"Eğer insanlığın çoğunluğu için etkili olacağımız yeri seçmişsek, hiçbir yük bizi kamburlaştırmaz. Çünkü artık o, herkes adına ödenen bir bedeldir. Artık tadına vardığımız şey yoksul, kısıtlı, bencilce bir mutluluk değildir. Mutluluğumuz milyonlara aittir. Eylemlerimiz sessiz sedasız ama sonsuza dek etkisini sürdürecek ve küllerimizi soylu insanların çakmak çakmak gözlerinde akan yaşlar ıslatacaktır."
Karl Marx
Toplumsal gelişmenin her aşamasında toplumsal normları, kuralları ve yaşantıyı belirleyen değerler vardır. Bu değerler, siyasal savaşım ve iktidar gücünü; sınıf çıkarı, ahlakı ve hareketinin niteliğini yansıtır. Tüm dünyayı etkisi altına alan '68 hareketinin estirdiği rüzgarın antiemperyalist motifi işçi emekçi yığınlarda ve gençlikte anti emperyalist, antifaşist bilinci uyandırdı, öne çıkardı ve bu, görece toplum yaşantısına sirayet ettiği gibi, devrimci ahlak ve kültür bu değerler üzerinde üretildi ve şekillendi. Popülizmin etkileri büyüktü, ülkeyi ve halkını sevmek en büyük değerdi ve bunun başlıca ölçütü de emperyalizme ve ABD’ye karşı olmaktı. Emperyalizme karşı olmak sadece eylemle de olmazdı, aynı zamanda günlük yaşamda da bu karşılığını bulmalıydı. Örneğin, emperyalist tekel malları yerine yerli malları tüketmek gibi.
'70’lerin güçlü devrimci dalgası devrimci düşünce ve ideolojinin atmosferi devrimci düşünce ve eylemi çekici kıldı, bazı gerilik ve çarpıklıklar taşısa da devrimci ahlak ve değerleri üretti, devrimci fedakarlık, özveri ve rekabette büyük bir yarış başlattı; devrimci olmamak, devrimci saflarda savaşmamak yadırganır oldu.
'80’li yıllar yenilgi yıllarıdır. "Ben" olma, “kendim olma” adına bencilliğin, bireyselleşmenin ve örgütsüzlüğün tartışıldığı ve hakim kılınmak istendiği yıllardır. Özgürlük cinsel ve çeşitli küçük burjuva dürtü ve özlemlerin kavramı biçimine düşürüldü. Örgüt, ör güt kuralları, disiplini ve yaşam tarzının bireysel yetenekleri körelttiği, bireysel ihtiyaçları gözetmediği zehiri akıtıldı, devrimci değerlere ihanet etmiş dönemin "hızlı solcuları" çoğaldı. Devrimci hareketin kötü bir yenilgi alması, bir bütün olarak hem toplumsal ve insani değerlerde, hem de bireysel kişiliklerde derin yaralar açtı. '80 faşist darbesinin tasfiyeci ve yıkıcı sonuçları, SB ve Doğu Avrupa ülkelerinin klasik kapitalizme iltihakıyla birlikte kapitalizmin tüketim kalıpları ve renkli vitrini yükselen değerler olmaya başladı. Günümüzdeki toplumsal yabancılaşma, yozlaşma ve çürümenin bu düzeyde seyretmesinin bu siyasal olgularla doğrudan bağlantısı vardır. Dün "çağ atlayan Türkiye"nin, "işini bilen memurum" zihniyeti, her türlü kirli pazarlıklar, dolandırıcılık, rüşvetçilik, kısacası "Susurluk" çeteleri olarak ortaya çıkan kontrgerilla örgütlenme biçimine vardırılırken, bugün "Yeni Dünya Düzeni" kavramı, 21. yüzyıl hayalleriyle devam ettirilmek isteniyor. "Elveda proletarya ve devrimler" çığlıklarıyla işçi sınıfı, ezilen halklar ve yığınlara yönelik siyasi-ideolojik saldırının ardından burjuvazi ve ideologlarının öne sürdükleri “globalleşen dünya”nın vaatleri kısa sürede gerçeğin acımasızlığına çarptı. Dün olduğu gibi bugün de burjuvazinin topluma vaat ettiklerini yerine getirmesi doğasına aykırıdır. O nedenle kapitalist emperyalizm, büyük yanılsama ve yönlendirmeler amacıyla en büyük yatırımını toplumsal bilinçleri bulandırmaya ya da fethetmeye yapmıştır. Günümüzde toplumsal ahlaki normlar ve kurallar “yeniden” düzenlenmekte ve tanımlanmaktadır. Siyasi iktidar ve temel üretim araçlarını tekelinde bulunduran burjuvazi, elbette bu tanımlamalara kendi ideolojisinin damgasını vuracak ve bu yanıyla da kapitalist sistem ve burjuva devlet iktidarını güvenceye almaya çalışacaktır. Burjuva ideologlar, devlet, parlamento, adalet, hukuk, özgürlük, din vb. sınıflar üstü olduğunu propaganda ederek, burjuvazinin sınıf çıkarlarını bütün toplumun çıkarlarıymış gibi göstermeye çalışıyorlar.
Kapitalizmde bazı manevi ve ahlaki değerlere sahip olmak akçeli ilişkilere indirgenmiştir. İtibar, gurur, ahlak, toplumsal saygınlık, özgürlüğün sınırları mülkle ölçülmekte, tüm kirliliklerin ve çirkefliklerin üstü bunlarla sıvanmaktadır. Mülk iyilikseverliğin, yardıma muhtaç olanların -niçin yardıma muhtaç oldukları sorgulanmadan- kurtarıcısıdır. İşçi sınıfını iliklerine kadar sömüren, emekçilerin ve halkların düşmanları, kara para aklayan uyuşturucu tacirleri kiliselere, aç ve yoksul insanlara yardım etmek için yarışmaktadırlar. Prenses Diana olmasaydı "aç ve yoksulların" hali ne olurdu sorusu, burjuvazinin güçlü olduğu anlayışının görünmez propagandasıdır. Toplumsal duyarlılık ise, esasen kapitalizmin yıkıntıya uğrattığı doğa katliamına uygar bir şekilde tepki göstermek, korumasız hayvanlara sahip çıkmak, bencilliğin her türlüsünü öğrettiğimiz ve insan sevgisini aşılayamadığımız çocukları hayvan sevgisiyle yetiştirmek oluyor. İnsanların Laleli’de otel odalarında diri diri yandığı gerçeği orta yerde dururken, çatıya çıkan bir kedi için üç itfaiye arabasının seferber edilmesi, duyarlılığın hangi noktalarda gelişmesi gerektiğinin tipik bir örneğidir. Toplumsal duyarlılık böyle olduğunda elbette "toplumsal barış ve huzur" hiçbir zaman bozulmaz. Hak ve özgürlükler için mücadele etmek, sömürüye karşı durmak, faşizmin zulüm ve zorbalığına karşı isyan etmek, kapitalistlerin biricik saltanatlarını, hele de silah zoruyla yıkmaya çalışmak, ya eskimiş bir ideolojinin peşinde koşmak ya da ilkellik ve uygar toplumun gereklerini anlamamak oluyor.
Sömürü ve zulme karşı savaşanlar cani ve teröristtir ve kapitalizmin bekası için yok edilmelidirler. İnsan olmak, insanlaşmak; sömürü ve zulme karşı isyan, çöplükte ekmek arayan bir çocuğun gözyaşları, işkenceye ve tecavüze uğrayanın hisleri, evladını gözaltın da kaybeden bir ananın yüreği, yok edilmeye çalışılan bir ulusun kimliği, deprem yıkıntıları arasındakilerin çilesi, etini bir meta haline getiren kadınların ve eroine tutsak edilen ve geleceği yok edilen gençlerin yarını, yozlaştırılan aşkların sevgisi olmaktır. Devrimcilik, bütün bu değerleri kuşanarak sisteme karşı kin ve öfkenin bilenmesi ve Marksist Leninist bilimi ışığında örgütlenmesidir.
Yaşamı Devrimci Örgütlemek
Komünistlerin siyasi çehresi ile ahlaki çehresi tam bir uyum ve bütünlük arz eder. Bu bir yerde komünistlerin düşündüğü gibi yaşamasıdır. Yeni insan tipidir. Komünistlerin yaşamı bir bütündür. Bunu özel yaşam, duygu dünyası, iç dünya vb. parçalara bölerek tecrit etmek, ayrı ele almak yanlıştır. Komünistlerin gizli, dokunulmaz, denetlenmez “özel alanları”, özel dünyaları olamaz. Komünistler duygularını, duygusal yakınlıklarını örgütler, terbiye eder. Onun tutsağı olmazlar. Yeri geldiğinde bir derviş gibi yaşamasını bilirler. “Özel ilişkileri”n özelliği ve denetlenemezliği, sadece tüketir, çürütür. Komünistlerin duygu dünyası, düşünce dünyasından kopuk ve ayrı değil; aksine duygu dünyası, düşünce dünyası, dünyaya bakışı içinde; onun ortamında belirginleşir, şekillenir, yönlendirilir.
K. Bozoklar, devrimci ahlakı, yeni ahlakı şöyle ifade eder: “Yeni insan, eylemin ve mücadelenin içinden çıkacak, yeni ahlak da öyle. Umutlu bir gelecek için başkaldıran, uğruna savaşacağı bir ‘ideali’ olan insanın ahlakıdır geliştireceğimiz. Tekelci burjuvazi tüm direnç mekanizmalarını kırıyor insanın. Öyleyse, direnme yeni ahlakın anahtarıdır. Sınıfa karşı sınıfın, bir dünya görüşüne karşı diğerinin karşı karşıya geldiği koşullarda yeni ahlakın temelleri atılıyor. ” (Umuda Yazılı Sözler-K.Bozoklar)
Bozoklar, kapitalistlerin “temel dürtüleri ,ahlaki normları kâr ve rekabet üzerine şekillenmiştir” diyor ve bunun “insanı yok etme hareketi” olduğunu ekliyor. Burjuvazi, ahlakı, yaşam tarzı ve anlayışıyla tüm toplumu zehirlediği ve ona hükmettiği gibi devrimci ve komünistleri de zehirlemekte ve etkisi altına alabilmektedir. "Kendi çirkinliğin yüzünden aynaya kızmak gerekmez” der Lenin. "Devrimci kişinin bir güzel bir de çirkin yanı vardır. Çirkin olan yan, var olan toplumsal sistemin ideolojik saldırısının ona yansımış şeklidir. Devrimci kişinin bir de güzel olan yanı vardır. Güzellik tercihle başlar, bu bir adımdır. Bu adımı derinleştiren kişi daha da güzelleşir. Kişi güzelleştikçe onda var olan çirkinlik yitime uğrar. ” (Atılım. Kolektif.) Gerçeklerin gücü sarsıcıdır, ondan kaçmak, yok saymak bir gerçeği ortadan kaldırmayacağı gibi, yaşamı kirleten bir rol de oynar. Çirkinliklerin yitimine yapılan tercih, ancak çürüyeni reddetmekte gösterilecek güçlü bir ısrar ve irade sayesinde gerçekleşebilir. Yürekte ve zihinlerde yeşertilecek olanın, geleceği şekillendirecek ve inşa edecek olanın berraklaşmasıyla sağlanabilir. Burjuvaziye karşı savaşmakta ısrar ve inat eden komünist, yaşamını bunun ihtiyaçlarına ve görevlerine göre düzenlemekte ve örgütlemekte de tereddüt etmez. O nedenle kişiliğinde, yaşam tarzında, anlayış ve zihniye tindeki sorunlar ve gerçeklerle yüz yüze gelmekten sakınmaz, kendi gerçekliğini kabullenir, kendinde eskiyen ve çürüyene karşı mücadele eder. Devrimci savaşımın kadrolarda cisimleştirdiği ve genellikle örnek alınan ahlaki değerleri, kuralları ve gelenekleri vardır ve bunlar, tarihsel birikim ve mirasın üzerinde gelişmiş ve şekillenmişlerdir. Dolayısıyla komünist ahlakın sınıf savaşımı ve devrimci eylem içerisinde yaratıldığını, kendisini ürettiğini ve geliştirdiğini söylersek doğru olur. Devrimci düşünmeyen, devrimci eylemin ve çalışmanın içinde olmayan çürür, başka arayışlara yönelir, dürtüleri farklı olur. Çünkü artık onun,” iç iktidar mekanizmalarına tutsak olma”sından söz edilebilir.
"Şeytan ayrıntılarda gizlidir" sözünde olduğu gibi, devrimci yaşamdaki tutarlılık ve tutarsızlık da ayrıntılarda gizlidir. Günlük yaşamın sorgulanması ve denetimi çoğu kez önemsenmez ve siyasal çalışmanın dışında bir şey, sanki var olması gereken alışkanlıklar gibi “normal” görülür. Yaşamın her anının bir dünya görüşünü yansıttığı unutulmaya başlanır. Halbuki devrimci iradenin en fazla kırılmaya ya da tavsamaya uğradığı zaman ve yer, günlük yaşamın ve ilişkilerin devrimcileştirilmesindedir. Komünistler için fabrika, sendika, kitle örgütleri, emekçi semtler, okullar ve sokak, devrimci çalışmanın esas alanlarıdır. Bu faaliyetin eve taşınması söz konusu olduğun da baba, anne, kardeş ve sevgili kimliği öne çıkar. Bunların devrime kazanılması bir başka yoldaşın görevidir. Hatta iyiden iyiye yakınanlar, serzenişlerde bulunanlar olduğu gibi, kimisinin ise çocuklarıyla yeterince ilgilenilmediği, eşinin eğitilmediği vb. şikayetleri olur ve ısmarlama eğitim siparişleri çoğalır! Bu yaklaşımın altında tipik küçük burjuva bencilliği ve korumacılığı yatar. Çünkü böyle düşünen ve davranan bir zihniyet, en yakınındakini siyasi ve ideolojik olarak etkilemeyi aklından geçirmez. Etkili olamama gerekçesinin altında gerici bir yaklaşım ve zihniyet vardır. Kapitalizm feodal üretim ilişkilerini çözerek kendi mezar kazıyıcısı ve modern bir sınıf olan proletaryayı yarattı. Fakat bağrından koptuğu feodalizmin anlayışı ve zihniyetinin toplumsal yaşantıda ki görünümlerinin geri yanlarını iktidarının sürekliliği için daima canlı tuttu. İhtiyaç duyduğunda bu geri, bön kültüre ve düşünce sistemine baş vurmaktan ve sarılmaktan geri durmaz.1980 darbesi sonrasında, emperyalizm ve burjuvazi, Türk- İslam sentezini geliştirdi, dini kavram ve motiflere olabildiğince prim verdi. Geleneksel aile yapısının korunması için kadınlara fabrikadan evinize dönün çağrısı yaptı, bunu yasayla güvenceye aldı. Ders kitaplarında anne, baba ve çocukların rolleri aşılanmaya başlandı, büyük aile propagandasıyla tüm ömrü boyunca üretimde yer alan yaşlıların bakımı çocuklara bırakıldı. Bunların yanı sıra işkencehanelerde devrimcileri küçük düşürmek, kişiliğinde tamir edilmez yaralar açmak için kadın, erkek, çocuk demeden cinsel tecavüz, bir işkence biçimi olarak uygulandı. Çünkü bunun devrimcilerin zayıf yanı ve etkili olduğunu biliyorlardı. Çünkü zihinlerde var olan namus anlayışı kendi eserleriydi. Bugün, eskiyen ve geçmişe ait olan, ama burjuvazinin başvurduğu bu zihniyetin varlığını, aile yaşantısını devrimcileştirememiş olan örneklerde görmek fazlasıyla mümkündür. Milyonlarca işçi, emekçi, genç ve kadına devrim için örgütlenin, savaşın ve gerekirse ölün çağrısı yapmak sonra da sıra anne, baba, çocuk ve yarimize gelince anlaşılmaz bir biçimde ilgisiz, tutuk ve duyarsız kalmak ne kadar tutarlı, komünist yaşam ve ahlakla bağdaşabilir. Milyonlarla yoldaş olmayı hedeflemek ama yaşamın bir parçasını birlikte paylaştıklarımızla yoldaş olamamak ne denli kabul edilebilir? Tanımadığımız milyonlarca işçi ve emekçinin, bu köhnemiş kapitalist düzene ve faşist rejimin saldırılarına karşı kölece sessizliği ve eylemsizliği; çaresizliği ve duyarsızlığı bizleri devrim ordusuna bir nefer daha kazanmak için kamçılarken ve enerjimizi on kat artırırken, yanı başımızdakilerin sessizliğini ve duyarsızlığını adeta olağan karşılamak, en yakınımızdan bir değiştirme ve dönüştürme faaliyetine girememek ne kadar davamıza ve komünist ahlakımıza uygundur? Tüm bunlar yaşanırken “özel ilişki” ya da “aile ilişkileri”nin çok normal gitmesinden söz etmek, bilerek ya da bilmeyerek en azından “normal” olanla olmayanı ayıramamak anlamına gelmiyor mu? Böyle bir mantık ve ilişki düzenlemesi, zamanla aile fertlerinin bizim şahsımızda devrime ve devrimciliğe karşı olumsuz tepki göstermesi, hatta karşısında yer alması kaçınılmaz kılmıyor mu? Bir komünistin buna hakkı olmamalıdır. Aile fertleri ve yakınlarımızı kazanmanın yolu onları, sadece anne, baba, kardeş ve sevgili olarak kabul etme anlayışından sıyrılarak potansiyel bir yoldaş olarak görmek, devrimci düşünceler ve partiyle buluşturmak, örgütlemek ve onlarla yaşamın bir parçasını değil tümünü paylaşmaya çağırmak ve çalışmaktır. İşte o zaman sevginin en yoğunu, gerçeği ve güzeli yaşanmaya başlar.
Komünist bir kadro, ev yaşamını ve aile ilişkilerini sınıf savaşımı, devrim ve partinin ihtiyaçlarını esas alarak düzenler ve örgütler. Evler küçük bir çalışma birimidir. Her organın görev ve sorumlulukları olduğu gibi, bu küçük kolektifin de görev ve sorumlulukları vardır, olmalıdır.
Burjuvazinin Kuşatması Karşısında Sağlam Durmak
Devrim ve sosyalizm savaşımı, esasen burjuvazi ile proletarya eksenli süren bir savaştır. Ne var ki, bu süreçte iki sınıf arasında kalan küçük burjuvaziye karşı proletaryanın ideolojik mücadelesi, yeri geldiğinde, küçük burjuvazi gericileştiğinde siyasi mücadele olarak da devam eder. Küçük burjuvazinin mülkiyetle olan ilişkileri, onu, burjuva düşünce ve yaşam tarzı, ideolojisi, anlayışı ve zihniyeti kapsamına alır. Mülksüzleşen küçük burjuvazi, fiziki olarak proletarya saflarına katılınca, işçi sınıfı ve komünist öncü saflarına küçük burjuva alışkanlık ve özlemleri de taşır. Lenin'in deyimiyle "işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları, reformizmin ve şovenizmin gerçek yayıcılarıdırlar." (Emperyalizm). Parti saflarında parti normları, kültürü, ahlakı ve işleyişine ters duruş ve pratikler bu burjuva ve küçük burjuva ideolojik etkilerin yansımalarıdır ve kaynağını mülk sahibi sınıfların düşünüş ve yaşam tarzından alırlar. Parti saflarına küçük burjuvazinin tipik özelliklerini ve özlemlerini, işçi sınıfına güvensizliği ve oportünist anlayışları taşırlar. Sınıf mücadelesinin dönüm noktalarında, mücadelenin kızışması ve güçlüklerin artması koşullarında bu etkiler farklı ruh hali ve düşüncelerle ortaya çıkarlar. Burjuvazinin işçi sınıfı ve onun partisi üzerindeki baskısı, sınıf mücadelesinin zorlukları hesaba katıldığında, ideolojik olarak zayıf düşmüş bünyenin bu ruh hali ve düşüncelerden etkilenmemesi mümkün değildir. Çünkü komünistler de bu toplumun bir parçasıdırlar, toplumdan çelik zırhla tecrit halde yaşamıyorlar. Küçük burjuva alışkanlık, özlem, anlayış ve zihniyetten arınma, kadroların ideolojik derinleşme ve sağlamlığını, proleter bilimi içselleştirmesini, komünist ilkelerde ısrar, inat ve iradeyi, oportünizm ve iç liberalizme karşı amansız bir savaşımı gerektirir. Komünist parti kendisini işçi sınıfı içinde var eder, oluşturur ve yeniden üretirse burjuva dünya ile bağlarını en tam şekilde koparmış proleterleri parti saflarına katacağından dolayı, kapitalist sistemin alaşağı edilmesindeki kararlılığın parti saflarına nüfuz etmesi gelişir, küçük burjuva kararsızlıklar ve güvensizlikler en aza indirgenebilir. Ama her halükarda burjuvazinin bu düşünce ve yaşam tarzı alışkanlıklarının yayıcıları; onun unsurları boş durmazlar...
Parti saflarına da küçük burjuva düşkünlük ve alışkanlıklar yansır. Çünkü, komünist partilere akış sadece proleter saflardan değil yarı proleter, küçük burjuva ve aydınlardan da olur. Onlar M- L ideolojiyi benimseyene, geldikleri sınıfı inkar edene, ideolojik sıçrama yaşayana kadar bir dizi hastalık ve zaaflarını birlikte taşırlar. Bu zaaf ve hastalıklarla uzlaşmak, yer yer geldiği toplumsal kökenden getirdiği bir alışkanlık olarak görüp önemsememek, küçük burjuva bir dizi alışkanlıkların parti saflarına taşınmasını kaçınılmaz kılar.
Proleter ahlakla bağdaşmayan bu düşkünlük ve alışkanlıklar, birçok bedellerle kolektif ahlaka ve kültüre kazanılmış değerleri zehirlediği, parti ortamını bozduğu ve yozlaştırdığı ve giderek çürütmeye açık hale getireceği açıktır.
Siyasal/ideolojik çözülme ve çürüme bir anda bünyeyi sararak oluşmaz ve gelişmez; hiç farkına varmadan derinden ve sessiz teslim almaya çalışır bünyeyi. Komünist ya da devrimci saflara katılmadan ve tercihimizi gelecekten yana koymadan önce yaşamımızın küçük burjuva alışkanlıkları, özlemleri, istemleri ve değer yargılarıyla biçimlenmiş olması doğaldır. Ne var ki, devrimciliğe yapılan tercih aynı zamanda kapitalist sistemin dünyasına ait olan düşüncede, beyinde ve yürekte ne varsa parçalayıp atma iradesi göstermektir. Gemileri yakmadan, küçük burjuva dünya ile tam kopuşmadan, oraya geri dönüşün her zaman kapısı aralanır demektir. Gerisi bazı dış dinamikler ve gelişmelerle sağlanacağı elverişli koşullara bağlıdır. Burjuva ve küçük burjuva dünyaya ait ufak bir tohum, ortamını bulduğunda yeşerir, yeşereni kökünden koparıp atmamak boy vermesini getirir ki, onunla mücadele etmek daha zordur. Küçük burjuva yaşam tarzının etkisi öylesine güçlü ve çekici ki, karşısında ideolojik yetkinlik ve yüksek bir irade bulamadığında, yakasından, paçasından veya en küçük bir delikten zihinlere girer, devrimci iradeyi çözer, inançları zedelemeye başlar ve inanç bunalımına yol açar. İnançların yitirilmesi geleceğin yitirilmesidir. Geleceğe, proletaryanın savaşma, kazanma ve iktidar olma gücüne inancın yitirilmesinin küçük burjuva gururla bir süre gizlenmesi mümkündür, ancak bu, devrimcilikte yüzeyselleşme ve biçimselliği getirir.
Devrimci çalışma ve savaşım, davaya büyük bir güven ve sosyalizme sarsılmaz bir inanç, komünist bir yaşam tarzı ve proleter bir ahlakı gerektirir. Devrimci yükseliş dönemlerinde, küçük burjuvalar da bir komünist kadar coşkulu olabilirler, ama yenilgi ve durağanlık dönemlerinde coşku yerini karamsarlık ve güvensizliğe bırakır. Kimi zaman, pratikteki coşku, enerji ve hareketlilik küçük burjuva bir dizi zaaf ve hastalıklar taşıyanların yeterince tanınmasını, yer yer hayranlıklar beslenmesini ve görülmeyen hastalıklarıyla mücadele edilmesini engelleyici bir faktör olabilir. Hangi sınıftan gelirse gelsin proletaryanın iktidarı için savaşmayı kabul edenler, onun siyaseti ve ideolojisini, ahlakını, kültürünü, yaşam biçimini ve hukukunu da kabul etmek, içselleştirmek ve yaşam biçimi haline getirmek zorundadır.
Proleter Ahlakı Geliştirmek
"Ahlak, eski sömürücü toplumu yıkmaya ve tüm emekçi halkı yeni, komünist bir toplum yaratmakta olan proletaryanın çevresinde birleştirmeye yarayan şeydir" der Lenin. Komünistlerde ahlaki çehre, proletaryanın sınıf savaşımına bağlıdır. Ve ahlaki çehrede bozulmaların çeşitli görüngüleri vardır. “Duygu dünyası”ndaki gelişmeler bunlardan biridir. Burjuvazinin ahlakı yaşamın bütünden koparması, darlaştırması, sınıflar üstü göstermesi anlayışı karşısında sosyalist ahlak anlayışı yaşamın bütününde yol gösteren, kişiliği şekillendiren özelliğe sahiptir. Komünistler için ahlak, özel mülkiyete ve sömürü düzenine karşı tüm benliğiyle savaşmak, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyayı hedeflemek, buna uygun yaşamı düzenlemek, pratik duruşu sağlamaktır. Bundan dolayı komünistler, geleceğin toplum yaşantısını, yeni ahlaklı yeni insanını temsil ederler. Ve yaratılan bu değerler bir savaşımın ürünü ve mirasıdır. O nedenle proleter ahlakın küçük burjuva ve burjuva değerlerle kirletilmesinin karşısında durmak aynı zamanda bu geleceği sahiplenmektir.
Proleter ahlak mütevazı ve alçak gönüllü olmayı gerektirir. Başarının ve kazanımların öznesi ve esas sahibinin işçi sınıfı ve partisi olduğunu göremeyen, başarı ve kazanımları bireyselleştirenlerde, zamanla önce gizli daha sonra açık bir biçimde kendini beğenmişlik ve bir kibir gelişir. Kendini beğenmişlikle kişininin öz güveninin gelişmiş olması birbirinden farklı şeylerdir. Her şeyin merkezine kendini koyan, her zaman ve her yerde en iyi ben bilirim, ben yanılmam mantığı zamanla çevredekileri küçümseme ve eşit görmemeyi getirir. Komünist partilerde kadroların bilgi birikimi, deneyimi ve tecrübeleri, teorik kavrayışları, siyasal düzeyleri ve yetenekleri birbirinden farklıdır. Ama bu farklılıklar ayrıcalıkları değil kolektifin gücünü ve yeteneğini yükseltir. Bunları birer ayrıcalık olarak görmek, farklı beklentilere neden olur; sonra önüne geçilmezse kendisine hayranlık duyma ve giderek kariyerist olmaya kadar uzanır. I. Kutlu’nun işaret ettiği gibi, komünist bireyde “dış iktidarın içselleşmiş görünümleri”nden biri olan bireyin kendisine olan hayranlığından kaynaklanan koruma güdüsü, mücadelenin kritik ve zorlu anlarında da ortaya çıkar ve ihaneti dayatır. Böyle bir durumda ihaneti dayatan düşman değil, bastırılmış ama yok edilememiş bu küçük burjuva düşünce ve duyguların esareti, iç zaafların galebe çalması ve ona teslimiyettir. İhaneti bir anın meselesi olarak görmek, süreci gözardı etmek en büyük yanılgıdır.
Mütevazı ve alçak gönüllü olmak işçi ve emekçilerin saygınlığını kazandıran büyük erdemlerdir. Bu erdemler komünistlerin temel özelliklerindendir ve bunlar, kapitalizmin kişileri bencilleştirme ve yabancılaştırma hastalıklarına karşı en etkili panzehirlerdendir. Başkasından öğrenme ve alıcı olmak, kendini yenilemek, eleştiri ve denetime açık olmak kadroların gelişimini sağlar, niteliğini yükseltir; fakat kendini beğenmişlik ve kibirlilik bunun önünde en büyük engel ve ayak bağıdır. Bu ayak bağları ya da prangalarla çok fazla mesafe alınamayacağı açıktır.
Proleter ahlak aleni olmayı gerektirir. Proletarya partisi, örgütlerinin toplamı ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yönetim merkezidir. Strateji ve taktiği, yedekler ve manevralar, saldırı ve geri çekilmelerle savaşı yönetir. Tüm bu süreçlerde milyonlarca proletere ve emekçinin savaşımına yön vermeye, öncülük etmeye çalışır; bundan dolayıdır ki işçi sınıfına karşı sorumludur. Bu sorumlulukla işçi sınıfına ve emekçilere yaptıklarının ve yapamadıklarının hesabını vermek zorundadır. Komünist partileri ve kadroları davalarında ciddi ve diğer partilerden farklı kılan bir özellik budur. Bu bir aleniyet politikasıdır. Komünist partilerin işçi sınıfı ve halktan gizleyecek hiçbir şeyi yoktur. Çünkü yaptıklarını işçi sınıfı ve toplumdan saklamak, burjuva politikalarının gizli pazarlıklı, anlaşmalı ve kirli oyunlu bir yansıması olur. Komünist partiler yanlış politika, pratik ve taktiklerinin özeleştirisini kitlelere verir ve bunu geleceğin daha güçlü inşa edilmesi için dayanak yaparlar. İşçi sınıfının partisine güveni ve ona kopmaz bir bağla kenetlenmesi bu işleyiş ve politikayla sağlanır. Aleniyet sınıf partisinin yaşamında da en tam şekilde yaşanır. Parti örgütleri, parti kadroları ve partinin etkisinde bulunan çevre çeper ilişkileri arasında da en tam şekilde açık olmak parti işleyişi ve kültürünün bir gereğidir.
İşçi sınıfı partisi kitlelere ne kadar açık olmak zorundaysa komünist kadrolar da partisine ve yoldaşlarına o kadar açık olmak zorundadır. Eylemde ve devrimci pratikte, kavgada paylaşanlar, devrimci görevler ve çalışmada yarışanlar, büyük davanın büyük sorunlarını çözmede ortaklaşanlar, yaşamın her alanında da paylaşmasını bilmelidir. Parti içi aleniyet her türlü yozlaşmanın bertaraf edilmesinin anahtarıdır. Aleniyet karşılıklı güvende yaşam bulur. Bu güven, her ne olursa olsun kazanımcı yaklaşılacağının bilinmesinden kaynaklanır. Partiye güven duymak kadroların kendine, ideolojisine ve ilkelerine güvendir, çünkü örgütlü yaşam bunların toplamıdır. Ayrıca gerek kolektif, gerekse de bireyin iç zaaflarına karşı en etkili ve sonuç alıcı mücadele, kolektif aklın ve eylemin gücüyle müdahale etmektir. İç zaafları alt etmenin gerekli koşulu, “kolektif iradeyle davranan kolektif insan olabilmek”tir.
Devrim, işçi sınıfı ve insanlığın kurtuluşu ve mutluluğu içindir. Bir avuç sömürgen insan için milyonları açlığa ve sefalete mahkûm eden kapitalist sistem karşısında komünistler geleceğin temsilcisi ve yapıcısıdırlar. Kapitalizm koşullarında toplumsal hastalıklar ve kötülüklerden bir biçimiyle devrimci ve komünist bireyler de nasiplenirler. Bunun bir parçası, düzenle görünür görünmez bağların devam etmesi, bu bağlardan kurtulmanın getirdiği sancılar ise, diğer parçası özellikle durgunluk ve tasfiyecilik dönemlerinde kendine dönmenin, ahlaki çehrede bozulmanın bir görüngüsü olarak duygu dünyası ve aşk ilişkilerinde yaşanan çarpıklıklardır. Kadroların bu dalgalanmaları yaşaması belki doğaldır, doğal olmayan bunları parti si ve yoldaşlarıyla paylaşmamasıdır. Duygu dünyasında yaşanan iç çalkalanmaların paylaşılamaması kişiyi kendi iç dünyasına dönüklüğe, yalnızlaşmasına, güvensizliğe ve olmadık anlarda patlamasına götürür.
Kadrolar arasında geliştirici ve ön açıcı diyalog burada önem ve anlam kazanmaktadır. Devrimci pratiğin yoğun akışı içerisinde devrimci ilişkileri hep siyasal tartışma ve örgütsel işler olarak algılayan bir anlayış, doğal ki yoldaşça ilişkileri mekanik görüşmelere indirger, bürokratik yaklaşımlarla sorunları çözmeye yönelir; sonuçta yoldaşça diyaloğu önemsememiş olur. Önemsenmeyen bu diyalog tarzı, kadroların partiye karşı yabancılaşmasını, önyargılarının gelişmesini ve organ iç ilişkilerinin devrimci tarzda yürütülmemesini getirir. Halbuki kişisel ilişkiler örgütsel ilişkilerin bir parçasıdır. İç dünyada barışık olmak, siyasal faaliyetin verimini artırır. Yürütülen çalışmadan büyük haz almak, daima coşku ve heyecanı üst dorukta yaşamak, koparılan dalgaların şiddeti ne olursa olsun granitten bir kaya gibi sağlam durmak iç huzurun yansımalarıdır. Bu çok zor değildir. Yoldaşça ilişkiler, iç dünyalara girebilmeyi başarmak, tüm sorunlarda ve kaygılarda ortaklaşabilmek bunun tek yoludur.
Kaldı ki çarpık alışkanlıklar olarak da değerlendirebileceğimiz bazı yoldaşlık ilişkileri ve diyalogları, hem sürdürmek hem de eleştirerek aşılmasını sağlamak yanlış değil, bireyi boşluğa düşürmeden yine bir süreç içinde değiştirmeyi başarabilmek olur. Bir yerde görevimiz sürekli değiştirmek, dönüştürmek ve niteliği yükseltmek ise bunun bir yolu, yöntemi de bu olabilir. Zaaflı olduğu için iç dünyaları gizlemek, devrimci denetimlere açık olmamak örnekleri var, tamam; ancak, bu iç dünyaları öğrenmek, bilmek için kadrolara ya kın durmak, onları anlama girişimleri geliştirmek de gereklidir.
Zaman zaman yoldaşlar tarafından anlaşılmama kaygısı, yaşanan sorunları, iç dünyada esen fırtınaları kendimize ait bir yerlerde gizleme tutumuna girmeyi getirebiliyor. Bu gizliliğin getirdiği iç bunalım, tüm yaşamı etkilediği gibi, zaaf, hata ve yanlışlarda derinleşmeyi, ideolojik ve ruhsal bir yabancılaşma ve kopuşu da kaçınılmaz kılar. Özel sorunları yoldaşlarına açmayan biri, hele de devrimcilik dışında bir dünyası da yoksa davaya zarar verdiğinin bilincine varmalıdır. Niçin kararsızlıklarımızı, güvensizliklerimizi, kişisel olarak yaşadığımız bir dizi sorunlarımızı yoldaşlarımıza açamıyoruz sorusunun cevabı her zaman “yoldaşların kendisini anlamamaları” olamaz. Eğer ortak davanın aynı düşünceleri ve değerlerini kuşanmışsak birbirimizi anlamamız güç değildir. O halde burada yaşananların parti ilkelerine ve ahlakına ne kadar uygun olduğunu sorgulamak bir başka zorunluluktur. Esasta da parti içi aleniyeti çözümleyecek olan bu sorgulamadır. Sokrates "sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez" diyor. Biz komünistler yaşamımızı ne kadar sorguluyor, kopup geldiğimiz dünyanın alışkanlıklarıyla ve geri anlayışlarıyla ne kadar amansız bir savaş veriyoruz? Kendimize bile itiraf edemediğimiz içten içe başlayan çürümeyi, devrimci mücadelenin pratiğine daha keskince sarılarak, görünüşte hata ve zaaflara karşı uzlaşmaz davranarak, özellikle sorun duygusal ilişkilere geldiğinde insanın doğasına aykırı sekterlikler göstererek yok edemeyeceğimiz açıktır. Bu yaklaşımın ilk keskin hatta biraz engebeli bir virajda tepetaklak olduğu yaşanan bir dizi örneklerde görülmüştür. Tepetaklak olan sadece kişinin kendisi değil, aynı zamanda bugüne kadar yaratılan emek ve değerlerdir. Bir yandan günlük siyasal faaliyette devrim ve sosyalizm için savaşmanın bir zorunluluk olduğunu söylemek, diğer yandan düzene karışıp ev, iş sahibi olmanın içten içe hesabını yapmak, ne devrimci bir tutarlılıktır ne de ahlakidir. Çözülme, sözcükler ne kadar kes kin olursa olsun yaşamın ayrıntılarında açığa çıkmaya başlar. Bunu görmek, yaşamın ayrıntılarında derinleşmek ve her bir ayrıntının ideolojik tanımlanmasını yapmakla mümkündür. Ayrıntılar gerekçelendirilmeye başlandığında oportünizm boy vermeye başlar. Düşman karşısında beyaz bayrak sallayarak partiye, yoldaşlarına verebileceği tüm zararları verdikten sonra “aslında ben çoktan çürümüştüm, iç dünyamda fırtınalar kopuyordu, parti bunu göremedi ” demenin hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Çünkü bu artık iç dünyada yaşanan çelişki ve karmaşık duyguların yarattığı küçük burjuva ahlakın proleter ahlak karşısında savunma güdüsü olur.
Proleter ahlak, yoldaşça sevgilerin özümsenmesini ve duyumsanmasını gerektirir. Sosyalizm için çarpışmak zorlu, çetrefilli ama bir o kadar da insanca sevgilerin en içten yaşandığı bir kavgadır. İnsan ve insani sevgiler taşımayanların devrimci olması mümkün değildir. Bu kavga insanlık içindir, insanlığa karşı derin sevgiler taşımayanların kavga gibi bir dertleri olamaz. Milyonlarca işçinin kapitalist sömürünün cenderesi altındaki öfkesini duymayanlar, yüzbinlerce işçinin sokakları zaptetmesinin coşkusunu da yaşayamazlar. Bunun için insanlık sevgisiyle dolu olmak gerekir.
İnsanlığa duyulan sevgi, yoldaşlık söz konusu olduğunda daha bir “özel”leşir ve anlam kazanır. Ortak sevgiler, ortak değerler, ortak bir dava uğruna verilen savaşım ve bunların bütününde somutlanan ortak paylaşımlar, yoldaşlık sevgisinin özünü oluşturur. Farklı ortamlardan, farklı biçimlenişlerden, farklı kültürlerden gelerek devrim ordusu ve partinin birer neferi olmada konulan tercih büyük bir kavganın paylaşımında bizleri birleştirir. Örgütlü mücadele içerisinde yoldaş demekle yoldaş olunmayacağı açıktır. Kitlelerin en geri yanlarına tepkisel yaklaşmayan, onları anlayarak dönüştürmeye çalışan komünistler, yoldaşlık ilişkileri sözkonusu olunca aynı sabrı ve olgunluğu göstermekten sakınmaları ve birbirlerini anlayamamaları üzerine düşünmelidirler. Anlaşılma ve anlama, hatalar ve geri yanlarla uzlaşma, gerçekliği çıplak bir şekilde ortaya koymaktan sakınma değildir. Aksine böylesi davranışlar yoldaşça sevgiyi üretmez, her geçen gün öldürür. Çünkü bir süre sonra geri, çarpık düşünüş, anlayış ve yaşam biçimi artık yoldaş olamayacağımız bir durumu üretir. Ortak değerler, ortak düşünce ve duygular yok olmaya başlar. Geride kalan, yoldaş olamayacak bir insan posasıdır. Gramschi "bizi ilgilendiren her insanın ne olduğu değil, her an ne olmakta olduğudur" diyor. Teorik birikimi, yaşı, örgütsel düzeyi ve geçmişi, örgütsel deneyi ve sınanmışlığı ne olursa olsun, hiç kimse mükemmeli yakalamış değildir. Üretkenliğin bir sınırı yoktur, ileriye doğru gelişim durduğu sürece üretkenlik de tükenir. İşte o zaman birikim, deneyim anlamsızlaşmaya, gelecek belirsizleşmeye başlar. Her an ne olmakta olduğumuz, kendini sürekli üreten, yeniden yaratmasını bilenler için nasıl bir sır değilse, yoldaşça birbirimizi ürettiğimiz ve paylaşımlarımızı çoğalttığımız sürece yoldaşça kalmak da zor olmayacaktır. Yoldaşça paylaşım, iç ve dış dünyanın olabildiğince paylaşılmasıdır ve bu devrimcilere has bir ayrıcalıktır. Çünkü burada hata ve zaaflardan dolayı küçümseme ve mahkûmiyet yoktur, sadece ve sadece daha güzel bir komünist yoldaşa, bir ortak dava insanına sahip olma düşüncesi ve duygusu vardır.
Sorun eleştiri ve özeleştiri silahının ustaca kullanılması, karşımızdakinin bir muhalif değil bir yoldaşımız olduğunun unutulmaması; siyasal, örgütsel ve kişisel sorunların olabildiğince sorgulanması ve açığa çıkarılmasıdır. Bir dizi sorunun yaşandığını görmek, bunun üzerine gidip netleştirmek yerine açılma sini beklemek doğru ve yeterli bir tutum değil. Sorunu, niçin yoldaşıma açamıyorum diye sormak, esasen bir komünistten beklenen ve çözücü olandır. Eleştiri, Marksist - Leninistlerin önemli bir silahıdır, tehlikeli bir silahtır. Kişiyi kalbinden ve bilincinden vurmalıdır. Amaç öldürmek değil, yeniden hayata döndürmektir. Yere serilen ve ayaklar altına alınan hata ve zaaflar olmalıdır, şayet yere serilen kişinin kendisiyse bu silah geri tepmiş demektir. Eğer üslûpta ve hassasiyette bir sekterlik varsa, öne çıkan eleştirinin içeriği değil, gözetilmeyen hassasiyet ve üslûp olur ki, bu hem yoldaşlık ilişkilerini zedeler hem de eleştiriyi dönüştürücü bir araç olmaktan çıkarır, “yola getirme” aracına dönüştürür. O halde yoldaşça sevgi, her ne olursa olsun yoldaşça kazanım, yoldaşça paylaşım ve yoldaşça ortak eylem demektir.
Yoldaşlık sevgisinin yaşanmadığı yerde ilişkilerde biçimsellik ve yabancılık başlar. İlişkilerdeki sıradanlaşma ve monotonluk parti içi ortamı bozduğu gibi mücadelede verimsizlik ve ruhsuzluğu hakim kılar. Coşku yerini dinginliğe, moral üstünlüğü de güvensizliğe bırakır. Böyle bir yerde gerekirse yoldaşın ve davan için ölmek, her türlü zorluğa göğüs germek mümkün değildir. Bilinir ki siyasal anlamda geri olan bazı devrimcilerin işkencehanedeki direnişinin altında büyük bir sevgi bağıyla kenetlendiği yoldaşlarını koruma güdüsü yatar. Sevgi, yoldaşlarına karşı ölümüne bir sorumluluğu getirmiştir ki, bunun ötesi yoktur. Sempatiler ve antipatiler, o varsa, ben bu işte, organda olmam gibi geri, çarpık, anlaşılmaz ve örgütsel görevleri kişiselleştiren anlayışların komünist bir partide yeri yoktur. Esasen bu, yoldaşlarını dönüştürmede kendine duyulan güven eksikliğinin, yoldaşlık sevgisinin tüketildiğinin ve yoldaşça sorumsuzluğun bir ifadesidir. Bunlar olduğu sürece büyük paylaşımların içinde yalnız kalmak, kendini uçurumun kenarında hissetmek kaçınılmazdır. Yalnızlığı her zaman kolektif bir eksiklik olarak görmek yanlıştır. Bizi yalnızlaştıran kolektif emek, ruh, ahlak, değer ve yaşam biçiminden uzaklaşmaktır. Kendisiyle hesaplaşmaya başlayan bir yoldaş mektubunda "küçük sevinçlerle yoldaşların mutlu olması beni hep şaşırtıyordu. Onların duyduğu sevinci duymuyor ve onlar gibi kucaklaşamıyordum. Bedenim onlarla olmasına rağmen benliğim ve gerçek ben hiç orada olamadım ve hep yalnız oldum " diyor. Bedeni ve ruhu yoldaşça sevgilerde buluşturamamak, ancak iki ayrı dünyanın insanına hastır. Çok yakınında olmasına rağmen her şeyini paylaşacak, dertleşecek insanlar aranmaya başlar. Yolculuk kendi dünyasına kapanmaya doğrudur. Artık milyonlara ait coşku, sevinç ve acıların paylaşılması unutulmaya, her şey kişinin dünyasından ibaret ol maya başlar. Dünyasını büyütemeyenler, acılarını, sevinçlerini, paylaşımlarını da büyütemezler ve yalnızlaşırlar.
Proleter ahlak, sevdaları kavganın bir parçası yapar. Aşık olanın yüreği daha bir hızlı çarpar, bedeni aşkı karşısında titrer, aşkı karşısında duyduğu mutluluk üretkenliğini ve heyecanını artırır. Ama zaman zaman komünist kadrolar bu yürek çarpıntısını, bedenin titreyişini bu aşkı yoldaşlarına anlatırken yaşarlar. Anlatmakta çekilen güçlük tam bir ıstırap, mutluluğu çileye dönüştüren garip bir duygu olur. Eğer duygularda açık bir netlik, kendini üretecek olan bir sevgi ve kavganın karşısında olmayan bir aşk yaşanıyorsa bu duyguların saklanması ve açıklanırken ıstırap çekilmesi anlamsızdır. Yaşamın yeşil dalları haline getirilmesinde bir sorun ve engel yoktur. Olanca güzelliğiyle yaşanmalıdır. Bu temiz, saf ve insanidir. Marks'ın deyimiyle "insanca olan hiçbir şey bize yabancı değildir". Elbette ki proleter ahlaka, komünist ilkelere aykırı, parti yaşamında yeri tartışılacak olan ilişkiler hem acı verir, hem çilekeştir, hem de yoldaşla ra büyük bir gönül rahatlığıyla anlatılamazlar. Bu tip ilişkilerin geliştirilmesi sadece bir hata ve eksiklik olarak görülemez, sorunun ide olojik arka boyutu daha da önemlidir ve böylesi zaaflara ilkesel yaklaşılmalıdır. Çünkü böylesi ilişkiler komünistlerin dünyasına ait değildir. Aşk, gözün gördüğü, gönlün sevdiği, cinsel dürtülerin tatmini derecesine indirgenemez. Bu burjuva sevgi anlayışının ve ilişki tarzının devrimci bireyler üzerindeki etkisidir ve esas sancı da bundan kaynaklanmaktadır. İşçi ve emekçilerin devrimcilerin aşka ve birlikteliklerine duyulan haklı bir saygısı vardır. Bu, kazanılmış bir değerdir. Değerlerimizi ayaklar altına almaya, saygınlığımızı zedelemeye hiçbir insanın hakkı yoktur. Ahlaki değerlerimize gölge düşüren, kavgaya denk düşmeyen ilişkilerde sevgi anlayışı sorgulama ya değerdir. Komünistler için aşk; kavga kadar net, temiz ve safçadır, nasıl leke düşürmüyorsa kavgasına sevgisine de leke düşürmemelidir. Aşk için satılabiliyorsa kavga, orada gerçek komünistçe sevgiyi aramak imkansızdır. Milyonlarca işçinin gelecekteki mutluluğunu bir insan uğruna feda eden anlayış, gerçek sevgiyi ve aşkı nasıl duyumsayabilir? Ellerini binlerce yiğit işçinin kanına bulayanlar karşısında aşkı için aman dileyerek ideallerini terk edenler o yürekle yarini nasıl sarmalayabilir ki? Bilinmelidir ki satılan ve ihanet edilen şey kavgası değil, aslında bir posaya dönüştürdüğü kendisidir. Aşkı uğruna kavgayı bırakan, aşkı uğruna işkencede yoldaşlarına ve partisine zarar verenlerin aslında aşkı ne kadar bencilce ve kısır yaşadıklarının açık bir resmidir. Başka bir açıdan burjuvazinin namus anlayışından farklı bir yanı yoktur.
Birliktelikler sevgiyi üretmiyorsa, duygusal anlamda paylaşımlar azalmışsa, acı çekmekte ısrar etmenin bir anlamı yoktur. Önce yoldaş olunan birlikteliklerin daha fazla yıpratılmaması için konması gereken yerde noktayı koymayı bilmek gerekir. Halkın yaygın deyimiyle "bir yastıkta kocamak" devrimci birliktelikler için de geçerli olmalıdır, ama her şey pahasına ömür boyu birliktelik duygusal kopuşun yaşandığı bir yerde geri ve çarpık bir anlayışı temsil eder. Sevginin kavgaya, yarin yoldaşa denk düştüğü birlikteliklerde sorunlar küçük, çözülebilir ve sevimlicedir. Böylesi birliktelikleri çoğaltmalıdır komünistler...