ABD emperyalistleri, kendi statükolarını kabul etmeyen tüm güçlere “terörist” damgasını vurmaya ve kendilerini tüm dünyaya “çekidüzen vermekle yazgılı” gibi görmeye ve göstermeye meraklıdır. Siyasal gelişmeleri az çok izleyen, biraz tarih bilgisi olan herkes, ABD burjuvazisinin özellikle İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde sürekli olarak başka ülkelerin içişlerine burunlarını soktuğunu, faşist darbeler tezgahladığını, askeri operasyonlar gerçekleştirdiğini vb. bilmektedir. Musaddık’a, Arbenz’e, Lumumba’ya, Goulart’a, Castro’ya, Sukarno’ya, Sihanuk’a, Allende’ye, Ortega’ya, Kaddafi’ye vb. karşı gerçekleştirilen kimi başarılı, kimi başarısız, kimi dolaylı, kimi dolaysız darbeleri ve saldırıları kim anımsamaz?
Ama, ABD burjuvazisinin, en azından 19. yüzyıldan bu yana gerek “kendi” işçi sınıfı ve emekçilerine, gerek Kızılderililere, siyahilere vb. ve gerekse başka ülkelerin halklarına karşı dizginsiz bir terör uygulamakta dünya şampiyonluğuna oynamış olduğu, onun saldırgan ve yayılmacı karakterinin çok öncelere, hatta tekel öncesi kapitalizm dönemine uzandığı daha az bilinmektedir. Tabii günümüzün moda deyişi ve uygulaması “etnik temizlik” konusun da çığır açıcı bir rol oynadığı da.
1892’de Hawaii’yi, 1898’de Küba’yı, 1899’da Filipinler’i işgali, 1900’de diğer emperyalist devletlerle birlikte Çin’deki Boxer ayaklanmasının bastırılmasına katılması, 1903’de -kanal inşası amacıyla- Kolombiya’dan kopardığı Panama’yı “bağımsız” bir devlet haline getirmesi, 1912’de Nikaragua’ya asker göndermesi ve 1914’de Meksika’daki iç savaşa müdahale etmesi; ABD’nin rüştünü ispatladığını, emperyalist devletler ligine katılmaya hak kazandığını gösteriyordu. Ancak öncesi de vardı. ABD daha 1823’de Monroe Doktrini’ni ilan etti. Bu doktrin uyarınca ABD, Güney Amerika’nın büyük bölümünü sömürge boyunduruğu altında tutan İspanya’nın ve onu destekleyen Kutsal Bağlaşma ülkelerinin bu kıtadaki kurtuluş hareketlerini bastırma girişimlerine karşı çıkıyor ve tüm Batı yarımküresini kendi nüfuz alanı olarak gördüğünü açıklıyordu. ABD, 1844-46 yılları arasında Meksika’ya karşı giriştiği savaşta bu ülkenin topraklarının yüzde 40’ını, yani şimdiki Texas, California ve New Mexico eyaletlerini kendi topraklarına katacaktı. Yirminci yüzyıla girildiğinde, ekonomik ve askeri gücü ve dolayısıyla kendine güveni daha da artmış olan ABD’nin, “büyük sopa” politikasının borazanlığını yapmakla ünlenmiş Devlet Başkanı Theodore Roosewelt, 6 Aralık 1904’de Kongre’ye sunduğu yıllık mesajında şöyle diyordu:
. .kronik kötü davranış ya da uygar toplum ilişkilerinin genel olarak gevşemesine yol açan bir iktidarsızlık... ABD ’yi, isteksizce de olsa böylesi çarpıcı kötü davranış ya da iktidarsızlık durumlarında bir uluslararası polis gücü gibi hareket etmeye zorlayabilir. " (Chronicle of America, s. 545) Demek oluyor ki, ABD’nin kendisini hem savcı, hem yargıç, hem de polis yerine koyması, hiç de yeni bir şey değil.
1917 Ekim Devrimi’ne karşı, öndegelen kapitalist ülkeler arasında en açık ve uzun süreli düşmanlığı gösteren ABD oldu. ABD burjuvazisi, bu vesileyle bir yandan kendi ülkesindeki devrimci işçi hareketine ve zayıf komünist harekete saldırırken, bir yandan da Rusya’daki İç Savaş’ta diğer emperyalist ülkelerle birlikte Beyaz Muhafızlar’ın yanında yerini alacak, 1933 gibi geç bir tarihe kadar Sovyet Rusya ile diplomatik ilişki kurmaya bile yanaşmayacaktı.
Ama Avrupa’nın sinsi ve ikiyüzlü burjuvazisine kıyasla ABD burjuvazisinin her zaman daha açıksözlü olmuş olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, ABD Deniz Piyadesi Tümgenerali Smedley D. Butler, 1935 yılında şöyle diyordu:
“Otuzüç yıl dört ay süreyle aktif askeri hizmette bulundum. Ve bu süre içinde zamanımın çoğunu büyük sermaye, Wall Street ve bankacıların önde gelen bir koruma görevlisi gibi çalışmakla geçirdim. Özcesi, ben bir çete elemanı, bir kapitalizm gangsteri idim...
"Bu çerçevede 1914 ’te Meksika ’yı ve özellikle Tampico ’yu Amerikan petrol çıkarları için güvenli hale getirmeye yardım ettim. Haiti ve Küba ’yı, National City Bank’taki delikanlıların paralarını rahatça tahsil edebilecekleri bir yer haline getirmeye yardım ettim. Wall Street’in çıkarları için yarım düzine Orta Amerika cumhuriyetinin ırzına geçilmesine yardım ettim. Çete sicilim uzundur. 1902-12 arasında Nikaragua ’yı, Brown Brothers uluslararası bankacılık kurumu için arındırmaya yardım ettim... 1927’de Çin ’de Standard Oil şirketinin işlerini rahatsız edilmeden görmesine yardım ettim.
"... Çeşitli onurlarla, madalyalarla ve yükseltmelerle ödüllendirildim. Geçmişe dönüp baktığımda Al Capone’a bir kaç yararlı ipucu verebilirdim, diye düşünüyorum. Onun çetesi, kentin üç semtinin ötesine geçememişti. Bense üç kıtada cirit atıyordum. ” (Felix Greene, The Enemy, s. 106-07) Generalden 52 yıl sonra, bir başka açıksözlü Amerikalı, yani ABD’deki Ulusal Güvenlik Çalışmaları Merkezi’nin eski görevlilerinden John Marks, International Herald Tribune’ün 30 Haziran 1987 tarihli sayısında şöyle diyecekti:
"Son 35 yıldır Amerikan hükümeti terörizmden bir dış politika aracı olarak olağan biçimde yararlanmıştır. ”
Evet, John Marks “son 35 yıldır” ABD’nin terörizmden bir dış politika aracı olarak yararlandığını söylerken gerçeği dile getiriyordu. Ama onun yalnızca bir bölümünü. Çünkü, her şeyden önce ABD, terörizmi yalnızca dış politika aracı olarak değil, iç politika aracı olarak da kullanan bir devletti. İkincisi, ABD’nin terörizmi bir politika aracı olarak kullanması, yalnızca “son 35 yıla” özgü olmayıp çok daha öncesine uzanıyordu. ABD’nin siyasal deneyimi Marksizmin, burjuva demokrasisinin gelişmesi ölçüsünde, emekle sermaye arasındaki çatışmanın daha keskinleşeceği ve daha açık biçimler ala cağı yolundaki öngörüsünü doğrulamıştı. Gerçekten de ABD burjuvazisi, 19. yüzyılın sonlarına yaklaşıldığında giderek büyüyen ve militanlaşan işçi sınıfının eylemlerini “yasal” yöntemlerin yanı sıra provokasyon ve terör yoluyla bastırmada ve bu amaçla ordu, eyalet milisi, polis ve özel grev kırıcı birlikleri kullanmada oldukça ustalaşmıştı. Bunlara birkaç örnek verelim:
*Kasım 1887’de Louisiana eyaletinde ücret zammı istemiyle grev yapan ve Emek Şövalyeleri tarafından örgütlenmiş bulunan siyahi tarım işçilerine ateş açan eyalet milisi 20 işçinin ölümüne yol açtı.
*Temmuz 1892’de Idaho eyaletinde ücretlerinin yüzde 15 oranında düşürülmesine karşı greve giden gümüş madeni işçilerinin grev kırıcılarını ve eyalet milisini püskürtmeleri üzerine olağanüstü durum ilan edildi ve işçilerin üzerine federal ordu birlikleri yollandı.
*Kasım 1892’de, Pennsylvania eyaletinin Homestead kentinde Carnegie Çelik İşletmesi’nde beş aydır grevde olan işçiler eylemlerini sona erdirdiler. Grev kırıcılarına ve devletin yasal ve yasadışı baskı önlemlerine başarıyla karşı koyan işçilerin direnişi, eyalet milisinin müdahalesi sonucu yenilgiyle bitti.
*Haziran 1894’de kömür madeni işçilerinin ücretlerinin düşürülmesine karşı, iki aydır sürdürdükleri ülke çapındaki grev sona erdi. Grev süresi içinde grev kırıcıları ve polisle işçiler arasında çıkan çatışmalarda en az 21 kişi öldü.
*Temmuz 1894’de Chicago’da ücretlerinin düşürülmesi üzerine greve giden demiryolu işçileriyle askerler arasında çıkan çatışmalarda, 7 kişi öldü ve çok sayıda kişi yaralandı.
Ancak burjuvazi, sayıca çoğalan ve daha örgütlü hale gelen işçi sınıfını salt kaba güçle ezemeyeceğini ve geriletemeyeceğini görüyordu. Bu noktada, tekelci kapitalizmin gelişmesi, mal ihracının yanı sıra sermaye ihracı yoluyla dış pazarlara daha geniş ölçekte açılmasına olanak vermesi ve buna bağlı olarak emperyalist politikaların devreye girmesi, ABD burjuvazisi tarafından emek sermaye çelişmesinin daha da derinleşmesine engel olacak bir sübab olarak da görülmeye baş landı. Örneğin, işadamı F. L. Stetson daha 1894’de şöyle diyordu:
"Ticari gönencin yeniden sağlanması yoluyla halkın hoşnutsuzluğu giderilemezse, çok karanlık bir gecenin eşiğinde olduğumuzu söyleyebiliriz. ” (W. A. Williams, The Tragedy of American Diplomacy, s. 34). Aynı günlerde Senatör William Frye daha da açık konuşuyor ve "Eğer Çin pazarını ele geçirmezsek bir devrimle yüzyüze geleceğiz” (Agk, s. 34) di yordu. Yirminci yüzyılda yaşanan gelişmeler, ABD tekelci burjuvazisinin geri ve bağımlı ülkelerin yağmalanmasından elde ettiği artık değerden “kendi” işçi sınıfına da çok küçük de olsa bir pay vererek, onun militanlığını törpüleyebildiğini gösterdi. Böylece, "başka ulusları ezen bir ulusun özgür olamayacağını ” söyleyen Marks’ın, emperyalist burjuvazinin geri ve bağımlı ülkeler proletaryası ve halkları üzerindeki sömürü ve boyunduruğunun her şeyden önce metropol ülkeler proletaryasının ayağına vurulmuş bir zincir olduğu, emperyalist gericiliğin bu sömürü ve boyunduruktan beslendiği yolundaki tezi bir kez daha doğrulanmış oldu. Demek ki, sonal kurtuluş metropol ülkeler proletaryasıyla geri ve bağımlı ülkelerin proletaryası ve halklarının ortak cephesinin kurulması ve kapitalist emperyalist sisteme karşı birleşik savaşımı yoluyla gerçekleşecektir.
* * *
ABD burjuvazisinin insanlığa en büyük “armağan”larından biri de kurbanların diri diri yakılması, organlarının kesilmesi, saçlarının köklerinden sökülmesi, gözlerinin oyulması vb. yoluyla öldürüldüğü “linç” uygulaması olmuştur. Özellikle Güney eyaletlerinde -1861-65 İç Savaşı’nın hemen ardından kurulan- Ku Klux Klan gibi ırkçı örgütler tarafından gerçekleştirilen bu vahşi eylemler, ABD burjuvazisinin “uygarlık”ının ne menem bir şey olduğunu gösteriyordu. Daha son raları ABD emperyalizmine karşı savaşacak ve ona unutmayacağı bir ders verecek olan Vietnam halkının devrimci önderi Ho Chi Minh, 1924’de yayımlanmış olan “Linç, Amerikan Uygarlığının Az Bilinen Bir Yönü” adlı makalesinde şu istatistikleri sunuyordu:
“1889-1919 yılları arasında, aralarında 51 kadın ve kızın ve Birinci Dünya Savaşı ’na katılmış olan 10 askerin de bulunduğu 2.600 siyahi linç edilmiştir.
“1919 ’da linç edilen 78 siyahiden 11 ’i diri diri yakılmış, 3 ’ü öldürüldükten sonra yakılmış, 31 ’i vurulmuş, 3 ’ü işkenceyle öldürülmüş, 1 ’i parçalanmış, 1 ’i boğulmuş ve 11 ’i değişik biçimlerde öldürülmüştür. ” (Ho Chi Minh On Revolution, s. 52) Ama siyahilere karşı şiddetin ve linç olaylarının yalnızca Güney eyaletleriyle sınırlı olmadığı, Kuzey eyaletlerinde de görüldüğü gerçeğinin altı çizilmelidir. 1900’de New York’ta, 1904’te Ohio eyaletinin Springfield kentinde, 1906’da Indiana eyaletinin Greensburg kentinde, 1908’de Illinois eyaletinin Springfield kentinde siyahilere karşı kitlesel şiddet ve linç olayları yaşandı. Siyahi halka karşı sergilenen vahşetin boyutları zamanla çok fazla azalmadı. Ama 1960’lara gelindiğinde siyahi gençleri ve halkı, bu vahşete artık boyun eğmemeye başladı. 1965’de Watts kentinde meydana gelen çatışmalarda 34 kişi öldü, 4.000 kişi tutuklandı. 1966 ve 1967 yıllarında ise siyahi ayaklanmaları 128 kente yayılmıştı. Irkçı ve terörist ABD burjuvazisi 1960’lı yılların sonlarına kadar bir çok Güney eyaletinde siyahileri, Güney Afrika’daki Apartheid’e benzer bir ayrımcılığa hedef tutmaya, siyahi hakları için yapılan barışçı eylemlere bile tüm dünyanın ve medyanın gözleri önünde vahşice saldırmaya devam etti. Pasifist bir siyahi önderi olan Martin Luther King’i, Malcolm X’i ve başkalarını öldürmeye ve yurttaş hakları militanlarına karşı sistematik terör uygulamaya da. Siyahi halka ve özellikle gençliğine uygulanan ayrımcı ve terörist politikalar hala yürürlükte.
ABD burjuvazisinin terörist karakterinin yeterince iyi bilinmeyen bir başka yanı da, çağdaş kapitalizm döneminde Kızılderili adı verilen Amerika’nın yerli halkına karşı bir “etnik temizlik” kampanyası sürdürmüş ve gerçek bir soykırımla bu halkı ortadan kaldırmış olmasıdır. Kızılderililerin, 1860-90 yılları arasında yok edilmeleri sırasında ABD burjuvazisi; çocuk ve kadınlar da içinde olmak üzere sivil halkı katletme, köyleri ve çadırları yakma, toplu göçertme ve geriye kalanları ‘rezervasyon’ denen toplama kamplarına yerleştirme de içinde olmak üzere günümüzün faşist devletlerinin kullandığı ve kendisinin de 1960’larda ve 1970’lerde Vietnam’da kullanacağı tüm yöntemleri kullanmıştı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyordu:
“Böylece 1830 tarihli Kızılderili Göçertme Yasası uyarınca, Beş Uygar Kabileden 60.000 Kızılderili eskiden beri oturdukları ve anlaşma üzerine anlaşmayla ve ABD ’nin onuru güvencesiyle kendilerine bırakılmış topraklardan çıkarılarak Mississippi’nin çok ötesindeki topraklara, daha sonra kendilerinden bir kez daha çalınacak olan topraklara taşındılar. ” (H. Brogan, Longman ’s History of the United States of America, s. 67-68) ABD burjuvazisinin bu gururlu halka karşı uyguladığı görülmemiş vahşet, kendi temsilcileri tarafından da itiraf ediliyordu. Ünlü Kızılderili şefi Geronimo’ya karşı savaşmış olan Amerikalı teğmen Davis, “... ’Soylu beyaz adam ’la karşılaştırıldığında Kızılderili sıradan bir amatördür. Onun suçları tekil, bizimkisi toptandır” (Agk, s. 63) diyordu. 1868’de 300 silahsız Cheyenne ve Araphoe’nun öldürüldüğü Sand Creek katliamını anlatan bir ABD hükümet komisyonu raporunda, saldırıyı yöneten Albay Chivington’ın, “Hepsini öldürün ve kafa derilerini yüzün! ” dediği belirtildikten sonra, “Kaçan ve ellerini acıma dileyerek kaldırmış kadınlar vuruldu; çocuklar horgörüyle öldürüldü ve kafa derileri yüzüldü; erkekler işkenceye tabi tutuldu ve organları kesildi” (Agk, s. 63) deniyordu. Aralık 1890’daysa, ABD ordusu, ünlü Wounded Knee Creek katliamını gerçekleştirdi. Bir kaynakta 500 ABD askerinin bir ‘rezervasyon’da kalan Sioux Kızılderilileri’ne saldırması ve onları topa tutması şöyle anlatılıyordu:
“Pine Ridge Rezervasyonu içinde yeralan Wounded Knee Creek’den korkunç bir katliam haberi geldi. ABD Yedinci Süvari Birliği, yarısı kadın ve çocuk olmak üzere 153 Minneconjou Sioux ’sunu öldürmüş. Öndegelen lider Büyük Ayak da öldürülenler arasında. ” (Chronicle of America, s. 487) 1890’da, artık bu onurlu halktan geriye, ABD yetkililerinin ‘rezervasyonlarında yaşamak zorunda bırakılan bir kaç bin kişi kalmıştı yalnızca.
Ama, geçenlerde Milliyet gazetesinde yayımlanan bir haber, ABD burjuvazisinin geriye kalan az sayıdaki Kızılderili’ye karşı savaşının daha sonraki onyıllarda da bir başka biçimde, ama hâlâ sürdüğünü ele veriyordu. Burada, suçsuz olduğunu ileri sürmesine karşın iki FBI ajanını öldürdüğü savıyla, 1975’ten bu yana cezaevinde yatan Leonard Peltier adlı Kızılderili aktivistin öyküsü anlatılıyordu. ABD polisinin, satın aldığı Kızılderililer’den bir paramiliter örgüt oluşturarak Peltier’in kurduğu Amerikan Kızılderili Hareketi’ne (AIM) karşı gerçek bir kirli savaş yürüttüğünün belirtildiği haberde şöyle deniyordu:
“Ne olduysa bundan sonra oldu. Kızılderili toprakları yeniden kanamaya başladı... Ancak bu kez ‘soluk benizliler’le Kızılderililer savaşmıyordu. %imdi Kızılderililer birbirini öldürüyordu. 1973-75 yıllarında FBI tarafından desteklendiğine inanılan bu paramiliter örgüt, 60 Kızılderili’yi öldürdü, yüzlercesini de yaraladı. ”
Herhalde yalnızca bu örnek bile burjuva demokrasinin nasıl bir “demokrasi” olduğunu göstermeye yeter. Terörist ABD burjuvazisi, soykırıma tabi tutmuş ve üstelik tüm dünyaya “vahşi ve kana susamış” olarak tanıtmış olduğu bu halkın torunlarından intikam almaya devam etmektedir. Ama yeniyetme Yanki burjuvazisinin sinsilik ve ikiyüzlülük konusunda Avrupalı öncellerine yetişmekte olduğunu da gösteren örnekler de yok değil. ABD emperyalizminin ‘68’li playboy şefi Clinton, Kosova halkını Sırp gericiliğinin elikanlı zulmünden “kurtarmak” için Yugoslavya’ya bomba ve füze yağdırmaya hazırlandığı günlerde, yani Mart 1999’da El Salvador ve Guatemala’ya bir ziyaret gerçekleştirmişti. Y. Çongar, 15 Mart 1999’de Milliyet gazetesindeki köşesinde bu konuda şunları yazıyordu:
“ABD Başkanı Bill Clinton ’ın bölgeye ziyaretinde, özellikle Guatemala ve El Salvador durakları, tarihi önemde bu uşma ve demeçlere sahne oldu. ” Çongar, daha sonra, bir ay önce, yani %ubat 1999’da yayınlanan Tarihi Açıklığa Kavuşturma Komisyonu’nun raporunun ve Clinton yönetiminin gizliliğini kaldırdığı belgelerin, ABD’nin desteğiyle sürdürülen iç savaşlarda Guatemala’da (1990 yılında nüfusu 9.340.000) 1960-96 yılları arasında 200,000 kişinin ve El Salvador’da (1990 yılında nüfusu 5.220.000) 1980-92 yılları arasında 70.000 kişinin öldüğünü kanıtladığını söyledikten sonra bay Başkan’ın Guatemala ve El Salvador halklarından “özür dilediğini” belirtiyordu. Her iki ülkede de, vaktiyle bu ülkelerdeki gerici ve faşist rejimleri silahlandıran ve aktif olarak destekleyen ABD emperyalizmine karşı silahlı savaşım vermiş, kimi milletvekili bazı eski gerilla savaşçılarının, yani kendini bir koltuğa satmış olan bugünün döneklerinin de katıldığı toplantılarda konuşan Clinton, “ABD adına şunu açıkça söylemeliyim ki, şiddet ve yaygın baskı uygulamış olan askeri güçlere ve istihbarat birimlerine destek verilmesi yanlıştı. ABD bu hatayı tekrarlamamalıdır “ diyordu.
Bu “özeleştiri”yi okuyunca insanın aklına, yıllardır ‘kitle imha silahlarıyla’ değil, ekonomik ambargo nedeniyle sessiz ve yavaşlatılmış bir katliamı yaşayan Irak’ın çocukları, yaşlıları ve kadınları, 1975’teki Endonezya işgalinden bu yana nüfusunun altıda birini yitiren kahraman Doğu Timor halkı ve gerillaları, Brezilya’nın başıboş kediler ve köpekler gibi “itlaf’ edilen sokak çocukları, “Apartheid”ın yasal olarak ortadan kaldırılmasından yıllar sonra, hâlâ polis işkencesi ve zulmü altında yaşayan, yoksullukla ve işsizlikle boğuşan karaderili Güney Afrika emekçileri, çokuluslu şirketlerin kışkırtmasıyla gerici bir iç savaşın ateşlerinin yeniden tutuşturulduğu ve onbinlerin kollarını, bacaklarını mayın patlamalarında yitirdiği ve yitirmeye devam ettiği Angola’nın unutulmuş ve çilekeş halkı, emperyalist-siyonist saldırganlığa ve FKÖ önderliğinin ihanetine bağlı olarak yeniden bir belirsizlik ortamına sürüklenmekte olan “taş devriminin” ve İntifada’nın çocukları, gözaltında kaybedilen onbinlerce yakınlarından hala bir haber alamamış olan Arjantinli ve Şilili anneler, kendilerine İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetini yaşatan Hitler faşizmini mezarına gömdükten sonra, bugün çöplüklerde yiyecek aramak zorunda kalan yaşlı Rus ana ve babaları, 1994’de yaşadıkları soykırımın karabasanlarıyla boğuşan Ruanda yoksul köylüleri, Sırp gericilerinin katliam, göçertme ve toplu ırza geçme uygulamalarına hedef olan Kosova halkı, dört yandan ateş ve ihanetle kuşatılmış Kürt ve Türk halkları ve diğerleri geliyor. Hepsi de, başını ABD’nin çektiği kapitalist- emperyalist sistemin doğrudan ya da dolaylı kurbanları olan bu insanların, şimdi Balkanlar’da tehlikeli bir savaş oyunu oynayan Beyaz Saray’ın soytarısının, ABD tekellerinin uşağının bu “özür dileme” masalına inanmaları için herhangi bir neden var mı?
Barış, demokrasi, insan hakları ve gerçek kardeşlik, ancak ve ancak sömürü ve zulme dayanan bu sistemin kesin ve geri dönmezcesine ortadan kaldırılması ve yerine insanın insanı sömürmediği ve ezmediği bir dünyanın kurulmasıyla gelecektir. O güne kadar kavgayı sürdürmek zorundayız ve sürdüreceğiz. Ama, başarmak için bilinçli ve örgütlü ve en önemlisi de güçlü olmak zorundayız. Proletarya ve halklara acı, kan ve gözyaşından başka bir şey getirmemiş ve getiremeyecek olan bu sistem ve onun temsilcileri, hiçbir biçimde kendiliğinden tarih sahnesini terketmeyecek ve hiçbir zaman kendi iradeleriyle onlara herhangi bir şey bağışlamayacaklardır. Kapitalist emperyalist sistemin gücü ve egemenliği, ancak ve ancak proletarya ve halkların örgütlü gücüyle yıkılabilir ve geriletilebilir. Kendisine engel olunmadığı takdirde bu canavar dünya proletaryasının ve halklarının kanını yerel savaşlarda ve iç savaşlarda akıtmaya devam etmekle yetinmeyecek, bel ki de insanlığı nükleer bir savaş cehennemine sürükleyecektir. Genel olarak silahlanma yarışının ve özellikle nükleer silahlanma yarışının yeniden hızlanması, giderek menzili artan balistik füzelerin yaygınlaşması, ABD’nin SDI (“Yıldız Savaşları”) projesini yeniden canlandırması ve militarizmin dünya ölçeğinde güçlenmesi, bunun elle tutulur göstergeleri. Kendi sınıfsal doğası gereği, kâr, daha fazla kâr ve azami kâr peşinden koşmadan yapması olanaksız olan emperyalizm ve onun bütün ülkelerdeki uzantıları tam ve kesin bir yenilgiye uğratılmadan emekçi insanlığın rahat bir soluk alabileceğini söyleyenler bizi aldatıyorlar. Liberallerin yalanlarına, döneklerin ve reformistlerin demokratik demagojilerine kanmak mı, asla!