İran’daki Köktendinciliğin Doğuşu, Yükselişi Ve İnişi

1979 yılındaki islami devrimle iktidara yerleşen köktendincilik, son yirmi iki yıllık süreç içinde Ortadoğu başta olmak üzere, Kuzey Afrika ve Orta Asya bölgelerinde cereyan eden siyasal olaylarda etkide bulunmasına rağmen Haziran 1997 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ılımlı pozlar vermeye çalışan "Hatemi"nin kazanmasıyla birlikte hızı kesilmiş, Temmuz 1999'daki radikal öğrenci eylemleriyle inişe geçmiş ve 18 Şubat'ta yapılan parlamento seçimlerinde uğradığı kesin yenilgiyle yakında tarihe karışacağının güçlü işaretlerini vermiştir. Köktendincilik, salt İran’a ve islama özgü olmadığından, bu ülkede meydana gelen oluşumların bölge ülkelerini, özellikle Türkiye'yi yakından etkilediğinden, köktendinciliğe ve İran örneğine daha yakından bakıp tanımamız gerekmektedir.

Son İki Yüzyıldaki İslami Hareketler

Son iki yüzyıllık süreç içerisinde islamın resmi din olduğu ülkelerde ortaya çıkan dini hareketleri üç büyük kategoride sınıflandırabiliriz. Bunlar tarihi sırasına göre;

1-Revivalist (yeniden canlandırma*) hareketler, 2-Reformcu hareketler, 3-Köktendinci (Fundamentalist) hareketler.

1-İslamı yeniden canlandırmaya çalışan hareketler:

Ticaret ve pazarın küreselleşme sürecinde olduğu dönemde ortaya çıkan bu hareketlerin genel özellikleri, feodal ilişkileri ya da yerel ticareti korumaktı. Yani, genelde bu hareketler dini ve etnik bağlara dayanan, yeni oluşumlara, yine yabancı kökenli karşı ayaklanmalar hüviyetindeydi. O dönemde, geri kalmış ülkelerde sömürgeciliğe karşı örgütlen menin sadece etnik, ulusal ve dinsel yollardan gerçekleşme olanağı olduğundan, hem de daha fazla kitleselleşebileceğinden bu hareketler çoğu zaman dini bir kimliğe bürünüyordu. Daha doğrusu Amerika kıtasının bulunması, denizcilikte yeni yolların ortaya çıkması ve sanayi alanında büyük devrimlerin gerçekleşmesi ve batıda gerçekleşen burjuva devrimleriyle birlikte Avrupalı tüccarlarla müslüman olan tüccarlar arasındaki dengeler Avrupalı tüccarların lehine değiştiğinden, altın, baharat, kahve, köle, kumaş, çay ve şeker gibi bazıları geleneksel ve bazıları da yeni olan ticari dallarda müslüman tüccarların yenilmesi, islamın yeniden doğuş hareketlerine yol açtı. Fakat, bu hareketlerin doğal toplumsal dayanakları, ticaretin yaygın olduğu ve az çok modernleşmiş büyük sayılabilecek yerleşim bölgeleri olamadığından, dini bağların güçlü olduğu ve tüccarlarla yakın ilişkileri bulunan, kabileler arasında ve kırsal alanlarda yaşayan kesimlerdi. Bu hareketlerin en önemlilerinden biri, 1820’de "Doğu Hindistan Firması" himayesi altında olan İngiliz tüccarlar ve Hindu feodallerine karşı, müslüman çiftçi ve riayalar** arasında ortaya çıkan ve uzun süre yabancı kökenli feodal bey ve tüccarların korkulu rüyasına dönüşen "Bangal Farayizi Hareketi"ydi. Fakat bu tür hareketlerin başında 18. yüzyılın ilk yarısında Vahabi mezhebinin kurucusu Muhammed İbni Abdullah'ın savunduğu görüşler doğrultusunda ortaya çıkan ve yarımadanın en önemli bölgesi sayılan Nevd bölgesinde yaşayan kabilelerin katılımıyla güç kazanan "Vahabi" hareketi gelmektedir. Muhammed İbni Suud önderliğinde Arap yarımadasının büyük bir bölümünü ele geçiren bu hareketin temel nedeni, Kızıldeniz ve Hint Denizi ticaretinin tamamen İngilizlerin eline geçmesiydi. 1840'lı yıllarda Batı Libya'da ortaya çıkan ve değişik kabileleri kendi çatısı altında birleştirerek Kuzey Afrika ticari yollarını kendi kontrolü altına almaya yöne en "Sunusi" hareketi de, islamı eski şekliyle yeniden canlandırmaya çalışan hareketlerin arasında yerini almıştır. 1880'li yıllarda Sudan'da B. Britanya'ya karşı kabileleri birleştiren ve önderliğini yapan Mehdi'nin adıyla özdeşleşen "Mehdi" hareketi. 19. yüzyılın başlarında Seyyid Ahmat Şahit önderliğinde, Moğol kökenli Hindistan İmparatorluğu'nun çökmesi ve İngiliz destekli Hindu ve Sih feodal ve tüccarların kültürel ve ekonomik baskılarına karşı ortaya çıkan hareket. Aynı dönemde İngiliz ve Hollandalı tüccarlarla yakın ilişkisi bulunan Nijerya'lı Huasa hükümranlara karşı "Fulani" çoban aşiretler ve müslüman tüccarların bir araya gelmesiyle" Şeyh Osman Dân Fudiyo" önderliğinde Kuzey Nijerya'da ortaya çıkan hareket. Yine aynı yıllarda İngiliz ve Hollanda tüccarlarıyla işbirliği yapan hükümranlarına karşı Sumatra'da cereyan eden "Padri" hareketi. 19. yüzyılın ortalarında, Batı pazarlarına köle ve av kökenli ürünler sağlayan yerel işbirlikçi tüccarlar ve valilere karşı "Hacı Ömer Tal" önderliğinde Senegal, Mali ve Gine'de ortaya çıkan hareket ve son olarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Muhammed İbni Abdullah Hasan önderliğinde Sumalya'da İngiltere, Fransa ve İtalya'ya karşı cereyan eden hareketleri sayabiliriz.

Tüm bu hareketlerin ortak yanı, klasik islami ilişki ve uygulamaların canlandırılmasıydı. Ticaret ve pazarın küreselleşmesine (ya da uluslararasılaşması) karşı eskinin direnişi mahiyetinde olan bu hareketler, sömürü, köle edinme ve feodal ilişkilere karşı değil de, sadece yabancı istilasi yerine, aynı yöntemleri kullanan yerli/ müslüman tüccar ve feodallarin çıkarlarını savunuyorlardı. Bu hareketlerin varlık nedenleri ve ana talepleri, klasik islami uygulamalar ve ilişkilerin canlandırılması olduğundan, içtihad, Hicret (Dar ül-Küfr*dan, yani küfür bölgesinden, Darül islama) cihat ve dini önderliği (değişik mezheplere göre İmam, Mücehid ve Mehdi denilen şahsiyetleri) öne çıkarıyorlardı. Bu hareketlerin ana görüş açıları islam dünyasına yönelik olduğundan, yine en geri kalmış topluluklar arasında ortaya çıktığından, diğer kültürleri ya tanımıyor ya da tamamen küfür ve islam karşıtı olduğunu savunuyorlardı. 20. yüzyılda eski sömürgeciliğe karşı ortaya çıkan ve daha büyük kitlelere hitap etmek için milliyetçilik temelinde gelişen hareketlerin güçlenmesiyle, büyük ölçüde kan kaybeden revivalist islami hareketler, geri kalmış bölgelerde kapitalizmin gelişme sürecine girmesiyle birlikte tarihe karıştılar.

2-Reformcu hareketler:

Aşağı yukarı 19. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ve 20. yüzyılın ortalarına dek devam eden bu hareketler, islamı ve modernizmi birleştirmeye, daha doğrusu islamı modernleşmekte olan dünyaya uyumlu bir hale getirmeye çalışıyorlardı. Revivalist hareketlerin tersine, bu hareketlerin tabanı şehirlerde yaşayan kesimlere dayanıyordu. Bazı yöneticiler, devlet memurları, az sayıda din adamları, öğrenciler ve hatta tüccar kesimlerinden de bu akıma destek veriyorlardı. Bu hareketlerin en göze çarpan özellikleri, islami toplumların ilerleyen dünyanın çok gerisinde kaldığını anlamış olmaları, dolayısıyla modern Batı kültürünü yerleştirmek ve cazip bir ha le getirmek için, islam dininin ana hükümlerini yeniden tefsir (açıklama) edilmesini savunuyorlardı. İlk reformist kuşağından Cemaladdin Asedabadi (Afgan), Mısırlı Şeyh Muhammed Abde, Nitli Seyyid Ahmet Han, Tunuslu Hayrettin, İranlı meşrutiyetçi mollalar Behabahni ve Tababayi ve Osmanlı döneminde Mustafa Reşid Paşa ve Mithat Paşa'yı sıralayabiliriz. Fakat unutmamalıyız ki, bu islami reformistler genelde muhafazakar akımlar olduğundan, çoğu zaman seçim yoluyla yönetimin iktidara gelmesini değil de, mevcut yönetimin daha yumuşak hale getirilmesini savunuyorlardı. Reformist hareketlerin diğer özelliği, Batı kültüründe kendi görüşlerine uygun faktörleri benimsemeleri, dolayısıyla sosyalizme ve hatta liberalizme karşı cephe almalarıdır. Buna bir örnek olarak, reformist akımlardan sayılan Mısırlı İhvan-ul Müslüm’in hareketidir ki, Hasan-ül Banna önderliği döneminde örgütlenme modeli için Alman Nasyonal Sosyalist (Nazi) Partisi’nin örgütlenme modelini benimsemesi, hatta Nazilerin "siyah gömlek" ve "kahve renkli gömlek" gruplarını taklit ederek, "ketayip" ve "cavala" denilen grupları örgütlemesiydi. Yine başka bir örnek vermek gerekirse, tanınmış Fransız ırkçı filozof A. Caarrel'i gösterebiliriz. Ki, onun kaleme aldığı "İnsan, Tanımlanmamış Yaratık" ve "Yaşam Ayini" adlı kitapları, günümüzde bile kendilerini islami-reformist diye tanıtan herkesin başucunda bulunmaktadır.

Bu akımın doğuş nedeni, kapitalist ilişkilerin yavaş yavaş geri ülkelere sıçramasıyla başlaması, dolayısıyla var olan yerel kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkiler ve beraberinde getirdiği kapitalist ve Batı kültürü arasında bir uyumluluk sağlamak, aynı zamanda körüklenmekte olan Batı karşıtı milliyetçi hareketlere karşı eski ve yeninin sentezini savunan güçlü bir hareket oluşturmaktı. Eski sömürgeciliğin en doruk noktasına ulaştığı dönemde ortaya çıkan bu hareketler, ulusal kurtuluşçu hareketlerin başarıya ulaşmasından sonra, yani yerel kapitalist ilişkilerin gelişme sürecine girmesiyle birlikte varlık nedeni de ortadan kalkarak tarihe karışmak zorundaydı.

3-Köktendinci islami hareketler:

Bu tür islami hareketlerin ana talepleri, islami totaliter devletleri kurmaktır. Bunların tümü islamın ana hükümlerine dönülmesini ve şeriat kurallarının uygulanması gereğini savunmaktadırlar. Fakat, bu hareketler, revivalist hareketlerin tersine sosyo-ekonomik yapının eski haline dönüşümünü savunmuyor ve kapitalist toplumlarda şeriatın uygulanmasından yana tavır alıyor. Yine reformist hareketlerin tersine islami modernleştirmeyi değil de, modern toplumu islamileştirmeyi istiyorlar. Dolayısıyla Batı kültürünün üstünlüğüne karşı aciz duruma düştüğü konularda rahatlıkla "asil islam" diye adlandırdıkları hükümlerini öylesine tefsir ediyorlar ki, sonuçta modern dünyanın ürünü sayılan kanunların köklerini ta Muhammed dönemine kadar uzatıyor ve hatta Kur’an'ın hükümlerine bile bağlayabiliyorlar. Köktendinci ve reformist hareketlerin diğer farklarını şöyle sıralayabiliriz;

a) Reformistlerin kitlesel tabanı en modern kesimler sayılan, öğrenci, devlet memuru, bilim adamları, bazı devlet adamları ve ender olarak da dini yöneticiler, yani şehirlerde yaşayan modern düşünceleri savunan kesimler. Karşısına aldığı kesimlerde köylüler, aşiretler, feodaller ve tüccar kesimle yakın ilişkileri bulunan ve çoğunluktaki din adamları, yine şehirlerde yaşayan ekonomik ve kültürel açıdan yoksul sayılan kesimlerdi. Buna karşın, köktendinci hareketlerin kitlesel tabanı, köylüler, aşiretler ve şehirlerde yaşayan yoksul kesimler ve özellikle köyden şehirlere göç etmek zorunda kalan ve şehirlerin kenar ve yoksul semtlerinde, yaygın deyimle varoşlarda yaşayanlardır.

b) Reformist akımlar, islam devleti kurmak değil de islami kuralları uygulayan tanrı kral veya halifelik sistemindeki mevcut devle tin mümkün olduğu kadar modern dünyaya uygun bir halde yeniden yapılanmasını savunuyorlar. Buna karşın köktendinciler islamın iktidara gelmesini savunuyorlar.

c) Reformistler, burjuva demokratik mekanizmaların uygulanmasına pek yakınlık göstermiyor, yakınlık göstermek zorunda kaldığında da bu mekanizmaların sınırlı bir güce sahip olmasından yana. Fakat, köktendinciler kendilerini meşru kılmak, halk tarafından seçil diklerini göstermek için belirli uygulamalara tabi tutulan burjuva demokrasisi mekanizmalarından, özellikle de seçimlerden yana tavır takınıyorlar.* Başka bir anlatımla, son iki asırda klasik sosyoekonomik yapının yavaş yavaş çöküş sürecine girmesiyle birlikte, Batı kültürü ve uygulamaları zorunlu olarak bu değişimlerle birlikte, islami toplumların en derin köşelerini bile bir anlamda fethetmişler, dolayısıyla yaklaşık olarak tüm yeni hareketlerde modern dünyanın etkilerini görmek mümkündür. Yukarıda sıraladığımız özellikleri göz önüne aldığımızda Türkiye örneğinde Hizbullah, İBDA C ve tüm korkak yaklaşımlarına rağmen Refah Partisi ve selefi olan Fazilet Partisi'nin de köktendinci akıma mensupturlar. Zaten köktendinci terimi, bu tür akımları açıklamak için tamı tamına öze dönüş anlamı vereceğinden, yanlış bir terimdir. Fundamentalizm, yani köktendincilik teriminin kökenleri 20. yüzyılın başlarında ABD'de Protestan bir çevrenin kökler (The Fundamentals) adını verdikleri kitapçıkları dağıtmasına dayanıyor. Bu çevrenin talepleri arasında Hristiyanlığın okullarda daha fazla öğretilmesinden, boşanmanın zorlaştırılması ve doğum kontrolünün yasaklanması gibi konuları barındırdığından, dağıttıkları kitapçıklardan dolayı Fundamentalist olarak anılmaya başlandı. Günümüzde de biçimsel farklılıklarına rağmen din ve siyasetin iç içe geçme gereğini savunan akımlara denilmektedir.

Günümüzde Değişik Dinlerdeki Köktendincilik

Dinin siyasi alanlarda canlanması ve dini-siyasi akımların gelişme si 20. yüzyılın son çeyreğinde aşağı yukarı tüm dinlerde görünmektedir. Günümüzde İslamın yaygın olduğu ülkeler dışında Latin Amerika, ABD ve Hindistan başta olmak üzere hemen hemen tüm dünyada böylesi hareketlere rastlamamız mümkündür. Şikago Üniversitesi'ne bağlı yayın kurumunun 1991-1995 yılları arasında "Fundamentalisms observed, Fundamentalizms and society, Fundamentalisms and the state, Fundamentalisms comprehened and Accounting for Fundamentalisms" başlıkları altında yayınlanan beş ciltlik kitaplarda bu gerçek detaylı bir şekilde ele alınmış, hatta bu kitapların araştırmacı-yazarların görüşüne göre; yakın zamanda Latin Amerika'da Hristiyan köktendincilik çok güçlü bir siyasi akıma dönüşecektir. Son yıllarda köktendinciliğin bu kadar gelişme göstermesini anlamak için, bu oluşumların temellerini hazırlayan etkenleri yakından ele almamız gerekiyor. Zira tüm propagandalara rağmen Fundamentalizmin ne özel bir dinle ne de özel bazı alan ve bölgelerle sınırlıdır. Bunu açıklamak için şu noktalara dikkat çekmemiz gerekiyor.

Revizyonist blokta gerçekleşen geriye dönüş hareketinin ardından oluşan, fakat kısa süren suskunluk döneminin ardından art arda patlak veren radikal hareketlerin popülaritesini azaltmak ve radikal hareketlerin, özellikle de sosyalist hareketlerin karşısına yeni bir hareket çıkarmak için tüm dünyada dini kurumları canlandırmak, beslemek sermaye düzeninin birinci hedefine dönüştü.

Küreselleşme yolunda hızlı oluşumların gerçekleşmesiyle birlikte, evrensel ve bölgesel alanlarda sınıfsal, ulusal ve cinsel eşitsizlikler körüklendi, gelirler arasındaki uçurum derinleşti ve büyük göçler başladı. Artan hoşnutsuzluk ve düzen karşıtlığı, temelleri, kapitalist sistem tarafından atılan dini akımlara kanalize edilmeye çalışıldı. Eski sosyalist ülkelerde tamamen ve emperyalist-kapitalist ülkelerde kısmen sosyal hakların kaldırılması ve dünya ekonomik krizinin büyümesiyle geri ülkelerde ortaya çıkan ekonomik sorunlarla birlikte büyümekte olan toplumsal muhalefetin radikalleşmesini önlemek için, gerici akımlara, yani nasyonalist, faşist, ırkçı ve özellikle dinci akımlara verilen maddi ve manevi destekler artırıldı.

Yöresel, bölgesel ve küresel göçlerin hızlanması, bir taraftan var olan işgücü ihtiyacını karşılarken, diğer taraftan bilinçli bir şekilde kışkırtılarak değişik kesimler ve kültürler arasındaki sürtüşmeleri artırmış, milliyetçilik, ırkçılık ve fundamentalizmin zemini hazırlanmıştır.

Ev işi toplumsallaştırılmadan ve kadın-erkek arasında gerçek eşitliğin sağlanmasına yönelik diğer adımlar atılmadan her gün büyümekte olan kadın işgücünden yararlanmak, yaşam, evlilik ve aile modellerinde büyük fakat dengesiz değişimleri ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla, dinlerle iç içe olan ataerkil kültürün yeniden canlandırılmasının yolu açılmıştır.

Doğu blokunun çökmesi dolayısıyla gerileme gösteren sosyalist hareketin yerini geri kalmış ülkelerde sınırsız olanaklara sahip olan dini akımlar doldurmaya çalışmıştır. Unutulmaması gerekiyor ki, toplumun ve eğitimin gelişmesiyle birlikte artan potansiyel muhalefeti örgütlemeye çalışan dini örgütler, sistem tarafından desteklenerek örgütlenmelerine rağmen, bazen kontrol edilemeyecek boyutlara ulaşarak, varlık nedenlerinden uzaklaşarak, iktidar olmayı hedefleyebiliyorlar.

Günümüzdeki köktendinciliği iki kategoride sınıflandırabiliriz. Birincisi; iki veya çok dinli toplumlardaki köktendinciliktir. Bu toplumlarda insanlar din (ya da mezhep) ve milliyet (ya da ırk) açısından değişik bölümlere ayrılıyor. Radikal hareketleri önlemek için kışkırtılan ırk, milliyet veya dini çelişkiler sonuçta köktendinciliğin değirmenine su taşıyarak, onun büyümesine hizmet ediyor. Örneğin Budizmin* ayinleri genellikle barışçı olmasına rağmen, Hindu ve Tamiller arasında körüklenen köktendinciliğe karşılık sertleşerek ilk köktendinci Budizmi yaratmıştır. Lübnan ve Filistin'de dış destekli islami köktendinciliğin temeli İsrail'deki Yahudi köktendinciliktir. Yine, Hindu ayininde geçmişte örgütsüz, lidersiz ve dağınık akımlardan oluşmasına rağmen, müslümanların örgütlenmesine karşın git gide örgütlü ve uzlaşmaz bir din hüviyetine bürünmüştür. Bu tür dini hareketler, genelde tarihi rekabet ve düşmanlıklara dayandıkların dan, kendi içlerinde daha az katı yöntemler uygulamaktalar ve genel amaçları, rakip saydıkları dini topluluklara üstünlük sağlamaktır.

İkinci kategoride yer alan köktendinci hareketler, dışa karşı değil de içe karşı, yani aynı dinden olanları hedef almaktadır. Bu tür köktendinciler en sert tutumlarla kendilerini ifade ediyorlar. Toplumun büyük bölümünün aynı din ve mezhepten olduğu ülkelerde, kendilerini gösteriyorlar. İslam ülkelerindeki örnekler, Hindistan’daki Hindu köktendinciliği ve ABD ile Latin Amerika'da Hristiyan köktendinciliği bu kategoride yer almaktadır. Dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi sayılan ABD'de, son yıllarda Cumhuriyetçi Parti'nin Hristiyan köktendinciliği tarafından rehin alınması bu olayın bariz göstergesidir. ABD'deki köktendinciliğin ulaştığı boyutlar, John Gray'ın kaleme aldığı "False dawn, thedelusions of global capitalism" (Londra, 1998) adlı kitabında gösterdiği gibi, gerçekten vahimdir. Kitabın anlattığına göre 1991 yılında yapılan bir araştırma sonucu, ABD'lilerin % 68 gibi büyük bir bölümünün bir kiliseyle yakın ilişkileri var. % 42'lik bir bölüm haftalık kilise törenlerine katılmaktadır ve % 70'lik bir bölümü de şeytana inanmaktadır. Aynı kitabın anlattığına göre Temmuz 1997'de "Hristiyan Koalisyonu" denilen hareketin baskısıyla Anayasa'ya eklenmek için yaratılış hikayesi ve ibadet törenlerinin okullarda öğretilmesinin zorunlu hale gelmesi için bir yasa tasarısı hazırlanmıştı.

Kısacası, köktendincilik, belirli din veya bölgelere özgü değildir. Özellikle, 20. yüzyılın son çeyreğinde, tüm dünyada ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerinin sınırsız desteğiyle, sosyalist ve devrimci hareketlere karşı toplumsal eğilimi zayıflatmak ve gerektiğinde onlara karşı kullanmak için ortaya çıkmıştır.

İran’daki Köktendinciliğin Doğuşu Yükselişi Ve İnişi

1979 Şubat devrimiyle iktidara gelen köktendinci İran İslam Cumhuriyeti'nin genel olarak iktidara geliş süreci değil de, iktidara yerleştikten sonra uygulamaya koyduğu politikalar göz önüne alındığında, hem tanımlanması zorlaşmış ve hem de bu ülkede meydana gelen olaylar genellikle yanlış anlaşılmıştır. Örneğin 18 Şubat'ta yapılan parlamento seçimlerinin, Türk medyası ve televizyonları dahil, Avrupa ve ABD medyası ve haber ajansları başta olmak üzere tüm dünyada reformist cumhurbaşkanının büyük zaferi olarak tanımlandı. Halbuki, bu seçimde İran halkı Hatemi dahil islami rejimin bütününe karşı oy kullanmıştır. Öyleyse, İran'daki köktendinciliğin doğuşu, yükselişi ve son yıllarda hızlanmakta olan iniş süreçlerini yakından ele almamız gerekiyor.

İran, çok çeşitli uluslar ve din/ mezhepler mozaiğine sahiptir. Bunlar, % 85'lik Şii kesimin yanı sıra % 14'lük Sünni, % 1'i Hristiyan, Yahudi, Bahayi ve Sabii topluluklarından oluşmaktadır. Böylesine bir dinsel ve mezhepsel farklılıkların oluşturduğu İran'da, hem eski ve hem de yeni rejimin tüm çaba ve kışkırtmalarına karşın, etnik ve dini-mezhebi çatışmaların hemen hemen hiç olmadığı bir ülkedir. Orta Asya ve Avrupa'nın kesiştiği bölgede yaşayan İranlılar, tarihleri boyunca defalarca Hunlar’ın, Yunanlıların, Romalıları’n, Araplar’ın, Moğollar’ın, Selçuklular’ın, Tatarlar’ın, Özbekler’in, Osmanlılar’ın ve Afganlar’ın büyük askeri işgal hareketlerine maruz kalmış, birlikte direnerek birlikte savaşmış ve dolayısıyla aralarındaki sürtüşme ve rekabetten çok birlikte yaşama öne geçmiştir. 20 milyon Azeri, 8 milyon Kürt, 4 milyon Arap ve toplam sayıları milyonları bulan Gil, Mazani, Beluç, Lor, Türkmen ve Gaşgayiler ve Farslar arasındaki dostluk ve kardeşlik hep sömürücü sınıfların korkulu rüyası olmuştur. İslam Cumhuriyeti kurulduktan sonra Kürdistan bölgesinde alevlenen toplum sal hareketin sahip olduğu iki önemli özellik, bu kardeşlik duygularının açığa çıkmasını sağlıyor. Birincisi, Kürt halkı ve devrimcilerinin bugüne kadar dar milliyetçi bakış açısının ürünü mutlak ayrı örgütlenmeyi dayatmaktan çok, ulusal özgürlüğü İran’daki ulus ve halkların ortak mücadelesinde görmeleridir. İkincisi Azeri, Fars, Arap ayrımı yapılmadan diğer halkların Kürt ulusal hareketine destek vermesi ve son 22 yıllık süreç içerisinde Kürt kökenli olmayan binlerce demokrat ve devrimcinin Kürt gerillalarının yanında mücadele vermesi ve bu hareket uğruna şehit düşmeleridir.

Körfez ve Hazar Denizi petrol yataklarının tam ortasında, yine Orta Asya ve Avrupa'nın kesiştiği bölgede bulunan ve çok zengin petrol, doğal gaz, uranyum, bakır ve magnezyum rezervlerine sahip olan İran'da yaşayan halkların dostluk ve kardeşlik hisleri dışında, bir önemli özelliği daha vardır. Ortadoğu'da en eski ve en güçlü demokratik ve sosyalist hareketleri meydana çıkaran, 1906 Meşrutiyet Devrimi, 1947-1948 Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti, Mahabad Kürt Cumhuriyeti, 1953 demokratik halk ayaklanması, 1968 öğrenci hareketi, aylarca süren 1979 petrol işçileri genel grevi, Şubat 1979 halk ayaklanması ve son olarak Temmuz 1999 öğrenci ayaklanmasına imzasını atan İran halkının, geçmiş yüzyıldaki tarihi, diğer bölge ülkelerinden farklı bir rotada seyretmiştir. 19. yüzyılda İran ve Rusya arasında meydana gelen savaşlar sonucu, İran kuzeyinde bulunan birçok bölgesini Rusya lehine kaybetmesinden sonra, diğer bölgelerle bağını ve ilişkilerini sürdürmüştür. Yüzbinlerce İranlı işçi Rusya'da çalıştıklarından sosyalist ideoloji ile yakından tanışmış, dolayısıyla İran’a döndüklerinde, bu ideolojinin yayılmasında büyük rol üstlenmişlerdir. 20. yüzyılın başlarında İran'da ilk komünist partisi kurulmuştur. 1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra, kendilerini "53'lü" çevrenin devamcısı olarak sunan bir grup Tudeh Partisi’ni kurmuşlardır. 1938 yılında hapishanede ölen Dr. Tagi Arani'nin önderliğini yaptığı "53'lü" diye anılan komünist çevrenin büyük bölümünün bu partide yer almamasına karşın Tudeh Partisi, var olan güçlü sosyalist potansiyel sonucu hızla gelişti. Aynı dönemde sendikal harekette büyük ilerlemeler katedilmişti. Öyle ki, henüz kapitalizmin yeni yeni geliştiği İran'ın başkentinde 1950 yılında 50 bin sendikalı işçi bulunu yor ve 1950 1955 yılları arasında Tahran'da defalarca on binleri bulan kitlesel işçi eylemleri gerçekleşiyordu. Yine güneybatıda zengin petrol rezervlerinin bulunduğu Kuzistan başta olmak üzere, petrol sanayisi bulunan bölgelerde, güçlü işçi hareketleri ortaya çıkmıştı. Bu harekete destek veren diğer işçiler yine öğrenciler ve memurların baskısı sonucu dönemin başbakanı Müsaddik petrol sanayinin ulusallaş tırılmasını sağlamıştı. İngilizlerin işbirlikçisi şah ülkeden kaçmak zorunda kalmış, fakat Ağustos 1953'te yapılan darbeye karşı Tudeh Partisi'nin sessiz kalmasından da cesaret alarak yeniden İran’a dönmüştü. İşçi konfederasyonlarının başında yer alan bu partinin yöneticileri, hem darbeye karşı koymak için işçileri harekete geçirmedi, hem de Tahran polis teşkilatında 600'ü bulan subay ve rütbeli üyeleri ve ordu içindeki görev yapan yüzlerce subay ve rütbeli üyelerini harekete geçirmekten kaçındı. Tüm bu olaylarda din adamları ve mollalar hep Başbakan Dr. Muhammad Müsaddık'ın karşısında ve Azerbaycan ve Kürdistan Demokrat Cumhuriyetleri’ni silaha başvurarak bastıran ve sosyalist ve demokratik hareketlerine karşı cephe alan şah ve yandaşlarının yanında yer aldılar.

1953 sonrası, İran'da hüküm süren iktidar, ABD destekli Şah diktatörlüğüydü. Halkların kardeşliğini ve güçlü sosyalist hareketin tarihini bilen ABD emperyalizmi, Tudeh'in çökmesiyle komünizmin yeniden canlanmasını önlemek için tüm demokratik özgürlüklerin as kıya alınmasını, güçlü polis istihbarat ve ordu mekanizmalarının yaratılmasını ve her ihtimale karşı, özellikle sosyalist bir harekete karşı dini temellerin güçlendirilmesini uygulamaya koydu.

İlköğretim dahil olmak üzere tüm okullarda din dersleri ve orta okullarda da Kur’an dersleri verilmeye başlandı. 1976 yılına ait verilere göre devlet himayesinde 23 yıllık süreç içerisinde 36 milyon nüfuslu İran’da devlet himayesinde 70 bin cami bulunmaktadır. Okul vb. kurumlarda 300 bin molla eğitimci olarak görev yapmaktadır.

Petrol ihracatı sayesinde ithalata oranla kat kat büyüyen bir ihracat seviyesine ulaşılan bu dönemde, hızla sanayileşen İran'da silahlanma da tüm hızıyla sürdürülerek, hem sanayileşmede hem de askeri güç açısından Şah rejimi parlak dönemini yaşıyordu. Sanayinin işgücü ihtiyacını sağlamak için 1946 yılında yapılan toprak reformuyla köyden kentlere yoğun bir göç dalgası başladı. 15 yıllık bir süreç içinde işçi sınıfı sayısal olarak 10 kat büyümesine rağmen, vasıfsız ve köy kökenli işçilerin çoğunluğunu teşkil ettiği için, proleterleşme niteliğinde bir gerileme yaşandı. Öncü ve sosyalist bilinçli işçilerin azınlıkta kalması, dini bağların güçlü olduğu köylü kökenli işçiler, devamlı bir iş ve gelir elde ettiklerinde, sınıf mücadelesinde bir duraklamaya yol açtılar. Fakat, her şeye rağmen, devrimci hareket yavaş yavaş canlanmaya başladı. Tudeh Partisi’nden ayrılan, Kruşçev revizyonizmine karşı cephe alan ve Stalin dönemindeki sosyalizmi savunan Dr. Frutan ve arkadaşları, Tufan örgütünü kurdular. 1965 yılında islami temelde gelişen fakat, 1982 yılına gelene dek Marksizmin devrim bilimi olduğunu savunan Halkın Mücahitleri* örgütü kuruldu. Fakat Şubat 1970 yılında kurulan ve hızlı bir şekilde popülerleşen Halkın Fedaileri örgütünün kurulmasıyla birlikte, İran'daki toplumsal hareket yeni bir sürece girmiş oldu. Öğrenciler içinde büyük bir kitle tabanına sahip olan bu örgüt, gitgide diğer kesimler içinde de desteklenmeye başlandı. 1975 yılında Halkın Mücahitleri örgütünden ayrılanlar Peykar örgütünü kurdular. Bu örgüt Tufan örgütü gibi Enver Hoca çizgisinde bulunuyor, fakat İran'ın sosyoekonomik yapısının bağımlı kapitalist olduğundan hareketle bazı özgün farklılıkları savunuyordu. 1976 yılından itibaren toplumsal hareketler radikalleşmeye başladı. Uzun süre devam eden sükunetin yerini, işçi eylemleri, öğrenci başkaldırıları alıyordu ve ufukta devrim görünüyordu.

1963 yılında, toprak reformuna karşı çıkan Humeyni, gönderildiği Irak sürgününde, devrimci hareketin bu gelişiminin durdurulması için, uluslararası burjuvazi tarafından hatırlandı. ABD'nin Sesi, Fransa, BBC, Alman ve İsrail radyoları, elbirliğiyle bu şahsiyeti ön plana çıkarmaya başladılar. Humeyni'nin her dediği bu radyoların antenlerine ayarlanmıştı. 70 bin cami ve 300 bin mollasıyla siyasal ordusu hazır olan Humeyni'nin işi kolaylaştırılmıştı. Radikal islami savunan Halkın Mücahitleri örgütünün ve geniş bir kitle içinde sevilen Halkın Fedaileri örgütünün tutsak düşmüş tüm lider kadrosu, art arda kurşuna diziliyorken, devrimci ve antiemperyalist dalgalara uyum sağlamak zorunda kalan köktendincilik anti Amerikan tutuma bürünerek devrim dalgalarına binmeyi ve önderliğini ele geçirmeyi başarıyordu. Halkın Fedaileri’nin organize ettiği yürüyüşle başlayan Şubat devrimi, Şah rejiminin devrilmesiyle birlikte yenilgiye uğradı. Sadece Tahran'da milyonları yürütebilen Halkın Fedaileri, aslında komünist bir partinin niteliklerinden yoksun, güçlü sosyalist eğilimler taşıyan, Kruşçev revizyonizmine karşı cepheden tutum alamayan, küçük-burjuva halkçı-devrimci bir örgütlenmeydi. 1980 yılında Tudeh'in müdahaleleriyle ikiye bölünen bu örgütün büyük bölümünün rejime taraftar kesilmesiyle birlikte, örgütsel zayıflama ve ideolojik yıkımın önünü açıyor, islami rejimin iktidara giden taşlarını da döşüyordu.

İslami rejimin iktidarı sağlamlaştıkça baskı politikaları da hız kazanıyordu. İşçi sovyetleri dağıtılıyor, demokratik bilinci gelişkin Kürt halkına karşı baskılar artırılıyor, uzun mücadeleler sonucunda kazanılmış demokratik haklar ve özgürlükler kısıtlanıyordu. Ekim 1980'de İran-Irak savaşının başlaması ve Haziran 1981 'lerde kitle hareketinin gerilemesine koşut olarak Halkın Mücahitleri örgütünün bireysel "terör" politikalarını ön plana çıkarmasıyla birlikte, gerici beyaz terör dizginlerinden boşandı. Yüz binlerce devrimci tutuklandı, on binlercesi kurşuna dizildi. Halkın Fedaileri’nden boşalan yeri doldurmaya soyunan ve radikal hareketi örgütlemeye girişen Halkın Mücahitleri’nin izlediği yanlış politikalar sonucu tarafsız kalan kitleler, istikrarlı ve devrimci önderlikten yoksun kalan işçi sınıfı hareketinin püskürtülmesi vb. gibi etmenler sonucunda islami devlet güç kazanmaya başladı.

Varlığını antiemperyalist söylemlere borçlu olan, Ekim 1979 yılında diplomatları rehin alan İslami rejim, bir taraftan kendi temellerini sağlama alırken, diğer taraftan da islam devrimini ihraç etmek için, çevresindeki islam ülkelerinde mümkün olduğu kadar kendi taraf tarı örgütler kurmaya girişti ve bu uğurda milyonlarca dolar harcamayı göze aldı.

Savaşı baskı ve terör malzemesi yapan islami rejim, kültürel olarak en geri kalmış kesimleri çekebilmek için ABD ve İsrail karşıtı sloganlar ve eylemlerine her gün yenilerini ekliyordu. Fakat, islami rejimin uygulamaları en çok ABD emperyalizminin yararına olduğun dan, ABD emperyalizmi de islami rejime karşı propagandasını büyüterek durumdan yararlanmaya çalışıyordu. İran korkusu sayesinde ABD’nin, Körfez Arap ülkelerine satmadığı silah kalmadı. Tankerler Savaşı diye ünlenen İran ve Irak petrol gemilerine sürekli olarak düzenledikleri saldırılar en çok ABD'ye yarıyordu. 1967 ve 1973 Arap İsrail savaşları sırasında İsrail'e açık destek veren Batılı devletler, Arap ülkelerinin petrol boykotu kriziyle karşı karşıya kaldıklarında, olası bir petrol boykotuna dayanabilmek için devasa boyutlarda süper tankerleri üreterek, depo görevi üstlenen bu gemileri taşımacılıkta kullanmaya başladılar. Fakat Arap dünyası ve İsrail arasındaki savaş bulutları dağıldığından bu tankerlerin kullanım ve servislerinin pahalıya patlamasından, yeniden küçük tankerlere dönüş yapılmıştı. Tan kerler savaşı sırasında emekliye ayrılan bu tankerler, yeniden hizmete sokuldu. Sigorta bedellerini ve saldırılar sonucunda ortaya çıkan hasar maliyetini ödemek zorunda kalan İran ve Irak, böylece süper tankerlerin maliyetini üstlenmiş oldular. Daha önce ABD silahlarıyla donatılan İran ordusu, savaş sırasında gereken malzemeleri boykot nedeniyle aracılar vasıtasıyla birkaç misline temin ediyor ve bu arada hem Avrupalı emperyalistlerin silah stoklarını eritiyor ve hem de silah tüccarlarını kalkındırıyordu.

ABD ve Batılı emperyalistlerin hedefi, askeri ve ekonomik açıdan Ortadoğu'nun en güçlü ülkesi olan İran'da olası bir devrimci iktidarın yerine gerici rejimin ülke yönetimini ele geçirmesiydi. Emperyalistler açısından bu ülkedeki islami rejim, hem bu ülkeyi çökertmek için, hem de bölgedeki zengin Arap ülkelerinin döviz hesaplarını silah satmak suretiyle eritmek ve Körfez’de askeri olarak hakimiyet kurmak için islami rejimden daha iyisi olamazdı. Öte yandan canlanan islami köktendinciliğin baskısıyla Arap ülkelerini de birer birer İsrail’le barış masasına çekme olanağını sağlamıştı.

İslami gericiliğin İran’a olan maliyeti, daha doğrusu Batıya olan kârı, bugünkü değerlerle 1 trilyon 250 milyar doları bulmaktadır. İslami rejim iktidara geldiğinde İran'ın iç ve dış döviz rezervleri 300 milyar dolardı. 21 yıllık süreç içerisinde sadece petrol ihracatından el de edilen gelir, ortalama yıllık 20 milyar dolar olarak 420 milyar doları bulmuş, imar ve sanayi yatırımı yerine hemen hemen tümü silah başta olmak üzere ithalata harcanmıştır. Savaş sırasında İran'ın uğradığı zarar toplam 500 milyar doları aşmıştır. Elbetteki savaş hasarlarını gidermek, her yerde olduğu gibi dolaylı ya da dolayısız yine Batılı devletlerin eliyle mümkün olacaktı. Son resmi verilere göre, günümüzde islami rejimin 30 milyar dolarlık bir dış borcu bulunuyor.

Emperyalizme ve kendilerine pek de "sıcak" bakmayan ikiyüzlü Batı kapitalizmine bu kadar yararlar getiren İran islam rejiminin, İranlı işçi ve emekçilerine ne getirdiğine de bakmalıyız. İktidara gelişinden itibaren, kitlelerin değişik demokratik ve ekonomik istekleri ne gerici mahiyetinden dolayı karşılık veremeyen islami rejim, sürekli olarak krizlerle karakterize olmuştur. Çareyi değişik polis ve istihbarat örgütlerini artırmakta bulan rejim, sonuçta krizini derinleştirmekten başka sonuç elde edememiştir. İran'ın bugünkü ekonomik tablosunu çizmek için bazı örnekler vermeliyiz.1971-76 döneminde imara ayrılan bütçedeki pay ortalaması % 45-50 iken, bu oran 1980’90 döneminde ortalama % 20'ye gerilemiş ve ancak 1991-’96 yıllarında % 28-30 seviyesine ulaşmıştır. 1976 yılında yeni yatırımlar için ayrılan bütçenin GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla)'daki payı % 25 iken bu oran 1988'de % 10.5 ve 1997'de % 16 civarındaydı. Halbuki sanayideki yıllık istihlak* oranı % 15 civarındadır. İran'daki ekonomik gerilemenin yanı sıra, ekonomik doku da üretim aleyhine değişmiştir. 1976 yılında tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışanların oranları sırasıyla % 44.2, % 34 ve %21.8 olmasına karşın, bu oranlar 1996 yılında sırasıyla % 22.8, % 25.3 ve % 51.9 olmuştur. Başka bir ifadeyle üretimin payı 20 yılda % 78.2'den % 48.1'e gerilemiştir. Son olarak asgari ücretin bu süreç içeri sindeki gerçek değeri de İranlı kitlelerin ekonomik durumlarının ne kadar kötüleştiğini göstermeye yeter de artar bile. 1978 yılında günlük asgari ücret 1002 riyaldi. O günkü kurla 1 dolar 67 riyale tekabül ettiğinden, günlük asgari ücret 15 dolar civarındaydı. 1999Ş gelindiğinde günlük asgari ücret 12061 riyal ve doların serbest piyasadaki değeri 8500 olduğunu göz önüne aldığımızda asgari ücret 1 dolar 42 sente gerilemiştir.

Ekonomik baskıların belini büktüğü İran halkı, siyasi baskılara karşı tüm iniş ve çıkışlara rağmen, hiç boyun eğmemiştir. Sendika kurmak, grev yapmak, islam dışı ideolojileri savunmak ve daha birçok şeyin yasak olduğu İran'da, geçtiğimiz 21 yıllık süreçte 100 binin üzerinde komünist, devrimci ve demokrat kurşuna dizildi, yüz binlercesi tutuklanarak işkence gördü. Fakat 100 yıllık mücadele geçmişi olan İranlı işçi ve emekçilerinin son yıllarda yeniden ayağa kalmaya başlaması, rejime karşı dikilmesi sürpriz olmasa gerek.

İç politika, ekonomi ve dış politikadan çark eden islami rejim, ‘96-'97 yıllarında dışarıdan ve içeriden iki büyük darbe aldı. Birincisi; tüm baskılara rağmen petrol işçilerinin sendikal haklar için ardı arkası kesilmeyen genel grevleri ve yürüyüşleri. İran işçi sınıfının önder bölüğü sayılan petrol işçilerinin ardından, demir çelik ve otomobil sanayileri başta olmak üzere diğer sektörlerinden işçilerin ayağa kalkmasıydı. İkincisi; Almanya'nın Berlin şehrinde görüşülen Mikonos davasından geldi. İran Kürdistan Demokrat Partisi lideri Şarafkendi ve arkadaşlarının Berlin'de Mikonos adlı Yunan kafesinde terör olayını görüşen mahkemede İran'ın dönemin Cumhurbaşkanı Rafsancani, dönemin istihbarat başkanı Fallahyan ve dini lider Hamaney'in bir terör komitesi kurarak yurt dışında muhaliflerine birer birer katlettikleri ortaya çıkmasının ardından, Avrupa Birliği ülkelerinin İran'la diplomatik ilişkilerini kesmek zorunda kalmalarıydı. Bu olay, uluslararası sermaye çevrelerinin hem İran'da hem de devrimci sosyalist geleneğin güçlü olduğu diğer ülkelerde köktendinciliğe dur demesinin ilk sinyalleriydi. İslami gericilik, emperyalist kapitalizm için üstlendiği görevi birçok ülkede yerine getirmiş ve en azından şimdilik köşesine çekilerek dinlenmesi gerekiyordu. 1970'li yıllarda radikal hareketlere karşı kullanmak, yine islami ülkelerde köktendinciliği bir korku aracı gibi kullanarak Batı sermaye ve kültürünü oralara daha kolay sokmak dönemi bitmiş, küreselleşmenin körüklediği ekonomik krizlerin, köktendincilik tarafından büyütülmesini önlemek, yine Arap-İsrail arasındaki barış görüşmelerini sonuçlandırmak için, köktendinciliğin kalesi sayılan İran başta olmak üzere diğer ülkelerde de yeni değişimler için baskılar arttı. Zaten islami gericiliğin popülaritesi de sona ermiş ve asıl yüzü ortaya çıkmıştır. Varlığı sadece radikal devrimci antikapitalist hareketleri güçlendirmeye yarayacaktı.

İran örneğinde islami rejimin tamamen çark etmesi ve yerini yeni bir devrimle solcu bir iktidara kaptırma ihtimali, ne İran burjuvazisinin ne emperyalist odakların ve ne de çevre ülkelerinin yararına olmayacağını anlayan tüm bu çevreler, elbirliğiyle yeni bir politikayı uygulamaya koymaya çalıştılar. İslami devlet imaj değiştirerek liberal bir görüntüye bürünecek, Batı dünyası, Arap ve bölge ülkeleri bu değişime tam destek verecek ve kitlelerin demokratik taleplerine az çok cevap verilerek, dış sermayenin akışını sağlamakla ekonomi canlandırılacak ve böylece durum kurtarılacaktır. Fakat, şimdiden evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Ilımlı görüntü vermeye çalışan Hatemi'nin büyük bir oy patlamasıyla 1997 yılında Cumhurbaşkanı seçilmesi, bu politikaya hizmet etmesine rağmen, halkın islami liderliğe ve islami yasalara dayanan iktidara yok demesi anlamına da geliyordu. Fransız, İtalyan, Hollandalı, İngiliz ve Alman tekellerinin son iki yılda islami rejimle art arda imzaladıkları milyarlarca dolar tutarındaki sözleşmeler, uluslararası medya tekellerinin Hatemi kanadına verdikleri sonsuz destek ve ABD devletinin İran’a yakınlaşma politikalarına rağmen, 1998 ve 1999 yılında yapılan büyük kanlı yürüyüşler, işçi sınıfının kısa bir duraklamadan sonra yeniden grev silahını kuşanması ve Haziran 1999'da genel öğrenci eylemlerinin mesajı çok açıktır: Oyunun kurallarını siz değil, biz tayin edeceğiz!

Komünist ve devrimci hareketlere karşı canlandırılan köktendinciliğin kalesi İran İslam Cumhuriyeti'nin devrilmesi, bölge ülkelerinde yapacağı etkinin yanı sıra, sömürü ve zulüm düzeninin korkulu rüyası, 150 yıldır dünyanın her yerinde dolaşan komünizm hayaletinin yeniden canlanması ve dinin komünizme karşı bir araç olarak kullanılmasının da sonu olacaktır. Bütün sermaye çevrelerinin ve devletlerinin Hatemi yanlısı kesimlerinin altında yatan neden budur. Geçtiğimiz günlerde yapılan parlamento seçimlerinde, islami rejimin simgesi haline gelen tüm adaylar, özellikle eski cumhurbaşkanı Rafsancani ve muhafazakar kanadın tarihi bir bozguna uğraması, İran halkının son mesajını ilan etmesiydi: Değişim, değişim, yine değişim.

Parlamentoyu da yanına alan Hatemi, değişimler için büyük yasama ve icraat gücü sağladığından mazeretleri de ortadan kalkmış ve böylece son kozlar oynanacaktır. Ya Batı desteğiyle gitgide Batı demokrasisine uygun bir model yaratarak, böylece halen kral diktatörlüğü modeliyle yönetilen çoğu Arap ülkeleri için yeni bir model ortaya konacak, ya da yükselecek yığın hareketi ve devrimci hare ket her şeyi silip süpürecektir. Şimdilik, ekonomik ve siyasal krizlerin vardığı boyutlar birinci seçeneğin gerçekleşmesine pek şans tanımamaktadır.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi