İki Düşman Kampın Odaklandıkları Bir Alan
Sendikalar ve işçi sınıfının sendikal mücadelesinin önemi, içeriği ve zorunluluğu sorunundaki tartışmanın tarihi, denilebilir ki kapitalizm ve işçi sınıfının bütün “bir tarihi” kadar eskidir. Yüzelli yıllık bir tarihi geçmişe sahip olan bu tartışmanın önemi, sendikaların ücretli emek ile sermaye düzeninde sahip oldukları temel özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu tartışma, işçi sınıfı ve emekçi milyonların sermaye düzenine karşı, onun iktidarını alaşağı ederek kendi iktidarı altında toplumsal devrimi sürdürdüğü bütün tarih boyunca da bir dönem devam edecektir. Marks-Engels’ten günümüze kadar bu sorunda komünistlerin taraf olduğu tartışma, bir başka ifadeyle komünistlerin tartıştığı sendikalar ve/ ya da yaratmayı hedeflediği sendikalar, geniş işçi yığınlarının sermaye ve iktidarına karşı mücadele örgütleridir. Sınıf sendikalarıdır. O nedenle bizler de bu tartışmada “sendikalar ve sendikal mücadele” derken herhangi bir sendikayı ve sendikal mücadeleyi değil, dosdoğru marksist leninist sendikal mücadele anlayışına bağlı olarak yaratmayı hedeflediğimiz “sendikalar”ı, işçi sınıfının örgütleri olarak sendikaları yani sınıf sendikacılığı hareketinin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalıştığımızı belirtmeliyiz.
Kapitalist sermaye düzeni ve politik iktidarları, bütün tarih boyunca, işçi sınıfının örgütleri sendikalara çok yakın bir ilgi göstermiştir. Bu, aynı zamanda kapitalist burjuvazinin kendi sınıf çıkarları karşısında toparlanarak gelişen işçi sınıfı hareketine gösterilen doğrudan “yakın ilgi”nin de ta kendisidir. Ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkinin ilk dışa vurumu olarak ardışık gelen grev muharebeleri olduğundan, burjuvazi işçi sınıfı hareketinin grev eylemiyle onun temel yürütücü araçları olan sendikaları birbirlerinden ayrılmaz kavramlar olarak ele almış ve düşünmüştür. O nedenle grev hakkının yasak olduğu, yasaklandığı bütün durumlarda sendikalaşmaya gitmek, sendika kurmak da hep yasak olmuştur. İşçi sınıfı, grev hakkı ve sendikalaşma hakkı için mücadeleyi ayrılmaz bir bütün olarak ele almış ve mücadele etmiştir. Bütün sanayi devrimlerini takip eden yıllarda burjuvazi ilk iş olarak işçilerin grev yapmasını ve birlik ve sendika kurmasını bir yasak olarak temel yasalarına koymuştur. İşçiler de, grev yapma ve sendika kurma hakkı için uzun yıllar çok çetin ve riskli mücadeleler örgütlemişlerdir.
Benzer mücadeleler İngiltere’de, Fransa’da, Amerika ve Almanya’da, sonraları Latin Amerika ülkelerinde ve kapitalizm ve işçi sınıfının gelişmeye başladığı bütün ülkelerde işçi sınıfının uzun yıllarını almıştır. Tek tek bütün ülkelerde kapitalist burjuvazi, işçi sınıfının çok temel mücadele örgütleri olan sendikaları amaçlarından saptırarak, etkisiz hale getirmek için içten ve dıştan bütün hile, entrika ve komplolara başvurmakta en küçük bir çekince göstermemiştir. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazi, yasalarına koyduğu yasaklarla engelleyemediği işçilerin sendikalaşma hareketini amaçlarından saptırmayı temel bir yöntem ve amaç olarak benimsemiş tir. Burjuvazi kendi cephesinde sendikal birlikler kurmakla yetinmemiş, bundan daha fazla olarak kurulan ve her geçen gün yaygınlaşarak etkili mücadele araçlarına dönüşen sendikaları içeriden fethetmek yoluyla kendi sınıfsal çıkarları ve amaçları doğrultusunda kullanmıştır.
Kapitalizmin beşiği sayılan İngiltere, aynı zamanda işçi sınıfı hareketi ve sendikaların da beşiğidir. Ama İngiltere’de 1924 yılına kadar sendika kurmak, sendikal faaliyet yürütmek yasaktır. 1799 1800 tarihinde çıkarılan grev ve sendika faaliyetlerini yasaklayan “Birleşme Yasaları” uzun yıllar yürürlükte kalmış. 1834 yılında bu yasalar yüzünden Altı Toppuddle savaşçısı, çiftlik işçilerini örgütlemeye çalıştığı için yedi yıllık sürgün cezasına çarptırılmışlardır. Aslında İngiltere’de 1875 yılana kadar gerçek anlamda yasalar sendikaları tanımadılar. Bütün bu süreçte İngiliz işçi sınıfı sert mücadeleler yürüttü. Kendi öz deneyimleriyle, yalıtılmış eylemlerin burjuvazinin iktidarınca çok kolayca bastırıldığını gördü. Sanayi sektörlerinin tamamı ve giderek bütün ülkeyi kapsayan eylem türlerine geçildi. Yaşanan deneyler, bu eylemleri yapmanın yolunun da ülke çapında sendika örgütleri kurmaktan geçtiği açığa çıktı. Ülke düzeyinde sendika kurma girişimleri de ilk olarak İngiltere’de başladı. 1831 yılında “Emeğin Korunması İçin Ulusal Dernek” kuruldu. 1834 yılında ütopik sosyalizmin mucidi Robert Owen, “Büyük Ulusal Sendikalar Birliği”ni kurdu. Bunlar, daha sonra kurulan modern işçi sendikalarının da embriyonuydu. 1868 yılında toplanan Trade-Union’lar Kongresi (TUC), bu imkanlar üzerinde örgütlendi. İngiliz burjuvazisinin bütün dikkatleri Trade-Union’lar üzerinde yoğunlaşmaya başladı.
Fransa’da sendikal örgütlenme hakkı ancak 1884 yılında elde edilebildi. 1789 büyük Fransız devrimine rağmen, Fransız burjuvazisi işçi sınıfının ülke ölçeğinde sendikal bir örgütlenme yaratmasını yasalarla yasaklamıştır. 1860’lardan itibaren oluşmaya başlayan meslek temelindeki mahalli örgütlenmeler, yürüttükleri uzun mücadelelerden sonra, burjuvazinin parlamentosu, “Le Chapeiler” yasasını iptal etmek zorunda kaldı. Kısa zaman zarfında mahalli birliklerde örgütlenen işçi sayısı 100 bine ulaştı. Bu sendikal odaklardan sonra 1895 yılında Limoz’da bütün sendikaların birleşmesiyle “Genel Emek Konfederasyonu” (CGT) kuruldu.
İtalya’da grev ve sendikalaşma 1889 yılına kadar yasaktı. Grevlere katılan işçilere ağır cezalar öngörülüyordu. Almanya’da yalnızca belli sanayi kollarında işçilerin sendikalaşmasına olanak tanınıyordu. Ama bunların faaliyetleri bir dizi kısıtlamaya tabi tutulu yordu. Sendikalar, Amerika Birleşik Devletleri’nde resmen yasal oldukları halde, fiilen işletilmiyordu. “Anti-Tröst yasası” diye bilinen 1890 tarihli Sherman Yasası, işçi sınıfının örgütlenmesi önünde doğrudan engel oluşturuyordu. Amerika Birleşik Devletlerinde kitlesel boyutlara ulaşan işçi mücadelesi, 1884 yılında bu yasakları parçalamaya başlamıştı. İşçilerin örgütü “Emeğin Şövalyeleri” Mayıs 1886 Cumartesi gününden başlayarak bütün ülkede 8 saatlik işgününün uygulanmasını istedi. Grev, başta Şikago olmak üzere bütün sanayi merkezlerine yayıldı. Gösterilere dönüştü. Modern işçi sınıfının mücadele günü ilan ettiği 1 Mayıs'ı, bu grev dalgası tarihe kaydetti. Belçika’da da sendikal faaliyet uzun yıllar yasaktı. 1936’da Londra İşçi Derneği Sekreteri William Loret Belçika işçilerine yaptığı konuşmada; “Eğer krallar birleşebiliyorsa, servet üreticileri niçin kendi kutsal ittifaklarını kurmasınlar” diye seslenerek, giderek uluslararası bir nitelik taşımaya başlayan burjuvaziye karşı, proletaryanın enternasyonal dayanışmasıyla karşı durulmasının gerekliliğine işaret ediyordu.
Avrupa’dan sonra kapitalizmin gelişme düzeyine paralel olarak Latin Amerika ülkelerinde de ülke genelini kapsayan sendika merkezleri kurulmaya başlandı. Latin Amerika ülkelerinde de kapitalizm ve işçi sınıfının gelişimiyle birlikte işçilerin, işçi birliklerin de kümelenme ve daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için mücadeleye başladıkları görülüyor. “Dünya Sendikalar Federasyonu”nun kayıtlarına göre ülke çapında ilk sendikal merkezler Uruguay’da 1875, Peru’da 1884, Arjantin’de 1890, Küba’da 1890, Şili’de 1909, Meksika’da 1912’de, Bolivya’da 1912’de, El Salvador’da 1914 yılında kuruldular. 1909 yılında Latin Amerika ülkelerinden altısının sendika örgütleri Buenos Aires’te bir konferans düzenleyerek, bölgede işçi sınıfı hareketinin örgütlenme ve sermaye ve hükümetleri ne karşı mücadele sorunlarını tartıştılar. Avrupa ülkelerine göre daha geç ortaya çıkan Latin Amerika ülkeleri işçi sınıfı hareketi, buna rağmen 1890 yılında dünya çapındaki ilk 1 Mayıs, Arjantin, Küba ve Meksika’da da kutlandı.
Vahşi ve barbar sömürgecilik altındaki Afrika ve Asya ülkelerinde de sendikal hareket Avrupa’daki hareketin etkisiyle gelişme yoluna giriyor. Sömürgeciliğin kayıtlarına göre 1874 yılında Freetown’da tersane işçileri greve gidiyor. 10 yıl sonra S.H.A. Case adında Afrikalı bir işçi “Makina İşçileri Birliği” sendikasını kuruyor ve “zanaatkar” isimli bir de gazete çıkarıyor. Güney Afrika Birliği’nde ilk sendika 1887’de kuruluyor. Capo Cape Town’da kurulan bu sendika, Marangozlar Sendikası’dır. Asya ülkelerinde de daha çok dokuma işçileri içerisinde gelişen sendikalaşma hareketi, sömürgeci boyunduruğa karşı mücadeleye de hız kazandırıyor. Hindistan’da 1884’te Bombay dokuma işçilerinin kurduğu sendika, 1877’deki ilk grev ve 1882’de Bombay ve Madras eyaletlerindeki grevlerin ortaya çıkardığı işçi sınıfı örgütleridir. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen öncesinde doruğa çıkan işçi mücadeleleri İngiliz sömürgecilerini çılgına çevirdi. İşçi lideri Bal Gangadhar Tilak’ın İngiliz hükümetince tutuklanmasını protesto eden dokuma işçileri, 1908 yılında Bombay’da altı günlük grev yaptılar. Çin’de ilk sendikalar 1906’da ortaya çıktı. Kıvantung’da Makinistler Sendikası, Kanton’da Posta İşçileri sendikası kuruldu. 1911 devrimi, Çin’de sendikal hareketin gelişmesine ivme kazandırdı.
1850’lerden sonra Marks ve Engels’in uluslararası proletaryanın sınıf partisi olan 1. Enternasyonal’i kurma çabaları aynı zamanda, daha çok Avrupa ülkeleri olmak üzere değişik ülkelerdeki işçi sınıfı örgütleri, sınıf sendikaları ve işçi birliklerini de birleştirme mücadelesidir. Hatta, I. Enternasyonal’in önceli bu sendikalardır. 1850’lerden sonra İngiltere, Fransa, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki işçi sınıfı örgütleri sendikalarla siyasi partileri arasındaki yakınlaşma ve işbirliği eğilimlerinin gelişmesine bağlı olarak kapitalist burjuvazi işçi sendikalarına ilişkin taktiklerinde önemli değişiklikler yapmaya başladı. Artık daha önceleri temel taktik olarak benimsediği yasal engellemeleri, yasak taktiğini devam ettiremiyor. Çünkü işçi sınıfının uyanış ve örgütlenme düzeyi, bu yasal engelleri tanımıyor. Onları bir bir aşmıştı. Bu hakları, yürüttüğü mücadeleler sonucunda yasal güvencelere de kavuşturuyordu. İşçi sınıfı örgütleri sendikaların hem kitleselleşmesi ve hem de politikaya karışmaya, gerçek sınıf sendikaları olmaya başlaması burjuvazi için iyice somut bir tehlike haline gelmesi anlamına geliyordu. İngiliz Sendikalar Kongresi (TUC) İngiltere’de İşçi Partisi’nin kurulmasında belirleyici bir rol oynamasıyla birlikte, burjuvazi bir yandan sendikaları karalama faaliyetine hız verirken, bir yandan da entrikalarla içine doğrudan ve dolaylı olarak sızma taktiklerini geliştiriyordu. Sendikaların siyasetten uzak durması gerektiği propagandası yaygın bir biçimde bu gelişmelerden sonra devreye giriyor. On yıllarca Amerika İşçi Federasyonu (AFL) başkanlığını yapmış Samuel Gompers, bu politikanın ilk savunucularındandır. Bu iki eğilim arasındaki çatışma, bütün sendikalar ve sendikal hareketin tarihi boyunca sertleşerek sürmüştür.
1900’lara gelindiğinde kapitalizmin sermaye ihracıyla emperyalist tekelciliğe dönüşmesi karşısında, işçi sınıfı örgütleri sendikalar da “Uluslararası Meslek Sekretaryası” biçiminde örgütlenme evrimi gösterirler. Bunlar, grafik sanatları, madencilik, inşaat, dokuma, metalurji, taşımacılık gibi değişik iş kollarını bünyelerine alıyor. 1903’te kurulan Uluslararası Meslek Sekretaryası (İTC), 1913’te Uluslararası Sendikalar Federasyonu(İFTU)’na dönüştü. Bu aynı zamanda dünya çapında bir sendika merkezinin kurulması için yapılan ilk girişimdir. Salt İFTU bünyesindeki sendikalı işçi sayısı, o günlerde 8 milyon işçiyi geçiyordu.
1900’lara gelindiğinde işçi sınıfı hareketinde sendikaların önemi ve rolünü “tekdüze” düşünen eğilimler de güçlenme göstermiştir. Bu tek yanlı düşünce ve değerlendirmeler ya sendikaları, işçi sınıfının örgütlenmesinin “en üst” biçimi olduğunu savunuyor ve propaganda ediyor ya da bütünüyle siyaset dışında kalmasını savunuyordu. Bunlar, asıl olarak İngiltere kaynaklı Trade Union’culuk ve Fransa ve Latin Amerika ülkeleri kaynaklı Anarko-Sendikalist anlayışlardır. 1905 yılında Uluslararası Sendika Konferansı, işçi sendikalarının faaliyet alanını iyice sınırlayan bir karar daha almıştır. Bu kararda, siyaseti bütünüyle işçi sınıfının siyasi kanadı yapar, sendikalar işçilerin çalışma sorunlarına ilişkin istemlerle kendilerini sınırlamalıdırlar anlayışı yer alır. Birinci emperyalist savaşın işaretleri görülmeye başlanınca II. Enternasyonal 1907 yılındaki Stuttgart Kongresi’nde “savaşın çıkmasını önleyecek eylemlere girişme, ve eğer savaş çıkacak olursa kapitalist rejimi devirmek için kitleleri seferber etme” kararı almasına rağmen, sosyal-şoven yaklaşımların kendi burjuvazisini desteklemesi, savaş başladığında kararın gerçek anlamda hayata geçmesini engelledi. Görüldüğü gibi yukarıdaki durumlarda sendikalar, komünist enternasyonalin yönetiminde siyasal çağrılar yapıyor. Bu durum, dünya sendikal hareketinin son derece gerilemesini de birlikte getirdi. 1917 büyük Ekim Devrimi’yle birlikte işçi sınıfının örgütleri sendikalarda yeniden canlanma başladı. 1919 yılına gelindiğinde 50 milyon işçi sendikalarda örgütlüdür.
1919 Şubat’ında oportünist kanadın önderliğinde kurulan “Sosyalist Enternasyonali” Temmuz ayında toplanan ve Amsterdam Enternasyonali olarak bilinen bu toplantıda Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nu yeniden kurma kararı aldı. Eylem alanını Avrupa ülkeleriyle sınırlıyordu. Amsterdam’da kurulan Uluslararası Sendikalar Federasyonu, kendisini en başta sosyalizmin anayurdu Sovyetler Birliği’ndeki sendikalara kapalı tutuyordu. Kapitalizmin yeni yeni gelişmeye başladığı ülkelerdeki sendikalara ve sendikal harekete de bütünüyle ilgisiz duruyordu. Programına “Bolşevik rejimini reddeden” anlayışları da kararlar biçiminde koymuştur. Ama Lenin ve Bolşevikler, bu sendikalarda örgütlenmiş işçi kitlelerinin sosyalist devrim ve sosyalizm için taşıdığı devrimci imkanları gör düklerinde daima Uluslararası Sendika Federasyonu’nu birleşmeye zorladılar. İFTU’da karar alma süreçlerinden dıştalanan gerçek sınıf sendikaları 1920’de Moskova’da toplandılar. 41 ülkeden delegenin katıldığı I. Kongre’de Kızıl Sendikalar Enternasyonali kuruldu. Kızıl Sendikalar Enternasyonali sürekli İFTU’yu birleşmeye ve sınıf sendikacılığı çizgisine çekme mücadelesi yürütüyordu. Burjuvazi de boş durmuyordu. Hem İFTU’nun sınıf işbirlikçisi liderleri aracılığıyla sendikaların devrimci rollerini oynamalarını, sendikaların gerçekten sınıf sendikaları olmalarını engelliyordu ve hem de kendi eliyle sendikalar kuruyordu. 1920’de Lahey’de kurulan “Uluslararası Hristiyan Sendikaları Konfederasyonu” (IFCTU), sınıf mücadelesi kavramını açık bir şekilde reddediyordu. Tüzüğünün 2. maddesini, “ekonomik ve sosyal yaşam ayrı halkın bütün çocuklarının işbirliği yapmasını gerektiriyor. Dolayısıyla şiddeti ve sınıf mücadelesini reddeder” şeklinde düzenlemiştir. Böyle bir sendikanın işçi kitle sendikası olmasına rağmen bir sınıf sendikası olmadığı kendiliğinden anlaşılmaktadır. Uluslararası tekellerin çıkarlarını doğrudan koruyan bir başka örgüt de, Cenevre’de 1919 yılında kuru lan Cemiyet-i Akvam’dır. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda galip çıkan ülkeler tarafından kurulan sözde “evrensel planda emekçilerin korunması ve geleceğinin daha iyi kılınmasına yönelik daimi bir örgüt” olarak lanse edilen Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) hükümetlerin ve işverenlerin kurduğu bir örgüttür. İçinde sendikal hareketin sağ kanat temsilcilerinin de yer almış olması bu gerçeği değiştirmiyor. Görüldüğü gibi uluslararası burjuvazi, işçi sınıfının örgütleri olarak sınıf sendikalarıyla son derece ilgilidir.
İLO’nun kurulmasında Avrupa ülkelerinin hükümet ve işverenleriyle birlikte sözde işçi hakları ve çalışma standartlarını belirlemek amacıyla, Uluslararası Sendika Federasyonu’nun sağkanat liderleri Samuel Gompers, L. Jouhaux vb. olması tesadüf değildir. Burjuvazinin, işçi sınıfı örgütleri sendikaları, sınıf sendikaları olmaktan çıkarmak için içeriden ve dışarıdan kuşatma altına alma ve et kisiz kılma taktiğinin doğrudan bir sonucudur.
Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun başına çöreklenmiş burjuvazinin işbirlikçileri sendika aristokratlarının engelleme çabalarına karşın, büyük sosyalist Ekim Devrimi fırtınası, modern işçi sınıfını her geçen gün daha fazla sosyalizmin merkezine doğru çekiyordu. Uluslararası Sendikalar Federasyonu, Kızıl Sendikalar Enternasyonali’ni bir bütün ve tek örgüt olarak üye kabul etmiyordu. Bolşevikler ise, bunu zorluyorlardı. Uluslararası ölçekte bu denli geniş işçi sınıfı kitlelerini kapsayan bir sendikanın işçi sınıfının kapitalizme ve burjuvaziye karşı, sosyalizm mücadelesinin bir aracı olma niteliğine gelmesini Bolşevikler çok önemsiyordu. Bunun ilk başlangıcı ya da adımı ikili bir karakter taşıyor. Bolşeviklerin büyük zorlamalarıyla kurulan “İngiliz-Sovyet Sendika Komitesi”nin amacı uluslararası sendika hareketini birleştirmektir. Dikkat edilirse Uluslararası Sendika Federasyonu bir dizi sağlıksız, kapitalist sistemi koruyan sınıf işbirliği karakterine rağmen III. Enternasyonal ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali, işçi tabanın taşıdığı büyük devrimci potansiyelden dolayı ona yakın durmaya ve yön vermeye son derece önem veriyor. Onun işçi potansiyeli ile birleşmek, sosyalizm mücadele sine çekmek için tavizler bile vermektedirler.
1941’de kurulan “İngilizSovyet Sendika Komitesi”, daha sonra yerini, Sovyet Sendikaları Merkezi Konseyi, Britanya TradeUnion’ları Kongresi ve Amerika Birleşik Devletleri Sanayi Örgütleri Kongresi (CİO)’nden oluşan Hazırlık Komitesi’ne bıraktıktan sonra, bu komite de ilk Dünya Sendikaları Konferansı’nı hazırlamış ve toplamıştır. Dünya Sendikalar Konferansı, 25 Eylül 8 Ekim 1945 tarihleri arasında Paris’te, Palais de Cahaillot’da toplandı. Toplantıya 56 ülkeden 67 milyon işçiyi temsilen 215 delege katıldı. Konferans, 3 Ekim’de kendisini Dünya Sendikalar Kongresi ve aynı gün Dünya Sendikaları Federasyonu (DSF) olarak ilan etti. Bolşeviklerin ve Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin yoğun ve yorucu çalışmalarıyla ortaya çıkan DSF, dünya işçi sınıfı hareketinde önemli bir gelişme ve deneyimdir. Daha 6-17 Şubat 1945’teki Londra toplantısında Sovyet Sendikaları heyetinin başkanı; “DelegeleriSovyet Sendikaları heyetiyle korkutursak, uluslararası sendikal hareketin birliğinden nasıl söz edebiliriz, faşist Almanya’yı bozguna uğratmak için işçi sınıfının çabalarından nasıl bahsedebiliz” derken nasıl zorlu bir görevle karşı karşıya olduklarının, hareketi, sınıf sendikacılığı çizgisinde ilerletmek için nasıl zor görevlerle karşı karşıya olduklarının altını çiziyordu. Bu gelişme dünya burjuvazisi için son derece ürkütücüydü. Komünistler bütün güncel mücadelelerde dizginleri ellerine geçiriyorlardı. O nedenle emperyalist burjuvazi, DSF içindeki kapitalist düzen yanlısı reformist öğeler ve/ ya da eğilimler üzerinden, hareketi parçalamak ve işçileri ve sendikaları kazanmak için daha somut planlarla yoğunlaşma yoluna gitti. Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerinin bağımlı ve sömürge halklarının temsilcilerinin de bir parçası olduğu dünya işçi sınıfının bu sendikal birliğinin tüzüğünün önsözüne koyduğu “dünyanın bütün kaynaklarının bütün halkların yararına kullanılmasını sağlayacak bir dünya düzeni’nin kurulmasıyla erişilebilir. Dünya halklarının büyük çoğunluğu kol ve kafa işçileridir ve durumlarının korunması ve ilerlemeleri, ulusal ve uluslararası düzeyde örgütlenmiş bütün güçlerinin birliğine bağlıdır” sözleri, kapitalist burjuvaziyi korkutmadan ve onu, bütün olanaklarını kullanarak önlem almaya zorlamadan edemezdi. Burjuvaziyle proletarya arasındaki iktidar kavgasında her iki kamp arasından da, geniş işçi kitlelerini kazanmada bu araçların, sendikaların önemi tarih ve teori tarafından kanıtlanmıştı. Başını ABD ve İngiliz emperyalistlerinin çektiği uluslararası tekelci burjuvazi DSF’yi bölmek ve güçten düşürmek için binlerce uzmanını görevlendirdiler. Yüz milyonlarca dolar harcadılar. Alternatif olarak da Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu, (ICFTU)’nu yarattılar. Bu konfederasyon doğrudan Amerikan emperyalizmi eliyle kuruldu. CIA, Dünya Sendikalar Federasyonu’nu bölmek için yoğun bir karalama kampanyası organize etti. Batı Almanya’da DGB, Fransa’da CTG-FO, daha sonra İtalya’da İtalya Emekçi Sendikaları Konfederasyonu gibi gelişme ve oluşumlar, işçi sınıfı düşmanı faaliyetlerdi. Emperyalist burjuvazinin bütün işçi sınıfı örgütlerine olduğu gibi, dünya işçi sınıfının sendikal hareketinden duyduğu korku ve düşmanlığı daha iyi anlamak için Amerikan İşçi Federasyonu (bu federasyona başta da DSF katılmadı) AFL Başkanı G. Meany’nin 1951 yaptığı konuşmayı anımsatarak sorunun bu boyutunu noktalayalım. G. Meany; “Savaş sonrası yıllarda Fransa ve İtalya’da komünist tehlike büyük olduğu zaman, hür eğilimli sendikacılara elçilikte ataşe olan Amerikalı meslektaşları, antikomünist bir sendikanın kurulması için maddi destek vererek yardım ettiler”. Emperyalist burjuvazinin yetiştirdiği uzmanın bu sözleri, günümüze kadar bütün ülkelerin burjuvazisine yol göstermiştir. Burjuvazi yasaklarla engelleyemediği, işçilerin kendilerinin kurduğu ve geliştirdiği sendikaları entrika, komplo ve maddi imkanlarla içeriden parçalayarak kendi denetimine alıyor. Modern işçi sınıfının kapitalizme karşı verdiği mücadelenin etkili ve bir aracı, gerçekten bir sınıf sendikası işlev ve rolünden alıkoyuyordu. Ve kapitalist sömürü düzenlerinin esaslı bir koruyucu zırhı ve emniyet supabı haline getiriyor.
Parti ile İşçi Sınıfı Arasındaki ‘Aktarım Kayışları’, Partinin Sınıfla Temas Noktaları
Bu gelişmeleri özetlemedeki amaç, işçi sınıfının daha iyi yaşam ve çalışma koşullarına kavuşmanın mücadele örgütleri olarak kurulan sınıf sendikalarının, kuruldukları günden itibaren kurulu kapitalist sisteme ve sermaye düzenlerine ve onların politik iktidarlarına karşı verilen mücadelede oynadıkları esaslı rolün çıplak ve net bir şekilde görülmesini sağlamak içindir.
Bugüne değin üzerinde çokça yazılmasına ve durulmasına rağmen, Marks, Engels, Lenin, Stalin gibi modern işçi sınıfının önder ve öğretmenlerinin, işçi sınıfının kitle örgütleri olarak sendikaların önemine, onların ücretli emek ile sermaye düzeni arasındaki mücadelede oynadıkları esaslı rollerine dair yaptıkları betimlemeler üzerinde durmayı özellikle bugünkü koşullarda yararlı ve zorunlu görüyoruz. Çünkü sendikalar ekonomik mücadele araçlarıdır. Bu amaçla kurulurlar; ama onlar gerçekten işçi sınıfının kitle örgütleri, sınıf sendikalarıysa komünist öncünün verdiği iktidar mücadelesinin yardımcı araçları, politik mücadelenin “kaldıraçları”dır. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız, DSF’nin kısa tarihi ve onun mücadele ilkeleri dosdoğru bunu anlatıyor. Dikkat edilirse III. Enternasyonal’in kurulması ile Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin kurulması arasına fazla bir zaman girmiyor. Lenin’in önderliğindeki dünya komünistleri boşluğu ve aciliyeti her geçen zaman daha çok hissedilen modern işçi sınıfının dünya partisini kuruyor. Ardından 41 ülkeden sendikaları temsilen gelen delegelerin katıldığı Kızıl Sendikalar Enternasyonali’nin I. Kongresi’ni (1920) topluyorlar. Hem devrimin yapıldığı Sovyetler Birliği’nde hem de devrimci işçi sınıfı hareketinin yükseldiği ülkelerde, komünist partisinin önderliğinde işçi sınıfı ve ezilen ve sömürülen milyonları devrime götürmek için işçi sınıfı siyasal örgütlerinin etkili yardımcı araçları olan sendikaların kurulması ve geliştirilerek etkin kılınmasına büyük önem veriliyor. Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun başındaki “Amerikan Sendikacılığı”na, Trade-Union’cu ve Anarko Sendikalist karma sınıf işbirlikçiliğine rağmen, işçi sınıfının uluslararası sendikal hareketini devrimci bir doğrultuda, sınıf sendikacılığı hattında ilerletmek için yoğun mücadeleler veriliyor. Bütün bunlar, işçi sınıfının kapitalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadelede sendikaların oynadığı devrimci işlevden dolayı yapılmaktadır.
Marks Engels’in kurulmasına önderlik ettiği I. Enternasyonal’in kurucularının, Avrupa’nın değişik ülkelerindeki işçi birlikleri ya da dernekleri olduğu biliniyor. İngiliz Trada-Union’larının Enternasyonal’e katılmalarını Marks-Engels’in ne kadar çok önemsediği biliniyor. Katılımcıların objektif durumlarını bilimsel bir analize tabi tutan, “verili zaman” ve “verili durum” gerçekliğinden hareket eden Marks’ın 28 Eylül 1964’te Londra’da toplanan Uluslararası İşçi Birliği’nin “kuruluş çağrısı”nın dilini son derece “ince ayar”ladığını biliyoruz. Karl Marks, Komünist Manifesto’nun içerik ve ruhuna dokunmadan dilini ve üslubunu “kuruluş çağrısı”nda değiştiriyor. Bunu geniş işçi birliklerini kapsamak ve sosyalizm teorisiyle eğitme koşullarını elde etmek/ olanaklı kılmak için yapıyor. Marks-Engels, kapitalist sistem koşullarında proletaryanın örgütlenme merkezleri olarak sendikaları önemsedikleri için Marks, Trade-Union’larla ilgili şöyle diyor: “Trade-Union’lar, sermayenin zorbalıklarına karşı direniş merkezleri yararlı bir şekilde hareket etmektedirler. Güçlerini pek akıllıca olmayan bir biçimde kullandıkları zaman amaçlarından kısmen sapmaktadırlar. Sadece var olan düzenin sonuçlarına karşı ufak-tefek kavgalarla yetinip, aynı zamanda bu düzenin dönüştürülmesine çalışmadıkları, örgütlü güçlerinden emekçi sınıfın tam anlamıyla kurtuluşu, yani ücretliliğin kesin olarak ortadan kaldırılması için bir kaldıraç gibi yararlanmadıkları zaman amaçlarından tamamen sapmaktadırlar.” Marks bu sözleri 1866’da Cenevre’de toplanan Enternasyonal’in I. Kongresi’ne sunduğu, “Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri” başlıklı yazıda söylüyor. Burada çok açık olan bir nokta vardır. Sendikaların salt kapitalizmin belli düzey ve alanlardaki sonuçlarına karşı mücadele etmekte kendilerini sınırlayamayacaklarıdır. Böyle yaparlarsa burjuvazinin elindeki bir oyuncağa dönüşürler. Sendikaların kapitalist sistemin yıkılması için çalışmaları, “örgütlü güçlerinden emekçi sınıfın tam anlamıyla kurtuluşu” için yararlanmaları gerektiği çok açıktır. Bu yüzden Marks, bütün işçi toplantılarında yaptığı konuşmalarda hep “siyasal iktidarın ele geçirilmesi, çalışan sınıfların en büyük görevi olmuştur” (Kuruluş Çağrısı’ndan) diyerek konuşmalarını özetlemiştir. Aslında ekonomik mücadele ile siyasal mücadele ilişkisini, doğrudan, bir bütünün birbirinden asla ayrılmaz iki parçasının araçları olan sendikalar ve siyasal parti ilişkisi olarak kavramak her zaman çok önemli olmuştur. Ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin, bunların araçları olan sendikalar ile siyasal partiler arasında, bu ikisinin yürüttüğü mücadelenin niteliği arasında her zaman kalın ayrım çizgileri yoktur. Birbirleriyle uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları içinde olan sınıf ve kategorilerin birbirine karşı mücadelesinde, her iki kamp için de bu mücadele araçları gerekli olmuştur. Bu her iki araç çoğu durumlarda aynı içerikte bir mücadele de yürütüyor olsalar, bunların var olmalarının ve geliştirilmelerinin zorunluluğunun ortadan kalkması değil, daha da güçlendirilip pekiştirilmesi gerekmiştir.
Modern işçi sınıfının doğuşundan günümüze kadar, birbirinden temel nitelikleriyle ayrılan değişik tarihsel ve toplumsal koşullarda ortaya çıkmış sendikal örgütlülükleri olmuştur. Marks-Engels’in bilimsel sosyalizm teorisini şekillendirmeye başladıkları ve peşpeşe sanayi devrimlerinin gerçekleştiği tarihsel koşullarda da sendikalar ve sendikal mücadele deneyimleri vardır. Kapitalizmin tekelcilik aşamasında, proletaryanın da uluslararası ölçekte birbiriyle değişik biçim ve düzeylerde ilişkiye geçtiği, karşılıklı mücadele deneyimlerini aktardığı, maddi ve manevi sınıf dayanışmasına yoğun ve yaygın bir şekilde girdiği tarihsel koşullarda da sendikalar ve sendikal mücadele deneyimleri vardır. İşçi sınıfının politik iktidarı ele geçirerek toplumsal devrimi kesintisiz bir biçimde sürdürdüğü, sosyalizmi inşa ettiği tarihsel koşullarda keza sendikalar deneyi vardır. Bütün bu birbirinden farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda gerçek devrimciler ve komünistler ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin ilişkisini, ekonomik mücadele araçları ile siyasal mücadele araçları arasındaki doğrudan ilişkiyi tanımlamışlar ve sınırlarını net bir şekilde çizmişlerdir. Ama hâlâ dünyada olduğu gibi, Türkiye devrimci hareketinde de sendikalar ve sendikal mücadele ile siyasal mücadele arasındaki ilişki gerçekten “tam” olarak ya şama geçirildiği söylenemez. Burada temel kaygı daha çok, sendikaların kapitalizme karşı mücadeledeki rollerinden çok fazla söz edilirse, siyasal mücadelenin esas ve doğrudan araçları olan siyasal partilerin (söz konusu edilen modern işçi sınıfının gerçek komünist partileridir) rollerinin reddedildiği ya da daha iyimser bir ifadeyle küçümsendiğidir. Hiç kimse bu gerçek durumu görmezlikten gelemez. Bugün Türkiye’de burjuva ideolojik hegemonyanın ağırlığı altında reformizm ve burjuva parlamenterist avanaklığının yaygın bir şekilde bütün toplumsal tabakalara sirayet ettiği bu konjonktürde söz konusu anlayış ve bilinç biçimlenmesinin marksist leninist komünistlerin de sorun karşısında tutuk kalmasına yol açabiliyor. Türkiye’de uzun yıllardır, işçi sınıfının sendikal hareketi kelimenin gerçek anlamıyla kirletilmiştir. Kirlenme ideolojik, politik olduğu kadar bütün bilinç biçimleri olarak, yapısal olarak da yoğun bir “insansal yabancılaşma” düzeyine çıkmıştır. Bu durum, başlı başına işçi sınıfının kitle örgütleri olarak sendikaların sınıfı örgütlemede, eğitmede ve kapitalist sisteme karşı mücadeleye sürmesindeki tarihsel rollerini perdelemiştir. Gölgelemiş ve bu ruhu öldürülmüştür. Ama ancak bu durumun aşılması görevi bugün marksist-leninist komünistlerin omuzlarındadır. îşçi sınıfı içinde politik bir odak olmayı (bugün daha çok olmak üzere) her zaman temel amaçları olarak kavramaları gereken komünistler, fabrika ve sendika çalışmasını “bir”likte ele almadan, düşünmeden modern işçi sınıfı içinde politik bir odak olmayı başaramazlar. Bu mutlaka bilinmeli ve kavranmalıdır.
Tam da bu noktada Rusya’daki 1905 devrim günleri çok eğitici bir deney sunuyor. Stalin o günlerde; “Marks, her sınıf mücadelesinin siyasal bir mücadele olduğunu söylemiştir.” dedikten sonra “aynı zamanda işçilerin sendikal hareketi büyüyüp gelişti. Ocak ayındaki ekonomik grevler (1905) bunda da etkili oldu. Hareket bir kitle hareketine dönüştü, istekleri arttı ve zamanla sosyal demokratik örgütlerin hem parti işlerini ve hem de sendika işlerini aynı zamanda yönetemeyecekleri ortaya çıktı. Parti ve sendikalar arasında bir çeşit iş bölümü yapılması gerekiyordu” diyerek, sendikal birliklerin bu çok temel ve nesnel durum üzerinde peşpeşe Moskova, Petersburg, Varşova, Odesa, Riga; Harkov, Tiflis ve her yerde kurulduklarını ve bu sendikal birliklerin, “geçen yılın Eylül ayında birliklerin bir tüm Rusya Konferansı toplanacak kadar ilerledi iş” (Stalin, Eserler, C. 1, Sf. 250, İnter Yay.) demeyi de ekliyordu. Rusya’da sendikalar yasal değil. Resmen yasaktır. Ama devrim, bu somut ihtiyacını kendisi, sınıf sendikaları gibi mücadele araçlarını yaratarak ve çoğaltarak ve çeşitlilik kazandırarak karşılıyor. Kim böyle bir “iş bölümü”nden hareketle 1905 devrim günlerinde işçi sınıfı örgütleri olarak sınıf sendikalarının mücadelesinin salt ekonomik mücadeleyle sınırlı kaldığını iddia edebilir? Böyle bir iddia baştan sona kadar saçmadır. Onun için Stalin, Marks’a başvurarak, “Eğer proleterlerle kapitalistler bugün birbirlerine karşı ekonomik bir savaşım sürdürüyorlarsa, yarın bir de siyasal savaş sürdürmek ve böylece iki ayrı savaşta kendi sınıf çıkarlarını savunmak zorunda kalacaklardır. ” (age) demekle Rusya’daki işçi sınıfının mücadelesi ve onun gösterdiği evrimi özetliyor. Sendikaların partiyle sınıf arasında doğrudan bir kontak noktası olmalarından yasa dışı, illegal örgütlenmek zorunda kalmışlardır. Fabrika, işyeri ve işkollarında parti hücreleri sınıfın günlük mücadelelerini karşılamada yeterli gelmeyince sendikalarla sosyal demokrat örgütler olarak tanımlanan parti hücreleri arasında kesin bir “iş” ve görev bölüşümüne gitme ihtiyacı kendisini dayatmıştır.
Marks, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çatışmanın evrimini; “‘giderek iki sınıf arasındaki bir çatışma durumuna gelir. Böylece işçiler burjuvalara karşı birlikler (sendikalar) kurarlar, ücretleri yüksek tutmak için aralarında kenetlenirler, muhtemel ayaklanmalar için önceden hazırlıklı olmak amacıyla kalıcı birlikler oluştururlar... Yürüttükleri kavganın gerçek meyvesi, bu kavganın hemen ardından elde edilen sonuçta değil, işçi birliklerinin yaygınlaşmasında yatmaktadır. (aç-SP) Modern sanayinin yarattığı gelişmiş haberleşme araçları, ayrı ayrı bölgelerdeki işçiler arasında temas sağlayarak bu birliklerin oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Hepsi de aynı niteliği taşıyan sayısız yerel mücadeleyi merkezileştirerek ulusal ölçekte sınıflar arası bir mücadele durumuna getirmek için gerekli olan da bu temasın ta kendisiydi. Ne var ki, her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir.” (Aktaran Marks, Engels Sendikalar Üzerine, sf. 58) Sendikalarla işçi sınıfı partisi arasında işlevleri, rolleri ve kapsamları açısından büyük farklar vardır. Ama son tahlilde işçi sınıfının geniş bölüklerini kapsayan temel görevleri olarak daha iyi yaşam ve çalışma koşulları elde etmek için mücadele olan sendikaların bazen ülke çapında sınıfın tamamını ilgilendiren düzeyde örgütlediği mücadeleler artık siyasal bir muhteva taşırlar. Örneğin, 8 saatlik işgünü için mücadele gibi, genel grev gibi mücadeleler politik içeriktedir. 1865 yılında I. Enternasyonal’in girişimleriyle İngiltere’de ülke çapında genel oy hakkı için kurulan “Reform Birliği”ni Marks’ın İngiliz işçilerinin yığınsal reform hareketinin yönetileceği “siyasal merkez” dediğini, yukarıda sözünü ettiği “her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir” anlayışından kaynaklanmaktadır. Ülke çapında proletaryanın iktidar mücadelesini örgütleyecek ve yönetecek proletaryanın komünist öncüsü, partidir. Ama “her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadele ” olduğuna göre gerçek sınıf sendikalarının ve onlarda örgütlenen işçilerin Enternasyonalin 24 Temmuz 1920’de Lenin’in önderliğinde toplanan II. Kongresi’nin şu kararı marksist görüş açısının daha somut bir çerçeveye oturtulmasıdır. Komünist partisinin devrimdeki rolü söz konusu yapılan kararda şöyle denmektedir: “‘Komünist Enternasyonal, proletaryanın kendi bağımsız siyasi partisi olmadan devrimini yapabileceği görüşünü şiddetle reddeder. Her sınıf mücadelesi siyasi bir mücadeledir. Kaçınılmaz olarak iç savaşa dönüşen bu mücadelenin hedefi siyasi iktidarı ele geçirmektir. Ve siyaset ancak şu ya da bu siyasi parti tarafından ele geçirilip örgütlenebilir ve yönetilebilir. ” Lenin ve Komünist Enternasyonal, komünist partilerin mücadelesinin sınırlarını açık bir şekilde çizerken, komünist partilerin kapitalist sistemin değişik biçim, düzey ve birim örgütlenmelerinin karşısına çıkarmak amacıyla kurduğu ve çalıştırdığı alt örgütlerin verdiği mücadelenin de bir sınıflar mücadelesi olduğunu, aynı açıklıkta tekrarlıyorlar. Burada önemli olan bir noktanın altı çizilmelidir. İşçi sınıfı hareketi, kendi sendikaları, sınıf sendikaları önderliğinde ne denli geniş kapsamlı mücadeleler örgütlerse örgütlesin, bu mücadele nihayetinde kendi komünist partisinin öncülüğünde yürütülmediği müddetçe planlı politik iktidar mücadelesinin bir silahı haline getirilemeyeceğidir. Sınıf mücadelesinin doğrudan araçları olan işçi kitle örgütleri sendikalarla, öncü sınıfın öncü müfrezesi siyasal parti, komünist parti arasındaki en önemli ayırım noktası budur.
1848 devrim fırtınasının kıta Avrupa’sında burjuvazi tarafından savuşturulmasının hemen ardından bütün işçi birlikleri yasaklandı. Fransa’dan sonra 13 Temmuz 1854’te Bismarck’ın Prusyalı delegeleri Alman parlamentosunda bütün işçi birliklerini yasaklama kararı çıkardılar. Bu kararın 1852’de komünistlerin Köln’deki yargılanmalarını takip etmesi, işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesinin kopmaz birliğini gösteriyor. Çünkü amaç; işçı sınıfı ve onunla birlikte insan soyunun iktisadi kurtuluşu, toplumsal kurtuluşudur. Siyaset bunun aracıdır. Kurtuluş, bu araç olan ve modern işçi sınıfı hareketinin genel siyasetinin örgütleme ve kumanda tepesi parti ile onun alt örgütleri arasındaki doğru ilişkiyle elde edilebilir.
Başından beri tekrarladığımız bir nokta, sendikaların işyeri, meslek ve işkolu gibi somut mekanlarda işçi sınıfının günlük yaşamlarının doğrudan içinde ve onun bir parçası olmalarıdır. Bütün mekanlardaki işçilerin ayrımsız yakın ve uzun erimli sınıf çıkarlarını korumayı ve savunmayı amaçlamaktadırlar. Bunlar bölgesel, ulusal ve uluslararası boyut ve özellikler taşımaktadır. Modern işçi sınıfı hareketinin günlük nefes alış-verişini teneffüs etmektedirler. Eğer gerçekten sınıf sendikalarıysa, sınıf hareketinin açık ve örtük dinamiklerini, parti onlar aracılığıyla irdeler ve bütün devrimci rezervleri bu örgütlenmelerin kendisine sunduğu materyal ve imkanlar aracılığıyla bütünlüklü duruma getirerek gerçek devrimci taktik planlar oluşturabilir. Sendikalar her zaman siyasal odaklardan daha çok sınıfla iç içedirler. Tek tek işçilerin dini inanç ve siyasal eğilimlerine bakmaksızın işyeri ve işkollarındaki bütün işçileri sermaye ve kapitalistlere karşı sınıfsal çıkarları ve sömürüye karşı mücadele temelinde birleştirdikleri için, “işçi sınıfının örgütlenmesinin odak noktası olmuşlardır. ” ya da “işçi sınıfının örgütlenme merkezleri” olmuşlardır. Sendikalar bu somut gerçeklik üzerinde vücut bulduklarından, işçi sınıfının iktisadi mücadele araçları olarak tanımlanmışlardır. Ama bunların bir gelişim evrimi vardır. Kendi gelişim tarihlerinin ilerleyen aşamalarında işçi sınıfı sendikalarının sermaye sınıfına, ücretli emek ile sermaye düzenine karşı verdiği mücadele de giderek daha karmaşık ve daha genel bir görünüme bürünür ve başlangıç amaçlarını çoktan aşarak daha ileri bir içerik kazanır. O nedenle Marks-Engels, bütün bir I. Enternasyonal tarihi boyunca tekrar tekrar modern işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle politik mücadelesinin birbirinden ayrılmaz “bir”liğine geri dönmek ve onun üzerinde uzun uzadıya tartışmak ve yazmak zorunluluğu duy muşlardı. Onca deney, bilgi ve veriye rağmen aynı sorunun aynı noktalarında Lenin-Stalin ve Bolşevikler tekrar konuşmak, tartışmak ve yazmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlardır. İngiliz ve Amerikan Trade-Union’cularının sermaye düzenine karşı verdiği mücadeleyi Marks Engels önemsemişler. Bu mücadeleye siyasal içerikli bir sınıf mücadelesi de demişler ama onların işçi sınıfının iktidarı burjuvaziden alması gerektiği düşüncesine kadar ilerlememelerini burjuvazinin yedeğine düşmekle, mevcut düzeni onaylamakla eleştirerek mahküm edilmelerinden de asla vazgeçmemişlerdir.
O nedenle, Komünist Enternasyonalin 1723 Eylül 1871 tarihleri arasında yapılan Londra konferansında şu temel fikirlerin altını tekrar çizmişlerdir. “Devamla, Enternasyonal işçilerin her kurtuluş çabasını utanmazca ezen ve kaba kuvvetle sınıf ayrımını ve bu temel üzerinde kurulmuş politik egemenliğini sonsuzlaştırmaya çalışan sayısız bir gericilikle karşı karşıya olduğundan; işçi sınıfı mülk sahibi sınıfların bu topyekün zoruna karşı, mülk sahibi sınıfların tüm eski parti oluşumlarının tersine, bizzat özel politik parti halinde yapılanarak ancak kitle olarak hareket edebileceğinden; işçi sınıfının politik parti olarak bu yapılanmaları toplumsal devrim ve nihai hedefinin sınıfların ortadan kaldırılması zaferi için vazgeçilmez olduğundan; işçi sınıfının belli bir noktaya kadar ekonomik mücadeleleri ile halihazırda oluşturduğu tek tek güçlerinin birleştirilmesinin, kendisini sömürenlere karşı politik mücadelesinde de bir kaldıraç olarak hizmet etmesi gerektiğinden; bütün bu nedenlerden Konferans, Enternasyonalin bütün üyelerine şunu hatırlatır: İşçi sınıfının mücadele konumuna, onun ekonomik hareketi ile politik faaliyeti birbiriyle kopmaz şekilde bağlıdır” (Aktaran, A. S. Losovsky, Sendikalar üzerine II. sf. 26-27, İnter Yay.)
İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle politik mücadelesinin bu iç içeliğinden ötürü, 1920 yılında Lenin ve Bolşevik Parti önderliğinde III. Enternasyonal’den bir yıl sonra Moskova’da toplanan Kızıl Sendikalar Enternasyonali I. Kongresi’nde; “Kızıl Sendikalar Enternasyonali programına ilk görev olarak kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalizmin kurulmasını koydu. Örgütün kapıları, sınıf mücadelesinin devrimci ilkelerini kabul eden, işçilerin ekonomik talepleri uğruna mücadelesini siyasi mücadeleye bağlayan ve Amsterdam Uluslararası Sendikalar Federasyonu tarafından temsil edilen reformcu hareketi teşhir için mücadele eden, bütün sendikal kuruluşlara açıktı... " (Filip Kota, Dünya Sendikal Hareketinde İki Karşıt Çizgi, sf 36, Ceylan Yay.) Buradan da hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklıkta olan nokta, gerçek anlamda sınıf sendikalarının verdiği mücadele antikapitalist içerikte olması ve politik bir boyut taşıyor olmasıdır. “Kapitalist sistemin yıkılması ve sosyalizmin kurulması” mücadelesi rafine ve dolaysız bir sınıf mücadelesidir, kapitalizme karşı dolaysız bir mücadeledir ve o nedenle politik içeriktedir. Bütün tarih boyunca burjuvazinin işçi sınıfı örgütleri sendikalarla çok yakından ilgili olması, her somut tarihsel durumda, işçi sınıfının bu örgütlerine karşı çok etkili ve kapsamlı taktik planlar geliştirmesi bu özelliklerinden daha çok, sendikaların işçi sınıfının örgütlenmesinde en etkili araçlar olmasındadır.
İşçi sınıfının ilk toplandıkları, çok somut bir toplumsal güç durumuna geldiği yerdir sendikalar. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın arifesinde 10 milyon sendikalı işçi varken 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi bu rakam 40 milyon civarındadır. Bu durum sendikaların işçi sınıfının örgütlenmesinde, örgütlü toplumsal bir güç olmasında ne denli elverişli araçlar olduğunu tanıtlıyor. Burjuvazi, sendiklara ve sendikal harekete her zaman çok ilgi göstermiştir dedik. Lenin şöyle bir tespit yapar. “İşçi hareketine katılanlar arasındaki anlaşmazlıkları doğuran son derece önemli nedenlerden biri de, genellikle yönetici sınıfların, özellikle de burjuvazinin taktik değişiklikleridir. Eğer burjuvazinin taktiği hep aynı biçimde ya da en azından hep aynı cinsten taktik olsaydı, işçi sınıfı, bu taktiğe, gene aynı derecede tek biçimli ya da aynı cinsten bir taktikle karşılık vermeyi çabucak öğrenirdi. " (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, sf. 300-301, Sol Yay). Lenin, burjuvazinin işçi sendikalarına karşı geliştirdiği taktikleri uzun uzadıya nedenleriyle birlikte tahlil etmektedir.
Burjuvazi, sendikaları sınıf egemenliğini sürdürme ve pekiştirmenin araçları olarak kullanır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sermaye ve hükümete karşıdevrimci eyleminin araçları olmaktan çıkarmak için rüşvetle sendika bürokratlarını ve devleti devreye sokar.
Liberal reformist akımlar ise, sendikalara sendikalist ekonomist mücadele yürütmesi doğrultusunda yönlendirirler. Komünistler ise, sendikalardaki siyasi nüfuzları ve güçleriyle sendikaları, devrimci işçi hareketini geliştirmenin, sermaye ve faşizme karşı savaşı mı yükseltmenin aracı, kaldıracı yaparlar.
Partinin sınıf çalışması fabrika, sendika ve semt çalışması bütünselliğine dayanır. İşçi sınıfı içerisinde güç olmak, burjuvazinin kendi sınıf egemenliğinin hizmetine sokmasının taktiklerini boşa çıkarmak, sendikaları gerçek işlevlerine kavuşturmak göreviyle yüz yüzedir. Komünist partisi işçi sınıfının geniş kesimlerini aydınlatmada, sendikaları önemli merkezler olarak görür.
Karl Marks, daha 1866 yılında “Sendikalar, ücretli kölelik sisteminin kendisine karşı harekete geçmekte sahip oldukları gücü henüz tam olarak kavramış değillerdir. Bu yüzden genel toplumsal ve siyasal hareketlerden çok uzak kalmışlardır” dedikten sonra bundan böyle nasıl davranmaları gerektiğine ilişkin, “Başlangıçtaki amaçlarından ayrı olarak, işçi sınıfının kesin kurtuluşunun geniş çıkarları uyarınca, onun örgütlenme merkezleri olma bilinciyle hareket etmesini artık öğrenmelidirler. Bu doğrultudaki her toplumsal ve siyasal harekete yardımcı olmalıdırlar. Kendilerini tüm işçi sınıfının savunucuları ve temsilcileri olarak gördüklerinde ve öyle davrandıklarında... " (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt 2, sf. 99-100, Sol Yay.) diye devam ederek sendikaların “işçi sınıfının kesin kurtuluşu " için mücadelesinin “örgütlenme merkezleri" olarak önemli görevlerle karşı karşıya bırakıyor. Bu nedenle Lenin 1907 yılında, “sendikalarda canla başla çalışalım, her alanda, marksizmin devrimci teorisini proletarya içinde yaymaya ve bir sınıf örgütü “kalesi” kurmaya çalışalım. Her şey bunun ardından gelecektir " (Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, sf 266). Bu sözler, Bolşeviklerle Menşeviklerin sendikalar sorununda yaptığı tartışmada Bolşeviklerin işçi sınıfı örgütleri sendikalarda çalışmayı reddettikleri iddialarına karşı söylenmektedir. Lenin, sorunun sendikalarda çalışıp çalışmamakla, sendikaların “işçi sınıfının kesin kurtuluşu” uğruna verdiği mücadelede oynadığı, oynaması gereken rolle ilgili olmadığını, işçi sınıfının örgütlenmesi çalışmasında farklı ve “başka politika”ların izlenmesinde olduğunun altını çizmektedir.
Bolşeviklerin bu konuda izleyeceği politika ile “sendikalarla partiyi yaklaştırma, sosyalist bilinci geliştirme ve proletaryanın devrimci görevlerini kavrama anlayışı içinde yerine getirmeye çalışıyoruz” demektedir. Sendikalardaki devrimci çalışmada “ağırlık merkezini” burjuvazinin parlamenterist oyunlarından, burjuvazinin bir aleti ve oyuncağı olmasından, “salt sınıf örgütlerinin toparlanmasına” doğru bir mücadeleye çekmek görüş açısıyla çalışmanın önemine de kuvvetli vurgular yapıyor. Sendikaları yaymaya, nitelik olarak geliştirmeye ve iki düşman kampın kıran kırana birbirine karşı verdiği kavgada işçi sınıfının mücadele “kalesi" yapmanın zorunluluğuna kuvvetli vurgular yapıyor Lenin. Ancak bu bakış açısının sendikaların 1905 Aralık ayaklanması öncesindeki, genel grev ve genel direnişte oynadığı rolü daha etkin ve daha kalıcı bir içerikte oynayacağı gerçeğine ısrarla işaret ediyor Bolşevikler. Ayrıca Lenin, 1905 Rus devriminin sendikaları test ettiğini ve onların devrimin tekrar toparlanmasında ve “işçi sınıfının kesin kurtuluşu” mücadelesinde bir zorunluluk olduğunun altını çiziyor.
1905 devrimine öngelen günlerde Rusya proletaryası değişik ve çok farklı özgünlüklere sahip örgütlenmeler içinde olmasına karşın, sendikalar somut bir ihtiyaç olarak yine de kendisini dayatıyor. Büyük proleter sosyalist Ekim devrimiyle Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfı, “Sovyetler” gibi gelişkin bir iktidar örgütlenmesi modeline sahip olmalarına rağmen, işçi sınıfının kitle örgütleri sendikaların güçlendirilmesi ve etkin kılınması görevi her geçen gün daha çok büyüyor. Bu ihtiyaçla birlikte, tarihteki onca deneye rağmen hâlâ sendikaların “rolü ve görevleri” de sağasola çekiştirilerek, tek yanlı bir görüş açısından ele alınmaya devam ediyor. Biz burada, bu tartışmaya, proletaryanın komünist partisi öncülüğünde burjuvaziyi, üretim araçları üzerindeki mülkiyetten uzaklaştırarak, onların politik iktidarını işçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerinin örgütlenmiş silahlı zoruyla ““paramparça " edilerek kendi diktatörlüğünü kurduğu koşullar altında, sosyalist inşa koşullarında hâlâ işçi sınıfının kitle örgütleri sendikalar devrimden önceki önemini koruyorsa, bugün ücretli emek ile sermaye düzeninde devrimi örgütleme çalışması yürüten bizler açısından sendikaların ve gerçek bir sınıf sendikaları hareketi yaratmanın gerekliliğine ve zorunluluğuna bir kez daha parmak basmak içindir. Lenin, 1920’lerde Troçki ve Buharin’le sendikalar üzerine yaptığı tartışmada soruna çok değişik açılardan yaklaşıyor.
Bunların bir boyutu da proletarya diktatörlüğünün, devletin o gün için gösterdiği bazı bürokratik çarpıklıklar ve bunların giderilmesi mücadelesi açısından sendikaların görevleridir. “Devletimizin bürokratik erki” -diyor Lenin“bir işçi devleti olduğu anlaşılmaktadır ve devlette bu acıklı nasıl ifade edeyim etiketi yapıştırmak zorundayız. işte size geçiş döneminin gerçekliği pratikte böyle oluşmuş bir devlette sendikaların savunacakları bir şey olmadığını mı sanıyorsunuz, tamamen örgütlenmiş proletaryanın maddi ve manevi çıkarlarını savunurken sendikalar olmadan yapılabilir mi?” (Seçme Eserler, C. 9, sf. 33) Bütün bunlar sendikaların -bunlar gerçek anlamda sınıf sendikalarıdır- salt sınıf örgütleri olmasından, sosyalizmi en gerçek anlamda sınıfın bu “kale”lerinin sahipleneceği ve savunacağı gerçekliğinden hareket ediyor Lenin. Çünkü işçi sınıfı, kitle örgütleri olan sendikalarda kendi kendisini yönetmeyi öğreniyor. Hiçbir sınıfı sömürmemiş ve hiçbir toplumsal tabaka karşısında kendisinin imtiyazlı olduğu alışkanlığını edinmemiştir. Onun için sosyalizmi inşa etme, proletarya diktatörlüğü altında toplumsal devrimi kesintisiz olarak sürdürmenin en önemli teminatlarından birisi bu araçlardır, işçi sınıfı örgütleri sendikalardır. Modern işçi sınıfının önderi ve öğretmenleri bütün sorunlara olduğu gibi bu soruna da, sendikalar sorununu da “verili zamanda verili koşullar altında” kendi bağımsız bakış açısından hareketle tahlil etmişlerdir.
Lenin, sendikaların toplumsal hayatın bütün bitişik alanlarındaki “okul” olma özelliklerinin somut bir incelemesine koyuluyor. Gerek “Sovyet Trade-Union’culuğu”na karşı mücadele, gerek Troçki ve Buharin’in sendikaların somut rolünü reddeden tezlerine karşı mücadele ederken; “devlet zorun alanıdır. Özellikle proletarya diktatörlüğü çağında zordan vazgeçmek deliliktir. ‘idare etmek’ ve meseleye idari yaklaşım buradan olmazsa olmaz şarttır. Parti proletaryanın doğrudan hükümet eden öncüsüdür, önderidir. Özgün etkileme aracı, öncüyü saf tutmanın ve çelikleştirmenin aracı zor değil, partiden ihraçtır. Sendikalar devlet iktidarının rezervuarıdır, komünizm okuludur, ekonomiyi sevk idare etme okuludur. Bu alanda özgül ve en önemli olan şey yönetim değil, merkezi (elbette aynı zamanda yerel) “devlet yönetimi, ekonomi ve emekçilerin geniş kitleleri arasındaki” ‘bağ 'dır. ” (AçSP) (Lenin. Seçme Eserler, C. 9, Sf. 95, İnter Yay.) diyerek, sendikaların “komünizm okulu”, “ekonomiyi sevk ve idare etme okulu” vs. gibi belirlemeleri net ve anlaşılır bir tarzda yapmaktadır. Ama sosyalizmin inşasının çok ileriki aşamalarında alacakları somut biçimler, ya da gerekli olup olmayacakları sorununda da bugün hiçbirinin söylenemeyeceğini aynı açıklıkla belirtmektedir. Ayrıca parti programının ekonomiyle ilgili bölümünde de sendikaların “merkezi devlet idaresi” ile “geniş emekçi kitleler” arasındaki “bağ” olduklarını söyledikten sonra “sendikaların ekonominin yönetimine katılımı” daha belirgin tarzda konulmaktadır. 1920’lerin Sovyetler Birliği’nde de sendika, proletarya devletinin bürokratik çarpıklıklarına karşı sosyalist inşanın ilerlemesi, sosyalizm bilincini kazanmanın en elverişli araçları, yönetme eğitimi alma okulu, vb. sınıf mücadelesinin araçları olarak politik mücadele yürütmek görevi ile de karşı karşıyadırlar. Türkiye burjuvazisi de bütün dünya ülkelerindeki burjuvazi ve politik iktidarların yürüdüğü yolda yürümüştür.
Türkiye’de sendika kurma ve grev hakkı 1946 yılına kadar yasaktır. Bu yıllarda “çok partili demokrasi” gevezelikleri de hız kazanmış bulunuyor. İşçi sınıf hareketinde dipten gelen dalgalar, Kemalist diktatörlüğü 10 Haziran 1946 tarihinde “sınıf esasına müşterif” cemiyet kurma yasağını görünüşte de olsa resmen kaldırmak zorunda bırakıyor. İşçi sınıfı hareketine tanınan bu sözde özgürlük, ömrünü aynı yılın 21 Aralık’ında tamamlıyor. Sıkıyönetim kararıyla bu yasa rafa kaldırılıyor. Dünya ölçeğinde oluşan işçi sınıfı sendikal hareketinin her geçen gün büyüyen etkileri Türkiye’nin egemen sınıflarını sıkıştırıyor. Resmi yasak taktikleri dünya çapında ve bütün ülkelerde adım adım terk ediliyor. İşçi sınıfının örgütleri sendikaları, içeriden parçalama ve bölme, kurulu düzenlerin savunucusu burjuva gerici partilerinin güdümüne sokma taktiği temel alınıyor ve benimseme dönemi başlıyor. Bu yıllar, dünya ölçeğinde sendikalar içinde, işçi sınıfının sendikal hareketi içindeki mücadelenin sertleştiği, çatışma ve ayrışmanın giderek büyüdüğü yıllardır.
O yıllar Amerikan sendikacılığı Avrupa, Latin Amerika, Asya ve Afrika’daki sendikal hareketi bölmek için yoğun bir faaliyet yürütüyor. Başından beri DSF içinde yer almayan Amerika İşçi Federasyonu (AFL), CIA ile işbirliği içinde özellikle zayıf halka olarak Fransa ve Almanya sendikalarının başındaki sınıf işbirlikçisi sağ kanat sendikacıları kazanmak ve hareketi bölmek için 1946’da Brüksel’de Avrupa Temsilcilik Bürosu’nu kuruyor. Bu büronun başına AFL’de yıllarca çalışmış deneyimli Irving Brown getiriliyor. 1947’de özellikle Latin Amerika’da giderek güçlenen sendikal hareketin bölme saldırılarının hızlandığı bir dönemdir. 1950 1954 yılları arasında CIA’nin Uluslararası Örgütler Dairesi Müdürlüğü’nü yapan Thomas I. Bradan şu sözleri Amerikan sendikacılığını, işçi sınıfının uluslararası sendikal hareketini bölme ve güçten düşürme planlarını pek çok boyuttan gözler önüne seriyor. 1967’de Saturday Evenin Post’ta şöyle yazıyor: “1947'de komünist CGT Paris'te bir grev düzenledi. Bu grev Fransız ekonomisini çökme tehlikesiyle yüz yüze getirmişti. Hükümetin düşeceğinden korkuluyordu... Bu bunalımın ortasında Irwing Brown sahneye çıktı. Bu binski sendikasının (AFL-Y notu) fonlarıyla “Force Ouvriere” komünist olmayan bir sendika olarak örgütlendi. Para bitince, Irwing Brown, CIA’ya başvurdu. Böylece özgür sendikacılığa aktarılan gizli ödenekler başladı... (Aç. SP) Bu ödenekler olmasaydı savaştan sonra tarih bambaşka bir yol izleyebilirdi” (Dünya Sendikalar Federasyonu 1945 49, Sf. 48, Amaç Yay.). Yine DSF’yi bölmenin kesinleştiği (1949) ve Amerikan sendikacılığının açık bir ifadesi olarak “Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu” (ICFTU) kurulduktan sonra ABD’nin, Sanayi ve Çalışma İlişkileri dergisindeki şu sözler, uluslararası burjuvazinin işçi sınıfının sendikal hareketine ilgisinin amacını ve düzeyini gösteriyor. Dergide “ICFTU’nun ABD sendikalarının himayesinde oluşturulduğunu söylemek ileri gitmek olur” diye yazılan sözler, ABD sendikacılığı olarak bilinen burjuva sendikacılığının DSF’yi bölmede tayin edici bir rol oynadığını da tanıtlıyor. 1947 yılında İngiltere’de başlatılan madenciler genel grevine saldıran Madenciler Birliği Başkanı “Gayriresmi olan bu greve her sadık üye karşı çıkmalıdır; bu greve izin vermeyeceğiz... Hükümetin, üretimi tehlikeye sokan bu türden caniyane saldırıları her türlü yolu deneyerek durdurmaya çalışması gerekir. ” (G. Lefranc’ın, “Dünyada Sendikacılık”, Aktaran Filip Kota, Sf. 45) Bütün bunlar ABD emperyalizminin o yıllarda baş görevleri olarak belirlediği ve kendi ideolojik-politik ve pratik imkanlarının çok büyük bir bölümünü ayırdığı “Komünizmle Mücadele” politikasının uluslararası boyutlardaki doğrudan yansımalardır. Bu yıllar Türkiye’de de ilericilere ve devrimcilere yönelik sürek avı bütün hızıyla sürüyor.
Bozularak Yozlaştırılan İşçi Sınıfının Sendikal Hareketini Devrimcileştirmek Ertelenemez Görevdir
Türkiye’de 1947-1950, CHP’nin ve DP’nin sendikalar üzerindeki rekabet dalaşının büyüdüğü ve sertleştiği yıllardır. Her ikisi de ABD sendikacılığının Türkiye‘deki versiyonunu hayata geçirmek yarışındadırlar. Buna bağlı olarak “demokrasicilik” oyunu üze rinde de hem geviş getiriyorlar ve hem de yarışmaktadırlar. 20 Şubat 1947’de çıkarılan, 5018 sayılı işçi ve işveren sendikaları ve sendika birlikleri hakkındaki kanun, tam anlamıyla Amerikan sendikacılığının gerçek ihtiyaçları çerçevesinde formlandırılmıştır. Orhan Tuna, 1953 yılında yazdığı yazıda bu kanunun “bir bütün olarak ele alınarak, keskin bir tahlile tabi tutulduğu takdirde adeta zorlanarak çıkarılmış bir tedlin ve temkinli bir tedbir, hüviyeti taşımaktadır." diyerek Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın konuşmalarına yer veriyor. Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın konuşmaları ile CIA uzmanı, İngiliz Madenciler Birliği Başkanı, AFL Başkanı G. Meany’in 1951’deki konuşmaları ve Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu yöneticilerinin konuşmaları arasında gerçek anlamda bir özdeşlik vardır. Aynı zamanda CHP ve DP’nin sendikaları kendi etki alanları içine alma faaliyetleri uluslararası burjuvazinin bu sorunda taktikleri arasında da birebir özdeşlik bulunmaktadır. Kemalist diktatörlüğün bakanının yaptığı demagojiyi dinleyelim. "Cemiyetler kanununun geçirdiği son istihale ve gelişmeden sonra memleketimizde de sınıf ve meslek esası üzerine cemiyetler kurulması kanunu imkan dahiline gelmiş bulunuyor. Bu gelişmeden az sonra, memleketimizin birçok yerinde, ezcümle büyük şehirlerimizde süratle baş gösteren ve ilerleyen bir sendikalaşma hareketi karşısında bulunduk. Bu süretle kurulmuş olan işçi topluluklarının sayısı 100 ’e yaklaştı. Bunların bir kısmı sendika ünvanını aldı, bir kısmı birlik, dernek veya cemiyet gibi muhtelif isimler aldı. Fakat görülüyor ki; hepsinde müşterek olan motif, mesleki ve sınıf menfaatlerini müştereken temsil etmek ihtiyacı idi. Bu ihtiyaç altında kurulan toplulukların az zaman sonra kısmen ödevlerinden uzaklaştıkları ve bizi yeniden bir nizam vermeye mecbur ettikleri müşahade edildi. Şöyle ki; bunların bir kısmı kısa zamanda bu sınıf ile alakası olmayan insanların müdahalesi ve tesirine maruz kaldı ve sendika reisi olarak bu meslek ve sınıfla siyasi ajitasyon haricinde bir irtibatı olmayan insanların geldiğini gördük. Bir kısım cemiyetler bir salahiyete dayanmadıkları halde bütün memlekete şamil birliklermiş gibi karşımıza çıktılar... Nihayet büyük ekseriyeti teşkil eden vatanperver devletle işbirliği etmeye amade işçilerimiz Çalışma Bakanlığımıza başvurarak kesin bir rehberlik etmesini, devletin yardımını ve umumi bir direktif-verilmesini istediler. Cemiyetler kanununa ek bir kanun ile memleketin o ihtiyacını karşılayacak özel bir kanun hazırlaması zarureti kendisini gösterdi. Huzurumuza sevk edilen tasarı bu görüş ve ihtiyacın karşılığıdır. " (Çalışma Dergisi, Aktaran Alparslan Işıklı, Türkiye’de Sendikacılık Hareketleri İçinde Demokrasi Kavramının Gelişimi, Sf. 152-153) (aç -SP) Devletin bu satırlarda özetlenen yeni politika ve taktikleri, artık yasaklarla işçi hareke tinin sendikalaşmasının önüne geçemeyeceklerini gördükleri ve bunları doğrudan yönetimleri altına almak için yasal çerçevelere kavuşmalarına geçiliyor. Çok kısa bir zaman zarfında 100’ün üzerinde sendika, birlik, dernek ve cemiyet kurulmuş bulunuyor. Bunlarla “alakası olmayan insanlar” olarak tanımlananlar, çok büyük olasılıkla öne çıkan öncü ve devrimci işçilerdir. Ya da sınıf hare ketini farklı bir çizgide sömürüye karşı mücadeleci çizgide geliştirmeye çalışan “TKP”lilerdir. Başkanlığa başvuran “vatanperver işçiler” diye tanımlananlar ise, Amerikan sendikacılığının Türkiye’deki uzantıları işçi düşmanı, gerici düşünceli sendikacılardır. Çıkan yeni yasanın en temel özelliği, sendikal hareketin devletin kontrolünün dışına kesinlikle çıkmaması ve bütün Avrupa kapitalist devletlerinin yakın işbirliği içinde geliştirdikleri sendikaların siyasetten uzak durması zorunluluğu, Türkiye’de yeni düzenlenen sendikalar yasasının temel fikri ve ilkesi; sendikaları “gayri siyasi yapmaktır” formülasyonunda özetlenmektedir.
Bir yandan CHP ve DP, kurulmuş bulunan sendikaları kendi birer siyasi şubeleri yapmak için her türlü hileye başvururlarken, beri yandan sendikaları “işçi ve işveren sendikaları, sendika olarak siyasette, siyasi propaganda ve siyasi yayın faaliyetleriyle iştigal edemezler ve herhangi bir siyasi teşekkülün faaliyetlerine vasıta olamazlar. Sendikalar milli teşekküllerdir. Milliyetçiliğe ve milli menfaatlere aykırı hareket edemezler. Bakanlar Kurulu kararıyla her türlü milletler arası teşekküllere iştirak edebilirler” diyerek devrimci ve ilerici antifaşist politikalara yakın durmasını sendikalar yasasının 5. maddesiyle böylece yasaklıyordu. Sendikaların, ancak Bakanlar Kurulu kararıyla “iştirak edebilirler” diye formüle edilen şey ise yalnızca Amerikan sendikacılığının uluslararası merkezi olan “Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu”na üye olabilmesidir. “İşveren sendikalarının” politikadan yasaklanması ise tamamen o günkü koşullara daha fazla denk düşen bir sahtekarlıktır. Zira Çalışma Bakanı Sadi Irmak’ın yukarıda yasalar çerçevesinde özetlediği politika, sermaye sınıfının da içinde çok belirgin bir şekilde yer aldığı egemen sınıfların tümünü kapsayan genel bir siyasettir.
1945 Nisan’ında H. S. Truman’ın ABD Başkanı olmasıyla Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanlıkta somutlaşan koyu bir anti-komünizm savaşı dalga dalga bütün dünyaya yayıldı. Truman Doktrini olarak ifade edilen bu antikomünizm dalgasıyla Amerikan sendikacılığının birbirini besleyerek geliştiğini yukarıda belirtmiştik. Dünya Sendikalar Federasyonu’nu 1949’da bölünmeye götüren en temel tartışma konularından biri de ABD’nin “komünizmle mücadele” saldırısının, işçi sınıfının sendikal hareketini ilgilendiren boyutu Marshall yardımlarını alıp almama sorunudur. ABD emperyalizmi Marshall yardım planı çerçevesinde “hür sendikacılığın teşviki” yaftası altında dünyanın pek çok ülke ve bölgesinde kendi dış politikasının ayakları olarak sendikaların kurulmasına ön a yak olmuştur. 1950’den sonra Türkiye’de de bu faaliyet belirgin bir şekilde hız kazanmıştır. 19501952 yılları arasında “Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), Amerikan işçi Federasyonu (AFL) ABD Elçiliği Uluslararası Kalkınma Ajansı (AİD) ve Marshall Yardım Servisi’nden heyetlerin Türkiye’yi sık sık ziyaret ettiği birbirini doğrulayan çok değişik kaynaklarca belirtiliyor. Bu faaliyetin gerçek amacı, Türki-İş’in kurulmasıdır. Türk-İş, Eylül 1952’de İzmir’de Birinci Genel Kurulu’nu topladı. Bu toplantıda Amerikan Sendikacılığı’nın Brüksel’de Avrupa bürosunu açan ünlü Amerikalı sendikacı Irwing Brown (aynı zamanda bir CIA ajanı olduğu da o günkü iddialar arasındadır)’in de hazır bulunması hiç de tesadüf değildir. Türk-İş’in kurulması, Truman doktrinin ve Marshall planının Türkiye’de boylu boyunca oturmasıdır da. Sonraki yıllarda ve günümüze kadar Türkiye gidişatın yükselmesine ve günün koşullarına göre değişikliklere uğrayarak hayat bulması ve sürmesi hiçbir zaman aşılamadı. Bütün tarihsel dönemlerinin somut “an”larının gerekleri ölçüsünde kendisine şekil veren Amerikan sendikacılığının Türkiye’ye yerleşmesinin üzerinden 50 yıl, tam yarım asır geçmiş bulunuyor. Türkiye devrimci hareketi ve işçi sınıfı hareketi bu 50 yıl içinde hiçbir zaman uluslararası burjuva sendikacılığını gerçek anlamda yenilgiye uğratamadı.
Sürekli bütün dönemlerde ve daima burjuvazinin ideolojik, politik, felsefi ve etik propagandasının bombardımanı altında bunaltılan, işçi sınıfının devrimci teorisinin etkilerine burjuvazinin düşünsel ve eylemsel saldırılarından ötürü uzak tutulan sınıfın alıklaşması kadar olağan bir şey olamaz. Bunun günahı, esas olarak işçi sınıfının kendisi değil. İşçi sınıfının temsilcileri olduğunu söyleyen, işçi sınıfının öncüsü iddiasındaki politik odaklanmaların günahları sınıfınkinden önce gelir. Bütün bunların önemi bir noktada toplanıyor. Yarım asır burjuva politikasının çürütücü etki sahasından çıkamayan bir canlı nesnenin uğrayacağı erozyonun çok boyutlu, çok katmerli ve toplumsal ilerlemenin önünde ayakbağı olan ters yöndeki çok dönüştürücülüğüdür. Bu durum, Türkiye işçi sınıfının yaşadığı yoğun sınıfsal sömürü ve kapkaranlık politik baskıya rağmen neden baş kaldırmadığı sorusuna da bir ölçüde açıklık getirebilir. Ama aynı zamanda modern işçi sınıfını kazanmaktan başka yaşama şansı olmayanların, güncel somut görev olarak işçi sınıfı içinde politik bir odak olmayı önüne görev olarak koyan marksist leninist komünistlerin ve bir devrimci sendikal hareket, sınıf sendikacılığı hareketi yaratmaya çalışanların işlerinin ne kadar zor olduğunu, bunu başarmak için ne kadar büyük bir sabır ve sebatla iğneyle kuyu kazmaları gerektiğini bize gösteriyor. Yanlış bilinç biçimlenmeleri, sınıfın günlük eyleminde de müthiş bir bozulma ve yabancılaşma yaratmıştır. Amerikan emperyalizminin güdümündeki sendikacılık, sınıfın alttan gelen hak arama kavgası 1961’den sonra aşılmaya zorlandı. 1947’de çıkarılan “sendikaları gayrı siyasi yapmak”, siyaset üstü sendikacılık siyaseti çıtasının üstünden atlanmaya çalışıldı. Sendika bürokratı olmaktan kurtulamamış bazı antifaşist ilerici sendikacılar, işçi sınıfının ta banından yükselen talep ve eğilimleriyle belli noktalarda kesişebiliyordu.
DİSK, Türkiye işçi sınıfının, tekelci burjuvazinin dünya işçi sınıfının sendikal hareketi ve mücadelesini kontrolü altında tutan politikalarının şekillenmesi olan Amerikan sendikacılığının koyduğu çıtayı atlama arzusu ve eğilimlerinin ortaya çıkardığı bir sonuçtu. 1965’ten sonra, işçi sınıfı söz ve karar hakkının kendisinde olduğu bir sendikalaşma doğrultusunda güçlü bir arayış ve mücadele vardır. Ama bu eğilimin başına çöreklenen sendika bürokratları da “sendikaların siyaset üstü” tutulma demagojilerine karşı mücadele ediyor görünürken, bunu işçi sınıfının parlamenterist yasal politika yapması derecesine düşürülerek yozlaştırıldı. İdeolojik olarak her geçen gün daha fazla Sovyet modern revizyonizminin güdümüne girerek bugünkü Rıdvan Budaklar’ı yarattı. Bu kez de Türkiye işçi sınıfının bağımsız bir sınıf siyaseti arayışları içerisine giren dinamik bölükleri, revizyonist bürokrasi yönetiminde tam bir domuzlar ahırına dönüştürülen modern revizyonist mekanizmanın ortaya çıkardığı ilişkiler sis temi içerisine alınarak çürütüldü. 12 Eylül 1980’e gelindiğinde DİSK ve işçi sınıfı hareketinde işçi sınıfı örgütleri sendikalarda, 1960’ın ortalarında gelişmeye başlayan ilerici ve devrimci renk ve tonlardan çok az bir iz kalmıştı. O güne kadar devrimcilerin ve devrimci örgüt ve partilerin de işçi sınıfının sendikal hareketine yönelik ne bir detaylandırılmış politikaları vardı, ne de işçi sınıfı çalışmasını bütün çalışmalarının merkezine koymuşlardı. İşçi sınıfı sendikal hareketindeki devrimci ögelerin hızla buharlaşmasında bu durumun etkisi hesaba katıl malıdır. Bu mekanizmalar, Sovyet modern revizyonizminin burjuva bürokrasisindeki mekanizmalarıyla tam olarak özdeşleşmişti. Sendikalarda söz ve karar hakkı, işçi tabandan alınmış, bütünüyle bir avuç sendika bürokratının tekelinde toplanmıştır. Her grev eyleminde yığınla keskin demeç ve açıklama havasına rağmen, en kritik an ve noktalarında sermaye ve devletin önünde dize gelmiş ler, oyuncak olmuşlardır. Bu kısır döngü sınıfın kendi öz güvenini yitirmesini, bağımsız hareketine inancını kaybetmesini beslemiş ve büyütmüştür. Ta 1900’ların başlarındaki grevler hak alarak geri dönmüş, sınıfın diğer bölükleri de onlara bakarak greve girmişler ve taleplerini sermaye ve devlete kabul ettirmişlerdir. Ama Türkiye işçi sınıfının yarattığı bu olumlu gelenek son on beş yılda iyiden iyiye buharlaştırıldı. Bugün de işçi sınıfı sermaye düzeninin çok yönlü kuşatması altındadır. Burjuvazinin hegemonyası “işçi”nin bütün günlük hayatını kuşatmasına almıştır. Sınıfın çok sıradan gündelik demokrasi ve hak arama taleplerini savunmak ve sahiplenmek de bütünüyle devrimcilere ve komünistlere kalmıştır. İşçi sınıfını örgütlemek, onun bağımsız devrimci eylem düzeyini elde etmek en başta gelen görevimizdir.
Marksist -leninist komünistler, uzun yıllardan beri genel grev genel direniş şiarını gerçeğe dönüştürmeyi, işçi sınıfı ve geniş emekçi katmanların temel hak ve talepleri uğruna harekete geçmelerini ve sistemin durmasını ve felç olmasını sağlamayı hedeflemektedirler. Bütün gündelik faaliyetlerini bu taktik planın öğeleri olarak algılamaktadırlar. 1905 devrim günlerini model olarak aldığımızda, (en öğretici deney olduğu için) işçi sınıfının komünist öncüsünün doğrudan grev hareketini örgütleme ve yönetme araçları olmada yeterli gelmediğini varsaydığımızda, işçi sınıfının tek tek bölüklerinin ve bütününün grevini örgütleyecek sendikalar ya da sendikal oluşumlar yaratılmadan bir genel grev örgütlemek olanaksız değilse de son derece zordur. Gerçek somuttur. Dolayısıyla, bu gerçek işçi sınıfı hareketi tarihinde yaşanmış bir dizi deneyimle kanıtlanmıştır. Sınıfı örgütlemek, yaratılan ve yaratılacak örgütlenmenin sınıfın genel hareketinin istikametine doğrudan nüfuz edecek edimsel bir güç olmadan “genel grev, genel direniş” şiarının gerçekleşmesi oldukça zordur. Komünist öncü bütün olanaklarıyla bu düzeyi yakalamaya çalışmazsa, daha çok boyutlu tehlikeler le karşı karşıya kalmaktan kurtulamaz.
Toplumumuzun temel çelişkisi, ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişki ise, bir diğer ifadeyle ücretli emek ile sermaye düzeninde yaşıyorsak bütün sınıfsal farklılaşmalar da bunun yasalarına uygun işliyor demektir. Bu bir anlamıyla proleter ordularının her geçen gün büyümesi demektir. Marks Engels, sömürü ve ayrıcalıklara dayanan kapitalist sisteme karşı dikildiklerinde, hiç duraksamadan “emeğin dağınık ordusunun düzene sokulması”ndan söz ettiler. Emeğin dağınık ordusunu işçi sınıfını örgütleyeme den yıllarca da uğraşsak bir arpa boyu ilerleyemeyiz. O halde devrimci taktiğin omurgası bu dağınık emek ordularının düzenlenmesi, örgütlenmesi temel esprisine göre olmak zorundadır. Emeğin ordularının kümelendiği mekanlar; işyerleri, meslek ve işkollarıysa bunların dolaysız ve doğrudan gündelik hayatın bütün ayrıntılarında temas halinde oldukları örgütler sendikalardır. O nedenle yazının başından sonuna kadar hep “işçi sınıfı örgütleri sendikalar” tasavvur ettiğimiz sınıf sendikacılığı hareketi kavramlarını kullandık. Sınıf içerisinde çalışmanın, işçi sınıfının bağımsız, devrimci eylemini örgütlemenin en elverişli örgütleri sendikalardır. Dolayısıyla, komünist öncünün işyeri, meslek ve işkolu çalışma denkleminin bir kesişme noktası da işçi sınıfının kitle örgütleri sendikalardır. İşçi çalışması, fabrika çalışması bu perspektifle ele alınmak zorundadır. Komünist öncünün işyeri, meslek ve işkollarında, sayısız birim örgütlenmeleri yarattığını varsayalım. Eğer bunların işçi sınıfının sendikal karşılıkları gerçekten bir sınıf sendikacılığı hareketi muhalefeti de yoksa, elleri ve kolları eksik demektir. Bunun doğrudan sonucu örgütlediği eylemlerin başarı kazanması ve dile getirdiği talep ve hedeflerine ulaşmasının çok zor olacağıdır. Komünist öncü, her zaman ve daima, işçi sınıfı içinde güç olma nesnel durumuna göre, düşünce ve inanç biçimlerine bakmaksızın işçi sınıfının en geniş kesimlerini bünyesine alan ve hareketi adım adım ileri çeken, sermaye düzeni karşısında gerçek anlamda bir maddi güç haline getiren, hatta yürüyebilirse gerçekten sınıfın özlemini duyduğu, işçi sınıfı örgütleri, sınıf sendikacılığı adını hak etmiş olurlar. Ancak bugünkü somut durumda, eğer deyim uygun gelirse, Marks-Engels’in Komünist Enternasyonal’in “Kuruluş Çağrısı”ndaki tavırlarına benzer bir taktikle var olan sendika şubeleri bazında işçi tabanı kazanma noktalarında yoğunlaşarak sınıf sendikacılığı hareketini yaratarak sendika bürokratlarını tecrit etmeliyiz.
Günümüzde ekonomik mücadele ile politik mücadele bundan yüzyıl öncekinden, elli yıl öncekinden daha çok iç içe geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Bu her iki alanın sınırlarının birbirini yarılayan daireler şeklinde birbirinin alanları içine geçmiş olmaları anlamına geliyor. Bu nesnel durum, bizim ülkemizdeki nesnel gerçeklik açısından çok daha geçerlidir. O nedenle bu iki mücadele alanının yarattığı, yaratacağı savaş araçlarının yürütmeleri gereken mücadeleleri de kalın ayrım çizgileriyle ayırmak doğru değildir. Bunun doğrudan anlamı, işçi sınıfının örgütleri olan sendikaların günümüzde ve ülkemizde vereceği mücadele, aynı zamanda politik bir yan da taşıdığıdır. Marks’ın özlü anlatımıyla “işçi sınıfının kesin kurtuluşunun geniş çıkarları”nı amaç ediniyor. Bütün tarih boyunca burjuva-proletarya kamplaşmasında her iki tarafın da çok büyük değer verdiği sendikalar olgusu, bugün sınıfı kazanmakta her zamankinden çok daha önemsenmelidir. İşçi sınıfının komünist öncüsü fabrika çalışmasıyla sendika çalışmasını bir devrimci işçi hareketi yaratmak, bir sınıf sendikacılığı hareketini yaratmak, sınıf içinde politik bir odak olma çalışmasının birbirinden asla ayrılmaz bütünün iki parçası olarak algılanacak tarzda ve pratik ilişkisini de bu gerçekliğe uygun düzenlemek zorunluluğuyla hare ket etmelidir. Elinde güçlü grev araçları, işçi kitle sendikaları olamayan bir komünist öncünün, bir genel grevi örgütleyemeyeceği gerçeği, sınıf çalışmasının abc’sidir. En elverişli grev araçları sendikalar olduğundan bugüne kadarki pratiğin eksik kalan yanlarını, yanlış kavranmış noktalarını bu bakış açısıyla tekrar yorumlamalıyız. İşçi sınıfının bütün bir politik eyleminin amacı, üretimle bölüşüm arasındaki uçurumsal eşitsizliği ortadan kaldırmaktır. O nedenle Marks-Engels Komünist Enternasyonal’in tüzüğüne; “İşçilerin (çalışanların) iktisadi kurtuluşu büyük amaç tır, her siyasal hareke tin bir araç olarak tabi olması gereken büyük bir amaç tır” diye yazmışlardır. Hem de işçi sınıfının siyasal eylemi üzerine yaptıkları konuşma ve analizlerde bu temel düşüncelerini bütün sistemler içinde kırmızı bir çizgi olarak belirgin tarzda ortaya koydular. O halde biz de sınıfın iktisadi mücadele araçları olarak orta ya çıkan ve verdikleri mücadelenin taşıdığı boyutlar, verili zaman ve verili koşullara göre değişen sınıf sendikacılığı hareketini yaratmak için mevcut sendikalarda, egemen burjuva sendikacılığı, sendika ağa ve bürokratlarını tasfiye ederek, sınıf sendikacılığı hareketini büyütebiliriz. Komünist nitelikli bir hareketin daha uzun yıllar sınıftan ayrı yürüyemeyeceği, onun varlık nedenlerinin tam bu durumla bir çelişki gösterdiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Bizim gibi bir durumla karşı karşıya olduklarında Marks, “Sosyalist mezhepçiliğin (sekterliğin) evrimi ile işçi sınıfının verimi her zaman ters doğrultuda olur, (tarihsel olarak) mezhepler haklı görüldüğü sürece, işçi sınıfı bağımsız tarihsel bir hareketi için henüz olgunlaşmış değildir. İşçi sınıfı, bu olgunluğa vardığı anda, bütün mezhepler özünde gericidirler. Bununla birlikte tarihin her yerde gözler önüne serdiği şey Enternasyonal’in tarihinde de yeniden yinelendi. Eskimiş, zamanı geçmiş olan, her zaman kendini toparlamaya ve yeni biçim içinde tutunmaya çalışır. ” Evet, 1871’de Londra’dan Bolte’ye böyle sesleniyordu dünya işçi sınıfının ölümsüz önderi ve öğretmeni Karl Marks. Bizler de onun çağrıları ışığında toplumun öncü sınıfını kazanmanın sorunları üzerinde daha çok kafa yoralım. İşçi sınıfı hareketi içinde devrimci bir odak yaratma hedefine kilitlenelim! Yıllardan beri sürmekte olan “ters doğrultu”nun aşılması, bugünün temel pratik görevimizdir. İşçi sınıfını kazanmak, işçi sınıfının bağımsız tarihsel eylemini her gün devrimci teorinin kılavuzluğunda irdelemekten, ufku muzun başlangıç noktasından bitiş noktasına kadar uzanan paralelde işçi sınıfı eyleminin tarihsel dizilişi yer almalıdır.