somut şartların somut tahlili, değişen koşullara uygun devrimci politika yapma ustalığıdır. Yoksa karşıdevrimin üstünlükleri ve devrimin karşılaştığı zorluklar karşısında, devrimden vazgeçme ve teslimiyeti vaaz etme ustalığı değildir. ABD, dünya ya egemen olduğuna ve bu sorunların insan haklarına ve demokratikleşmeye bağlı olarak çözme yönelimi içinde bulunduğuna göre, PKK, eski devrimci programını aşıp yenilemek durumunda; Öcalan böyle diyor. Ona göre eski devrimci programıyla PKK, devrimi değil farklılıkları yaratmayı hedeflemiş ve farkı yaratmış, bu sayede Kürt kimliği de ortaya çıkmış ve kabul görmüştür. Ayrılıkçılık da, gerek dünyada gerekse de Türkiye’de ortadan kalkıyor olduğuna göre, Kürt halkının ulusal özgürlük talebinde diretmesinin anlamı da yok! Nasıl olsa ABD’nin önderliğinde dünya çapında demokratik çözümde uzlaşmak, sosyalizmin de demokratikleştirilmesiymiş. Öcalan, emperyalist merkezlerin dahi herdaim söylemeye cüret edemedikleri bir burjuva propagandayı tekrar ediyor. SSCB demokrasiyi geliştiremedi. ABD ve Batı geliştirdi. Tabii kim demokrasiyi geliştirmişse onun yanında saf tutmak gerekir! Bu durumda, Öcalan’a göre, sorunların çözümünde insan hakları ve demokratikleşmeyi benimseyen Türk sömürgecilerine ve emperyalist haydutlara karşı savaşmanın gereği de ortadan kalkmış oluyor. Öcalan buyuruyor ki, “aşırı ideolojik yaklaşımdan kasıt siyasal yaklaşım, bu dönemin demokratik çözüm zorunluluğuna da terstir ” (24). Aşırı ideolojik yaklaşımdan kasıt açıktır ki, devrimci ve sosyalist dünya görüşüne ve devrimci değerlere sımsıkı bağlılıktır. Öcalan, bunlara sımsıkı bağlı kalmanın demokratik çözüm adını koyduğu YDD hattında devrimi tasfiye etme “zorunluluğu”na ters düştüğünü; yine “katı siyasal yaklaşım”ların da, yani kararlı ve uzlaşmaz bir siyasi tavrın da, “demokratik çözüm” üzerine sömürgecilerle girilmesi “zorunlu” bulunan uzlaşmalara aykırı olduğunu ifadelendiriyor.
PKK Genel Başkanı A. Öcalan, “20, yüzyılın başından beri, özellikle 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı ’ndan sonra silahlı mücadeleye dayanan etnik, dini, ulusal vb. çatışmalar, yerini demokratik uzlaşma ve bu temelde barış içinde çözümleme sürecine bırakıyor” (25) tespitinde bulunuyor. Anlaşılan odur ki, Öcalan, farklı bir dünyada yaşıyor. Yoksa 20. yüzyılın yaşanan gerçeklerini bu kadar tersyüz etmeye kimse cesaret edemez. 19. yüzyılın ortalarından itibaren yükselişe geçen ulusal hareketler, emperyalizm dönemine girilmesiyle beraber dünyanın her tarafından patlak vermeye başlamıştır. Emperyalizm çağına girilmesiyle birlikte dünya üzerinde emperyalistler tarafından paylaşılmamış bir karış toprak kalmamıştır. Egemen ulus olarak örgütlenmiş bir avuç ulus dışındaki ulusların kendi devletlerini kurma özgürlüğü elinden alınmış olarak, sömürgeci boyunduruk altında yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Dünyayı yeniden paylaşmak için girişilen Birinci Paylaşım Savaşı, bu kölece boyunduruğu ağırlaştırmış ve emperyalist yayılmacı orduların ayak basmadığı topraklar hemen hemen kalmamıştır. Rusya, Hindistan, Osmalı İmparatorluğu, Latin Amerika, Afrika, Çin, Ortadoğu, Uzak Asya ve diğer ülkelerdeki onlarca ulus sömürgeci tahakküm altında tutulmaktaydı. Geriye kalanlar da Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında tahakküm altına alınmışlardı. 'Aanlı Ekim Devrimi’nin kurtarıcı yol göstericiliğiyle ezilen uluslar yeniden yaşama dönüyor ve özgürlükleri için kavgaya tutuşuyorlardı. 20. yüzyılın başından itibaren kendi ulusal devletlerini kurma başarısı gösteren uluslar, kölelik zincirlerini elverişli uluslararası koşulların yardımıyla kırdılar. Ekim Devrimi, aynı zamanda ezilen ve sömürge ulusların kurtuluş meşalesi oldu. Ekim Devrimi’nden sonra dünyadaki ulusal kurtuluş savaşlarının yüzü sosyalist SB’ye dönük oldu. Sosyalist SB, mazlum ulusların en yakın müttefiği ve esin kaynağıydı.
Emperyalist paylaşım savaşları, emperyalistlerin bir kez daha dünyayı aralarında bölüşmek için giriştikleri sömürge fetihleridir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde de onlarca ulusun yaşadığı topraklar, emperyalist devletler tarafından ilhak edilmiş, ancak Stalin’in yol göstericiliğinde SSCB’nin tarih yaratan antifaşist, antiemperyalist direnişi önderliğinde ezilen, ilhak edilen çeşitli uluslar, ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarıyla emperyalist kölelik zincirlerini paramparça etmiş ve özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Bu dönemde de ulusal, etnik sorunlar Öcalan’ın çarpıttığı gibi, demokratik uzlaşma ve barış temelinde çözülmemiştir. Ezilen uluslar ve halklar, kendi kaderlerini emperyalizme ve sömürgeci egemenliğe karşı giriştikleri ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları yoluyla tayin etmişlerdir. Geri kalan onlarca ezilen, bağımlı ve sömürge ulusun özgürlük istemi de sönümlenmemiştir. Aksine, özellikle ‘60 ve ‘80 arası dönemde ulusal kurtuluş savaşları bir kez daha patlak vermiştir. Mazlum uluslar, Öcalan’ın iddia ettiği gibi kurtlar sofrasında yem olmayı veya kırıntı kapmayı kabullenmemiş, ulusal kurtuluşları için savaşıma atılmışlardır.
Öcalan, gerek savunmasında, gerekse de PKK’ye dönük yazdığı mektuplarda, onları koşulsuz bir teslimiyete ikna etmek için, YDD politikalarına ve Pax- americana stratejisine dört elle sarılmakta ve bu doğrultuda atılan adımları, Kürt sorununun çözümünde örnek model göstermektedir. Bunu yaparken de yine tarih çarpıtıcılığını elden bırakmamaktadır.
Öcalan, PKK Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği 1 Ağustos ‘99 tarihli mektubunda şunları söylüyor: “Yüzyılın savaşları kendi doğasına uygun barışını arıyor. ” Bu da daha çok demokratik çözüm, ekonomik kalkınmaya dayalı istikrarlı barış ortamını amaçlıyor. Buna göre yoğun görüşme, diyalog ve ittifaklar ortaya çıkıyor. En son örneği, Balkanlar’da demokratik istikrar ve reform amaçlayan zirve ve ortaya çıkan ittifak arayışıdır. Tarihi Israil-Arap çatışması da aynı temelde, bölgede demokrasiyi ve ekonomik gelişmeyi zorlayacak bir büyük uzlaşma sürecine girmiştir. Yine İsrail hükümeti ile Suriye ’nin öncülük edeceği süreç çok önemli gelişmeleri, eğer başarılı olursa beraberinde getirecektir. Suriye’nin daha şimdiden yakın ilişki içinde olduğu birçok gruba silahlı mücadeleye son verme, bunun yerine sosyal-siyasal bir çerçeveye kendilerinin oturtma çağrısı önemlidir. İspanya ’da ETA silahlı mücadeleye son vermekle birlikte yeni bir görüşme sürecine epey hazırlanmış durumdadır. İrlanda bu süreci yaşıyor. Kolombiya çatışmalı da olsa diyalog sürecine girmiştir. Afganistan benzer bir durumu yaşıyor. Buna benzer birçok sorun benzer yöntemlerle çözüm bulmaya çalışıyor. Üzerinde yoğun durabilir ve şüphesiz önümüzü aydınlatabilecek sonuçlar çıkarabilirsiniz. Ama, dünya çapında genel eğilimin bu olduğu ve klasik askeri güce dayalı mutlak zafer arama yolunun geçersizliği ortadadır. En büyük askeri güce sahip devletler, ilginçtir daha çok bu yeni çözüm yöntemini kendi ülkeleri için çıkarlarına dayalı olarak geliştiriyorlar. ” (26)
Bilindiği gibi, 20. yüzyıl başta büyük Ekim Devrimi gelmek üzere Çin, Vietnam, Kore, Bulgaristan, Arnavutluk, Küba, Nikaragua, Cezayir gibi ülkeler bir dizi toplumsal ve ulusal devrime tanıklık etti. 20. yüzyılın başından ikinci yarısının ortalarına kadar geçen süreçte ezilen, bağımlı ve sömürge uluslar giriştikleri savaşlar yoluyla kendi kaderlerini tayin ettiler. Bugün yeryüzünde sömürge statüsünden kurtulamamış az sayıda ulus kalmıştır. 21. yüzyıla taşınan ulusal sorunlar ve ulusal savaşlar, uzun bir tarihi geçmişi olan savaşlardır. Kürdistan, Filistin, İrlanda, Bask, Doğu Timor bunların başta gelenleridir. Her birinin savaşı on yıllara, yüzyıllara dayanmaktadır. Bu savaşlar, dün de dünya devriminin önemli bir parçası ve bileşeniydiler, bugün de.
Öcalan, ilerici, devrimci ulusal savaşlarla, gerici nitelik taşıyan ulusal savaşları aynılaştırarak ele alıyor ki, bu devrimci bakış açısı yoksunluğunun ve aralarındaki farklılıkları yok sayarak hepsinin bir ve aynı gösterme çabasının sonucudur. Ona göre, sorunlu bölgelerde emperyalistler istikrarlı bir barış getirmek istedikleri için yoğun görüşme, diyalog ve ittifak ortaya çıkıyor. Bunun en son örneği de Balkanlar’da demokratik istikrarı ve refahı amaçlayan zirvelermiş. Balkanlar’ın gerçeğini bu denli kafa üstü oturtmak bir şeyi değiştirir mi? Emperyalistler önce Yugoslavya’yı parçaladılar ve kendilerine birer arka bahçe yaratmak istediler. Ardından Bosna Hersek’te Sırp saldırganlığını kışkırttılar. Bosna Hersek’te uzun süren bir savaş döneminin ardından ABD; Sırp, Hırvat ve Boşnak temsilcilerini bir odaya hapsederek kendi koşullarını kabullendirdi ve anlaşmalar yaptırdı. Ama henüz Balkanlar’ın paylaşımı tamamlanmamıştı. Bu kez de on yıllardır Sırp vahşeti altında yaşayan ama düne kadar sesini duyuramayan Kosova, emperyalistlerin “barış” heveslerini kışkırttı. Yugoslavya dize gelmeliydi ve ABD jeostratejik ve jeopolitik önemi büyük olan bu bölgeye askeri gücünü yerleştirerek Balkanlar ve Avrupa üzerindeki baskısını ve denetimini artırmalıydı. Haftalarca süren bir savaşın ardından Yugoslavya, ABD’nin saldırganlığına boyun eğmek zorunda kaldı. Daha ABD bombalarının yakıp yıktığı Yugoslavya gerçeği orta yerde dururken, ABD ve AB’nin Balkanlar’a istikrarlı bir barış ortamı götürmek istediğinden bahsetmek, kapitalizmin ve YDD saldırılarını onaylamaktır.
Öcalan, tarihi İsrail Arap çatışmasının da büyük uzlaşma sürecine girdiğini söylüyor. Suriye’nin birçok gruba silahlı savaşıma son verme çağrısı yapmasına alkış tutuyor. Arap İsrail çatışmasının merkezinde Filistin sorunu durmaktadır. Golan tepelerinin işgali, Güney Lübnan’da kendine bağlı bir tampon bölgenin oluşturulması bunun bir sonucudur. Filistin sorunu, İsrail devleti içinde sınırlı özerk bir bölgenin oluşturulmasıyla çözülmediğine göre, Filistin’in kurtuluşu sorunu Arafat’ın ve Arap devletlerinin tarihi ihanetine rağmen gündemdeki yerini koruyor. Arafat ve her biri Amerika’nın uydusu ve kuklası olan Arap devletleri, Pax-americana’nın başarısı, yani Ortadoğu’daki ABD egemenliğinin kusursuz tesisi için uşaklık yarışına girmişlerdir. ABD ve İsrail elbette, merkezinde Filistin davasının durduğu Arap yurtseverliğini, kendilerine yönelmiş büyük bir tehdit olarak görmektedir. Filistin devriminin sönümlenmesi, İsrail siyonizminin yaşamsal çıkarınadır. İsrail- Suriye görüşmeleri, Suriye’nin ABD’nin dolaysız kontrolüne girmesi ve İsrail’in kendini sınırlayan, baskılayan sorunlardan kurtulmuş olarak sınırsız saldırgan bir bölgesel güç durumuna gelmesi için zorunlu olarak görülüyor. ABD, Ortadoğu’yu dikensiz bir gül bahçesi haline getirmek için çalışıyor. Suriye’nin çeşitli gruplara silahlı mücadeleye son verme çağrısı yapması da, ABD’nin, İsrail siyonizmi ve Türkiye’nin baskılarına, zorlamalarına ve tehditlerine boyun eğmesinin bir sonucudur. Yoksa Ortadoğu halkları, ekonomik refah ve demokrasiye kavuşacağından değil. Ortadoğu’nun sultanlarını, krallarını, şahlarını, petrol milyarderlerini ve mollalarını ayakta tutan, koruyan ve yaşatan ABD ve diğer emperyalistler değil mi? Dinci, feodal ve monarşik bu yapılara dayanan ABD emperyalizmi ne zamandan beri demokrasi ihraç etmeye başladı? Silah, sermaye ve meta ihracı yaptığını biliyoruz da refah ve özgürlük için fedakarlığa soyunduğundan bihaberiz!
İspanya’da, BASK bölgesinin özgürlüğü için yıllardır savaşan ETA’nın, reformcu bir temelde geride kalan süreçte ateşkes ilan etmesi ve barış istemini dillendirmesi, Öcalan’ın iştahını kabartmış ve denize düşenin yılana sarılması gibi, kendi burjuva reformcu çizgisine haklılık kazandırmak için bir kanıt olarak ileri sürmüştür. ETA’nın kısa bir süre önce yeniden silahlı mücadeleyi başlatmış olması ise Öcalan’ın beklentilerine aykırıdır. Tutunduğu bu dal şimdilik elinde kalmıştır. İspanyol sömürgecileri, BASK ve Katalan halkları üzerindeki sömürgeci tekelinden kendi rızasıyla tabii ki vazgeçmeyeceklerdir. İspanya, bu ülkedeki azınlıklara kısmi ulusal haklar ver menin ötesinde bir adım atmazken, Türkiye gibi on yıllardır askeri vesayet altındaki faşist bir rejimle yönetilen bir sömürgeci devletin demokratikleşeceğini hayal etmek kendini, Kürt halkı ve devrimcilerini kandırmaktır.
Öcalan İrlanda’nın da bu süreci yaşadığını belirterek, kendisine referans alıyor. İrlanda’nın reformcu çözüme yatırılması, İngiliz sömürgeciliğinin İrlanda’dan elini çektiği anlamına gelmiyor. İrlanda, yine ekonomik ve siyasi olarak İngiliz emperyalizminin egemenliğinde kalmaya devam ediyor. Filistin ve İrlanda ulusal kurtuluş mücadelesinin bu reformcu yola girmesi, bu iki ülkedeki halkların tercihi değildir. Bu çözüm, ulusal hareketlere önderlik eden küçük burjuva ve burjuva önderliklerin sınıf niteliklerinden ileri gelmektedir.
Kolombiya’da süren devrimci silahlı savaşım devrimci iktidara çok yakınlaşmıştır. ABD emperyalizmi, bu arka bahçesinde yeni bir devrimin ayak seslerini işitiyor. O nedenle kirli savaş yöntemleriyle Kolombiya devrimci silahlı güçlerini elimine etmeye çalışıyor. Öte yandan, devrim tehdidini önlemek için devrimci güçlere düzen içinde kanal açarak ve reformcu dönüşüme uğratarak sistemi tehdit eden bir güç değil, sistemin uzantısı bir güç yapmak istiyor. Öcalan’ın Kolombiya’da süren görüşmelerden medet umması acınası bir durumdur. Kolombiya’daki silahlı devrimci savaşım, bütün Güney ve Orta Amerika halklarına ve ezilen diğer halklara güven, cesaret ve mücadele ruhu taşırken, burjuvaziye ise korku salıyor. Devrimin kalelerinin bir bir düşmesi, düşürülmesi işçi sınıfı, ezilen halklar ve onların devrimci öncüleri üzerindeki baskının, zorbalığın ve sömürünün kontrolsüz ve sınırsız bir tarzda hüküm sürmesine dönüşecektir.
Afganistan gibi gerici temeldeki iç çatışmaların yaşandığı bir ülkede bile, tarafların uzlaşma görüşmeleri yapmasını, getirip Kürdistan devriminin teslimiyetine dayanak yapmak, Öcalan’ın YDD’nin çizgisine ne kadar kendisini ve PKK’yi yatırdığını gösterir. Hepsi bu.
Öcalan, her şeyden önce kemalist cumhuriyete ve Misak- ı Milli’ye dair PKK’nin geçmişte yaptığı ve ulusal mücadelede devrimci çıkış noktalarını oluşturan değerlendirmeleri reddetmiştir. PKK, 1982’de kitaplaştırılan “Kürdistan’da Zorun Rolü” adlı broşürde kemalizme ve cumhuriyete ilişkin başlıca şu saptamalarda bulunmuştu “kemalizm, doğuşuyla, ‘UKKTH’ye karşı doğmuş, ulusal baskıcı şoven, katliamcı ve sömürgeci bir karaktere sahip olmuştur”'(27). “En önce siyasi ve askeri zor olarak örgütlenen Türk burjuvazisinin Kürdistan ’a, yansıması tümüyle gerici, ulusal baskıcı ve giderek sömürgeci bir zordur. Her dönem de bu böyle olduğu gibi, özellikle kemalist diktatörlük döneminde Türk burjuvazisi Kürdistan ’da yalnızca ve en açık biçimde asker ve jandarma demektir; her cinsiyetten ve her yaştan insana karşı yöneltilmiş açık, vahşi ve barbarca bir saldırı, kan, katliam, imha, sürgün ve işkence demektir. ” (28) PKK tüm bu gerçekleri alt üst ederek, bugün TC devletiyle birliğin, bütünleşmenin teorisini, programını, stratejisini, örgütlenme hattını çıkarmaktadır. ^öyle diyor Öcalan: “cumhuriyetin zaferini iki halk için tarihi ortak bir vatan ve devlet olarak değerlendirmek en doğru yaklaşımdır. ” (29)
Dikkat edilirse PKK, geçmişte yurtsever devrimci bir parti olarak, Türk burjuva devleti ile Kürt ulusunun tarihsel ilişkisini Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi, Kürt ulusunun bu sömürgeci boyunduruktan kurtulması sorunu üzerinden ele alıp çözümlerken, bir milat gibi İmralı’dan bu yana ise, Öcalan, Kültlerin nasıl da kemalist cumhuriyetin ve TC devletinin kurucu bir üyesi ve kopmaz bir parçası olduğunu gösterme çabası ve tutumu içerisine girmiştir. Ama aynı Öcalan, önceden yazdığı fakat yakalandıktan bir ay sonra yayınlanan Özgür Halk’taki bir yazısında şunları şöylüyordu. “... Hitler’in M. Kemal için ‘benim öğretmenimdir’ değerlendirmesini yapması dikkat çekicidir. Kemalizmi tarihte ilk defa bu katliamla (V2ey Said-SP) anladık...Enver-Cemal-Talat üçlüsü, zaten Ermeni katliamını tamamlamıştır. Ama Kürt katliamı söz konusu olduğunda esas başlatıcısı M. Kemal’dir, ideolojisi de kemalizmdir. Demek ki kemalizmin birinci ayağı... Kürt katliamı oluyor... isyanın fiziki olarak imhası yetmiyormuş gibi; bunun altında kemalizm, çok değişik bir kültürel katliam ile birlikte kendi katilini sindirme gibi en tehlikeli oluşumlardan birini ortaya çıkardı. ” (30)
Öcalan, savunmasında Kürtlerin katili Atatürk’e ve kemalist diktatörlüğe büyük methiyeler dizmekte ve Kürt ulusunun tarihsel belleğini ucuz yollu söylemlerle silmek istemektedir. Öcalan’ın savunmasında bu konularda özetle şunlar söyleniyor. Atatürk; “Kürt ve benzeri sorunların, ancak demokratik tarzın oturtulmasıyla çözüleceğini açıkça dile getirmektedir. Bir nevi yerel otonomi, bölgelerin durumu, sınırlarla oynamanın işin içinden çıkılmazlığa yol açacağı, dolayısıyla bu sakıncalı yöntemler yerine aslında bugün dünya çapında tüm demokratik sistemlerde uygulanan bir yolu Mustafa Kemal’i önermekle bu sorunda da en doğruyu söylemekte” (31). Dün Kürtlerin en büyük katili ve düşmanı gördüğü nitelediği Atatürk’e bugün hayranlık göstermesi, Öcalan’ın geldiği noktadaki durumunu değerlendirmek bakımından önemlidir. Öcalan, ayrı bir devlet, özerk, federasyon gibi çözümlerin Kürtlerin durumuna uymadığını, Kürtlerin Atatürk cumhuriyetinde birey yurttaşlar olarak yaşamalarının en doğrusu olduğunu ve Atatürk’ün en doğruyu söylediğine ve yaptığına inandığını belirtiyor. Atatürk’ün, Kürtler için çizdiği yolda ilerlemek arzusunda ve kararlılığında olan Öcalan, M. Kemal’in “sorunların demokratik çözüm tarzını” yegane çözüm yolu ilan ediyor.
“1925 isyanında Şeyh Said isyanı-SP) M. Kemal Atatürk, objektif olarak, hepsinin birleşik ve ortak hedefli güç olarak değerlendirecek ve kararlıca tasfiye etmekten geri kalmayacaktır” (32) diyen Öcalan, Kemalistler tarafından gerçekleştirilen Kürt katliamlarına Mustafa Kemal’in şahsında arka çıkmaktadır. Öcalan yakalanmadan önce, Atatürk ve Kemalistleri çözümlerken en belirgin özelliklerinden birinin “kendi katilini sevme teorisi”ni yaratmaları biçiminde ifade ediyordu. Ne yazık ki, tarih bugün bir kez daha bu görüşü doğrulamakta. Öcalan o yazısında kalın harflerle vurguladığı “Kemalizm, haini bile potansiyel tehlike olarak gör”üyor tezi, bir kez daha farklı biçimde de olsa yaşam buluyor. Öcalan’a göre, Atatürk, ^eyh Said isyanını ve diğer bütün muhalif odakları cumhuriyet karşıtı güçler ve emperyalistlerin bir oyunu gördüğünden kararlıca tasfiye etmekten geri kalmamış ve ortak vatanı, ortak cumhuriyeti ve devleti yaşatmaktaki başarısı da buna bağlıymış. Resmi tarih, TKP revizyonistleri ve katıksız Türk şovenizmi siyasetçileri ve ideologları da, Kürt isyanlarını “körpe cumhuriyete karşı” gerici ya da “emperyalistlerin kışkırtması” hareketleri olarak değerlendiriyor; ve bastırılmasını öngörüyorlardı. Atatürk “... Gerek Türk gerek Kürt toplumu içerisinde ortaya çıkan ayaklanmaları tasfiye ederken demokrasiye karşıtlıktan ziyade cumhuriyete karşıtlık endişesi hakim basar... Cumhuriyetin kuruluş ve korunmasının, başlı başına büyük tarihi adım olduğu yaşama gerçeğinden de bellidir” (33). Öcalan, Atatürk’ün bütün Kürt ayaklanmalarını bastırırken, cumhuriyeti kurma ve koruma endişesinin ağır bastığını söylerken, Mustafa Kemal’in ne kadar haklı ve doğru bir şey yaptığını anlatmaya çalışıyor. Ama adama sormazlar mı ki, bu cumhuriyet Kürtleri katlediyor, işçileri ve köylüleri katlediyor, komünistleri katlediyor, peki bu kimin cumhuriye ti? Ya da cumhuriyet kimin için vardır?
Öcalan savunmasında, “Türkiye’yi Misak-1 Milli... Tamamı uygulanamasa da mevcut sınırlar yeminli vatan parçasıdır. Belgelidir, inkara gelmez... Ayrılmış bir Kürdistan bitmiş veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerinin malikânesi olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan ’dır. Ayrılmış bir Kürdistan halkın değil, yabancı ve işbirlikçilerinin olabilir ki bu da, ağırlıklı olarak hayaldir, ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır. Tarih bu tür oyunların isyanlarda nasıl oynandığını, asıl felaketlerin halkın yaşadığını çok iyi ortaya koymaktadır. Kendi isyanımızda da bunu gördük”(34) belirlemesinde bulunuyor. Öcalan’ın sıkıntısı nedir, ayrı bir konu. Fakat, 1920’lerde Misak-ı Milli’nin ortak vatan olduğunu söylemesi ve bunun Kürtler ve Türkler için bir yemin kabul edildiğini ortaya atması, geçmiş bir tarafa, bugün Kürtlerin geri duygularına bir seslenmedir ve onlardan “yemin”lerine sadık kalmalarını istiyor. O zamanki TBMM’de yapılan oylamada bazı Kürt milletvekillerinin yemin ederek Misak- ı Milli’yi kabul etmesi, Öcalan’a göre Kürt ulusunu bağlamaktadır. Ve mevcut sınırlar artık yeminli bir vatan parçasıdır. Ondan ayrılmak, ayrı bir devlet kurmak ya da sınırlarla oynamak bu yeminli ortak vatana ihanettir. Asla bu “yemin”e sadakatsizlik göstermeyin diyor Öcalan. Öyle bir tablo çiziyor ki, ayrılmış bir Kürdistan ya bitmiş ya da bir yabancı gücün kuklası ve işbirlikçilerinin çiftliği olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan’mış. Ve ayrılmış bir Kürdistan Kürt ulusunun değil, yabancıların ve onların işbirlikçilerinin olurmuş! Kaldı ki Öcalan’a göre, büyük ölçüde bu da hayaldir. Yine Öcalan’a göre, olacak olan tek şey, yabancı güçlerin bir oyunu olarak ayrılık yanlısı isyanların tekrarıdır ki, Kürt isyanlarının tarihi bu oyunların tarihiymiş ve bu felaketlerinin yükünü de Kürt halkı omuzlamış! Öcalan, geçmiş Kürt isyanlarını ve PKK önderliğindeki Kürdistan devriminin resmini bize böyle çiziyor. “Kendi isyanımızda da bunu gördük” diyecek kadar Kürdistan devriminin bağımsız devrimci çizgisine, kazanımlarına saldırıyor ve onun bir üst tabaka devrimi olarak değil, bir halk devrimi olarak geliştiğini karartmaya, gizlemeye çabalıyor. Ancak Öcalan’ın yanıldığı bir husus var. Kürt halkı tarihiyle bir buluşmayı, bir hesaplaşmayı yaşamıştır. Beynindeki karakolları yıkmış, yurtseverlik bilinci yer etmiştir. Hiç kimse bunu görmezlikten gelemez.
35-40 milyonluk bir nüfusa, geniş bir coğrafyaya ve zengin tarihsel bir geçmişe sahip Kürt ulusunun ayrı devlet olarak örgütlenme yeteneğini gösteremeyeceğini düşünmek, Kürt ulusunun ve Kürdistan’ı kurtlar sofrasında ilelebet sömürülecek ve kölece hizmet edecek bir güç ve bir coğrafya olarak algılamanın bir ürünüdür. Kürt ulusunun bu denli aşağılanması, küçümsenmesi ve sömürgeci köleliğe mahkûm görülmesi, sömürgeci ulusun hakim sınıfına ve şovenlerine boyun eğmenin bir göstergesidir. Kendileri boyun eğerler, Kürt halkından da aynı şeyi istiyorlar ki, rolünü oynayıp sömürgeci sistem içerisinde kendilerine bir yer açabilsinler.
Öcalan, Kürt isyanlarını bastırdığı için, Kürtlerin Atatürk’e minnettar olduğunu dahi söyleyebiliyor: “Kürt ve Türkler’in o dönemde (1920 ’ler-SP) ayrılmaları ya yutulmaları ya ufak azınlıklar haline kalmaları demektir. Ortak hareket ve bunda Atatürk ’ün kurucu rolü bugünkü vatanın gerçekleşmesinin esas nedenidir buna hep minnettarız. Bunu tartışmak bile tarihe saygısızlıktır. Kendini tanımamaktır” (35). Atatürk’e ve kemalist cumhuriyete minnet borcunu ödemeye ve saygı göstermeye devam eden Öcalan’ın kendini nasıl şimdi tanınmaz hale soktuğunu belirtmeden de geçemeyeceğiz. Atatürk’ün bütün muhalif ve rejim karşıtı odakları tasfiye etmekle yaman tarihi bir görev yerine getirdiğine inandığından olacak ki, bugünkü “ortak vatan”ın ve devletin kurucusu olarak oynadığı rolü tartışılmaz görüyor. İşin bir diğer çarpıcı yanı ise, A. Öcalan’ın İtalya’ya gidişi sürecinde partileşme ve ordulaşmadan sonra “Avrupa’ya çıkmakla devletleşeceğiz” iddiası üzerinden iki ay geçmeden “devletleşme”nin yerini “ortak devlet”in ya da “devletimiz”in eğilimindeki derinleşmeyle de açıklamak zordur. Burada II. Enternasyonal oportünistlerinin emperyalist ve gerici savaş karşısındaki, savaşın zihinlerde yaratmış olduğu korku, esaret ve nedameti görmek mümkündür.
Tabii bu arada Öcalan yeni tabular yaratmış durumda; Atatürk kişiliği ve Atatürk’ün rolü, ortak vatan ve devlet gerçeği, Kürt isyanlarını cumhuriyet karşıtlığı, Kürt ulusunu asla ayrı bir devlet olarak örgütlenemeyeceği, silahlı devrim döneminin tarihi olarak sona erdiği, UKKTH’nin geçersiz olduğu, YDD’nin bir gerçek olduğu ve herkesin kendisini buna uydurması gerektiği, emperyalistlerin her yere insan haklarını ve demokrasi ihraç ettiği, dünyadaki bütün sorunların devrimin diliyle değil, evrimin diliyle çözülmeye başladığı vb. savunular birer Öcalan mabedi olarak tapılacak cinsten eserler olarak yükseliyor.
15 Kasım ‘99 tarihinde Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği mektupta en iyi ifadesini bulan öncelikli iki temel sorunda, Öcalan, PKK’yi değiştirmeye yönelmiştir. Öcalan yazdığı mektupta bunu şöyle dile getiriyor; “Çok özce belirteyim, çözeceğiniz en temel iki sorun, program ve eylem, savaş yapısına ilişkindir. ” (36) Öcalan, bu iki sorunda PKK’de gerekli değişimi sağladığı zaman, onu burjuva reformist çizgisine getireceğinden kuşku duymuyor. Savunmasında sömürgeci Türk devletini, Kürt işbirlikçilerini ve emperyalizmi yargılayacağına, Kürt ulusal hareketini yargılamayı ve mahkûm etmeyi esas görev alan Öcalan, söz konusu olan PKK olunca, eski devrimci programının aşılmasına öncelik veriyordu. Tabii ki Öcalan bunları ele alırken bu durumu belli anlayışlar üzerine inşa etme gereğini de unutmuyor. O şöyle demektedir: “partiler bir araçtır. Dönemlere göre dönüşmezlerse, tıkanma nedeni kadar, aşılmaktan, yenilmekten de kurtulamazlar. Kısır bir tekrar, ne kadar kahramanca da olsa özgürlük idealine fazla katkı sağlamaz”(37). Öcalan’a göre, devrimler dönemi sona erdiğine göre, partiler de birer araç olduğuna göre, bir parti olarak PKK de devrimler döneminin kapandığı bu yeni “çağ”da sürece uygun dönüşmelidir, zaten tıkanmıştır. Bu tıkanıklığı “yeni çağa” uygun tarzda kendini dönüştürerek aşmaz ise kendisi aşılacaktır ve yenilgisi kaçınılmaz olacaktır. Öcalan’a göre, PKK’nin önünde “yeni dönem”e uygun dönüşümden başka çıkış yolu yoktur. O halde PKK reformist bir parti haline gelmeye zorunludur! Bunun için eski devrimci programın aşılması ve yeni bir programın oluşturulması gerekmektedir. Sömürgeci rejime güven vermek için de buna ihtiyaç vardır. Öcalan PKK’ye seslenerek ilk elden programın değiştirilmesi gereğini vurguluyor: “...fakat, gerek PKK programının ‘70 ’ler döneminin dar, ağır ideolojik yaklaşımlı ve politik yapısını, ‘90 ’lar dünyasında ve Türkiyesi ’nde aşılma gereğini ortaya koyuyor. Büyük bir deneyimin arkasında, ilke ve programın gözden geçirilmesini ve güncelleştirme ihtiyacını vurguluyor”(38). PKK Genel Başkanı PKK programının eskidiğini söylerken, ilk önce UKKTH ilkesinin bilimsel teknik gelişmeler sonucu geçersiz hale gelmesinden hareket ediyor. UKKTH ilkesi geçersiz olduğuna göre, PKK, UKKHT ilkesine dayalı programını değiştirerek Misak- ı Milli sınırları içerisinde “demokratik çözüm tarzı”nı esas almalıdır. Zaten Öcalan’a göre “PKK’nin eski ulusal devrimci programı iki kutuplu dünyanın ağır ideolojik siyasi baskılanması temelinde biçimlenmiştir, iki kutuplu dünya sona erip onun yerini YDD aldığına göre, somut koşulların somut bir tahlilini yaparak, programın değişen koşullara uydurup güncelleştirmelidir! PKK, ‘80-90 ’larda bu değişimin rüzgârına uygun bir dönüşüm yapmamış olmakla zaten kendini tekrar etmiş ve zorlamıştır” diyordu.
Öcalan, İmralı savunmasında ortaya koyduğu bugünkü burjuva reformist çizgisine, yakalandıktan sonra birdenbire gelmedi. Bunun bir geçmişi ve temeli vardı. Revizyonist Sovyet blokunun dağılması süreci, aynı zamanda Kürdistan devriminin Serhıldanların dönemine girdiği bir dönemdi. Sovyet blokunun dağılması, sosyalizme dönük saldırıların şaha kalkmasını da eş zamanlı olarak beraberinde getirdi. Sosyalizm büyük bir itibar kaybına uğradı. Sosyalizm öldü, devrimler öldü, yaşasın kapitalizm, yaşasın liberalizm şiarları etrafında bir ideolojik bombardıman fırtınası estirildi. Diğer yandan, Kürdistan devrimi Kürt halkının geniş kesimlerinin yanı sıra, Kürt burjuvazisini de arkalamıştır. Yurtsever hareket saflarında reformizme doğru güçlü bir eğilim baş göstermişti. Bir yandan da, erken devrim hayalleri yurtsever hareketi kasıp kavuruyordu. Devrimci kazanımların rüzgârını da arkasına alan Öcalan, Özal’ın çağrısı üzerinden TC’den erkenden bir şeyler koparacağının rüyasını gördü. Biraz erken iktidar hastalığına yakalandı. Bağımsız Kürdistan uzak bir hedefti; ama özerk ve federatif çözüm ufukta gözüküyordu! Uluslararası alanda ve Türkiye içinden Kürt sorununun “siya si çözümü’ ’ giderek sıkça dillendirilmeye başlanmıştı. Türkiye sınırları içinde kalarak Kürt sorununun çözülebileceği ‘umudu’ artmıştı! Türk hakim sınıfları da ‘91’lerden başlayarak, Kürt realitesini tanıdıklarını dil ucuyla ifade etmiş, Kürtçe konuşma, Kürtçe kaset ve gazete çıkarma yönünde bazı “açılımlar” yapmıştı. HEP’le SHP genel seçimlerde ittifak yapmış ve HEP, TBMM’ye girmişti. Burjuvazi bunu engellememiş, aksine SHP üzerinden alan açmıştı.
Bu gelişmeler ortamında, Özal’ın el altından yaptığı çağrı Öcalan’ın iştahını kabartmış, Kemal Burkay ve Celal Talabani’yi de yanına alarak 15 Mart 1993’te düzenlediği bir basın toplantısıyla, ilk tek taraflı ateşkesini ilan etti. Bu ateşkes ilanında Öcalan, bir “siyasi çözüm” programı sundu. Bu çözüm programı, o zamana kadar PSK’nın ileri sürdüğü istemlerle hemen hemen bütünüyle çakışıyordu. OHAL’in kaldırılması, genel bir affın çıkarılması, koruculuğun dağıtılması, operasyonlara son verilmesi, diyalog kapısının açılması gibi diğer bazı istemlerle sınırlı bir barış programı, PKK’nin devrimci programından, stratejisinden bir uzaklaşmayı ve düzen içi reformist bir çözüme yönelimi ifade ediyordu. PKK, Başkanının ağzından dünyanın önüne yepyeni bir yönelimle çıkmış ve değişeceğini göstermişti. Öcalan savunmasında bu durumu şöyle ifade ediyor: “Özal’ın çağrısı üzerine ilk defa... 15 Mart ‘93 ’te basın toplantısında, aynen şunları söylemiştim: ‘biz he men Tür kiye’den ayrılalım diye bir yaklaşım içinde değiliz’ bu konuda gerçekçiyiz. Bu tutumu basit bir taktik olarak anlamamak gerekir ” (39). Öcalan’ın bu itirafı gerçekçidir. Gerçekten de bu tutum “basit bir taktik” değildi. Yepyeni bir yönelimi ifade ettiği gibi, dünyanın karşısına yeni bir görünüm altında çıkmışlardı. Öcalan iç çekerek değerlendirdiği bu süreç hak kında şu sonucu çıkarıyor: “Dünyada reel sosyalizmin çözülüşü, genelde otoriter ve totoliter rejimlerin geniş bir coğrafyada çözülüş ve çöküş sürecine girmeleri dünya çapında demokratik sistemin zaferine götürdü... Eğer, Türkiye’de sol bu süreci derinden yorumlayıp partisiyle katılsaydı (90 ’lar-SP) yine ‘93 ateşkes hamlesiyle gerilla savaşı son bulup, siyasal demokrasiye dönüşebilseydi gerçekten Türkiye, tarihinde demokratik cumhuriyet hamlesini kazanabilirdi” (40).
Öcalan, neden Türkiye solunun ‘90’larda “YDD’nin bir gerçek olduğunu” kavramadığına yanıyor. Bizce üzülmesine hiç gerek yok. ‘90’larda geçmişin anlı- şanlı birçok sol örgütü bu yolu tuttu. ÖDP, EMEP, SİP gibi partiler bu dönemin ürünleridir. Demirel ‘91 genel seçimlerinde demokrasi üzerine, şeffaflık üzerine, refah toplumu üzerine bol soslu vaadler boşuna yaymadı. Reformistler için bir kanal açıldı ve yığınlarda da bir beklenti yanılsaması ortaya çıktı. ‘93 ateşkesine yanıt vermiş olsaydı bugünkü noktaya gelmezdik diyor Öcalan. Bu doğrudur, ama diktatörlüğün gerçeği budur işte. Dün de böyleydi, ‘85’te de böyleydi, ‘98’de de değişmemişti ve bugün de geleneksel inkar ve imha çizgisini sürdürmeye devam ediyor. Değişen diktatörlük değil, Öcalan ve PKK’dir.
Bağımsız Kürdistan devletini kurma mücadelesi yerini, adım adım Türkiye’nin bütünlüğünü koruma ve burjuva egemenliği altında Türkiye’yle “demokratik”(!) birliği sağlama görevine bırakıyor. Devletin ilgili kişi ve kurumlarından gelen dolaylı mesajlara yanıtlar verirken ülkenin bütünlüğüne bağlı kalacaklarını beyan ettiğini, Türkiye’den ayrılmayacakları sözünü o zamandan verdiklerini ve devletin çelik çekirdeğinin bundan haberdar olduğunu hatırlatıyor.
PKK, 14 Aralık 1995’te genel seçimlerin ön gününde ikinci kez tek taraflı bir ateşkes ilan etti. Öcalan ve PKK, o dönemde “demokratik”, “barışçıl”, “siyasal çözüm”e kapıyı açmak için ateşkes ilan ettiklerini ve barış çağrısında bulunduklarını sürekli tekrarladı. Hatta o dönemde açık olarak “bağımsızlık ilkesi”ni “ayrı bir devlet olgusuyla sınırlandırmak yanlıştır” yönlü teorik açılımlara gittiler. Ateşkes ve barış çağrılarını sürekli bir taktik olarak devrimci çevrelere sunan PKK, bu dönemde “bağımsız Kürdistan” şiarını bir kenara atmış ve onun yerine dillerden düşmeyen “siyası çözüm” zemininde düzen içi yönelimleri önüne koymuştur.
‘95 ateşkes sürecinde yoğun bir barış propagandası ve çalışması örgütleyen PKK, 5-6 aylık bir süreç boyunca devletin istifini dahi bozmadığının, aksine barış istemli gösteriler dahil yurtsever harekete ve gerillaya karşı saldırılarını aralıksız sürdürdüğü koşullarda zorunlu olarak ateşkesi bozdu. PKK, ‘95 ateşkes döneminde çok daha açık olarak “burjuva düzen ve egemenlik ilişkileri çerçevesinde”, “demokratik siyasal çözüm” hedefini ve istemini formüle etti. İçte ateşkes ve yoğun bir barış istemi gündeme sokulurken Avrupa’da, SKP (Sürgündeki Kürt Parlamentosu) aracılığıyla ve diplomasi yolundan emperyalist devletleri ve kuruluşları “siyasi çözüm” için ikna etme ve etkin kılmaya dönük çalışmalar örgütledi. Öcalan’ın, çeşitli emperyalist liderlere ve merkezlere ve kurumlara dönük çağrıları, görüşmeleri bu çerçevede değerlendirilmelidir. ‘93 ve ‘95 ateşkesleri PKK’nin yeni bir stratejik yönelime girdiğini, bağımsız demokratik bir Kürt devleti kurma stratejisinden, sömürgeci egemenlik altında kısmi istemler elde etme stratejisine dönüşün kilometre taşlarıdır. Öcalan, Aralık ‘95 ateşkesiyle yurtsever hareketi daha çok düzen içi çözüme hazırladı ve yatırdı. “Barış” ve “siyasi çözüm” beklentisi Kürt yurtseverlerinin umudu oldu.
1 Eylül ‘98 ateşkesi, “PKK ile de dolaylı diyaloğu ‘95’ten beri süren ordu yönelimli” (48) bir komplonun sonucu olarak gündeme geldi. ‘98 ateşkesinin Öcalan’ı ve PKK’yi nereden nereye getirdiği bugün meydandadır.
Savunmasında “değişiklik vardır bitirir, değişiklik vardır tarih yaratır” diyen Öcalan’daki değişikliğin PKK’yi ve Kürdistan devrimini nasıl bitirmeye götürdüğünü biliyoruz. Bütün dünya halklarının büyük sevgi ve sempatisini kazanan, dünya gericiliğinin ve sömürgeci faşist diktatörlüğün korkulu rüyası ve milyonlarca Kürt emekçisinin kurtuluş umudu Kürdistan devrimi ve onun öncüsü PKK, bugün altın tepside kurtlar sofrasına sürülmüştür. Dünya devriminin belki de en acı deneyi olacak olan bu trajedinin mimarı A. Öcalan’dır.
Öcalan, sömürgeci Türk devletine seslenerek “kendi bağrında doğan bir yavruyu boğmakla bir şey kazanılmaz, ama onu kendi yaşamsallığında, kendinden biri kılarak yaşatmak, gücüne güç katacaktır” (41) diyor. Bu, emperyalist merkezlerde üretilen Yeni Dünya Düzeni stratejisinin anahtar formüllerinden birisidir. Filistin devrimi tasfiye edilirken emperyalist ideologlar, stratejistler İsrail siyonistlerine seslenirken “onunla savaşacağına otobüste ona bir yer ver ve böylece ondan kurtul” diyorlardı. Bugün Öcalan da, Yeni Dünya Düzencilerinin, devrimleri düzen içi çözümle bitirme stratejisinden umut bekliyor. Öcalan devlete dönerek, biz senin bağrında doğduk, bizi boğmaya çalışıp başına bela alacağına yaşatıp kendinden biri yaparak, kendine hizmet edecek bir güç durumuna getirmen senin gücüne güç katar uyarısında bulunuyor ve akıl vermeye kalkıyor. Devam ediyor Öcalan, “PKK, cumhuriyeti parçalayan iddiasından, onu güçlendiren temel olgulardan birine dönüşecektir. Yargıçlar bunu görmeli” (42).
Öcalan’ın örnek verdiği bütün alanlarda, mücadele, Öcalan gibileri tarafından yenilgiye uğratılsa da, sorunlar ağırlaşarak sürüyor. İşte Filistin, İrlanda, İspanya, Balkanlar, Kolombiya ve diğerleri. Nerede “demokratik çözüm” devrimci çözüme üstünlük sağlamış? Bu durumda üstünlük sağlayan yalnızca emperyalizm ve burjuva egemen sınıflardır. Öcalan “demokratik çözüm tarzı” Türkiye’nin temel sorununda -yani Kürt sorununda- ilaç gibi geldi diyor. Doğrudur! Kürdistan devriminin ağır darbeleri altında hastalanıp yatağa düşen Türk devleti için “Apo çözümü” ilaç gibi geldi. 15 yıldır Kürdistan devrimiyle baş edemeyen Türkiye için “Apo çözümü” üzerinden temel meselesini çözme olanağını ele geçirmesi bulunmaz bir fırsattır. Öcalan’ın “demokratik çözüm” ilacı belki de dünyanın hiçbir yerinde sömürgeci devletlerin eline geçmemiştir. Filistinliler, İrlandalılar ve diğer bazıları reformist çözüme otururlarken bile bir masanın etrafında bir taraf olarak yer aldılar ve çeşitli ödünler kopararak, bazı istemlerini kabul ettirerek el sıkıştılar.
PKK Genel Başkanı savunmasında, Kürt ulusal sorununun olası üç çözümünü ele alıp değerlendiriyor, kıyaslıyor ve sonuç çıkarıyor. Öcalan bu üç seçeneği değerlendirmeden hemen önce bir konudaki hükmünü veriyor: “... Bu toplumsal yapıdan (sözü edilen Kürdistan toplumudur—SP) devlet doğmaz. Ne fikri düzeyi ne coğrafi ne ekonomik düzeyi buna imkan verir” (43). Öcalan bunu söyledikten sonra üç seçeneği ayrı ayrı ele alıp değerlendirmeye tabi tutuyor. ^öyle ki;
“A- Ayrı bir devlet seçeneğinin hem maddi temeli hem de fayda anlamında bir çözüm yolu olmadığı, iddiası olsa bile pratik devrimin en zayıf yol olduğu görülecektir. Hazır bir kuruluş olsa bile hiçbir komşu tarafından tanınmayacağı, uluslararası alanda da tanınma durumu yoktur. Bunu bir tarafa bırakalım. Bir devletin bağımsız kendini sürdürmesi için bir ekonomiye, dile, toplumsal birliğe, savunmaya ihtiyacı var ki, bunu da bir gün sürdürecek temeli olmadığı kendiliğinden görülecektir. Tam dış destek olsa bile Kuzey Irak’ta Kürt otonomisi bile kurulamıyorsa bu biraz da iç yapıdan kaynaklanıyor. Kürtler açısından bağımsız devlet seçeneği bu anlamda ideolojik bir söylem olmaktan öteye geçmez” (44).
Öcalan burada Kürtlerin bir devlet olarak örgütlenemeyeceğinin teorisini yapıyor. Buna Kürtleri inandırmaya çalışıyor. Burada da baştan sona Kürtlerin ekonomik, toplumsal ve siyasi gerçeklerinin çarpıtılmasına ve Kürtlerin aşağılanmasına dayanan bir yaklaşım sergiliyor. Dünyada, geçmişten günümüze son derece gelişmemiş, küçük ve köylü toplumlarda yaşayan uluslar bile devletleşirken, Kürtler gibi bu coğrafyanın en eski ve büyük halklarından birinin devletleşemeyeceğini iddia etmek ancak Öcalan gibilerine nasip olmuştur. Bir ulusun devletleşip devletleşemeyeceğinin kriterini, komşu devletlerin veya uluslararası emperyalist merkezlerin alacağı tutum belirlemez. Kaldı ki, Kürt ulusunun, dünya ulusları içinde küçümsenmeyecek bir desteğin sahibi olacağı bugünden açıktır. Kürt ulusal mücadelesine verilen destek bunun bir ölçütüdür. Kürdistan’ın bağımsız varlığını sürdürecek bir ekonomiye, dile, toplumsal birliğe ve savunma gücüne sahip olmadığı, olamayacağı iddiası da temelsizdir. Kürdistan, belki dünyanın en zengin coğrafyalarından biri olmayabilir. Fakat ekonomik kriterler yönünden bakıldığında, gerek insan gücü, gerek üretimin gelişme düzeyi, gerek yeraltı ve yer üstü kaynakları, gerek ulaşım imkanları, gerekse de birçok ülkeyle sınırdaş olması gibi faktörler açısından bakıldığında önemli bir ekonomik güce sahip bir ülke olduğu görülecektir. Kürtler, 15 yıllık devrimci savaş içinde onbinlerce savaşçı çıkardı. Devlet olduğunda nasıl ulu sal ordusunu örgütleyemiyor. O zaman diğer bütün uluslar bunu nasıl başarmış? Öcalan, Kürtler devletleştiğinde bir gün bile yaşamaz diyor. Doğrusu bu söylemi şimdiye değin Türk sömürgeciliğinin hakim çevreleri ve savunucuları kullanıyorlardı. Öcalan’ın da buna ortak olması büyük bir talihsizliktir. Fakat tarihsel, toplumsal, siyasal gerçekleri değiştirecek bir değeri de yoktur.
Kürt ulusunun her koşul altında ayrılmasını savunmak, ayrı bir şeydir. Kürtlerin ayrı bir devlet olarak örgütlenecek yetenekte ve güçte bir ulus olmadığını savunmak bambaşka bir şeydir. Bunların birbirine karıştırılmamaları gerekir. Öcalan, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü, ayrılıp ayrı bir devlet kurma özgürlüğünü yadsımak için nesnel gerçekleri çarpıtmıştır.
Öcalan, ikinci seçeneği ise şöyle koyuyor:
“B- ikinci, federasyon, otonomi gibi seçenekler kısmi bir uygulama özelliğine sahiptir... Bu anlamda günümüzde bile otonomi ve onu söylem düzeyinde yeni yeni tartışılan fedaresyon yaklaşımı geri toplumsal yapıya bağımlı olacağından demokratik değerlerin gelişmesine fazla fırsat vermez. Daha çok feodal-aşiretsel kalıntıları güçlendirir. Güney Kürtleri pratiği bunu da oldukça kanıtlıyor. Ayrıca en çok işbirlikçiliğe kim çok kullanmak isterse ve gücündeyse ona alet olmaya yakın biçimlerdir” (45).
Sömürgeci yönetim altında otonomi veya federasyonu öngörmek, sömürgeci kölelik zincirlerinin parçalanmasını değil, kısmi taleplerle yetinmektir. Lenin yoldaş “reform olarak özerklik ile devrimci bir önlem olarak ayrılma özgürlüğü arasında ilke farkı vardır. Bu tartışma götürmez. ”(46) diyordu. Yine Lenin yoldaşın söylediği gibi, özerklik tarzı reformist değişiklikler, sömürgeci hakim güçlerin iktidarının temellerine dokunmaz; o, yalnızca egemen güçlerin bir ödünüdür ve bu güçlerin/sınıfsal egemenliğini sürdüren bir değişikliktir. Özerklik, ezen ulusun ayrıcalıklarına son vermez ve ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. Ancak Öcalan “geri toplumsal yapıya bağımlı olacağından ve demokratik değerlerin gelişmesine fırsat vermeyeceğinden” dolayı bu seçeneğe de karşı çıkıyor. Özerkliğin feodal bağları güçlendireceğini iddia ediyor. Örnek olarak da Güney Kürdistan’ı gösteriyor. Güney Kürdistan’daki “özerk” yapının nemenem bir şey olduğu biliniyor. Genel olarak özerkliğin feodal bağları güçlendireceği doğru değildir. Öcalan; özerkliğe federasyona karşı çıkarken demokratik değerlerin gelişmeyeceğini temel alıyor. Kürt ulusunun ayrılma özgürlüğü bu en temel demokratik değerler den biri değil mi ki, Öcalan Kültlerin reformcu temeldeki ulusal örgütlenme biçimlerine bile karşı çıkıyor.
Öcalan, Kürtçedeki lehçe farklılıklarını, çeşitli batı kentlerinde Türklerle Kürtlerin iç içeliğini, Kürtlerin önemli bir kesiminin batı da olmasını özerklik veya federasyon çözümünün önünde engel görüyor. Halbuki bunların bölgesel özerkliği veya federasyonu geçersiz kılmayacağı bilinir. Bölgesel özerklik ya da federasyon, Kürdistan coğrafyasında uygulanır bir şey olacaktır. Burada temel itiraz noktası olarak bunların alınması, Öcalan’ın en geri ulusal reformcu çözümlerden bile uzaklaştığını gösteriyor.
Öcalan, üçüncü ve tek geçerli seçenek olarak “demokratik çözüm”ü öneriyor. Zaten Öcalan, Kürt sorununu “sonuçta bir dil ve kültür özgürlüğü sorununa indirgenebileceği”ni (47) söylüyor. Dolayısıyla insan hakları ve demokratikleşme çerçevesinde bu sorunlar çözülür anlayışı, Öcalan’ın “demokratik çözüm” projesine yön veriyor. Öcalan bunun için sınırlara dokunmadan, devrimci şiddete başvurmadan rejimin mevcut kurum ve kurallarını esas alarak ya sal- siyasal zeminde örgütlenerek, insan hakları ve demokratikleşme mücadelesini parlamenterist çizgide ve parlamenterist mücadele araç ve yöntemlerini kullanarak yapılmalıdır görüşünde. PKK’nin “demokratik çözüm” tarzına uygun dönüşmesini de bu çerçevede düşünüyor. Yine Öcalan’a göre bu çözüm yolu temel alınarak “...Devletle yabancılaşma dönemi sona erer, benim devletim anlayışı gelişir. isyan, çatışma zeminleri de böyle kalkar. Asli kurucu öğelik ve anayasal vatandaşlık, ifade özgürlüğüyle bütünleşti mi sorun büyük oranda çözüm yoluna girmiştir. Gerisi ekonomik, sosyal planla çalışmalardır ki, GAP ’la bu zaten büyük hamle içine girilmiştir ” (48). Fazlaca yoruma ve açıklamaya muhtaç olmayan bu satırlara göre, Kürtlerin devletle barışarak yabancılaşmaya son vermesini ve TC devletine kendi devleti olarak sahiplenmesini istiyor. Bu başarılırsa diyor Öcalan, isyan ve çatışmaların zemini de kalmaz. Kürtler devletle kucaklaşacağı için ve kendi devleti olarak sahipleneceği için, kalkıp da kendi devletine karşı ayrılıkçı harekete kalkışmazlar! Kürtlerin, bu devletin, cumhuriyetin asli kurucu güçlerinden biri olduğu da kabul edilirse ve ifade özgürlüğüyle birleşirse Kürt sorunu çözülmüş oluyor! Kürtlerin ulus olarak siyasal kaderini tayin etme temel sorunu da böylece Öcalan tarafından görmezlikten gelinerek yok sayılıyor. Geriye ekonomik- sosyal kalkınma planı kalıyor ki, diktatörlük GAP’la birlikte Kürdistan’ın kalkınması için büyük bir atılım içine girmiştir! Kürdistan’ın ekonomik ilhakı ve sömürüsü bile kalkınma planı olarak takdim edildiği bir yerde, sömürgeciliğe karşı mücadeleyi hedefleyen bir bakış açısı zaten aranamaz. “Haksızlıklara karşı özgürlük için gerektiğinde eyleme kalkışanlar, zamanında barışmayı da kutsal bir eylem olarak bilmeli ve gerçekleştirmelidirler” (49) diyen Öcalan, haksızlıkların, ayrıcalıkların, ulusal zulmün ortadan kalkmadığı gerçeğini atlayarak devletle barışmayı kutsal bir eylem olarak sunarak, yurtseverleri mücadeleden uzak tutmaya ve kendi tasfiyeci çizgisine ikna etmeye çalışıyor. Öcalan, sömürge zulmünün, Kürt halkında yarattığı duygu ve düşünceleri en iyi bilenlerden biri olduğu için “Özellikle Kürtler için en büyük eksiklik, gerek kendi doğdukları ana coğrafya, gerek bir parçası oldukları tüm Türkiye ’yi vatan olarak görme duygu ve düşüncelerinin zayıflığıdır ” (50) şeklinde bir çözümleme yapıyor. Kürt halkının 75 yıldır kendisini cendere altında tutan Türk sömürgeci boyunduruğunu vatan olarak görmesi mümkün mü? Kürtleri kendi evinde toprağında bile yaşatmayan bir vahşet egemenliği, Kürtlerin sahipleneceği ortak bir vatan duygu ve düşüncesini doğurur mu? Aksine iki ulus arasında düşmanca duygu ve düşüncelerin gelişmesini koşulamaz mı? Şimdiye değin Türk burjuvazisinin yapmaya çalıştığı bu değil midir?
Öcalan “sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir” (51) demekle burjuva reformist çizgisini, en yalın, en kısa, en özlü şekilde formüle etmiş bulunmaktadır. Fakat Öcalan unutmasın ki siyasal toplumsal sorunlar, birileri bunu istiyor diye böyle çözülmez. “Uluslara yapılan her baskı, geniş halk yığınlarının direncini çağırır; ulus olarak baskı altında kalan halkın direnci her zaman, ulusal ayaklanma eğilimi gösterir. ” (52) Bu da isyanın dilidir, devrimin dilidir. Barış içinde evrim yolu değil, devrim yoludur.
Öcalan, İmralı savunmasında burjuva reformist çizgisini temellendirmekle kalmayarak, bu çizginin yaşama geçirilmesi için yoğun ve etkin bir çaba içine girdi. PKK üzerindeki otoritesinden de yararlanan, İmralı duruşmalarında yargıçlara seslenirken söylediği gibi PKK’yi yasal- siyasal zemine çekmek için çok hızlı adımlar attı.
Öcalan, İmralı’da PKK Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği 15 Kasım 1999 tarihli mektubunda bir hareket planı çiziyor;
“Devlet stratejik olarak silahlı mücadeleyi bırakma irademize güvenmelidir. Halen güvenmiyor. ”
“PKK bütün varlığıyla stratejik şart ileri sürmeksizin yeni politik tavizler peşinde olmaksızın, neredeyse hakkında bir konsensüs oluşan ‘demokratik cumhuriyet’ için yasal zemine çekilme, demokratik yaşam hakkı için mücadelesini yasalar çerçevesinde verme kararına bağlıdır. Bundan kuşku duyulamaz. Bunun için hem inandırıcı olmak hem de devletin bunu görmesi bu çalışmanın stratejik temelidir. ” (53)
Öcalan, alınan bütün kararların, atılan bütün adımların devlet açısından inandırıcı ve güven vermesi gerektiğini çok önemsiyor. Aksi halde devlet zorluk çıkarır ve zaten savaş kliği bu sürece çomak sokmak için tetikte beklemiyor mu! Öcalan, “şart” ileri sürülmeyecek, taviz peşinde koşulmayacak, PKK’nin yasal zemine çekilmesi ve demokrasi mücadelesini yasalar çerçevesinde vermesi tek amaçtır diyor.
“Daha önemli görülen silahlı güç ve mücadeleyi terk ettiğimize ilişkin de karar düzeyinde sorun yoktur; ama gerçekleştirme biçimine ilişkin planlama gereğini gerçekçi kılmak gerekir... Burada şu kadar demokratikleşme sağlansın, Kürtçe eğitim, radyo, TV vs. biçiminde talepler dayatılmıyor (dayatılmasın ve dayatılmayacak diyor-SP)... istenilen artık yasalara uygun barış içinde mücadele hakkını kullanmaktır” (54). Öcalan yukarıda stratejik şart ileri sürmeyeceğini salık vermişti. Burada ise güncel siyasal talepler de ileri sürülmeyecek ve yalnızca yasallaşmak için çalışılacak diyor. Silahlı güç olmayı ve silahlı mücadeleyi terk ettiğimize göre diyor Öcalan, bunun pratik planlamasının yapılmasının önemine işaret ediyor. Ama her şeyini Kürdistan’ın kurtuluşuna adayan yurtsever savaşçıları, birer uysal kurbanlık koyun gibi faşist diktatörlüğe teslim etme düşüncesi bu planın son halkasını oluşturuyor. Öcalan’a göre:
“Bu temel bir rehabilite, yani sosyal ortama uymak için denetim altında kalma reddedilemez. Bu süreçte hem ruh, hem adaptasyon bunun için eğitim hem de yeni yaşama bir meslek temelinde hazırlanmak için bir süre toplu veya gruplar halinde uygun ortamlar da kalınabilir. Bu güven sorununu da halledebilir. Örneğin Güneydoğu ’da (Öcalan artık Kürdistan kelimesini ağzına almaz oldu-SP) bir çiftlik çalışması, belediyelerde projelerde yer alma biçiminde öneriler geliştirilebilir. ” (55).
Öcalan, yurtsever savaşçıların ve gerilla komutanlarının, sömürgeci devletin denetiminde rehabilite edilmeleri ve sosyal yaşama uyum sağlayabilmeleri için gelip teslim olmalarını istiyor. Devletin denetimi altında savaşçılar ruhlarından arındırılmış, düzene uyum sağlamış, eğitilmiş ve yeni bir meslek edinmiş olarak burjuva kapitalist toplumdaki yerlerini böylece almış olacaklar! Bunun için çiftlikler, belediyeler, yeni köy kuruluşları, toplama ve çalışma kampları ideal yerlerdir! Gerillaların toplu halde ya da gruplar halinde gelip teslim olmaları yetermiş. Bu suretle devlet, hem PKK’nin samimiyetine güvenecek, hem de bu çalışma ve toplama kamplarında rüştünü ispatlayan savaşçılar, devletin güvendiği yurttaşlar olarak toplum yaşamındaki yerlerini almış olacaklar. Devrimci ruhunu burjuvaziye teslim etmiş olan Öcalan, bütün PKK savaşçılarını ve Kürt yurtseverlerinin savaşçı ruhunu da boşaltmak için ne kadar onur kırıcı, aşağılayıcı yol, yöntem ve araç varsa hararetle “demokratik çözüm”ün başarısı için kullanılma sini istiyor.
Öcalan, son noktayı 7. Kongre’ye gönderdiği Politik Rapor’la koyuyor:
“Yürüttüğüm barış çalışmaları ve güncel politik çizgiyi iyi açmak gerekir. Barış çalışmaları iki kritik aşamayı yaşamıştır. Birincisi: Verilen mücadelenin stratejik kararlılığına ulaştığı dönem çatışmalı da geçse, ‘93 ’ten Eylül ‘98 ’e kadar silahlı mücadeleye son verme aşaması... ondan sonra gelen dönem; kararlılığın kanıtı olan pratik gelişmeler ve gönüllülük temelinde, barış ve demokratik uzlaşma amacını sembolize eden iki grubun yasalara tabi olma hareketidir.
Kendisi küçük ama sonuçları büyük bir adım atma ile karşı karşıyayız. O noktada duruyoruz. Kongreniz, barışın bu üçüncü merhalesi temelinde karşılık vermekle yükümlüdür. Birçok benzer pratikte bu merhaleler ilgililerin (tarafların demek istiyor-SP) karşı karşıya gelmeleriyle geliştirilir. Bizde böyle olmayacağı ortada. Dolayısıyla yöntemler dolaylı ve açıktan olamaz. Sanırım devlet... kendi dil ve yöntemiyle yanıtlarını ortaya koyacaktır.
...Devlet üzerinde yaratılacak en önemli etki ve dolayısıyla beraberinde yol açacağı önemli gelişmeler, kongrenizin bütün dünyaya silahlı mücadeleye son verme ve barış yapma kararlılığında olduğunu ilan etmesidir. Yine bununla birlikte anayasal demokratik bir süreç temelinde devletle, toplum yapısında yasal bütünleşme kararlılığımızıda geliştirmelisiniz. Tek taraflı da olunsa kararlılığımız da bu yönde oluşmalıdır. Yani kongreniz somut bahsedilen çerçevede kapsam, uygulanabilir bir barış planında karara ulaşmalıdır. Kongre sonrasında ilan da edilebilir” (56).
Bu satırlar her şeyin özeti gibidir. Yaşanan tasfiye süreci 7. Kongre’yle resmileştirilmiştir. 7. Kongre, Öcalan’ın dayattığı bütün tasfiye edilmiş PKK’nin, pratik olarak da tasfiyesine dayanıyor. 7. Kongre, Öcalan’ın dayattığı bütün tasfiye planlarını uygulanabilir bir örgüt ve hareket planına dönüştürmüş ve bu görünüşte, PKK iradesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu sürecin nasıl işleyeceğini ve beraberin de neleri getireceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Ulusal sorunun olduğu ve ulusal hareketlerin geliştiği ülkelerde, ulusal hareket saflarında ulusal devrimci ve ulusal reformcu olmak üzere temelden iki ayrı eğilim-yönelim ortaya çıkar. “Ulusal reformist ve ulusal devrimci yönelim arasındaki farkın anlaşılmaması, burjuvazinin kuyruğuna takılma siyasetinin proletaryanın kendisini burjuvaziden yeterince açık olmayan bir şekilde siyasi ve örgütsel olarak ayırmasına, en önemli devrimci şiarların (...) örtbas edilmesine vs. götürür”. (57)
Kürdistan’a baktığımızda da ulusal hareket saflarında bu iki temel eğilimin geçmişte çıktığına tanık oluruz. Ulusal reformist yönelimin öteden beri en iyi temsilcisi K. Burkay ve PSK’sıydı. Ulusal devrimci eğilimin temsilcisi ise son yıllara kadar Öcalan ve PKK idi. Fakat küçük burjuva devrimci partilerin “gelişmesi kural olarak ulusal devrimci görüşten, ulusal reformist görüşe varan yolunu izler. Hatta Çin ’de Sunyadsenizm, Hindistan ’da Gandizm, Endonezya ’da Sorekat-islam, ilk ortaya çıktıkları dönemde radikal küçük burjuva ideolojik akımlardı; fakat sonraları bunlar büyük burjuvazinin hizmetinde bu burjuvazinin ulusal reformist akımlarına dönüştüler” (58). Küçük burjuva ulusalcı partilerin, grupların, aydınların bir kesimi, devrim deneylerinin kanıtladığı gibi başlangıçta radikal devrimci bir çizgide ortaya çıkmalarına karşın, sonradan reformizme kaydıkları görülür. Bu, onların küçük burjuva sınıf niteliğiyle, yani tutarsız, yalpalayan karakterleriyle, kapitalist ilişkilere bağımlılıklarıyla ve kendilerini yalnızca ya da büyük ölçüde ulusal istemlerle sınırlamış olmalarıyla bağlıdır. Güney Afrika’da ANC, Filistin’de FKÖ, İrlanda’da IRA yakın dönemde bu yolu izleyen örgütlerdir. PKK de uzun yıllar ulusal radikal bir çizgide mücadele etmesine rağmen, gelişiminin belli bir aşamasında reformculuk yönünde bir değişim sürecine girdi. Ve bugün bu gelişimi büyük ölçüde tamamlamış olarak reformcu bir örgüt haline geldiği görülüyor.
Dünyada devrim dalgasının gerilemiş olması, ABD’ci Yeni Dünya Düzeni’nin egemenliği, Batı’da olması gereken güçlü bir müttefikten yoksun oluşu, İrlanda ve Filistin gibi ulusal hareketlerin “barışçı” çözüme evrilmesi, ABD’nin Güney Kürdistan’da kendi çözümünü devreye sokması, ulusal hareketin TC gibi büyük askeri, siyasi ve ekonomik güce sahip bir düşmana karşı savaşmak zorunda kalışı, Kürdistan’ın bütün emperyalistlerin yayılmacı ve hegemonyacı politikalarında yaşamsal bir jeostratejik ve jeopolitik konumda olması, Kürdistan’ın parçalanmışlığı nedeniyle birçok bölge devletini ilgilendiren çok taraflı bir mesele olması, emperyalist devletler arasındaki rekabet nedeniyle bir kısım emperyalist devletlerin ilgisine mazhar olması ve bunların desteğini kazanabileceğini düşünüyor olması, ulusal hareketin yürüttüğü devrimci savaşımda zorlanması ve büyük güçlüklerle savaşmak zorunda kalışı, Kürt burjuvazisinin ve reformist çevrelerin sürekli bir baskısına maruz kalması, kazanımlarını hukuki bir çerçeveye oturttuktan sonra “barışçıl siyasal mücadele” zemininden kazanımlarını genişletebileceğini düşünüyor olması vb. faktörler olgular, onun bu reformist doğrultuya girmesinde etkide olmuştur.
Diğer temel bir faktör olarak, batıda ikinci bir devrimci cephenin bir türlü açılmamış olmasıdır. Bu, hem en temel müttefiğinden ve onun desteğinden yoksun savaşması sonucunu doğuruyor, hem de batıda ikinci bir devrimci cephe açılamamış olması durumu, faşist rejime ulusal devrimci harekete karşı yürüttüğü kirli savaşta büyük bir avantaj sağlıyordu. Hatta bu durum, en temel müttefiğinden ve onun desteğinden yoksun olan ulusal hareketi dışarıdan destek ve müttefikler arama yönelimine sokmuştur. Bunun başlıca sorumlularından biri, devrimci ve komünist harekettir. Birleşik bir devrim olanağının somut olarak ortaya çıkmadığı ve bağımsız bir Kürdistan hedefini gerçekleştirmenin tek başına çok zor olduğu bu süreçte, PKK, elde “edilebilir ve gerçekçi çözümlere” (!) yönelmiştir. Hele de 15 yıllık yoğun bir savaş pratiğinin yol açtığı kayıplar, acılar ve savaş yorgunluğu durumu onu, uzun soluklu ve bugün de ne olacağı yeterince belli olmayan bir çözümden uzaklaştırmış ve “elde edilebilir” bir çözüme odaklamıştır.
Diğer bir faktör ise, PKK’nin sosyalizmin etki alanından daha fazla uzaklaşmış olmasıdır. Az çok sosyalizmin yörüngesinde ve onun etkisinde hareket eden devrimci hareketler, reformculukla kendi arasında daha fazla bir ayrım koymaya özen gösterdikleri halde, üzerinde sosyalizmin etkisi zayıflayan hareketlerde ise burjuva reformist görüş ve pratiklerin daha çok boy vermesinin, hayat bulmasının koşulları ortaya çıkmıştır.
Bütün bu ve benzeri koşullar, PKK’yi “siyasi çözüm” hedefine yönelterek, düzen içi çözümü temel almasını getirmiştir.
PKK’nin ulusal reformcu bir çizgiye kaymasında, onun hem genel dünya görüşünde, hem de çözümünü esas aldığı Kürt ulusal sorununda, marksizm-leninizmi kendine temel almamış olma sı gerçeği yatar. PKK’nin ideolojik, siyasal çizgi sini, proletaryanın sınıf çıkarları ve tarihsel devrimci rolü üzerinden biçimlenmemiştir. PKK, ezilen Kürt ulusunun ulusal istemlerini baz alarak ve bu istemleri gerçekleştirmek üzere tarih sahnesindeki yerini almıştır. Onun için; birincil ve esas olan, Kürt ulusunun ulusal baskıdan, ulusal boyun duruktan kurtuluşudur. O, Kürt ulusunun ulusal istemlerini devrimci temelde gerçekleştirmeyi, bağımsız Kürdistan devleti kurmayı başlıca amaç edinmişti. PKK proletaryanın bağımsız sınıf çıkarları temelinde sınıf savaşımını geliştirmeyi, proletarya önderliğinde devrimin ilk adımını gerçekleştirerek durmaksızın proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizme geçmeyi değil; sömürgeciliğe karşı Kürt ulusunun ulusal bağımsızlığını elde etmeyi yakın ve uzak hedefi olarak almıştı.
O, proletaryanın burjuvaziye karşı savaş kurmayı olarak örgütlenmemiş, proletaryayı temel almamış, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını geliştirmeyi, örgütlemeyi ve zaferle taçlandırmayı görev edinmemiştir. Proleter sosyalist bir bakış açısından yoksun olarak tarih sahnesindeki yerini alan PKK, bütünlüklü küçük burjuva milliyetçisi bir politik çizgiyle ortaya çıkmıştır. Ulusal savaşım görevlerini, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf savaşımına bağlı ele almayan PKK, her düzeyde proletaryanın ortak örgütlenmesi, ortak mücadelesi yerine, ulusal temeldeki örgütlenmeyi ve ulusal istemler etrafında geliştirilecek bir mücadeleyi esas almıştır. Böyle olduğu içindir ki o, Türkiye ve Kürdistan’daki bütün milliyetlerden proleterlerin bütün sınıf örgütlerinde birlikte örgütlenmesinin yerine, küçük burjuva milliyetçi bir perspektifle, Kürt proletaryası da dahil, Kürt halkının ayrı örgütlenmesi yolunu tutmuştur. Ulusal dar görüşlülüğün teori ve pratiğini gerçekleştirmiştir. Kürt ve Türk proletaryasının her düzeyde birlikte örgütlenmesinin, sermayeye, faşizme ve sömürgeciliğe ortak savaşımın koşulları varken, onun, ulusal ayrım temelinde örgütlenmesi ve yalnızca demokratik ulusal istemlerle kendini sınırlayan bir çizgide savaşması, ta başından itibaren onu sonuna kadar savaşma yeteneğinden yoksun bırakmıştır. Ulusal sorunun çözümünü genel olarak kapitalizm koşullarında mümkün ve olanaklı gören bir anlayışla, ulusal sorunu ortaya çıkaran koşulları ortadan kaldırmak düşünülmez. Ulusal sorunun varlığı, burjuvazinin egemenliği koşullarından soyutlanarak ele alınmaz. Ulusal baskı ve ulusal hareketler kapitalizmin ürünüdür. Kapitalizmi ve sınıf olarak burjuvazinin egemenliğini yıkmayı ve ortadan kaldırmayı hedeflemeyen ulusal hareketler, nihai olarak ve bütün sonuçlarıyla ulusal sorunu çözmeye yetenekli değillerdir. Ufku ulusal istemlerle sınırlı hareketler, tarihin en devrimci, en kararlı ve burjuvaziye karşı savaşımı sonuna kadar sürdürme yeteneğinde olan proletaryaya da yanmadıkları için, küçük burjuva sınıfın dar ufkuyla sınırlı, onun küçük ve bencil çıkarlarının baskısı ve yönlendiriciliği altında koşulların iyileştirilmesi durumunda bununla yetinebilen, sonuna kadar savaşma azminden yoksun bir ruh halinin zamanla ağır basması ve bu hareketlerin belli bir aşamada misyonunu tüketmiş bir konumda yenilgiye uğramaları kaçınılmazdır.
Tarih göstermiştir ki, ulusal sorunu nihai olarak çözmeye yetenekli biricik sınıf proletaryadır. Proletarya önderliğinde gerçekleşecek devrimler, burjuvazinin egemenliğine son verip, her çeşit ayrıcalığa ve yığınlar üzerindeki baskının her türüne son vereceğinden, ulusal sorunların çözümünü sağlayacak olan da proletarya önderliğindeki devrimlerdir. Proletaryanın, burjuvaziye karşı sınıf savaşımını temel almayanlar, proletaryayı sınıf esasına göre değil, uluslara göre örgütleyip bölenler, proletaryayı küçük burjuva ve burjuva sınıfların sınıf çıkarlarına tabi tutarak, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımını zayıflatmakta ve bölmektedirler.
Marksist-leninist komünistler, öteden beri Kürt ve Türk proletaryasının, en yüksek örgütü olan komünist parti başta gelmek üzere, her düzeydeki sınıf örgütlerinde ortak örgütlenmesi gerektiğini savundular. Uluslara göre örgütlenmeyi temel alan küçük burjuva milliyetçiliğiyle, sınıflara göre örgütlenmeyi temel alan enternasyonalist örgütlenme temelde birbirinden farklı iki ayrı örgütlenmedir. Komünistler, bütün uluslardan işçi ve emekçileri ve Kürt ulusunu baskı ve egemenlik altında tutan, işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisine, büyük toprak sahiplerine ve emperyalizme karşı ortak örgütlenmeyi ve ortak mücadeleyi her zaman tutarlıca savundular. Ortak sınıf düşmanlarına karşı ortak savaşımın gereğine inanan marksist leninist komünistler, bütün mücadelelerinde buna uygun hareket ettiler. Yaşadığımız coğrafyada bütün uluslardan işçilerin ve emekçilerin ortak çıkarları ve ortak düşmanları vardır. İşçileri, emekçileri uluslara göre bölmek, ayrı ayrı örgütlemek ve yalnızca ulusal istemler uğruna savaşımlarla yetinmek, bütün uluslardan işçilerin, emekçilerin çıkarına değildir. Onlar, birlikte mücadele ettikleri oranda güçlerini birleştirmiş ve savaşımı büyütmüş olacaklar. Ulusal istemleri, anti emperyalist demokratik devrimimizin diğer temel istemlerinden ayrı ele alıp değerlerinden koparmak, yığınların siyasal özgürlükler için yürüttüğü mücadeleyi zayıflatır ve güçten düşürür. Tek başına ulusal istemler uğruna mücadele, yığınların diğer yaşamsal istemleriyle birleşemediğinden, onun tabanını zayıflatır ve tutarlı bir demokrasi mücadelesi yürütülemez. Tutarlı bir demokrasi mücadelesi, bütün demokratik istemler uğruna yürütülen bir mücadeledir. Ulusal baskıya karşı savaşıp, diğerlerine karşı savaşmamak, gerçekte ulusal mücadeleyi de güçten düşürür ve onu belli ölçülerde yalıtır.
Bütün demokratik istemler uğruna yürütülecek demokrasi mücadelesinin tutarlı savunucusu, savaşçısı ve önderi proletaryadır. Diğer hiçbir sınıf ve tabaka tutarlı demokrasi mücadelesinin önderliğini yapamaz. Ancak devrimci proletarya, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temelinde bu mücadeleyi sonuna kadar sürdürebilir. Ulusal hareketler sonuna kadar devrimci kalmazlar. Onların devrimci niteliği “göreli” ve “kendine özgü”dür. Süreç içinde, reformcu doğrultuda dönüşmeye başlarlar ve devrimci niteliğini yitirirler. Sonuna kadar devrimci kalacak olan yegane güç proletaryadır.
Ulusal sorunun biricik çözüm yolu, proletarya önderliğindeki devrimdedir. Yoksa Öcalan’ın iddia ettiği gibi, ulusal sorunun anayasal bir sorun olduğu ve anayasada Kürtlerin kimliğine yer verildiği ve Kürtlerin cumhuriyetin asli kurucu güçlerinden biri olarak tanımlandığında Kürt sorunu çözülmüş olmaz. “Lenin hiçbir zaman anayasal düşlerin tutsağı olmamıştı ve olmazdı. Bunu anlamak için yapıtlarını bir gözden geçirmek yeter. Lenin anayasadan söz ettiği zaman, ulusal sorunu çözmek için anayasal yolu değil devrimci yolu düşünüyordu, yani anayasayı, devrimin zaferinin sonucu olarak görüyordu. Biz de, SSCB ’de de, ulusal sorunun belli bir çözümünü yansıtan bir anayasa var. Ama bu anayasa, dünyaya, burjuvazinin bir uzlaşma sonucu olarak değil, devrimin başarısı sonucu olarak geldi. " (59)
Yüzyıllara dayanan Kürt sorununu anayasal çerçevede çözmeyi hayal edenler, gerçekte Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma özgürlüğünü, ayrılıp ayrı devlet kurma özgürlüğünü yadsıyor ve sömürgeci Türk burjuvazisinin Kürt ulusu üzerindeki egemenliğini kutsayarak, reformist bir çizgide Kürdistan devrimini boğmak istiyor.
Tarihin gelişim diyalektiği ve sınıf savaşımları yasaları kendi nesnelliğinden ileriye doğru akar. Hiçbir uğursuz öngörü, gerici barikat, bu gelişimin önünde set olamaz. Öncesi bir yana, 19. yüzyıl başlarında tutuşup, bugüne dek süregelen Kürt isyanları, bunun tanığıdır. PKK önderliğinde 1984 atılımıyla gelişen Kürt ulusal özgürlük savaşımı, bu tarihsel sürecin birikimini, direniş geleneğini daha üst bir düzeyde sentezleyerek Kürt ulusal tarihinde yeni bir özgürlük destanının yazıcısı olmuştur. Eşsiz adanmışlıklar, soylu direnişler ve kahramanlıklarla, kan ve can bedeli özverilerle filizlenen savaşım, serhıldanların görkeminde muazzam kazanımlara yol açtı. Gelişen ulusal özgürlük savaşımı, sömürgeci zorbalık boyunduruğuna darbeler indirmekle kalmadı, yoksul Kürt emekçilerinin bilinçlerindeki kölelik zincirlerini de parçaladı. Devrimci eylemin özgürleştirici/değiştirici pratiğinin Kürt halkının bilincinde, yüreğinde tutuşturduğu özgürlük ateşini, hiçbir emperyalist sömürgeci zorbalık, ‘demokratik çözümcü’ itfaiyecilik söndüremeyecektir. Bütün siyasal, teorik, ideolojik tartışmaların ötesinde; Kürt ulusunun yaşadığı sömürgeci boyunduruk, ulusal zulüm, katliam, jenosit ve esaret zincirlerininin parçalanması gerektiği nesnel bir gerçekliktir. Bu nesnel gerçekliğin, Kürt ulusunun bilin cinde yol açtığı özgürlük tutkusunu, bugün PKK ve Öcalan’ın reformist/tasfiyeci çizgileriyle dindirmeye çalışması onların trajedisidir. Bağrında Bedirhan Bey’i, Seyit Rıza’yı, 'Şeyh Said’i, Mazlum Doğan’ı, Agit’i, Zilan’ı yaratan Kürt ulusu, bu tarihsel trajediyi de alt edip, Kürdistan dağlarında özgürlük bayrağını dalgalandıracak güç ve yetenektedir.
Kaynakça
1) İmralı Savunması (Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi), Mem Yayınları sf. 17-18
2) Agk. sf. 62
3) Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) Lenin sf. 49
4) Agk. sf. 70
5) Agk. sf. 70
6) Agk. sf. 28
7) Agk. sf. 120
8) Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları (USUKS) Lenin sf. 226 227
9) İmralı Savunması sf. 38
10) Emperyalist Ekonomizm Lenin sf. 40
11) Emperyalizm, sf.128, Lenin
12) A. Öcalan’ın Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği 4 Aralık 1999 tarihli politik rapor.
13) Abdullah Öcalan’ın Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği 1 Ağustos 1999 tarihli mektup (Özgür Halk 15 Ağustos 1999)
14) İmralı Savunması sf.23
15) Agk. sf.44
16) USUKS- Lenin sf.194
17) Agk. sf. 202
18) UKKTH Lenin sf. 126
19) Politika Sözlüğü
20) Sol Komünizm Bir Çocukluk HastalığıLenin sf. 65
21) Age sf.70
22) A. Öcalan’ın 25 Ekim ‘99 tarihli İmralı Notları (Ö. Halk 15 Kasım ‘99)
23) İmralı Savunması sf. 51
24) A. Öcalan’ın Başkanlık Konseyi’ne gönderdiği 1 Ağustos ‘99 tarihli mektup (Ö. Halk 15 Ağustos ‘99)
25) Agk
26) Kürdistan’da Zorun Rolü sf. 171
27) Agk sf. 184
28) İmralı Savunması sf. 4
29) Özgür Halk 15 Mart ‘99
30) İmralı Savunması sf. 40
31) Agk sf. 41
32) Agk sf. 26
33) Agk sf. 123
34) Agk sf.124
35) 3 Ekim ’99 tarihli Başkanlık Konseyi’ne mektup.(Özgür Halk 15 Kasım ‘99)
36) İmralı Savunması sf.16
37) Agk sf.15
38) PKK Programı sf.52
39) İmralı Savunması sf.13
40) Agk sf.28
41) Agk
42) Agk sf.68
43) Agk sf.109
44) Agk sf. 109
45) Agksf. 109-110
46) UKKTH-Lenin sf.162
47) İmralı Savunması sf. 92
48) Agk sf.135
49) Agk sf. 139
50) Agk sf. 150
51) Agk sf.158
52) Emperyalist Ekonomizm- Lenin sf.59
53) Başkanlık Konseyi’ne 3 Ekim ’99 tarihli mektup (Özgür Halk 1 Kasım ‘99)
54) Agk
55) Agk
56) 7. Kongre’ye Politik Rapor
57) Leninizm Defterleri, 6. Defter, sf. 148 (İnter Yayınları)
58) Agk sf. 150-151
59) Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu sf. 227-228 J.Stalin