Osmanlı İmparatorluğu’nda Türklük, 19. yüzyıla değin fazla itibar gören bir şey değildi. Hatta bir aşağılama, hakaret unsuru olarak algılanıyordu. İmparatorluğun ilk kuruluş dönemlerinde etkin bir faktör olan Türklük süreç içerisinde Müslümanlık, Osmanlılık gibi faktörlerle yer değişmişti. Türkler kendilerini Osmanlı ya da Müslüman olarak ifade etmeyi daha uygun görüyorlardı. Osmanlı -Türk egemenleri de, Orta Asya’da yaşamış göçebe Türk toplumlarıyla aralarında bir bağlantı kurulmasına büyük tepki gösteriyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, kuruluşundan bir süre sonra, Arap-İslam kültürü egemen kültür haline geldi. İslamiyet, Türklük bilincinin erimesinde önemli bir rol oynadı. Türkçe hiçbir dönem resmi dil olarak kullanılmadı. Tarih, İslamiyet ve Osmanlı tarihi olarak algılanıyordu. Arap-İslam kültürünün, Orta Asya Türkleri’ne yönelik olarak belirttiği olumsuz yaklaşımlarla eğitim sağlanıyordu. Şeriat kurallarının geçerli olması ve l5l7 Ridaniye Savaşı’yla halifeliğin Osmanlı padişahlarına geçmesi de, Arap-İslam kültürünü ve Osmanlı kültürünün daha da derinleşmesini beraberinde getirdi. Bu kültürün etkisiyle, ayrım daha çok dinsel temeller üzerinde, müslim gayri müslim olarak yapılıyordu. İmparatorluğun yönetici sınıfı ve bürokrasisi de, büyük oranda devşirme usulüyle oluşturuluyordu.
Türk milliyetçiliğinin, daha sonra da ırkçı, şoven ideolojilerin ortaya çıkması ve gelişmesi, Avrupa’da burjuva devrimleriyle açılan yeni sürecin ve burjuva uluslaşma ve aydınlanmasının feodal Osmanlı despotizmi üzerindeki etki ve yan sımalarıyla doğrudan ilişkilidir.
Avrupa’da burjuva devrimleriyle feodalitenin yıkılarak yerini kapitalizmin alması; Fransız burjuva devriminde ifadesini bulan “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” ilkelerinin evrenselleşmesi; burjuva aydınlanmasının ileri kapitalist ülkelerden bütün Avrupa’ya ve dünyaya yayılmasını sağladı. Milliyetçi burjuvazinin Avrupa çapındaki egemenliği, uluslaşma ve ulusal devlet fikrinin egemen olmasını beraberinde getirdi. Batı Avrupa’daki bütün uluslar merkezileşerek kendi ulusal bayrağı altında toplandılar. İrlanda gibi istisnalar dışında, her ulus, kendi toprakları üzerinde merkezileşerek egemen devletler haline geldiler.
Batı Avrupa’da ulusal devletlerin kurulmasıyla sonuçlanan süreç, daha gecikmeli olarak, Orta ve Doğu Avrupa’yı da etkiledi. Buralarda da uluslar, kendi ulusal devletlerini kurmak için uğraş vermeye başladılar. Fakat, Orta ve Doğu Avru pa’da durum, Batı Avrupa’dan daha farklı özellikler taşıyordu. Avusturya-Macaristan, Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorlukları, birden çok halkı egemenlikleri altında tutuyorlardı. İmparatorlukların gelişmesinin ve burjuva aydınlanmasının etkisi altındaki halklar, uluslaşma ve ulusal devletlerini kurma mücadelesini yükselttiler. Batı’da ulusların kendi sınırları içerisinde merkezileşerek ulusal devletlerini kurma yönünde işleyen süreç, Orta ve Doğu Avrupa’da ancak, merkezi despotik imparatorlukların egemenliklerinden kurtulmalarıyla sağlanabilirdi. Hareket kendi yasaları doğrultusunda gelişimini sürdürdü. Her ulusun kendi devletini kurmak için verdiği bağımsızlık mücadelesini yükseltmesine bağlı olarak gelişme, çok uluslu merkezi despotik imparatorlukların parçalanarak, yerini, ulusal devletlere bırakması yönünde işliyordu.
Batı’da burjuvazi devrimleriyle açılan yeni döneme, feodal Osmanlı despotizmi bir sınıf tavrı olarak kapılarını kapatmıştı. Egemenliği altındaki halkların ulusal uyanışına neden olduğu için de düşmanlık besliyordu. Osmanlı egemenleri burjuva devrimlerini, “başı bozuk serserilerin eylemleri” olarak değerlendiriyordu. Fransız devrimine ilişkin yapılan bir değerlendirmede, devrimin önderleri “ortalığı karıştıran birtakım iğrenç kişiler... kışkırtıcılar... bozuk amaçlılar” olarak tanımlanıyordu. Onlar, yaygınlaşan ulusal bağımsızlık taleplerini ve bu doğrultudaki ayaklanmaları da “kendi varlığına yönelmiş tehditler” ve “Batı’nın kışkırttığı güçler” olarak görüyorlardı.
Bütün bu değerlendirme ve yaklaşımlara rağmen, burjuva düşüncelerin ve ulusal bilincin Osmanlı toplumunu ve despotizmini etkilememesi düşünülemezdi. Nitekim öyle de oldu. Burjuva milliyetçi düşünceler bir taraftan Osmanlı aydınları, özellikle de Avrupa’da eğitim gören aydınlar arasında yayılıyor, diğer taraftan da, Osmanlı egemenliği altındaki halkların ulusal uyanışına neden oluyordu.
Fakat burjuva düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu’na burjuvazinin ilerici barutunu tüketerek gericileşmeye başladığı/gericileştirdiği dönemlerde taşınmaya başladı. Osmanlı egemen sınıfları ve aydınları, daha çok da, burjuvazinin gerici karakterinin belirgin olarak ortaya çıktığı bu dönemde, Alman uluslaşmasından, Pan-Cermenizmden etkileniyor ve Osmanlı Türk toplumuna en uygun modelin bu olacağını düşünüyorlardı. İmparatorlukta kapitalist üretim ilişkileri, her ne kadar ortaya çıkmaya başlamışsa da, bu bir burjuva sınıfa dayalı olarak gelişmiyordu.
Geniş bir coğrafyada egemenlik kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, çok sayıda ulusu ve ulusal topluluğu baskı ve boyunduruğu altında tutan bir “halklar hapishanesi” görünümündeydi. Ulusal devlet fikri, ezilen ulus ve ulusal toplulukları Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ulusal devletlerini kurma mücadelesine yöneltiyordu. Ulusal uyanış ilk önce yoğun olarak Balkanlar’da etkisini gösterdi. Üretici güçlerin ve ulusal bilincin daha gelişkin olduğu Balkan halkları feodal Osmanlı despotizmine karşı ulusal kurtuluş mücadelesini birbirlerinden de etkilenerek yükselttiler. Bu mücadele, o zamanlar Avrupa devrimlerinin baş düşmanı olan Çarlık Rusyası ve zaman zaman da Avusturya Macaristan İmparatorluğu tarafından kendi gerici ve yayılmacı emelleri doğrultusunda desteklenmekteydi. 1804’te Sırplar, 1821’de Yunanlar, 1856’da Romenler, 1878’de Bulgarlar ve 1913’te de Arnavutlar bağımsızlık uğruna ayaklandılar ve bağımsızlıklarını elde ettiler.
Ulusal uyanış daha geriden gelmek üzere, İmparatorluğun doğusundaki halklar üzerinde de etkide bulundu. Kürt, Ermeni, Rum, Arap ve diğer halklar, değişen düzeylerde ulusal kültürel demokratik haklarını dillendiriyor ve bu doğrultuda örgütlenmeye çalışıyorladı. Ulusal, kültürel demokratik hak talebi, merkezden kopma ve bağımsızlık yönlü gelişmelerle içiçe ilerliyordu.
Avrupa’da burjuvaziyi iktidara getiren kapitalizmin egemenliğinin pekişmesi, gelişmiş kapitalist ülkelerin de içinde olduğu büyük kapitalist devletlerin pazar ve egemenlik kavgasının boyutlanması, Osmanlı İmparatorluğu gibi geri ve feodal devletlerin yarı -sömürgeleştirilmesi ve parçalanmasıyla elele gidiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş toprakları bu rekabetin dolaysız yöneldiği alanların baş sıralarında yer alıyordu. Feodal Osmanlı egemenleri, kapitalist gelişmeye karşı var gücüyle feodal yapıyı ayakta tutmaya çalışırken, diğer taraftan da, üst üste ekonomik ve siyasi tavizler vermek zorunda kalıyordu. Bu tavizler, ekonomik ve siyasi bağımlılığın derinleşmesine ve Osmanlı devleti gibi kapitalist gelişme bakımından geri devletlerin yarı sömürgeleşme sürecine girmesini sağlıyordu.
Zaten güçten düşmüş, gerileme sürecini yaşayan İmparatorluk, başta Balkanlar gelmek üzere, egemenliği altındaki halkların bağımsızlık mücadeleleriyle, kenarlardan başlayarak sürekli bir daralma-küçülme içerisine girmişti, Ayaklanmaları kan ve katliamlarla bastırma çabaları sonuç vermediği gibi, parçalanma sürecine evrilmesini engellemeye de yetmiyor du.
Osmanlı egemenleri bu gelişmelerin kendi sonlarını hazırladığını görüyorlardı. Onlar, İmparatorluğun içinde bulunduğu durumla, ulusal ve dinsel topluluklar arasında dolaysız bağlar kuruyor, bu ulusal başkaldırıları olumsuz gidişatın ne deni olarak görüyorlardı. Bu nedenle onlar, merkezi devlet otoritesini daha fazla güçlendirme, özerk yapılara son verme, bağımsızlık ve ulusal demokratik istemeler katliamlarla ezme, asimilasyon ve entegrasyon politikalarına hız verme, devlet yapılanması içerisinde Türk unsurunun gücünü ve ağırlığını arttırma yönünde adımlar attılar. Diğer taraftan onlar, öndegelen kapitalist devletlerin de dayatmasıyla 1839 yılında Tanzimat, 1856 yılında da Islahat fermanlarını kabul ettiler. Bu fermanlarla padişah, İmparatorluğa yabancı sermayenin sızmasına daha geniş olanaklar tanıyor, kapitülasyonların kapsamını genişletiyor, özel mülkiyeti koruyucu önlemler alıyor ve ulusal ve dinsel topluluklara sözümona çeşitli haklar vaad ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun mali iflasının açıkça ilan edilmesinin ardından 1881’de ülkenin maliyesinin ve gümrük gelirlerinin öndegelen kapitalist devletlerinin denetimine girmesi anlamına gelen Düyun -u Umumiye İdaresi’nin (Genel Borçlar Yönetimi -bn) kurulması, bu sürecin önemli bir dönemeciydi.
Ayaklanmaları katliamlarla bastırma, özerk yapılara son vererek merkezi devlet otoritesini güçlendirme çabaları, ge lişmenin yönünü değiştirmeye yetmiyordu. Tersine, özerk yapılara son verme girişimleri, başta Kürtler olmak üzere ulusal bilincin uyanmasını ve isyanları beraberinde getirdi.
Ulusal başkaldırıların ve merkezden kopma eğilimlerinin artması, feodal Osmanlı despotizminin Türk olmayan halklar üzerindeki baskı ve katliamlarını 19. yüzyıl boyunca dayanılmaz bir düzeye ulaştırdı. Balkan halklarının ulusal başkaldırıları, Kürtler ve diğer Doğu halklarının isyanları karşısında dizginsiz bir terör uygulanıyordu. Osmanlı despotizminin ayaklanmaları bastırmada uyguladığı yöntemlerle ilgili olarak bir kaç örnek aktarmak gerekirse, ”... Fuat Paşa ’nın, 1860 olaylarını bastırmadaki sertliği ve suçlu-suçsuz bir çok insanı astırmasından dolayı Lübnan ’daki lakabı ip paşasıdır. ” (1) 1867 yılında Bulgar ayaklanmasını bastırmada uyguladığı yöntemler nedeniyle Mithat Paşa’nın Bulgaristan’daki adı “Bulgar celladı”. Paşa’nın, Bulgar köylüleri üzerinde estirdiği terörü dönemin resmi tarihçisi Lütfü Efendi bile ‘kesip biçme’ olarak tanımlamaktadır. Lütfü Efendi, Mithat Paşa’yı, “Ayaklanmaları bu derece ‘sert biçerek’ Bulgar hareketinin daha fazla güçlenmesine neden olmakla suçlamaktadır. ” (2)
Balkan halklarının bağımsızlıkçı ayaklanmalarını bastırmak için, düzenli birliklerin yanında, Çerkezler, Kürtler, Arnavutlar vb. Müslümanlardan oluşturulan yarı -resmi birlikler oluşturuldu. Bu birlikler, yarı -resmi konumlarından da hareketle, kuralsız savaşı bütün boyutlarıyla uygulayarak katliamlar gerçekleştirmiş, yağma ve talanlara girişmişlerdir. 1875-78 Bulgar ayaklanmalarını bastırmada bu birlikler en önde yer alıyorlardı. “Kadınlar ve kız çocukları saçlarından tutuldular, bir darbeyle diz çökertildiler, boyunlarından kesildiler. Çocuklar süngülere geçirildiler, hamile kadınların karınları deşildi. Bir çoğu sırayla soyuldular ve bir odun parçasının üzerinde hayvan sürüleri gibi büyük bir serinkanlılıkla kesildiler. ” Bu türden uygulamalar değişik bölgelerde yaşanan isyanları bastırma hareketlerinde de sıkça yaşandı.
“1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında gayrı-resmi olarak teşkil edilen ve Çerkezler’in ağırlıklı olduğu Osmanlı birliklerinin, ... yolları üstünde rastladıkları Hristiyan köylerini yağmalayıp, ahalisini kılıçtan geçirdikleri, yüzlerce hatta binlerce çocuğu köle olarak yanlarına aldıkları, çocuk ve eşyanın bir bölümünü sattıkları... ” (3) Osmanlı Meclis -i Mebusan’ında da gündeme getirilmiştir.
Öndegelen kapitalist devletler arasındaki nüfuz rekabetini kullanarak ömrünü uzatmaya çalışan Osmanlı despotizmi benzer bir yöntemi, İmparatorluğun farklı halklarına karşı da uygulamıştır. Onlar bu uygulamalarında Hristiyan halklara karşı düşmanlığı körükleyerek Müslüman halkları yanına çekme ve kullanma politikası izlemişlerdir. Daha sonraları, bu uygulamalar, Kürtler’den oluşturulan Hamidiye Alayları örneğinde de görüleceği gibi, Ermeni halkının feodal ağalarının önderliğindeki Kürtler eliyle kırdırılması politikasına değin gelişmiştir. Fakat, ayaklanmalar, merkezden kopma eğilimleri ve ulusal demokratik başkaldırılar söz konusu olduğunda, Osmanlı despotizmi Müslüman ya da Hristiyan ayrımı yapmamıştır. Bu yönlü bütün gelişmelere karşı aynı katliamcı, baskıcı politikayı uygulamıştır. 1830’lar sonrası, II. Mahmut dönemiyle birlikte, özerk yapılara son verme ve merkezi otoriteyi güçlendirme yönünde atılan adımların ardından gündeme gelen Kürt isyanları, 20. yüzyılın başlarında ulusal -kültürel talepleri de içeren Kürt isyanları, Arnavut halkının bağımsızlık mücadelesi ve Müslüman Arapların çeşitli isyanları karşısında uygulanan politikalar bu durumu en iyi bir şekilde açığa çıkarmaktadır. Alman Mareşalı Moltke, 19. yüzyılın yarısına doğru Türkiye’den yazdığı mektuplarda bu durumu, “Müslüman bir ulus olmalarından dolayı biraz daha avantajlı olmaları gereken Kürtler bile ağır bir milli baskının altında idiler. Öyle ki, girişilen katliamlarda, kadın ve çocuk başı getiren askerlere dahi ödül verilmekteydi” (4) şeklinde ifade etmektedir.
İmparatorluğun içinde bulunduğu durum, ideolojik akımların gelişme si üzerinde de doğrudan etkide bulunuyordu. Osmanlı egemenleri ve aydın çevreleri, parçalanmayı önlemeye dönük düşünceler geliştiriyorlardı. Kapitalizmin ağır aksak gelişmesinin yanı sıra, egemenlik altındaki halkların ulusal uyanışları da, egemen ulus milliyetçiliğinin gelişmesinin koşullarını olgunlaştırıyordu. Osmanlı egemenleri, ulusal başkaldırılarla İmparatorluğun parçalanması arasında doğrudan bağlar kurduklarından, Türk uluslaşması da, ulus ve azınlıklara düşmanlık temelinde yükseliyordu. Fakat, Türk milliyetçiliği siyasi bir akım olarak oldukça geç ortaya çıktı. Bu dönemde daha çok İmparatorluğun, çok uluslu, çok dinli yapısına uygun olarak karma ideolojik akımlar gelişiyordu. Babıali, bu düşünce akımları etrafında bütünleşme sağlamaya, parçalanmayı önlemeye ve ulusal başkaldırıların önüne geçmeye çalışıyordu. Osmanlı egemenleri ve egemen sınıf aydınları, çıplak Türk ulusalcılığı savunusunun, İmparatorluğun dağılma sürecini ve egemenlik altındaki diğer ulusal toplulukların milliyetçi tepki ve başkaldırılarını hızlandıracağını düşünüyorlardı. Bu durum, Türk ulusal bilincinin gelişmesi üzerinde de olumsuz etkide bulunmaktaydı. Daha çok, siyasi olarak dillendirilmeyen, bastırılmış bir milliyetçilik gelişiyordu.
Elbette Türk ulusal bilincinin geç gelişmesinde, “avam”, “köylü” kavramıyla özdeşleştirilen “Türklüğün” saygın bir yerinin olmaması, egemen sınıfların kendilerini “Osmanlı” olarak tanımlamaları gibi ideolojik etkenlerin de belli bir yeri vardır. Fakat daha sonraki dönemlerde, Türk milliyetçiliğini siyasi olarak açıktan savunulmasında, belirleyici faktör, İmparatorluğun çok uluslu yapısını koruma, esas olarak Türk kökenli Osmanlı sarayının ve feodal aristokrasisinin egemenliğini sağlama ve parçalanmayı önleme düşüncesi olmuştur. Bu bakımdan, çöküş döneminin düşünce akımları içerisinde, II. Abdülhamit’in başını çektiği ve Osmanlı egemen sınıf aydınlarının desteklediği Pan-İslamizm ve Osmanlıcılık ağırlık taşıyordu.
Pan -İslamizm, İmparatorluk sınırları içerisindeki Müslüman “halkların” birliğini sağlayarak parçalanmayı önlemeyi, ya da en azından geciktirmeyi ve frenlemeyi hedefliyordu. Halifeliğin Osmanlılar’ın elinde olması ve kapitalist gelişme bakımından geri ve Müslüman olan Arap, Kürt, Çerkez vb. halklarda ulusal bilincin ve şekillenmenin daha zayıf olması nedeniyle, İslamiyetin “birleştirici” bir rol oynayacağı varsayılıyordu. Bu politikayla, Müslüman halklarda milliyetçi ve bağımsızlıkçı gelişmenin önüne geçilmesi de hedefleniyordu. Pratikte bu politika, Müslüman halklarla Müslüman olma yan Ermeni, Rum, Yahudi vb. halklar arasında düşmanlığı geliştirmeyi ve tüm ulusal toplulukların ulusal taleplerini boğmayı hedefliyordu. Ancak Pan-İslamizm’in ortaya atılması ve gelişmesinde, İngiltere ile rekabet içinde olan Almanya’nın da önemli bir rolü olduğu unutulmamalıdır. Alman Junkerleri, Asya’da ve Afrika’da çok sayıda Müslüman halkı kendi boyundurukları altında tutan İngiliz sömürgecilerinin cephe gerisinde siyasal istikrarsızlık yaratmak ve ayaklanmaları kışkırtmak, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu ve önemli bir bölümü onun elinde bulunan Ortadoğu bölgesini sömürgeleştirmek için Pan-İslamizmi destekliyorlardı.
II. Abdülhamit döneminde bu düşünce etkili olarak kulanılmaya çalışıldı. Bu yoldan, İslam dünyasının yeniden Osmanlı İmparatorluğu etrafına toplanmasının hedeflendiği de ileri sürüldü. Bu politikanın Araplar üzerinde önemli etkisi ol masa da, daha sonradan da görüleceği gibi, Kürtler üzerinde önemli etkisi oldu. Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alayları’yla 1890 sonrası yapılan Ermeni katliamları, Birinci Dünya Savaşı döneminde yapılan Ermeni katliamına Kürtler’in katılmaları, bu politikanın feodal beylerin boyunduruğu altında bulunan Kürt halkı üzerinde oynadığı rolü gösterir. Fakat bütün çabalara rağmen, Pan-İslamizm düşüncesi beklenen sonucu vermedi. Vermesi de düşünülemezdi. Çünkü, kapitalizmin ve milliyetçiliğin geliştiği o günkü koşullarda, can çekişmekte olan Osmanlı İmparatorluğu açısından İslami yetin ve ona dayanan Pan-İslamizm’in farklı etnik kökenlerden Müslüman halkları birleştirici bir unsur olmasının koşulları yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak için çaba harcayan İngiltere ve Fransa gibi emperyalist devletlerin de katkısı ve kışkırtmasıyla Araplar bu Pan İslamizm ve Osmanlıcılık politikasına itibar etmediler ve kendi bildikleri yoldan yürüdüler. Osmanlı padişahının l. Dünya Savaşı’nda halife sıfatıyla yaptığı cihat çağrısı da önemsenecek bir yankı bulmadı.
Osmanlıcılık akımı ise, egemen entelektüel çevrelerde bir Osmanlı yenilenme hareketi olarak şekillenmişti. Bu akım, milliyetçi başkaldırı eğilimlerine karşı bütün ulusal topluluklara belirli özerklikler tanıyarak onları Osmanlı despotizminin sözde birleştirici şemsiyesi altında toplamayı hedefliyordu. Osmanlı’da Türk egemen çevreleri ve egemen sınıf aydınları Türkçülüğün henüz gelişmediği dönemlerde bile İmparatorluğun bütün öğelerinin, egemen Türk yönetici katmanına itaat etmesi gerektiğini savunmaktaydılar. Dönemin sultan karşıtı Jön Türk muhalefet hareketinin en yaygın düşünce akımı olan Osmanlıcılık, süreç içerisinde Türk egemenliği olarak algılanmaya başlandı. Osmanlıcılık, diğer ulus ve azınlıklara ancak, Türklerin egemen konumunu kabullenmesi şartıyla yaşam hakkı tanımaktaydı. Balkan halklarının bağımsızlığını kazanmasıyla daha belirgin bir hale gelen Osmanlıcılık, Pan İslamizm gibi düşünceler her ne kadar kapsayıcı, kozmopolit düşüncelermiş gibi gözükseler de özünde Türk milliyetçiliğinin ve İmparatorlukta Türk egemenliğinin örtülü savunusu özelliği taşımaktaydılar.
Demek ki, İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türk milliyetçiliğinin sınır çizgilerinin henüz net olarak ayrışmadığı bu dönem de, egemen olan düşünce gerçekte Türk milliyetçiliğiydi. Fakat bu henüz, ırksal özdeşlik temelinde yükselen bir milliyetçilik değildi. İslamcılık ve Osmanlıcılık düşünceleri, Türklerin egemenliği olarak anlaşılıyor ve öyle savunuluyordu. Siyasi olarak Türk milliyetçiliğinin henüz çok uzağında olan Osmanlı Türk yöneticileri de, egemenlik altındaki farklı ulusların ancak, Türklerin egemenliği altında bir arada tutulacaklarına inanıyorlardı. Tanzimat döneminin sadrazamlarından Ali Paşa bu düşünceyle, "imparatorluktaki çeşitli milliyetlerin emellerini ve birbirine ters düşen menfaatlerini gördükten sonra imparatorlukta birleştiricilik görevi yapacak unsurun bilhasa Türkler olduğuna işaret etmiştir ” (5) diyordu.
İmparatorluğun Balkanlardaki ve diğer alanlarındaki ulusal başkaldırıları bastırma çabaları Türklerin egemen ulus konumunun pekiştirilmesi doğrultusunda atılan adımlarla el ele yürütülüyordu. Balkan halklarının ayaklanmaları karşısında hem ulusal düşmanlık geliştiriliyor, hem de, ulusal düşmanlık temeli üzerinde egemen ulus milliyetçiliği olarak, Türk milliyetçiliği derinleştirilmeye çalışılıyordu.
Osmanlıcılık, İslamcılık akımlarının önde gelen savunucuları, İmparatorlukta Türklerin egemenliği fikrinin tartışılmasını dahi gereksiz görüyorlardı. Bu düşüncelerin aynı zamanda Türklerin egemenliğini kapsadığını hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde belirtiyorlardı. Türklerin egemenliği fikrini Namık Kemal, "Eğer Hristiyanlar bizim egemenliğimizi isterlerse anlaşırız; pek doğaldır ki onları hükümete almadığımız için yakınma hakkına sahip olmayacaklardır ” sözleriyle dile getiriyordu. O, daha sonra ise sözlerini şöyle sürdürüyordu:
"Osmanlılar arasında sayıca da, yeteneklerine göre de ilk sırayı, yetenekleri ve geniş algılama güçleri, doğuştan dayanıklılıkları, ılımlılıkları gibi sıfatları olan Türkler alırlar. ” Benzer düşünceler dönemin önde gelen Osmanlı aydınlarından Ali Suavi’de de vardır. O, Türklerin niçin yönetici olmaları gerektiğini, "Türk ırkı(nın) askeri, medeni ve siyasi rolleri itibariyle bütün ırklardan üstün ve eski bir ırk olduğu ” tezi ile savunmaktadır. (6)
İttihat ve Terakki (İT) Cemiyeti’nde Osmanlıcılık düşüncesinin egemen olduğu dönemlerdeki yaklaşımı da benzer bir içerik taşımaktadır. İT’den Hüseyin Cahit, "Ne denirse densin, memlekette millet-i hakime Türklerdir ve Türkler olacaktır” (7) demektedir.
Türkçülük akımının önde gelen savunucularından Yusuf Akçura’nın, 1904 yılında yazdığı “Üç Tarz -ı Siyaset” makalesine gösterilen tepkiler, dönemin bütün egemen düşünür, aydın ve siyaset adamları tarafından, Osmanlıcılığın Türk egemenliği olarak algılandığına dair en önemli kanıt olarak gösterilmektedir. Yusuf Akçura makalesinde, Osmanlıcılığın çözüm getiremeyeceğini savunarak, açıktan Türkçülüğe geçilmesini önermiştir. Bu savunuya karşı verilen cevaplarda “bizim için, Türk’ü İslam’dan, İslam’ı Türk’ten, Türk’ü ve İslam’ı Osmanlılıktan, Osmanlılığı Türk’ten, İslam’dan ayırmak, tekliği üçe bölmek olmaz” (8) denmektedir.
İT’nin bir dönem önderlerinden olan Mizancı Murat, çıkardığı gazeteye, “Türk Gazetesi” diye başlık atmış, sık sık Müslüman ve Osmanlı olduğunu söylemiştir. Bunun bir çelişki olduğunu belirten okurlara, "Dostumuzun birbirinden başka şeyler zannetmek hatasında bulunduğu Türklük, Osmanlılık ve Müslümanlık adına duada kusur etmeyiz” şeklinde cevap vermektedir. Osmanlıcılık düşüncesini savunan bütün aydın ve siyasetçiler, "Osmanlıcılık güçlenirse bundan en çok Türkler istifade edeceklerdir... Osmanlıcılığın ruhunu Türklük teşkil eder” şeklinde özetlenecek bir bakış açısına sahip idiler.
Daha 1839’lu yıllarda Türk dilinin egemen olmasını hedefleyen dilde sadeleşme akımının öncülerinin, henüz siyasi bir savunu düzeyinde olmasa bile, Türk milliyetçisi bir perspektifle hareket ettiklerini belirtmek abartı olmayacaktır.
Türkçülük (Pan-Türkizm) düşüncesi, 20. yüzyılın başından itibaren birçok aydın tarafından savunulmaya başlandı. Artık Türk milliyetçiliği; Osmanlıcılık, İslamcılık gibi akımların içerisinde, onların bir bileşeni gibi savunulmuyor, egemen ulus düşüncesi olarak ırkçı, şoven bir temelde siyasi olarak savunuluyordu. Osmanlı aydın, düşünür ve siyasetçileri, asker ve sivil bürokrasisi içerisinde benimsenen Türkçülük düşüncesi, bu potansiyel üzerinde hızlı bir gelişme gösterdi.
Türkçülük akımının önderlerinden ve “Osmanlıcılık Türkçülük demek değildir” diyen İT’ci, Tunalı Hilmi, l903 yılında İsviçre Rehberi adlı kitabında şöyle diyordu:
"Bir Türkün yazdığını her Osmanlı okumalıdır. Öz Osmanlılar Türklerdir. Bir Türk’ün yazdığını her Osmanlı okumalıdır. Türkçe Osmanlıca demektir. ” (9) Daha önce belirttiğimiz gibi, Yusuf Akçura da “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde, Osmanlıcılığın çözüm getirmeyeceğini belirterek, Türkçülüğe geçilmesini savunmaktaydı. Bu ve benzer düşünceler İT içerisindeki, aydın ve siyasetçilerin bir kısmı tarafından da yaygınca savunulmaya başlandı. Türkçülük akımının ideolog larından Ziya Gökalp, "Türklerin vatanının siyasi hudutları, dilleri ve kültürleri nereye kadar uzanırsa oraya kadar yayılacaktır” diyerek, Pan -Türkizm (Turan) düşününün hedeflerini ortaya koyuyordu.
Türkçülük akımının gelişmesi ve evrimi, İT’nin gelişimiyle yakından ilişkilidir. Çünkü Pan-Türkizm gelişiminin belirli bir aşamasında İT Cemiyeti’yle özdeşleşmiş, cemiyetin şahsında bir dönem iktidar olmuştur. Evrim ve değişimi sonucunda 1900’lü yılların başında İT Cemiyeti, Osmanlıcılık resmi ideolojisi etrafında örgütlendi. Başlarda Türk milliyetçi şoven ideolojisini açıktan benimsemese de, Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli etkileri olmuştur.
Türk uluslaşma süreci ve milliyetçiliği 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanarak gelişmeye başladı. Türk ulusal bilincinin zayıflığı; çok uluslu imparatorluğunu zamanla parçalayacak olan bu düşüncelerin Osmanlı’ya taşınması, Avrupa’da burjuvazinin ilerici barutunu tüketerek gericileştiği döneme denk gelmekteydi. Bu dönem, İmparatorluk topraklarının egemenlik altındaki halkların ulusal başkaldırılarıyla sarsılmasına tanık oldu.
Dönemin bütün burjuva birikimini ve Sultan Abdülhamit-karşıtı düşüncelerini etrafında toplayan Jön Türk hareketi de, “Bir burjuva devrim girişimi” (Lenin) olmanın ötesine geçemedi; halk gösterileri, işçi eylemleri, asker protestoları biçimini alan önemli kitle hareketlerine sahne olmakla birlikte Jön Türk devrimi, Osmanlı asker sivil bürokrasisinin deneti minin dışına taşarak dörtbaşı mamur bir halk devrimi biçiminde gelişemedi. Jön Türk “devrimi”, 1905 ve 1907 arası dönemde; 1905 Rus devrimi ve 1906 İran köylü devrimden de belli düzeylerde etkilenerek gerçekleşen, kimi antifeodal, demokratik yanlar da taşıyan Kürt, Ermeni isyanları ve Sultan karşıtı muhalefet üzerinde önemli bir etkiye sahipti. Jön Türk hareketi padişahlık kurumunu hedeflemiyor, 1876 Anayasası’nın yeniden yürürlüğe konulmasını ve padişahın yetkilerinin sınırlanmasını istiyordu. Jön Türk hareketi “hürriyetin devlete egemen olmasıyla” sonuçlanmıştır. Şüphesiz ki, “Jön Türk devrimi”nin ve İT’nin devlete egemen güç haline gelmesinin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde çok değişik etkileri oldu. Bunlara girmek yazının hedefi değildir. Şovenizmin gelişimi üzerinde oynadığı role değinmekle yetinilecektir.
Yüzyılın hemen başından itibaren gerici -şoven düşünceler daha belirgin olarak ortaya çıkmaya, tek tek aydınlar arasında siyasi bir akım olarak Türkçülük düşüncesi savunulmaya başlamıştı. İT Cemiyeti içerisinde, Osmanlıcılık-Türkçülük tartışmaları boy gösterdi. İT’nin Türk milliyetçisi özellikleri zamanla daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başladı. Ama İT’nin Türk milliyetçisi özellikleri belirginleştikçe, Cemiyet içindeki Türk olmayan unsurlar ayrılmaya başladı. Başta II. Abdülhamid’in despotik yönetimine karşı muhalefette Türk burjuvazisi ve subaylarıyla iyi tanımlanmamış bir “hürriyet” ortak zemini üzerinde birleşmiş gözüken Rum, Ermeni, Kürt, Arnavut, Arap vb. ve Cemiyet’ten uzaklaştılar.
Jön Türk “devrimi”yle İT Cemiyeti’nin iktidara gelmesi, Türk şoven milliyetçiliğinin gelişmesini hızlandırdı ve yeni arayışlara girmesini sağladı. Gelişen artık, ırksal özdeşlik temeli üzerinde yükselen Pan-Türkizm ideolojisiydi. İT’yle birlikte, Alman emperyalizmiyle olan ilişkiler de daha fazla gelişiyor, ölümü beklenen “hasta adam”ın paylaşılmasında Alman emperyalizmi giderek ön plana çıkıyordu.
Pan-Türkizm (Türkçülük) akımının ideologları, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp, Tunalı Hilmi, gibi dönemin önemli aydın ve düşünürleridir. Bunların hepsi de İT Cemiyeti’yle ilişkiliydiler.
Daha önce de değindiğimiz gibi Yusuf Akçura, 1904 yılında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüğü karşılaştırmalı olarak tartıştığı “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesinde; Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerinin çözüm getiremeyeceğini belirterek Türkçülüğe geçilmesini savunmaktaydı. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, Türk şoven milliyetçiliğinin ve Türkçülük akımının gelişmesinde Çarlık Rusya’sında yaşayan Türk aydın ve çevrelerininde önemli etkisi olmuştur. Yusuf Akçura da bunlardan biridir. Çarlık Rusyası’nın egemenliği altındaki Türkler’de, Rus Pan -Slavizmine tepki olarak belli bir süredir, Türk milliyetçiliği gelişmekteydi. Rusya’daki Türk aydınları arasında ilk ve önemli etki yaratmış olanı Gaspıralı İsmail Bey’di. "1883 yılından itibaren Kırım Hanlığı’nın eski başkenti Bahçesaray’da yayınladığı Tercüman gazetesiyle ‘dilde, fikirde, işte birlik’ düşüncesini işleyerek gazetesiyle İstanbul’a ulaşmış, buradaki aydınları etkilemişti(10) "Azerbaycan’lı Hüseyinzade Ali, Füyüzat gazetesinde Türk milliyetçiliğinin hedeflerini Gökalp’ten önce ‘Türkçülük, İslamcılık ve Avrupacılık’ olarak kaynaştırıp sistemleştirmeyi önermişti. ” (11)
Yusuf Akçura, Rusya kökenliler içerisinde, Türkçülük ideolojisinin oluşum ve gelişmesi üzerinde en fazla ve en derin iz bırakanıdır. O, “Türk Birliği” düşüncesinin yeni olmasından hareketle bunun çok daha fazla sonuç alıcı olacağını savu nuyor ve şöyle diyordu:
"Lakin Türklük siyaseti de, tıpkı İslam siyaseti gibi umumidir (geneldir-bn); hududu Osmaniye ile mahdut (sınırlı-bn) turfandadır, pek az yaygındır. ” (12) Akçura’nın düşünceleri ırk birliğine dayalı “Türk milliyet-i siyasiye” düşüncesiydi. Akçura’ya ilişkin olarak Georgeon, “19. yüzyılın fikri cephaneliğine ellerini hızla daldırmış ve kendi tasarısına uygun düşecek silahları çekip almıştı. Milliyetçilik teorileri arasında ırk kavramına ağırlık vereni benimsemiş, onun Türk milliyetçiliği davasına daha iyi uyarlanacağını düşünmüştü” (13) demektedir.
Şüphesiz ki, Türkçülük akımının gelişmesinde, ideolojik dayanaklarının temellendirilmesinde, bu akımın ideolojik önderi olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in belirleyici bir yeri vardır. Diyarbakırlı ve Kürt kökenli olan Gökalp başta Kürt diliyle ilgilenmiş, fakat daha sonraları İT içerisinde Türkçülüğe yönelerek, Türk ırkçı şoven ideolojisinin, Pan-Türkizmin fikir babalığını yapmıştır. O, Ömer Seyfettin, Ali Canip gibi yazarlarla birlikte 1909 yılından itibaren çıkardığı Genç Kalemler dergisinde Türkçülük düşüncesini geliştirmeye çalışmıştı. Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak” şeklinde ifade ettiği formülasyonla resmi ideolojinin ve Türk İslam sentezinin de ideolojik temellerini ortaya çıkarmıştı.
İmparatorlukta dağılma, parçalanma süreci hızlandıkça, Pan-Türkist büyük Türk İmparatorluğu düşüncesi güç ve yaygınlık kazanmıştır. Kolektif kimlik arayışları parçalanmayı önlemeye yetmiyor ve başarısızlıkla sonuçlanıyordu. İT’nin ırkçı şoven paşaları parçalanma fobisiyle devlet yapılanmasında militarist özellikleri geliştiriyor, ulusal düşmanlıkları körüklüyorlardı.
1911 yılında Osmanlı devleti, Trablus ve Balkan savaşlarıyla Libya’yı ve Balkanların Edirne’ye kadar olan bölümlerini kaybetmişti. 3 milyon kilometrekare olan İmparatorluk topraklarının 1.100.000 kilometre karesinin kaybedilmesi, İT’nin Pan-Türkist yöneliminin daha fazla gelişmesini beraberinde getirmişti. Artık “Türkler’in geleceğinin ne olacağı” sorusu daha yüksek sesle soruluyor, “Türk’ün makus talihini değiştirme” yönündeki Pan-Türkist hayaller pekişiyordu. Balkanların ve Libya’nın da elden çıkmasıyla, İmparatorluğun çok uluslu, çok kimlikli yapısı daha da zayıflıyor, buna bağlı olarak ta ırksal özdeşlik temeli üzerinde yükselen “Türk birliği” düşüncesi öne çıkıyordu. “Ulus” olduğunu diğer halkları yüzyıllardır yöneterek göstermiş olan “Türk ırkı” eski gücüne ve görkemine kavuşacaktı. Böylece yalnız İmparatorluğun parçalanması önlenmiş olmayacak, aynı zamanda, Türk ırkına dayalı başka toprakları da içine alan, daha büyük bir Türk İmparatorluğu kurulacak, başaşağı giden “Türk’ün makus talihi”de değiştirilecekti. Böylece İT paşaları, gözlerini başka topraklara -Kafkaslara- dikerek Turan İmparatorluğu kurmanın planlarını hazırlıyorlardı.
1911 sonrası dönemde Turan düşüncesi daha açık ortaya konulmaya başladı. Pan-Türkist ideoloji, kendi kurumlarını da yaratarak hızlı bir gelişme gösteriyordu. Bu dönemde irili ufaklı Türkçü dernek ve yayın organları boy verdi. Osmanlı devlet yapılanması, Pan-Türkizm ideolojisine göre düzenleniyor, üzerinde yükseldiği kurumsal dayanaklar geliştiriliyordu.
"Büyük Turan ’ı özleyen yeni, uyanık Türk dünyası, Turan ’ın altın tacını taşıyarak saltanat binasının dört direğini dikti. Türk Bilgi Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Gücü. ” (14)
Bu derneklerin hemen tamamı gençlik içerisinde kurulan para-militer derneklerdi. Bunlardan, “Türk’ün gücü her yere yeter” şiarıyla kurulan Türk Gücü Cemiyeti amaçlarını şöyle ifade ediyordu:
"Türk Gücü, Karakurum ’da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükülmedik bilek, kırılmadık kılıç, vurulmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün, dağınık Türk kuvvetlerini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk’ün açık alnının yeniden yükseltecek, o yılmaz keskin gözünü bekçisi, Yurd’un koruyucusu, Turan ’ın akıncısı olacak. Türk’ün o demir pençesinde yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek. ” (15)
Günümüzün ırkçı faşistlerinden hiç de yabancısı olmadığımız bu söylem, İT iktidarının politikalarını da özetlemektedir. İT’nin önde gelen hemen bütün kadroları, Balkanlar’daki ayaklanmaları bastırmada uygulanan kuralsız çete faaliyeteri içerisinde yetişmiş asker ve sivil bürokrasiden oluşuyordu. Özellikle subay kökenli kadrolar belirleyici bir yere sahipti. Bunlar Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen ardından Pan-Türkizm politikasına geçilmesini karar altına aldılar. Artık İmparatorluğun ideolojik, politik, iktisadi yönelimlerini Pan-Türkizm belirliyordu.
Parçalanma fobisiyle birlikte gelişen ırkçı şoven ideolojinin, Ermeni, Rum ve diğer halklar nezdindeki yansıması baskı ve katliamlar oluyordu. İT’nin, Enver Paşa, Talat Paşa gibi önderleri, parçalanmayı aşmak, Türk ırkına dayalı yayılmacı bir Turan İmparatorluğu kurmak için Kafkaslar’da ayaklanmalar örgütlüyor; Anadolu’da ise, etnik temizlik hareketiyle Anadolu’nun Türkleştirilmesine çalışıyorlardı. Özellikle Anadolu’daki etnik temizlik çok önemli görülüyordu. Anadolu’nun “Türklerin yurdu” olarak “saf’ bir hale getirilmesi, Türklerin geleceği açısından belirleyici bir yere oturtuluyordu. Teşkilat-ı Mahsusa (TM) kadrolarıyla yürütülen bu etnik temizlik operasyonları, bilinçli, sistemli tarzda sürdürülüyordu. Ermeni, Rum vb. halkların varlığı kendi başına potansiyel tehlike ve Anadolu’nun Türkleştirilmesinin önündeki esas engel olarak görülüyordu. Ermeni ve Rum burjuvazisinin Çarlık Rusyası ve diğer emperyalist güçlerle ilişkileri de, baskı ve katliamların gerekçesi yapılıyordu. Bu halkların gayri müslim olmaları, Kürt, Türk ve diğer Müslüman halkları dinsel temel de kışkırtmanın aracına dönüşüyordu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın öngününde, Osmanlı hanedanının İT paşalarının politikalarını Celal Bayar şöyle özetlemekteydi:
"1914 yılı başlarında Osmanlı yöneticileri kendileri için iki önemli sorunun var olduğu tespitinde bulunmaktadırlar.
"1- İmparatorluğu tamamiyeti ve vahdetini (birliğini- bn)gizli, açık vasıtalarla tehdit eden iftirakçı (ayırıcı-bn) Türk olmayan unsurlar.
"2- Her türlü hürriyeti suistimale hazır ölçüsüz bir muhalefet.
"...Hükümet normal faaliyeti dışında, Merkez-i Umumi’de ve Harbiye Nezareti’nde bir emri vakiin zararlarını önleyici tedbirler için çalışıyordu. Harbiye Nezaretindeki toplantıların başlıca konusu stratejik noktalarda kümelenmiş ve dış menfi tesirlere bağlı gayri-Türkyığınların tasfiyesi idi. ” (16)
İT paşaları, ırkçı yayılmacı politikalarını, vurucu güçleri ve siyaset planlama merkezleri olan TM aracılığıyla sürdürüyorlardı. Kurucusu Enver Paşa olan bu kuruluş, doktorlar, din adamları, öğretmenler, tarikatçılar, politikacılar, mühendisler vb. çok geniş bir ajan-işbirlikçi ağına sahipti. Cezaevlerinde ağır suçlardan tutuklu ve hükümlüler de bu teşkilatın hizmetinde eylemlere katılıyordu. Toplumun en tortu kesimlerini bünyesine alarak vurucu güç olarak eğitiyordu. Yönetici kadrolarıysa, daha önce de belirtildiği gibi Balkan ayaklanmalarını bastırmak için, gayri nizami çete savaşlarında yetişmiş subaylardan oluşmaktaydı. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde, Alman faşizmin sadık destekçisi olması nedeniyle, “Goebbels’in avukatı” ismi takılan Cumhuriyet gazetesi 1942 yılındaki bir sayısında, TM’nın amaçlarını şu şekilde tanımlamaktadır:
"Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Pan-İslamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pan-Türkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa ’nın bir yandan Emiri Efendi ’nin İT programındaki Pan-İslamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp ’in Pan-Türkizminden ilham aldığı muhakkaktır. ” (17)
Bir başka kaynakta ise şöyle deniyordu:
"1- Yıkıcı faaliyetlere karşı mücadele etmek ve İmparatorluk içindeki ayrılıkçı ve milliyetçi grupların düşmanla olası işbirliğine, başka bir deyişle Enver’in vatana ihanet diye tarif ettiği faaliyetlere engel olmak.
"2- Eğitilmiş ve tecrübeli ajan kadroları oluşturarak İngiliz ve Fransız sömürgelerine ve Osmanlı İmparatorluğu ’nun bir düşman işgaline uğrayabilecek bölgelerine yerleştirmek. Düşmanı sömürgelerinde meşgul tutma stratejik fikrinin Almanlar’dan çıktığı anlaşılmaktadır. Bunu gerçekleştirme konusundaki özgül taktikler esasa olarak TM’nın omuzlarında bulunuyor.
"3- Rus Orta Asya ’sında Müslüman Türklerin ayaklanmasına yol açacak adımları atmak.
"4- Çeşitli türlerde askeri harekatlar: TM ajanlarının silah altına aldığı ve eğittiği feda edilebilir çetelerle baskınlar, sabotajlar, şaşırtma hareketleri ve düşmanını haberleşme hatlarının tahribi; casusluk. ” (18)
Emperyalist savaş ortamı, İT paşalarına politikalarına yaşam buldurmak için uygun bir ortam sağlıyordu. Onlar, savaşın karışıklığı içerisinde Anadolu’nun etnik temizliği ve Kafkaslar’da ayaklanmalar gerçekleştirerek Türk unsuruna dayalı güçlü bir imparatorluk kuracaklarını düşlüyorlardı. Kafkaslar’da Türki unsurlara dayalı geliştirilen politikaların arkasında Alman emperyalizmi vardı. Türk paşalarının Turan hayalleriyle, Alman emperyalizminin çıkarları önemli ölçüde örtüşü- yordu. Bu düşüncelerini savaş koşullarında gerçekleştirebileceklerini düşünen Osmanlı -Türk yöneticileri, emperyalist efendilerinin yanında savaşa girmekte hiçbir tereddüt göstermediler. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda aynı politika değişik koşullar altında, özü korunarak yeniden diriltilmeye çalışılacaktı.
Gayri-müslim ulus ve azınlıklar İmparatorluğun parçalanmasının esas araçları olarak görüldüğünden, etnik temizlik politikası, 1800’li yılların son döneminden itibaren sistemli olarak sürdürüldü. Hamidiye Alayları’yla 1890 sonrası uygulanan katliamlar, diğer halklara yönelik baskı ve terör politikası, Balkanlar’dan getirilen ya da göçmek zorunda kalan Türklerin, Ermeni, Rum vb. halkların yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerleştirilmesiyle bütünleştiriliyordu. Etnik temizlik ve Anadolu’nun Türkleştirilmesi, İT diktatörlüğü altında, savaşın sağladığı uygun ortamla birlikte yeni bir biçim almıştı. Paşalar, Birinci Dünya Savaşının başlamasını bulunmadık fırsat olarak görüyorlardı. Her taraftan kan, intikam ve savaş naraları yükselmeye başlamıştı. Onlar, bütün ırkçı, Pan -İslamist emellerine bu ortamda ulaşacaklarına, Turan İmparatorluğu’nu kuracaklarına inanıyor ve savaşın sağladığı ortamı “son şans” olarak değerlendiriyorlardı. Enver Paşa “Türkler artık kurtuluyor” müjdesini taşıyor, Ziya Gökalp ve diğer Türkçü şair, yazar ve devlet adamları kan, barut ve intikamdan söz ediyorlardı.
Irkçı -şoven Türk paşaları, etnik sorunların çözümünün, Ermeni, Rum halklarının varlığının tamamen tasfiye edilmesinden geçtiğini düşünüyorlardı. Düşüncede olan artık geniş bir uygulama alanı buldu ve Anadolu’da Ermeni ve Rumların tasfiyesine girişildi. “Düşmanla işbirliği, vatana ihanet” gibi gerekçeler jenosidin dayanakları yapıldı. Etnik temizlik politikasının sonuçları, başta Ermeniler olmak üzere Rumlar ve diğer halklar açısından pahalıya mal oldu. Tarihte eşine ve benzerine az rastlanır türden katliamlarla “büyük Türk ırkı”nın geleceği garantiye alınmaya çalışıldı.
Savaşın içinde, 14 Mayıs 1915 yılında alınan kararla, Ermeniler yaşadıkları bölgelerde kitleler halinde Suriye ve diğer bölgelere sürgün edilmeye başlandı. Fakat, Ermeni ve Rum halkına yönelik önlemler çok daha önceden uygulanmaya başlanmıştı. TM, yukarda kapsamı çizilen çerçevedeki amaçları doğrultusunda eylemler yapıyordu. Önce ordudaki Ermeni kökenli askerler silahsızlandırılarak işçi birliklerine yazıldılar. Başta İstanbul olmak üzere bir çok şehirde, geniş çaplı gözaltı ve tutuklamalara girişildi, kimileri idam edildi. Silah arama ve ihbar bahaneleriyle Ermeni köylerine yapılan baskınlarda, direnme gösterebilecek kişiler tutuklandı, mülklerine el konuldu, halka yönelik baskı, terör ve katliamlarla Ermeniler etkisiz hale getirilmeye çalışıldı. Onlara, devlet görevlerinden el çektirilerek, ülke içinde seyahat yasağı konuldu. Sürgün esnasında askerlere, en küçük bir direnişin ağır şekilde cezalandırılması yetkisi verilmişti. Zaten sürgüne gönderilen milyonlarca insanın açlık, hava koşulları, salgın hastalıklar koşullarında büyük kayıplar vereceği biliniyordu. Nitekim bu şekilde onbinlerce insan öldü. Fakat yüzbinlerce insanın ölümünü buna bağlamak, bununla açıklamak olanaklı değildir. Esas olarak yüzbinlerce Ermeni bilinçli katliamların sonucunda öldürülmüşlerdir. Korkunç bir jenosidin ortaya çıkmasını sağlayan esas unsurlar da bu bilinçli katliamlardı.
Bu dönemin sonucunda Anadolu, Ermeni halkından temizlenmişti. Resmi Osmanlı kaynaklarına göre 800 bin, TC verilerine göre 300 bin, başka daha güvenilir kaynaklara göre ise, 1,5 milyon Ermeni öldürülmüştü. O günün koşullarında Osmanlı’nın toplam nüfusunun 15-20 milyon civarında olduğu düşünüldüğünde katliamın boyutları daha iyi anlaşılmaktadır. Yaklaşık iki yılı kapsayan sürgün-katliam döneminde her güne ortalama bir kaç bin ölü düşmektedir. Jenosit Ermeni halkını tamamen tarih sahnesinden silmeyi amaçlayan bir özellik taşımıştır.
Benzer, ancak kapsamı daha sınırlı katliamlar değişik biçimlerde Batı Anadolu ve Karadeniz’de yaşayan Rumlara yönelik olarak da uygulandı. Askerde işçi birliklerine yazılarak, Rusya sınırında yol yapımı vb. esnasında hava koşulları, açlık gibi faktörlerin de etkisiyle binlerce Rum’un ölümüne yol açıldı. Rum halkı yerlerinden göçe zorlandı; katliamlara tabi tutuldu. Yine bu dönemde 300-500 bin arası Rum’un katledildiği tespit edilmektedir.
Katledilen, göçertilen Ermeni ve Rumların mal ve mülklerine zorla el konuluyordu. Bu, Ermeni ve Rum katliamların da önemli itici güçlerindendi. Türk burjuvazisinin gelişmesinde, Ermeni ve Rumların mal ve mülklerine el konulmasıyla sağlanan sermaye birikiminin önemli bir yeri vardır.
Aslında, iktisadi yaşamda Ermeni ve Rum unsurunu tasfiye ederek Türk milli burjuvazisini geliştirme politikası, İT’nin iktidara geldiği günden beri gündemde olan bir politikaydı. 1908 Jön Türk “devrimi”nden sonra, İT Cemiyeti, Osmanlı’da Ermeni ve Rum burjuvazisinin etkinliğini kırarak, Türk burjuvazisi ve sermayesinin gelişmesi yönünde adımlar atmaya başlamıştı. Bu politikanın, İngiliz ve Fransız emperyalizminin ve onlarla sıkı bağlara sahip Rum ve Ermeni burjuvazisinin etkisini kırmayı amaçlayan Alman emperyalizminin yayılmacı politikalarıyla yakından ilişkili olduğu biliniyor. İşte bu ortamda, 1913 yılında, Ermeni ve Rum burjuvazisinin tasfiyesi ve Türk burjuva sınıfının gelişip egemen olmasını hedefleyen “milli iktisat” politikası yürürlüğe konuldu. Ermeni ve Rum burjuvazisi, İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle yoğun ilişki içinde olduğundan, Alman emperyalizmi de Türk burjuvazisini gelişmesini çıkarlarına uygun görüyor ve “milli iktisat” politikasını destekliyordu. Emperyalist savaşın öncesinde, İT diktatörlüğü bu iktisat politikasını uygulamada köklü adımlar attı. Savaşın hemen öncesinde atılan adımlar, savaşın başlamasıyla daha da güçlendirilerek uygulanmaya başlandı. Savaş başlar-başlamaz, İngiliz ve Fransız emperyalizmine geniş olanaklar sağlayan kapitülasyonların kaldırılması, İtibar-ı Milli Bankası’nın kurulması, çeşitli iş kollarında kurulan milli ticari şirketler, çıkarılan kanunlar vb. “milli iktisat” politikasının bir parçasıydı.
Ziya Gökalp, Tekin Alp, Yusuf Akçura vd. “milli iktisat” politikasının savunusunu yapan İktisadiyat Mecmuası’nda bu politikayı temellendirdiler. Gökalp, "Türkleri bir camia haline getirecek ve Türk harsının (kültürünün-bn) teşekkülünü temin edecek amillerden (oluşumunu sağlayacak etmenlerden -bn) biri de (milli iktisat)tır” görüşünü ileri sürmekteydi. Buna göre, "Türkiye ’nin istikbali milli iktisattaki derece-i muvaffakiyetine tabi ” (19) idi. Aynı görüşü Akçura şöyle ifade ediyordu:
"Eğer Türkler kendi içlerinden, Avrupa sermayesinden de istifade ederek, bir sermayedar burjuva sınıfı çıkaramayacak olurlarsa yalnız memur ve köylüden ibaret Osmanlı heyet-i içtimaiyesinin (toplumsal bütünlüğünün-bn) muasır (çağ- daş-bn) bir devlet halinde devamlı yaşayabilmesi zorlaşacaktır. ” (20)
Milli iktisat politikası, alıntılarda da görüldüğü gibi, henüz çok cılız olan ve Osmanlı ’da yeterince gelişme imkanı bulamamış Türk burjuvazisini geliştirmeyi, sermaye ve etkinlik düzeyini arttırmayı hedefliyordu. Milli iktisat, “millet olmanın” ve “muasır devlet halinde devamlı yaşayabilme”nin zorunlu bir koşulu olarak görülmekteydi. Fakat, burjuvazi ve olduğu kadarıyla sermaye birikimi Ermeni ve Rum kökenli tüccar ve burjuvaların elinde toplanıyordu. Bu durumda, “gayri Türk” unsurların ekonomik güç ve etkinliğini kırarak Türk burjuvazisinin gelişmesini ve belirleyici ekonomik güç olmasını sağlamak, serbest rekabetçi yoldan mümkün değildi. Türk burjuvazisinin cılızlığı, yani sermaye birikiminin zayıflığı da buna imkan vermiyordu. Milli iktisat, ancak devletin etkin rolü ve desteğiyle başarı kazanabilirdi. Bu politika da, ancak bir emperyalist devlete karşı bir başka emperyalist devlete dayanarak yaşama geçirilebilirdi.
Milli iktisat politikası, ırkçılığa dönüşme eğilimi gösteren Türk milliyetçiliğinin güçlenmesine paralel bir gelişme gösterdi. Irkçı -şoven politikalar, asker- sivil bürokrasinin yönelimleri kadar, gelişen Türk milli burjuvazisinin ekonomik ve siyasi çıkarlarını da yansıtmaktaydı. Geri kalmış Türk burjuvazisi, açığı kapatmanın ve gecikmiş olmasının getirdiği saldırganlıkla hareket ediyordu. Onun, Ermeni ve Rum burjuvazisinin ekonomik gücünü kırıp tasfiye etmeksizin gelişme si düşülemezdi. Irkçılık bu saldırganlığın ve tasfiyenin ideolojik çerçevesini çizmekteydi. Türk milli burjuvazisi, Türk şovenizmi ve ırkçılığı sayesinde, Ermeni, Rum, kısmen de Yahudi burjuvazisinin yerini doldurarak, kolay ve kısa yoldan ekonomik gücünü arttırmayı düşünüyordu.
Ziya Gökalp, tam da bu yönelime uygun olarak, “iktisadi vatanperverlik” kavramını ileri sürüyor, bu başlıklı yazısında da “vatanperverliğin dini, ahlaki, hukuki, bedii şekilleri olduğu gibi acaba iktisadi bir şekilde yok mudur? ” diye soruyordu. “İktisadi vatanperverliğin” ortaya çıkardığı sonuçlar, savaşın içinde Ermeni ve Rum katliamları döneminde bütün boyutlarıyla görülecekti. Milli iktisat, Osmanlının, Alman emperyalizmiyle ittifak halindeki İT’ci paşalarının ve gelişen Türk milli burjuvazinin ırkçı -yayılmacı politikalarının ekonomik ayağını oluşturmaktaydı. Gelişen milliyetçilik, milli burjuvazinin geliştirilmesi çabalarıyla birlikte ilerlemiş ve karşılıklı olarak birbirini beslemiştir. Bu birlikteliği Akçura şöyle ifade ediyordu:
“işte bir taraftan fikri amillerin, diğer taraftan maddi amillerin tesiri neticesi olarak Türk aleminde, Türklük fikir ve hiss-i millisi doğmuş, tabiri diğerle Türkler de marifet-i kavmiye tevekkün etmeye başlamıştı. ” (21) İT Cemiyeti’nin Türk ırkçılık siyaseti olan Pan-Türkizme geçişiyle, milli iktisat politikasını uygulamaya sokulmasının aynı döneme denk gelmesi tesadüfi değildir. Tam da eşyanın tabiatına uygundur. Savaş boyunca Anadolu’nun Türkleştirilmesi, ırkçı- şoven siyaseti ve azınlıklara düşmanlık temelinde uygulanan Ermeni jenosidiyle, katledilen, sürgün edilen Ermenilerin mülklerine el konulması Türk burjuvazisine büyük bir ekonomik birikim sağlamıştır. Bu politika Rumlara da benzer biçimde uygulanmış tır. Daha sonra da görüleceği gibi ilk Müdafaa -i Hukuk Cemiyetleri de, Ermenilerin geri dönerek mülklerini geri alacakları ve intikam alacakları korkusuyla oluşturulmuştu.
Ermeni ve Rum halklarına karşı uygulanan jenosid, dönemin Osmanlı Türk paşaları tarafından gizlenmeye çalışıldı. Ölümlerin ise bilinçli çabalara ve saldırılara değil, iklim, sağlık, açlık gibi nedenlere ve kimi yerel yöneticilerin “hatalarına” bağlı olarak gerçekleştiği ileri sürüldü. Yapılanın bir jenosid olduğu gerçeği gözlerden uzak tutulmaya çalışıldı. Tersi ne, “düşmanla işbirliği” ve “karşılıklı çatışmalar” teması günümüze kadar korunarak geldi. Türk ırkçı şoven çevrelerinin, bugün Ermeni ve Rum halklarına karşı tarihsel bir düşmanlık beslemesinin ve bu düşmanlığı şovenizmi geliştirmenin bir aracına dönüştürmesinin temelinde bir ölçüde, uygulanan jenosidin suçluluğunu savunma psikolojisi yatmaktadır. Yapılan bu barbarlığa rağmen, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” edasıyla jenosid savunulmakta, “yine benzer bir durumla karşılaşırsak aynı şeyi yaparız” denilmek istenmektedir.
Anadolu’nun çok renkli, çok kültürlü yapısının, ırkçı politikalar sonucunda tek renkli bir yapıya dönüştürülmesinde, savaşın sağladığı uygun ortamın da yardımıyla çok büyük bir mesafe katedilmişti. Ermeni ve Rum halkları katliamlarla tasfiye edilerek, Anadolu coğrafyasındaki resimleri hemen hemen silinmişti. Geriye kalan parçaları da aynı yöntemlerle, asimilasyon ve daha sonra da nüfus mübadelesi yoluyla eritilecekti. “Mozaik” in “mermer”leşmesi yolunda geriye bir en gel olarak Kürtler kalıyordu. Onların defterini dürme işi de TC’ye kalıyordu.
İT’nin ırkçı, Pan-Türkist paşaları “gayri Türk unsurların tasfiyesi”nde büyük bir mesafe katettiler. Fakat emperyalist savaşın gelişmesinin yönü, “Türk ırkının Turan’ı fethetme”si yönünde ilerlemiyordu. Parçalanmanın ve “Türk’ün makus tarihindeki kötü gidişin” sebebi olarak görülen halkların yok edilmesi, bu gidişatı değiştirmeye yetmedi. Alman efendilerinin savaşı kaybedeceği artık görülmeye başlamıştı ve bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun da parçalanması anlamına geliyordu. Osmanlı despotizmi, Alman efendileriyle birlikte Yemen çöllerinde toprak üstüne toprak kaybediyor, cihad çağrıları bir yarar sağlamıyordu. Sarıkamış’ta, Rus sınırına yığılan yüz bin askerin soğuk, açlık gibi nedenlerle ölmesiyle Turan hayalleri de yıkılıyordu. İT’nin önderleri Alman emperyalizmiyle birlikte savaşı kaybedeceklerini artık görüyorlardı. Politikalarını da bu duruma göre yeniden düzenlemeye çalıştılar. Savaşın son dönemlerinde Talat Paşa, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine, Anadolu’da kendi egemenliğinin tanınması karşılığında, Arap Yarımadası’ndaki topraklardan vazgeçmeyi öneriyordu. Fakat galip devletlerin hesapları daha kapsamlıydı. Kendi aralarında yaptıkları gizli anlaşmalarla, Anadolu’nun paylaşım planını çoktan hazırlanmışlardı bile. Fakat, emperyalist devletlerin çıkar çelişmeleri, paylaşma planının uygulanmasını geciktiriyordu. Daha sonra buna, Rusya’da bolşeviklerin iktidara gelmesi, yeni kurulan Sovyet devletinin savaştan çekilerek bütün gizli anlaşmaları açığa çıkarması ve ezilen halklarla emperyalizme karşı dayanışma içinde olduğunu açıklaması eklendi. Bu gelişmeler, Anadolu’nun paylaşılmasındaki sıkıntıları artırırken, diğer taraftan da, yeni bir direniş hareketinin örülmesinin koşullarım oluşturmaktaydı.
Savaşın sona ermesiyle İT iktidarı da son buldu. İT iktidarının Pan-Türkizm politikasının sonuçları oldukça pahalıya patlamıştı. Şoven Türk milliyetçiliğinin, azınlıklara düşmanlık, Anadolu’nun Türkleştirilmesi temelinde geliştirdiği etnik temizlik, savaş boyunca en barbar sonuçlarına ulaşmış, etki ve tartışmaları bugüne değin uzanan korkunç katliamlarla sonuçlanmıştı. Diğer taraftan da, savaş boyunca, cephede ve cephe gerisinde yüzbinlerce asker ve sivil ölmüş, milyonlarcası da sakat kalmış ve yaralanmıştı. Bunca insan, emperyalist burjuvazinin çıkarlarını korumak, feodal Osmanlı despotizmini ayakta tutmak, İT’nin ve Türk burjuvazisinin ırkçı -şoven, yayılmacı emellerini yaşama geçirmek uğruna katledilmiş ve savaşta yaşamını yitirmişti. Her renkten Türk şovenistinin “vatan savunması” olarak yüceltmelerine rağmen, işçi ve emekçi milyonların emperyalizmin çıkarlarına eklemlenmiş ırkçı, şoven, yayılmacı politikalardan hiçbir çıkarı olmamıştır. Dahası, bir çok durumda da Türk işçi ve emekçileri Osmanlı Türk paşalarının suçlarına alet edilmeye çalışılmış ve yer yer de alet edilmişlerdir.
İT Cemiyeti’nin iktidarı yenilgiyle birlikte sona erse de, temsil ettiği devlet yönetimi anlayışı, militarist örgütlenmesi, ideolojik argümanları vb. günümüze değin taşınmıştır. 1923’de yeni kurulan cumhuriyet rejimi de, birçok bakımdan İT anlayışı üzerinde yükselmiştir. Günümüzün ırkçı -şovenleri Ziya Gökalp’lerin, İT’nin Pan-Türkist ideolojisinden esinlenmekte, onu kendilerine rehber almaktadırlar. Kuşkusuz bu, esas olarak Anadolu işçi ve köylülerinin başlattığı ve daha sonra önderliğini kemalistlerin ele geçirdiği Kurtuluş Savaşı’nın, zayıf da olsa ilerici ve antiemperyalist bir nitelik taşıdığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Kürt ve Türk halkının kemalistlerin önderliğinde Yunan işgalcilerine ve İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistlerine karşı sürdürdüğü Kurtuluş Savaşı güdük bir nitelik taşımakla birlikte, emperyalistlerin Anadolu’yu sömürgeleştirmelerini önlediği gibi, henüz beşiğinde bulunan Sovyet iktidarını boğmaya çalışan İngiliz-Fransız emperyalistlerine karşı zayıf ve tutarsız da olsa bir set oluşturacaktı.
Savaş sonrası dönemde Enver Paşa ve İT’nin önderlerinden bazıları Türki Cumhuriyetlere kaçtılar. Onlar bu sefer de Sovyet Rusya’ya karşı, İngiliz-Fransız emperyalizminin hizmetinde Turan düşleriyle ayaklanmalar örgütlemeye çalıştılar. Ama 1922 yılında Kızılordu birlikleri tarafından ezildiler. Turan düşüncesi bu sefer de devrim topraklarında yenilgiye uğradı. Türk kökenli halklar Turan yolundan değil, özgürlük ve sosyalizm yolundan yürümeyi tercih ettiler. İT iktidarının iki diğer önemli önderi, yani Talat ve Cemal Paşalar ise, Ermeni milliyetçilerinin kurşunlarına hedef olacaktı.
İT’nin ve TM’nın geride kalan kadroları, “Türk’ün bundan sonraki kaderi üzerinde rol oynama”nın yeni yollarını aradılar. Çeşitli örgütlenmeler aracılığıyla faaliyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Bu nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın ilk yıllarında kemalistlerle İttihatçıları birbirinden ayırmak pek mümkün değildir. Hatta ilk örgütlenmeler birçok nedenin ürünü olarak, İttihatçı, TM kadrolarından oluşmaktaydı. Bunların büyük bir çoğunluğu Ermeni ve Rum tehciri ve katliamları nedeniyle aranır duruma düşmüş ve çeteler kurmuşlardı. Kurtuluş Savaşı’nın emperyalizme karşı olan yönü de dolaylı bir nitelik taşıyordu. Yani bu savaşın sivri ucu, öncelikle Yunan işgaline azınlıklara karşı yöneltilmişti. İlk Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, Ermeni ve Rumların yaşadıkları ve katliamların yapılmış olduğu yerlerde kurulmuştu. Ve bu cemiyetler, azınlıklara karşı yürütülen mücadelenin bir ürünü olarak, programlarına Birinci Dünya Savaşından sonra yerlerine dönmeye ve el konan mülklerini talep etmeye başlayan Ermeni ve Rum halklarına karşı söz konusu bölgelerin “haklarını savunma” savaşımını koymuşlardı. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması sonrası, aynı yılın sonuna dek kurulmuş ilk beş direniş derneğinin üçü Ermeni, ikisi de Rum azınlıklara karşı oluşmuştu. İlk kurulan derneklerden olan Trabzon Müdafaa i Hukuku Milliye Cemiyeti’nin aldığı kararlarının başında “azınlıklara karşı silahla karşı konulması” maddesi yer almaktaydı.
Kuvayi Milliye birliklerinin önemli bir kısmı Ermeni ve Rum katliamlarını düzenleyenler tarafından kurulmuştur. Bunlar İT Cemiyeti’nin ve TM’nın adamları ya da onlarla doğrudan ilişkili olan kişilerdir. Marmara, Ege ve Karadeniz’de kurulan ilk birliklerin çekirdeğini bu kişiler teşkil etmiştir. "Savaş bitip de İngiliz ve müttefikleri, İttihatçı ve hele Ermeni öldürüşçülüğü hesaplarını sormak yoluna gidince, ne kadar gocunan varsa silahlanıp bir çeteye katılmıştır. ” (22) Görülüyor ki, İttihatçı kadroların büyük çoğunluğunun bu birliklere katılmaları aynı zamanda bir yaşam garantisi olma özelliği taşıyordu. Kurtuluş Savaşı’nın dayanaklarından Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri’nin kurucularının önemli bir kısmı da yine İttihatçılardı. Ağırlıklı olarak “Ermeni, Rum tehdidine karşı”, “Ermeni, Rum iddialarını çürütmek” savıyla örgütlenmişlerdir. Ermeni ve Rum katliamlarıyla bu dernekler arasındaki bağ, bu halklara karşı güdülen düşmanlıkla sınırlı değildir. Bir çok bölgede bu dernekler, Ermeni ve Rumların mallarına el koyarak zenginleşen eşraf tarafından, bunların geri gelerek intikam alacaklarından korkmaları nedeniyle kurulmuştur. İttihatçılar, cemiyetlerin oluşturulmasında bu korkuyu fazlasıyla kullandılar. M. Kemal de bu durumu Erzurum Kongresi’nde ve Kurtuluş Savaşı süresince kullandı. İntikam alınacağı ve mülklerini kaybedecekleri korkusuyla kurulan bu derneklerde örgütlenen eşraf, dernek aracılığıyla kemalistlere yakınlaşmış ve destekçisi olmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın dayandığı güçler bakımından, Ermeni ve Rum katliamlarının yol açtığı sosyal, siyasal ve ekonomik sonuçların ve suç ortaklığının Kurtuluş Savaşı’nı oluşturan koalisyonun temellerinden birini oluşturmuştur.
Ermeni ve Rum halklarına yönelik baskı ve katliamlar bir ölçüde Kurtuluş Savaşı’nda da sürdürüldü. Kemalistler ısrarla kendilerinin İttihatçı olmadıklarını belirtmeyi gerekli görüyorlardı. Fakat, Kurtuluş Savaşı’nın yürütülmesini sağlayan Kuvayi Milliye birlikleri ve Müdafaa -i Hukuk Cemiyetleri, İttihatçı ve TM kadroları tarafından kurulmaktaydı. Politikalar bakımından da, kemalistlerle İttihatçılar arasında ciddi bir fark görülmüyordu. M. Kemal, İngiliz ajan Frew’e “bence İT vatansever bir cemiyetti” (23) demektedir. Bu nedenledir ki, kurulduktan sonra TBMM’nin ilk aldığı kararlardan birisi, 8 Mayıs 1920’de, "tehcir suçundan tutuklu olanların serbest bırakılmaları ” oldu. Ermeni ve Rum katliamlarında da rol alan İttihatçı ve TM kadrolarının bir kısmı, Cumhuriyet kurulduktan sonra da önemli görevler aldılar. Bunlardan Topal Osman, Atatürk’ün Muhafız Alayı komutanlığına kadar yükseldi.
Kemalistler, Kurtuluş Savaşı’nı ilerleyen süreçlerinde, kendi kliklerinin hakimiyetini pekiştirme yoluna gittiler. Bu nedenle, muhalefetle ve İttihatçılarla aralarındaki politik ve pratik mesafeyi arttırdılar. Ama bu sadece iktidar mücadelesinin, klikler arasındaki çatışmanın gereği olarak yapılıyordu. Fakat, İttihatçı kadroların tasfiyesi, esas olarak cumhuriyet sonrasına, 1926 yılına kaldı. Anadolu’daki diğer halklara karşı ırkçı, şoven milliyetçi politikalar ise korunuyordu. Kemalistler tarafından, daha Kurtuluş Savaşı’nın içinde, Kürtler de bu politikanın hedefine konuldu.
Koçgiri isyanı ve Kemalistlerin uygulamaları bu açıdan önemlidir. Koçgiri bölgesinde yaşayan Alevi Kürtler, kemalist harekete pek itibar etmeyerek, merkezi hükümete karşı ayaklandılar. Bu ayaklanmaya, Kemalistlerin ağırlıkta olduğu TBMM katliamla karşılık verdi. Bu katliamdan Alevi Kürtler’in yanında kısmen Alevi Türkler de nasibini aldılar.
Ordu, 11 Nisan 1921 günü, Nurettin Paşa komutasında halkın üzerine yürüdü. Ayaklanma katliamla bastırıldı. Katliama tepki gösteren Sivas Valisi Ebubekir Hazım Bey şöyle diyordu:
"Askerle çemberlenen köyler ahalisi söylentilerin doğruluğuna, yani Kürtlerin tenkil edileceğine inanarak hayatlarını kurtarmak için köylerini, evlerini terk ederek dağlara sığınmaya mecbur olmuşlardır. Sırf can korkusuyla kaçanlar isyan ve eşkiyalıkla suçlanarak boş kalan köyler yakılıp-yıkılarak bütün mal ve eşyalara el konulmuştur. %u surette Ümraniye bucağına ve Zara ilçesinin merkezine bağlı köylerden 76, Divriği ilçesinden 57 ve toplam 132 köy savaşan düşman istihkamları gibi yakılmış, tahrip olunmuş ve yüzlerce nüfus öldürülmüştür. Ayrıca, bütün mal, eşya, zahire ve hayvanlar yağma olunmuştur. Binlerce nüfus da dağlarda, kırlarda açlıktan ve sefaletten ölüme mahkum edilmiştir. ” (24) Katliama komuta eden Osman Ağa, Nurettin Paşa gibi komutanlar M. Kemal tarafından korunmuştur. Koçgiri’de Kürtlere karşı uygulanan katliam çok daha kapsamlı biçimlerde, Cumhuriyet döneminde devam edecektir. Koçgiri adeta, daha sonra yapılacak katliamların habercisi gibidir.
(Devam Edecek)
DİPNOTLAR
1) S.Parlar, Gizli Devlet, sf.24
2) Age, sf. 25
3) Age, sf.26
4) N.Kurtay, İttihat Terakki ve Kürtler, sf.9
5) T.Akçam, Ermeni Sorunu, sf.52
6) Age, sf. 53
7) Age, sf. 53-54
8) Age, sf. 54
9) Age, sf. 54
10) İttihat Terakki ve Kürtler, sf. 29
11) Dr. İ.Keser, Türkiye’de Siyaset ve Devletçilik, sf.47
12) Age, sf. 47
13) Age, sf. 49
14) Georgeon, Aktaran, age, sf. 49
15) S.Parlar, age, sf. 41
16) Age, sf. 41
17) Age, sf. 78
18) Age, sf. 65
19) Age, sf. 65
20) Dr. İ.Keser, age, sf. 40
21) Age, sf. 43
22) Age, sf. 51
23) T.Akçam, age, sf. 156
24) Age, sf. 159