Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü'nün 1X(NATO) 1949'da kuruluşu, Almanya, İtalya ve Japonya'nın oluşturduğu faşist blokun, Sovyetler Birliği ile ABD ve İngiltere arasındaki askeri bağlaşmanın ortak savaşımıyla yenilgiye uğratılmasının ardından başlatılan "Soğuk Savaş"ın mantıksal sonuçlarından biri, belki de en önemlisiydi. ABD ve İngiltere, 1941 'den başlayarak esas olarak faşist emperyalist devletlerin maceracı ve saldırgan politikalarından zarar görmelerine ve ikincil olarak da "kendi" halkları da içinde olmak üzere dünya halklarının faşizme ve emperyalist savaşa karşı duydukları derin ve haklı nefrete bağlı olarak sosyalist Sovyetler Birliği'yle geçici bir askeri bağlaşmaya girmek zorunda kalmışlardı.
Sosyalizme ve işçi ve emekçilerin anayurdu Sovyetler Birliği'ne düşman olan Amerikan ve İngiliz emperyalistleri doğaları gereği, bu savaşta ikircimli bir rol oynadılar. Onlar, bir yandan Sovyetler Birliği'yle ve faşist saldırganlara karşı savaşan Asya ve Avrupa halklarıyla "savaş yoldaşlığı" yaparken, bir yandan da bu kavganın dünya ölçeğindeki siyasal güç dengesinin sosyalizmden yana değişmesine yol açmaması için çaba harcıyorlardı. ABD ve İngiltere’nin, daha ikinci Dünya Savaşı yıllarında Alman faşistleriyle gizli görüşmelerde bulunmaları*, bu savaşın asıl yükünü çeken Sovyetler Birliği'nin tümüyle bitkin düşmesi için Haziran 1944'teki Normandiya çıkartmasına kadar ünlü "ikinci cephe"yi açmaya yanaşmamaları, savaşın bitimine doğru faşizme karşı savaşan çeşitli ülkelerdeki halk güçlerini silahsızlandırmaya girişmeleri, savaşın hemen sonrasında Sovyetler Birliği'ne karşı yeni bir dünya savaşına hazırlanmaları ve ona nükleer şantaj yapmaları, Nazizmin ve faşizmin kalıntılarını kanatlarının altına almaları, sözümona "hür dünya"nın savunması adına bir dizi antidemokratik, gerici ve faşist rejimle işbirliği yapmaları, "Soğuk Savaş"ı ve bir dizi sıcak yerel çatışmaları kışkırtmaları, NATO, CEN-TO, SEATO gibi askeri paktlar kurarak Sovyetler Birliği'ni kuşatmaya kalkışmaları, sömürgelerde patlak veren ulusal kurtuluş hareketlerini kanla ve hileyle bastırmayı sürdürmeleri vb. bunun su götürmez kanıtlarıdır. Hal böyleyken, burjuva politikacıları ve yazarları, ikinci Dünya Savaşı'nın Mayıs 1945'te bitmesinden sonra iki kamp -ABD'nin başını çektiği gerici ve emperyalist kampla Sovyetler Birliği'nin başını çektiği demokratik ve anti-emperyalist kamp- arasındaki ilişkinin giderek gerginleşmesinin Stalin'in ve Sovyetler Birliği'nin "yayılmacı politikaları"ndan kaynaklandığı yalanını yaymış ve pek çok insanı da buna inandırmayı başarmışlardır. Bu teze göre "Soğuk Savaş"ın ve ardından NATO'nun kuruluşunun nedeni, "Sovyet tehdidi" ve Sovyetler Birliği'nin "yayılmacı emelleri"ydi. Örneğin, tanınmış burjuva tarihçisi W. Lacqueur, revizyonist blokun ve Rus sosyal-emperyalizminin yıkılmasından sonra, yani ikinci Dünya Savaşının sona -ermesinden neredeyse yarım yüzyıl sonra yayımlanan bir kitabında şöyle diyebiliyordu:
"Eğer Stalin Doğu Avrupa'yı yalnızca bir Sovyet nüfuz alanına dönüştürmekle yetinmiş olsaydı, Batı Avrupa'nın biraraya geleceği, daha sonra NATO'nun (Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü) yolunu açacak olan Marshall Planı'nın, OEEC'nin, Brüksel anlaşmasının ortaya çıkacağı kuşkuludur." (Europe in Our Time, A History, 1945-1992, Preface, s. vii) Öte yandan, NATO 1995'de kendisi tarafından yayımlanan bir kitapta kuruluşunu şöyle gerekçelendiriyordu: "1945 ile 1949 yılları arasında ivedi bir yeniden inşa, göreviyle karşı karşıya bulunan Batı Avrupa ülkeleri ve onların Kuzey Amerikalı bağlaşıkları SSCB'nin yayılmacı politikalarını ve yöntemlerini kaygıyla izlemekteydiler. Savunma kurumlarını küçültme ve silahlı güçlerini terhis etme yolundaki savaş dönemi yükümlülüklerini yerine getiren Batılı hükümetler, Sovyet liderliğinin kendi askeri gücünü bütünüyle muhafaza etme niyeti açığa çıktığı ölçüde giderek telaşlandılar. Dahası, Sovyet Komünist Parti-si'nin açıklanmış bulunan ideolojik hedefleri gözönüne alındığında, BM Bildirgesine ve savaşın bitiminde varılan uluslararası anlaşmalara saygı gösterme çağrılarının, dış saldırı ve iç yıkıcılık tehdidiyle karşı karşıya bulunan demokratik devletlerin ulusal egemenliğini Ve bağımsızlığını güvence altına almaya yetmeyeceği açıktı...
"1947 ile 1949 yılları arasında, gelişen bir dizi dramatik siyasal olay, yaşanan sorunları bir dönüm noktasına getirdi. Bu .sorunlar Norveç, Yunanistan, Türkiye ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin egemenliğine yönelik doğrudan tehditleri, Çekoslovakya'da Haziran 1948 darbesini ve aynı yılın Nisan ayında Berlin'in yasadışı bir tarzda abluka altına alınmasını kapsıyordu.
"Mart 1948'de Brüksel Anlaşması'nın imzalanması, beş Batı Avrupa ülkesinin -Belçika, Fransa, Lüksembourg, Hollanda ve İngiltere- güvenliklerine yönelik ideolojik, siyasal ve askeri tehditlere karşı koyabilmelerini sağlayacak ortak bir savunma sistemi oluşturma ve aralarındaki bağlan güçlendirme yolundaki kararlılıklarına işaret ediyordu." (NATO Handbook, s. 20-21) Adı geçen kaynakta, daha sonra ABD ve Kanada ile yapılan görüşmelerin ardından Avrupa ülkeleri ile Kuzey Amerika ülkeleri arasında Kuzey Atlantik Anlaşma Örgütü'nün (NATO) kurulması için anlaşmaya varıldığı, Brüksel Anlaşması'nı imzalayan devletlerin Danimarka, İzlanda, İtalya, Norveç ve Portekiz'i de bu sürece katılmaya çağırdıkları ve görüşmelerin Nisan 1949'da Washington Anlaşması'nın imzalanmasıyla sonuçlandığı, 1952'de Yunanistan ve Türkiye'nin, 1955'de Almanya Federal Cumhuriyeti'nin ve 1982'de İspanya'nın NATO'ya üye oldukları belirtiliyor.
Hitler'in ünlü propaganda bakanı J. Go-ebbels'in, bir yalanı yeterince fazla yinelemenin onun gerçek olarak kabul edilmesini olanaklı kılacağı yönündeki sözlerini kendilerine rehber edinen emperyalist burjuvazinin, "Soğuk Savaş"ın ve NATO'nun kökenleri konusunda bilinen ve artık klasikleşmiş olan bu yalanlarını dünya kamuoyuna esas olarak kabul ettirmiş olduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Burada Marks'ın, Alman ideolojisi adlı yapıtında dile getirdiği, "Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarını da denetim altında bulundurur." (Felsefe incelemeleri, s. 108) yolundaki ünlü deyişinin yaşam tarafından bir kez daha doğrulanmasıyla karşı karşıya bulunuyoruz. D. W. Fleming, Soğuk Savaş ve Kökenleri adlı kitabında şöyle diyordu:
"Sovyetlerin dünyayı istila etmek istediklerine olan inancımızın nedenleri pek seyrek olarak açıklanmıştır. Soğuk Savaş'ın ilk dönemlerinde bu fikir bir slogan olmuş, inancımızın başlıca kaynağı olmuştur. Hemen hemen bütün liderlerimiz bunu binlerce kere öylesine tekrarlamışlar, kamu haberleşme araçlarının hepsiyle bunu öylesine kamuoyuna iletmişlerdir ki, kimsenin bundan kuşkulanmak aklının ucuna bile gelmemiştir." (Aktaran H. Higgins, Soğuk Savaş, s. 66) Oysa Sovyetler Birliği'nin barışçı amaçları ve politikası bir yana, faşizme karşı verilen korkunç kavganın asıl yükünü taşımış olan Sovyet ülkesi ve halklarının savaştan ne denli zarar görmüş olduğunu ve barışa ne denli gereksinme duyduğunu gösteren veriler bile bu emperyalist yalanlan çürütmeye yeterdi. Bir Sovyet kaynağında bu konuda şu bilgiler veriliyordu: "Savaşta can veren Sovyet yurttaşlarının sayısı 20 milyona varıyordu. 1,710 kasaba yağma edilerek yıkıma uğramış, 70,000 köy yakılmış ve 32,000 sanayi tesisi yerle bir edilmişti. Naziler, ülkedeki çelik üretiminin yüzde yetmişini sağlayan metalürji tesislerini çalışmaz duruma getirmişlerdi. Kömür üretiminin yüzde altmışını sağlayan maden ocaklarına su doldurmuşlar, 4,100 tren istasyonunu ve 65,000 kilometrelik demiryolunu havaya uçurmuşlardı.
"Tarımsal alanda da ağır bir yıkım görülmekteydi. 1,876 sovhoz, 2,890 makina traktör istasyonu ve 98,000 kolhoz yağma edilmişti. Canlı hayvan kaybı ise, 71 milyon baştı. Bu durum, işgale uğramış topraklarda tarım tekniğinin yeniden oluşturulmasını gerekli kılıyordu. Kültür tesislerinde, tıbbi tesislerde ve konutlarda da ağır hasarlar meydana gelmişti. Savaşın sonucu olarak ülkenin toplam kaybı, askeri giderler ve işgal altında bulunan bölgelerdeki ulusal gelirin geçici kaybı dahil, 2,600 milyar rubleydi. Savaş, ülkenin kalkınmasını on yıl geriye atmıştı." (N. V. Yesileyeva-A. Z. Manfred, Yakın Çağlar Tarihi, S. 529) Bütün bunlara rağmen,
"Haziran 1945'te, yani Almanya zaferinden hemen sonra Sovyet Hükümeti, silahlı kuvvetlerini terhis etmeye başladı. Mart 1948'de terhis işlemleri tamamlanmış ve ordunun sayısal gücü 11,400,000'den 2,900,000'e indirilmişti. Bu, ülkenin savunması için gerekli olan asgari miktardı. Sovyet Hükümeti, bu davranışıyla, barıştan yana olduğunu ve saldırgan amaçlar taşımadığını ortaya koymuştu." (Adıgeçen kitap, s. 530) Buna karşılık, 1861-65 iç Savaşından bu yana topraklarında herhangi bir askeri operasyon yaşanmamış bulunan, ekonomisi Sovyetler Birliği'ninkinden çok daha güçlü olan ABD, kendisine Sovyetler Birliği karşısında önemli bir avantaj sağlayan stratejik hava kuvveti ve güçlü donanmasına ek olarak nükleer silahlar da edinmiş ve böyle-ce üstünlüğünü daha da perçinlemişti. Bir Amerikalı tarihçinin belirttiği gibi,
"Birincisi ABD, Sovyetler Birliği karşısında 1944'den en az 1962'ye kadar büyük bir edimsel ve potansiyel güç üstünlüğüne sahipti. Bu kronolojik dönem boyunca iki ülke arasındaki mutlak ve görece güç ilişkisini hiçbir şey değiştirmemiştir." (W. A. Willi-ams, The Tragedy of American Diplomacy, s. 207) ikinci Dünya Savaşının bitiminde ABD, kapitalist dünyadaki sanayi üretiminin yüzde 60'ına, ihracatın yüzde 33'üne, ticaret filosu tonajının yüzde 50'sine ve altın rezervlerinin yüzde 70'ine sahip bulunuyordu. Ünlü tarihçi E. Hobsbawm, savaşın bitiminde, ABD'ne kıyasla çok daha zayıf konumda bulunan Sovyetler Birliği'nin liderlerinin Batı'ya karşı saldırgan bir tutum içinde olmadıklarını şöyle açıklıyordu:
"Rasyonel bir değerlendirme temelinde SSCB'nin, Kızılordu'nun işgal kuvvetlerinin menzilinin dışında bulunanlar için herhangi bir yakın tehdit oluşturduğu söylenemezdi. SSCB savaştan yıkıma uğramış, kaynaklarını tüketmiş, bitkin ve barış- dönemi ekonomisi çökmüş bir durumda... çıkmıştı. Batı sınırında o, daha bir kaç yıl Ukrayna'lı ve diğer ulusalcı gerillalarla uğraşmaya devam etti... O (SSCB-b.n.) alabileceği ekonomik yardımın tümüne gereksinim duymaktaydı ve dolayısıyla kısa erimde çıkarları, bu yardımı verebilecek durumdaki tek devletle, ÂBD'yle ilişkilerini bozmamasını gerektiriyordu." (Age of Extremes, s. 232)
Dolayısıyla, ABD'nin bir "Sovyet tehdidinden çekinmesi için görünürde hiçbir mantıksal neden yoktu. Ama "Sovyet tehdidi" gürültüsünün koparılmasının ABD ve dünya emperyalizminin çıkarları bakımından "mantıksal nedenleri" vardı elbette. Le-nin, Ekim Devriminin zaferinden sonra kaleme aldığı bir yazıda şöyle demişti:
"... Sovyet Cumhuriyeti'nin sürekli olarak emperyalist devletlerin yanısıra varolacağı düşünülemez. Sonunda ya biri ya da diğeri zafer kazanacaktır. Ve bu son gelene kadar, Sovyet cumhuriyeti ile burjuva devletler arasında bir dizi en korkunç çatışma olması kaçınılmazdır." (Aktaran, Uluslararası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında Polemik, s. 334)
Evet, başında Stalin'in bulunduğu SBKP'nin önderlik ettiği Sovyetler Birliği saldırgan bir politika gütmüyor, ABD emperyalizmi için doğrudan bir tehdit oluşturmuyordu. Ancak, bu iki karşıt sistem arasındaki çelişmenin objektif olarak antago-nist karakterini ortadan kaldırmıyordu. Gerek SBKP ve Sovyet devletinin önderleri, gerekse Alman, İtalyan ve Japon saldırganlarının çizmelerini giymiş olan ABD ve dünya tekelci burjuvazisi bunu biliyordu. Bu ikincilerin gözünde, ikinci Dünya Savaşından zaferle çıkmış olan Sovyetler Birliği'nin varlığı, adı ve devrimci örneği en büyük tehditti. Çekirdeğini Sovyetler Birliği'nin ve Asya ve Avrupa halklarının oluşturduğu devrimci güçler, faşist bloku onulmaz bir yenilgiye uğratmak suretiyle dünya ölçeğinde güçler dengesini değiştirmiş, kapitalist-em-peryalist dünya sistemini temellerinden sarsmışlardı. Bu, Sovyetler Birliği'nin ve sosyalizmin saygınlığının dünya ölçeğinde artmasına, komünist hareketin gerek emperyalist, gerekse geri ve bağımlı ülkelerde gelişmesine, sömürgecilik sistemi altında ezilmekte plan halkların ayağa kalkmaya başlamalarına yol açmış, proletarya ve halklara umut, özgüven ve cesaret aşılamıştı. Kominform'un yayım organı For A Lasting Peace, For A People's Democracy (Kalıcı Bir Barış, Bir Halk Demokrasisi için) adlı yayım organının, ikinci Dünya Savaşının bitiminden yaklaşık beş yıl sonra yayımlanan 27 Ocak 1950 tarihli sayısının başyazısında, savaş sonrası durum şöyle anlatılıyordu:
"Bugünkü uluslararası durumun en belirgin özelliklerinden birisi sömürge ve bağımlı ülkeler halklarının devrimci savaşımlarının daha önce görülmemiş bir düzeye ulaşmış olmasıdır.
"Bir çok ülkede bu savaşım, Doğu'nun yüzmilyonlarca emekçi halkının katıldığı silahlı savaşım biçimini almıştır, işçi sınıfı ve komünist partileri tarafından yönetilen bu savaşımın boyutları ve doğası, sömürge ve bağımlı ülkeler halklarının kararlı bir biçimde sömürge egemenliğine karşı ve ulusal kurtuluş için devrim yolunu tuttuklarını, göstermiştir.
"Savaş sonrası dönemde bağımlı ve sömürge ülkelerdeki devrimci kurtuluşçu savaşımın güçlü ilerleyişi tüm dünya emperyalist sistemini temellerinden sarsmış, ve sömürge ülkelerin artık eski tarzda yaşamak istemediklerini ve metropol ülkelerin egemen sınıflarının artık onları eski tarzda yönetemediklerini göstermiştir." (Docu-ments of the Communist Party of India, Cilt 2, s. 609-10) Gerçekten de, ikinci Dünya Savaşı'nın en önemli sonuçlarından birisi, faşist blokun yenilgiye uğratıl-masından sonra Filipinler'den Endonezya'ya, Filistin'den Çin'e, Malaya'dan Güney Kore'ye, Vietnam'dan Hindistan'a, Yunanistan'dan Birmanya'ya, Kolombiya'dan Madagaskar'a kadar pek çok yerde ezilen ve sömürge halkların çoğu kez silahlı ayaklanma ve gerilla savaşı biçimini alan direnişlerinin geliş-mesiydi. Daha da önemlisi, faşizmi yenilgiye uğratmış olan Sovyetler Birliği'nin ve halk demokrasili ülkelerinin ve güçlü bir; uluslararası" komünist hareketin varlığından güç alan bağımlı ve sömürge ülkeler halklaranın isyan ruhunun ve ateşinin giderek yayılma eğilimi göstermesi ve metropol ülkelerinin güçlü ve militan işçi sınıfı hareketiyle birleşme ve tek bir devrimci cephe oluşturma potansiyelini taşımasıydı.
Emperyalist burjuvazi ve onun siyasal liderleri ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra öncelikle işte bu devrim dalgasının önünü almak için kolları sıvamaya başladılar. Onlar bunu gerek kendi ülkelerinde ve gerekse dünya ölçeğinde, anti-komünist cadı kazanları kaynatmak ve hayali bir Sovyet tehdidi yaratmak suretiyle yapmaya giriştiler. Dünya kapitalist-emperyalist sisteminin tartışılmaz şefi konumuna yükselmiş olan ABD'nin yöneticileri, saldırgan ve militarist politikalarını yaşama geçirebilmek için senatör Vandenberg'in de söylediği gibi "Amerikan halkının ödünü patlatmak" zorundaydılar. Dolayısıyla onlar "kendi" proletarya ve halklarını tüm dünyayı egemenliği altına almaya hazırlandığını ileri sürecekleri Sovyetler Birliği umacısına karşı anti-komünizm ruhuyla biçimlendirmeye giriştiler.
"Soğuk Savaş"m başlatılmasının ve ABD'nin başını çektiği dünya emperyalizminin Sovyetler Birliği'ne ve dünya proletaryası ve halklarına karşı genel bir saldırıya girişmesinin bir diğer önemli nedeni, kapitalizmin ekonomik gereksinmeleriydi. Daha Kasım 1944 gibi erken bir tarihte, yani Almanya'nın 8 Mayıs 1945'de teslim oluşundan altı ay önce ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı D. Acheson, Savaş Sonrası Ekonomik Politika ve Planlama Kongre Komitesi önünde yaptığı konuşmada ülke ekonomisinin savaştan sonra 1930'ların ekonomik depresyonuna benzer bir depresyon ya da bir çöküş tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceği yolundaki kaygısını şu sözlerle dile getirmişti:
"Ülkemizin ekonomik ve toplumsal konumuna baktığımızda çok kötü bir dönemden geçtiğimiz açık olmalı. Ekonomik ve toplumsal sistemimiz üzerinde son derece kapsamlı etkiler yaratmadan 1920'lerin sonu ve 1930'ların başındakine benzer bir on-yılı yeniden yaşayamayız... Bu soruna baktığımızda, bunun bir pazar sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Bir üretim sorunumuz yoktur. ABD, sınırsız bir yaratıcı enerjiye sahiptir. Önemli olan pazarlardır. Ülkenin ürettiğinin tüketilmesini ve üretimi olanaklı kılan mali düzenlemeler çerçevesinde satılmasını sağlamamız gerekir... Gözlerinizi dış pazarlara çevirmelisiniz." (Aktaran, W. A. Wil-liams, The Tragedy of American Diplomacy, s. 235) Acheson daha sonra ABD'nin, Sov-yetler. Birliği'nin durumunda olduğu gibi bütün üretimini ülke içinde kullanmasının olanaklı olmadığını, "bunun anayasamızı, mülkiyete ve insan özgürlüklerine bakış açımızı ve hukuk anlayışımızın ta kendisini bütünüyle değiştirmeyi (yani kapitalizmin yıkılmasını ve sosyalizmin kurulmasını -b.n.) gerektireceğini" (Adıgeçen kitap, s. 236), dolayısıyla kimsenin böyle bir şeyi düşünemeyeceğini söyledikten sonra dış pazarlar olmaksızın ABD'de tam istihdam ve gönenç olamayacağını belirtti. ABD emperyalizminin sözcüleri zamanla daha açık konuşur oldular. Bunu, 12 Mart 1947'de ilan edilen ve aşağıda değinilecek olan Truman Doktri-ni'ne ilişkin tartışma ve yorumlarda görebiliriz. Sözümona Yunanistan ve Türkiye'yi "komünizm tehlikesi"nden ve "Sovyet tehdi-di"nden korumak amacıyla ilan edilen bu doktrinin asıl amacı, artık emperyalizm ve gericilik için ivedi bir "tehdit" olmaktan çıkmış olan Yunan devrimini bastırmak ve bu iki ülkeyi Sovyetler Birliği'nin çevresinde örülmekte olan cordon sanitaire'in birer halkası haline getirmekten çok, Doğu Akdeniz ve Yakındoğu'da sarsılmakta olan emperyalist statükoyu ayakta tutmak ve bölgedeki enerji kaynaklarının denetimini sağlamlaştırmaktı. Örneğin, Business Week dergisinin 22 Mart 1947 tarihli sayısının manşetinde, "Yeni Demokrasi, Yeni iş Sahaları; ABD'nin Dışarıdaki Komünizmi Durdurma Hamlesi, Üsler, Yardım ve Yeniden inşa için Ağır Mali Harcamalar Anlamına Geliyor" yazılıydı. ABD tekelci burjuvazisinin, herhalde hiç kimsenin açıksözlü olmadığını ileri süremeyeceği sözcüsü Wall Street Journal Ekim 1948'de şunları yazacaktı:
"Askeri siparişler çoğalırsa, bu, stokların artması tehlikelerini ortadan kaldıracaktır... Eğer silahlanma geniş ölçüde hızlan-saydı, ya da savaş çıksaydı, mal yığılması diye birşey olmayacaktı artık."
Demek ki, "Soğuk Savaş"ın patlak vermesi ve onun piçi NATO'nun doğuşu, deyim yerindeyse kaçınılmazdı. Kaldı ki, Ekim Devriminin zaferinden ve iç Savaşın bitiminden sonraki uzun dönem (1921-41) boyunca emperyalist ülkeler, Sovyet ülkesine karşı bir çeşit "Soğuk Savaş"ı zaten sürdürmüşlerdi, iç Savaş'a aktif olarak Beyaz Muhafızların yanı-sıra müdahale etmiş olan emperyalistlerin daha sonraları Sovyetler Birliği'ne karşı, diplomatik ve siyasal yalıtma, ticari ambargo, gericiliğin kalıntılarını destekleme, ekonomik sabotaj, Sovyet Partisi ve devletini içten çökertme girişimleri ve psikolojik savaş biçimlerini alan bir düşmanlık politikası uyguladıkları biliniyor. Dolayısıyla, faşist bloka karşı savaşa adeta iradeleri dışında ve koşulların zorlamasıyla sürüklenmiş olan emperyalist ülkelerin ve özellikle de ABD ve İngiltere’nin, daha savaş bitmeden anti-sosyalist eylemlere girişmeleri, yepyeni bir olgu olarak görülemez. Onlar bir bakıma yeni koşullarda, yani ikinci Dünya Savaşı sonrasının yeni güç dengeleri koşullarında eski ve geleneksel politikalarına dönmekteydiler. ABD ve İngiliz emperyalistleri savaşın bitiminden başlayarak; faşist işgal altına girmiş olan ülkelerde Alman Nazileriyle, İtalyan faşistleriyle ve Japon militaristleriyle işbirliği yapan ve on-milyonlarca insanın ölümünden, yaralanmasından, işkence görmesinden sorumlu olan çok sayıda işbirlikçi, işkenceci ve katili koruyucu kanatlarının altına almakla, SS ve Gestapo'nun ve Alman istihbarat örgütlerinin pek çok üst ve orta düzey görevlisini kendi istihbarat örgütlerinin hizmetine almakla, Çin'de, Kore'de ve Güneydoğu Asya ülkelerinde gerçekleştirdikleri Nazi-tarzı işkence ve katliamlar gerçekleştirmiş olan Japon militaristlerinin askeri ve sivil şeflerini de aynı sınıf kardeşliği duygusuyla korumakla kalmadılar. Onlar, Nazizmin ve faşizmin işbaşına gelmesine aktif olarak katkıda bulunan ve ilerici insanlığa karşı işlenen suçlardan doğrudan ve dolaylı olarak sorumlu olan tekeller ve iş çevreleriyle ilişkilerini de geliştirmeye yöneldiler. Bütün bunlar; devrimin, sosyalizmin, proletaryanın ve halkların bu azgın düşmanlarının zerrece değişmediklerini ve değişmeyeceklerini bir kez daha gösteriyordu.
Bu tutum ve uygulamalar ABD, Sovyet-ler Birliği ve İngiltere’nin faşist bloka karşı sürdürdüğü savaşın deklare edilmiş amaçlarına açıkça ters düşüyordu. Üç bağlaşık devletin Aralık 1943 Tahran ve özellikle de Şubat 1945 Yalta ve Temmuz-Ağustos 1945 Potsdam konferanslarında aldıkları ortak kararlar, Alman ordusunun bütünüyle dağıtılmasını, Almanya'nın savaş potansiyelinin yokedilmesini ve Almanya'nın ve Avrupa'nın Nazizmden ve faşizmden bütünüyle arındırılmasını, Alman Nazizmini ve İtalyan faşizmini destekleyen tekel ve kartellerin ve diğer savaş suçlularının cezalandırılmasını öngörüyordu. Örneğin Yalta Konfe-ransı'nda ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere, Avrupa'nın Nazi ve faşist egemenliğinden kurtarılmasından sonra izlenecek ortak politikayı şöyle formüle etmişlerdi:
"Onlar (Birleşik Krallık, ABD ve SSCB), kurtarılmış Avrupa'nın içinde bulunduğu geçici istikrarsızlık döneminde Nazi Almanya-sı'nın egemenliğinden kurtarılmış halklara ve Avrupa'nın eski Mihver uydu devletlerinin halklarına ivedi siyasal ve ekonomik sorunlarını demokratik yollardan çözümünde yardımcı olmak için uyum içinde çalışma konusundaki düşünce birliklerini ortaklaşa açıklarlar.
"Avrupa'da düzenin kurulması ve ulusal ekonomik yaşamın yeniden inşası, kurtarılmış halkların Nazizmin ve Faşizmin son kalıntılarını yoketmesini ve kendi seçimlerinin ürünü olacak demokratik kurumlar yaratmasını sağlayacak süreçler yardımıyla başarılmalıdır." (K. Zilliacus, I Chose Peace, s. 90) Ancak, ikinci Dünya .Savaşının bitiminin ardından aylar, hatta yıllar geçecek, ancak ABD ve İngiltere bu doğrultuda hiçbir adım atmayacaklardı. Sovyetler Birliği, Almanya'nın Yalta ve Potsdam kararları uyarınca demilitarizasyonu, özellikle de Ruhr havzasındaki savaş endüstrisi potansiyelinin ortadan kaldırılması, İngiliz ve Amerikan işgal bölgesi komutanlıklarının ayakta kalan Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerini korumaktan vazgeçmesi için diretmesini 1946 ve 1947 yılları boyunca sürdürdü. Ne var ki, Sovyetler Birliği'ne karşı düşmanca tutumlarını giderek pekiştiren ve ona karşı bir blok olarak hareket eden ABD, İngiltere ve daha sonraları Fransa, daha ikinci Dünya Savaşı'nın yaraları soğumadan Alman tekelci burjuvazisini yeniden ayağa kaldırma konusunda anlaşmışlardı bile. Sovyetler Birliği ise, Alman tekellerini korumanın faşist Alman ordusunu korumakla aynı şey olduğunu söylüyordu. Bir kaynakta bu konuda şunlar yazılıydı:
"1945-1946 yılları boyunca Senato Askeri İşler Komitesi'nin Savaş Seferberliği Alt-Komitesi Başkanı Senatör Harley M. Kil-gore, Alman kartel aygıtının ortadan kaldırılmak şöyle dursun, kasıtlı olarak yeniden inşa edildiği konusunda devamlı uyarıda bulundu...
"25 Şubat 1946'da... Karteller ve Dışarıdaki Varlıklar Bölümü Müdürü Russell Ni-xon, Kilgore Komitesi'ne, Birleşik Devletler ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği'nin tarafsız ülkelerde Nazi varlıklarının araştırılması çalışmalarına katılmasını engellediklerini anlattı." (M. Sayers-A. E. Kahn, Sovyetlere Karşı Büyük Komplo, s. 378-79) R. Nixon, Sovyetler'in katılımının "ispanya, Portekiz, İsviçre, İsveç ve Arjantin gibi ülkelerdeki faşist ya da gerici rejimlerin maskelerini düşürecek ve Müttefik ülkelerde bu rejimlerle işbirliği içinde bulunan belirli iktisadi grupların tüm unsurlarını gözler önüne serecek" (Adı-geçen kitap, s. 379) olduğunu düşünüyordu. Alman militarizminin ve Nazizmin kalıntılarını ortadan kaldırma doğrultusunda adım atmayan, tersine onları bir biçimde yeniden yaşama kavuşturmaya çalışan ABD ve İngiltere bir yandan da, Almanya'daki işgal bölgelerinde, savaş sırasında Hitler'le işbirliği yapmış olan Hırvat faşistlerinin, Macar Nazi Partisi'nin, Polonya'lı beyaz general Anders yanlılarının ve krallık yanlısı Yugoslav gericilerinin askeri kuvvetlerini barındırmaktaydılar. Bir yanda ABD ve İngiltere ve giderek onlarla aynı tutumu izlemeye başlayan Fransa ile öte yanda Sovyetler Birliği arasında Almanya'nın geleceğine ilişkin görüş ayrılıkları 1947 ve 1948 yılları boyunca derinleşmeye devam edecek ve "Soğuk Savaş"ın ve NATO'nun kuruluşunun en önemli gerekçelerinden birisi olacaktı. Savaşın bitiminde, Almanya'nın yönetimini üstlenen ve içinde Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa'nın yer aldığı bir Dört Devlet Denetim Konseyi kurulmuştu. Bu Konsey, dört devletin işgal bölgeleri arasındaki ilişkileri, Almanya'nın demokratikleştirilmesini, Hitler Almanya-sı'nın oluşumunda büyük rol oynamış bulunan tekellerin etkisizleştirilmesin^ Almanya'nın başta Sovyetler Birliği gelmek üzere savaşta zarar gören devletlere tazminat ödemesini vb. koordine etmekle yükümlüydü. Ancak Batılı emperyalistlerin savaş sonrası dönemde, "Sovyet tehdidi"ne karşı güçlü bir Almanya yaratma yolundaki -giderek daha açık bir biçimde dile getirilen- eğilimleri, eski bağlaşıkların ortak bir Almanya politikası gütmelerini daha baştan olanaksız kılıyordu, ikinci Dünya Savaşı'nda en büyük bedeli ödeyerek insanlığı faşist barbarlığın pençesinden kurtarmakta belirleyici bir rol oynamış bulunan Sovyetler Birliği, haklı olarak gelecekteki olası bir saldırıya karşı güvenli sınırlara sahip olmak istiyordu. Bu nedenle o, gerek Birinci ve gerekse ikinci Dünya Savaşı'nın çıkmasında önde-gelen bir rol oynamış bulunan Alman tekelci burjuvazisinin dişlerinin ve tırnaklarının sökülmesinden yanaydı. Bu konuda Sovyetlerle taban tabana karşıt bir görüş savunan ABD'nin Dışişleri Bakan Yardımcısı D. Acheson, ülkesinin başını çektiği emperyalist devletlerin Almanya politikasının özünü 10 Mayıs 1947'de yaptığı bir konuşmada son derece özlü bir biçimde açıklamıştı: "Almanya da dahil olmak üzere Avrupa'yı eski haline getirmeliyiz." (A. Maurois-L. Aragon, Amerika-Rusya, ikinci cilt, s. 199) Aynı günlerde, Fransız Le Monde gazetesi, geleceğin ABD Dışişleri Bakanı J. F. Dulles'in yaklaşımını değerlendirirken şunları yazacaktı: "Sovyet aleyhtarı tutumu açıktır. Sözlerinden, Komünizme karşı bir engel meydana getirmek amacıyla gerekirse Almanya'yı bizim (yani Fransa'nın-b.n.) zararımıza olarak bile canlandıracağı şimdiden bilinmektedir." (Adıgeçen kitap, s. 1 99)
1 Ocak 1947'de İngiliz ve Amerikan işgal bölgelerinin birleştirilmesi, Almanya konusunda da yolların ayrıldığının önemli bir kanıtıydı. 12 Mart 1947'de Truman Doktri-ni'nin ilan edilmesi ise, iki taraf arasındaki bağların kopma noktasına geldiğinin herkesin önünde itiraf edilmesinden başka bir anlama gelmiyordu. Aralık 1947'ye gelindiğinde ise İngiltere ve ABD, artık Almanya'nın birleştirilmesinden vazgeçmiş ve ayrı bir Alman devleti kurmaya başlamışlardı. Sovyet hükümeti 6 Mart 1948'de yayımladığı bir notayla bu gelişmeleri protesto etti. Buna karşılık ABD, İngiltere ve Fransa 7 Haziran günü Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'un da katılımıyla topladıkları Londra Konferan-sı'nda Almanya'nın Batı Avrupa'yla ekonomik entegrasyonunu kararlaştırdılar.-Sov-yetler Birliği, bunun Yalta ve Potsdam An-laşmaları'na aykırı olduğunu, eski bağlaşıklarının, kendisinin ve Almanya'ya komşu olan Polonya'nın ve Çekoslovakya'nın çağrılmadığı bir Almanya konferansı toplamalarının, Dört Devlet Denetim Konseyi'nin ve Almanya'nın dörtlü yönetiminin sona erdiği anlamına geldiğini ileri sürdü. 24 Haziran 1948'de ise Varşova'da Sovyetler Birliği, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya ve Macaristan dışişleri bakanları bi-raraya geldiler ve Londra Konferansı'nın, Almanya'nın yeniden canlandırılmasının ve silahlandırılmasının yolunu açan kararlarını kınadılar. Londra Konferansı, Almanya'da edimsel olarak ayrı iki devletin kuruluşunun başlangıcı oldu. Bundan bir kaç ay önce, yani 17 Mart 1948'de NATO'nün temelini atan Brüksel Anlaşması'nın imzalanması ve bundan bir kaç ay sonra Ekim 1947'de Kominform'un kurulması, "Soğuk Savaş" dönemi saflaşmasının ana çizgilerini ortaya çıkaracaktı. Peki, bu noktaya nasıl gelinmişti?
"Soğuk Savaş"ın başlamasında ve Nisan 1945'de ölen devlet başkanı F. D. Ro-osewelt'in yerine geçen H. Truman yönetiminin dış ve iç politikasının belirginleşmesinde, Moskova'da görevli ünlü Amerikan diplomatı G. F. Kennan'ın "Uzun Telgraf" olarak bilinen yazısı önemli bir rol oynayacaktı. Almanya'nın teslim olmasından 9 ay ve Hiroşima ve Nagasaki kentlerinin üzerine atom bombası atılmasından ve Japonya'nın teslim olmasından 6 ay kadar sonra, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın kendisinden Sovyetler Birliği'nin tutumu konusunda bir değerlendirme istemesi üzerine 22 Şubat 1946'da kaleme aldığı bu yazısında Ken-nan,- Sovyetler Birliği'yle uzlaşma çabalarının başarısızlığa mahkum olduğunu belirtiyor ve,
"Kremlin'in nörotik dünya görüşü geleneksel ve içgüdüsel Rus güvensizlik duygusudur... onlar her zaman yabancı sızmasından korkmuş, Batı dünyasıyla kendi dünyaları arasında doğrudan temastan korkmuş, Rusların dış dünyaya ilişkin gerçeği ya da yabancıların onların dünyalarına ilişkin gerçeği öğrenmeleri halinde olacaklardan korkmuşlardır." (Aktaran, M. McCauley, The Origins of the Cold War, s. 113) diyor, "Sovyet saldırganlığımın ödünlerle önlemeyeceğini, bunun için güç kullanmak gerektiğini ileri sürüyordu, işin ilginci bu "Soğuk Savaş" diplomatının kendisinin daha sonraları "Uzun Telgrafta yazdıklarını bir peri masalına benzetmiş olmasıdır. Bu bay daha sonraları,
"O günün Rusyası konusunda en basit bir bilgiye sahip bir insan Sovyet liderlerinin kendi silahlı kuvvetlerini kullanarak askeri saldırılarla kendi davalarını yayma niyetlerinin olmadığını açıkça görebilirdi." (H. Hig-gins, Soğuk Savaş, s. 67) diyecekti.** Ama dünya emperyalizminin o günkü çıkarları an-ti-komünist ve savaşyanlısı bir histeri kampanyasının başlatılmasını gerektiriyordu. Ve bunu Kennan'dan daha da ustalıkla yapacaklar çıkacaktı. 1945 Temmuz seçimlerini yitirerek başbakanlığı "işçi" Parti-si'nden C. Atlee'ye bırakmak zorunda kalmış olan W. Churchill, 5 Mart 1946'da ABD'nin Fulton l kentinde, F.-D. Roose-welt'in yerine geçen H. i Truman'in başkanlık ettiği toplantıda bir konuşma yaptı. Sosyalizmin ve halkların kıdemli düşmanı türedi aristokrat, bu konuşmasında şunları söyledi:
"Baltık kıyılarında Stettin'den Adriyatik kıyılarında Trieste'ye kadar kıta boyunca bir Demir Perde çekilmiştir. Orta ve Doğu Avrupa'nın eski devletlerinin başkentleri o hattın gerisinde kalmışlardır... Avrupa'nın bütün bu Doğu devletlerinde çok küçük olan Komünist Partileri sayılarının çok ötesinde bir öncelikli konuma ve güç düzeyine yükseltilmişlerdir ve her yerde totaliter bir denetim kurma peşindedirler." (V. Cowles, Winston Churchill, The Era and the Man, s. 364) Bir zamanlar Ekim Devrimi'ni beşiğinde boğulması için çok çaba harcamış olan Churchill konuşmasında, Rus komünizminin "Hıristiyan uygarlığına yönelik mücadele ve tehdidine, yani Sovyetler Birliği'ne karşı "İngilizce konuşan halkların dostça birliği", yani çekirdeğinde İngiltere ve ABD'nin bulunacağı yeni bir askeri bağlaşma çağrısında bulundu. Ve o, "mümkün olan hızla bütün ülkelerde özgürlük ve demokrasi şartlarının yerleşmesini", yani sözümona Demir Per-de'nin arkasında kalmış ve "Sovyet nüfuzu" altına girme "tehlikesi'yle yüzyüze olan ülkelerin yeniden kapitalist-emperyalist sistemin nüfuz alanına çekilmesi için çaba harcanmasını istedi.
Son zamanlarda, özellikle revizyonist blokun ve Rus sosyal-emperyalizminin çökmesinden sonra ortaya çıkan bazı yeni belgeler, ABD ve İngiltere’nin bu tarihten de önce, yani ikinci Dünya Savaşının sona ermesinin hemen ardından anti-komünist ve savaş kışkırtıcı etkinliklerine yeniden başladıkları ve Sovyetler Birliği'ne karşı bir savaşa hazırlandıkları gerçeğini tartışma götürmez bir biçimde kesinleştirmiştir. Kestirilebi-leceği gibi, bu konuda başı, dünya emperyalizminin kaşarlanmış şefi Churchill çekiyordu. North Star Compass dergisinin Ağustos 1997 tarihli sayısında yer alan "Churchill - Her Zaman Sosyalizmin ve Sovyetler Birliği'nin Düşmanı" başlıklı yazıda şöyle deniyordu:
"Churchill, daha ikinci Dünya Savaşı sürmekteyken, bir yandan Kızılordunun ve SSCB'nin Avrupa'nın çoğunu kurtarmada oynadığı rolü över gibi gözükürken, bir yandan da bu ülkeye karşı bir savaş düşünüyordu. O, 23 Kasım 1954'de İngiltere’nin Woodford kentinde yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
" 'Daha savaş sona ermeden ve henüz yüzbinlerce Alman silahlarını teslim etmekteyken, Lord Montgomery'ye (Avrupa'daki İngiliz birliklerinin komutanı-b.n.) çektiğim bir telgrafta ona, Alman silahlarını toplarken dikkatli olması, bu silahlan Sovyet ilerlemesinin sürmesi durumunda kendileriyle yeniden birlikte hareket etmemiz gereken Alman askerlerine yeniden dağıtılacak biçimde istif edilmesi gerektiği yolunda direktif verdim'.'
"Bu tümceler 14 Kasım 1954 tarihli News Chronicle'da yayımlandı. Aynı sayıda Mohtgomery'nin, Churchill'in kendisine gönderdiği direktifi doğrulayan şu açıklaması yer aldı:
"Dün gece New York'ta Lord Montgo-mery şöyle dedi: 'Churchill'den böyle bir telgraf aldığım doğru. Ben de buyruklara uydum. Gerçek bir asker olarak, ben her zaman buyruklara uyarım.
Milliyet gazetesinin 2 Ekim 1998 tarihli sayısında yayımlanan bir haber bu konuda bir başka örnek oluşturuyordu. Adıgeçen gazetenin 'dış haberler' köşesinde yayımlanan "Churchill, 3. Dünya Savaşını Çıkartacakmış" başlıklı yazıya okumuş olanlar, adı ikinci Dünya Savaşının "baş kahramanları" arasında geçen bu bayın ve onun temsil ettiği sınıfların, ikinci Dünya Savaşının yaralarının daha kapanmaya bile başlamadığı bir anda, insanlığı daha da kanlı bir mezbahaya sürüklemeyi planladıklarının somut kanıtlarından birini görmüşlerdir. Zafer Arapkirli'nin Londra'dan geçtiği haberde aynen şöyle deniyordu:
"İkinci Dünya Savaşının hemen sonunda İngiltere Başbakanı Winston Churchill'in, Sovyetler Birliği'ne karşı 'Üçüncü' Dünya Savaşı'nı başlatmanın planlarını yaptığı bildirildi, İngiliz arşivlerinde ortaya çıkan gizli belgelere göre, Sovyet lideri Stalin'in, güneye inerek Türkiye, Yunanistan, Iran ve Irak’ı işgal edeceği varsayılarak hazırlanan planlarda, ABD ve İngiliz kuvvetlerinin yanısıra, mağlup Alman kuvvetlerinin de Sovyetler'e karşı taarruza geçmesi planlanmıştı.
"The Daily Telegraph gazetesinin dün manşetten verdiği haberde, 29 sayfadan oluştuğu belirtilen gizli raporun ayrıntıları yeraldı. Churchill'in 'Operation Unthinkable' (Akla Bile Gelmeyecek Harekat) adını verdiği harekatla ilgili planların, 22 Mayıs 1945 tarihinde, yani Avrupa'da savaşın sona ermesinden sadece 14 gün sonra hazırlandığı bildirildi, l Temmuz 1945 tarihinde başlayabileceği tahmin edilen Üçüncü Dünya Savaşı'nın Dresden ve Baltık kıyıları arasında bulunan toplam 47 İngiliz ve Amerikan tümeninin taarruzuyla başlamasının da planlandığı kaydedildi.
"Belgelerde, Churchill'in General Mont-gomery ve General Eisenhower ile birlikte yeni savaş planlan hazırlamasına neden olarak, savaşın sona ermesinden kısa bir süre sonra Sovyet ordusunun 29 Haziran 1945 tarihinde yeniden Topyekün savaş alarmına' geçirilmesi gösteriliyor. Ancak daha sonraki gelişmeleri izleyen İngiliz hükümetinin, savaş fikrinden vazgeçip, bunun yerine savunma planlarına yöneldikleri de anlaşılıyor."
Anglo-Amerikan emperyalistlerinin niyetlerini açığa vuran bir başka veri, M. Wal-ker'ın 1993'de yayımlanan bir kitabında sunuldu. Buna göre, ABD Genelkurmayı, ikinci Dünya Savaşı'nın bitiminden yalnızca on hafta sonra Sovyetler Birliği'nin en büyük 20 kentine atom bombalan atmayı planlamıştı. (The Cold War: And the Making of the Modern World, s. 26-27)
Ancak, eski veriler de emperyalist burjuvazinin ikinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından açığa çıkan saldırgan yüzünü ve amaçlarını görmemize olanak vermektedir. Faşizme karşı sürdürülen savaşta zaferin kazanılmasından hemen sonra ABD-İngil-tere ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerin önce daha yavaş ve üstü örtülü bir biçimde, sonraları daha hızlı ve açık bir biçimde bozulmakta olduğu gelişmeleri izleyenler ve gözden geçirenler için bir sır değildi, İngiliz Başbakanı W. Churchill'in, daha Almanya'nın teslim olma-sından önce, Sovyet, Amerikan ve İngiliz birliklerinin Nazi Alman-yası'nın sınırlarına dayandığı Nisan 1 945'de,
"Birinci olarak, Sovyet Rusya hür dünya için öldürücü bir tehlike olmuştu, ikinci olarak da, hiç vakit geçirmeksizin, Sovyetlerin ilerlemesini durdurmak üzere yeni bir cephe kurmak gerekir." (A. Maurois-L. Aragon, Amerika-Rusya, ikinci cilt, s. 146) dediği biliniyordu. Almanya'nın teslim olduğu 8 Mayıs 1945 günü ABD'nin, Ödünç Verme ve Kiralama programını yürürlükten kaldırarak Sovyetler Birliği'ne yapmakta olduğu malzeme yardımını durdurması da. işin tuhafı aynı günlerde, ABD ve İngiltere, Sovyet Kı-zılordusu'nun Uzak Asya'daki Japon birliklerine karşı operasyona girişmesini istiyorlardı (!) Washington'un böyle erken bir tarihte, biraz da Londra'nın telkiniyle bu, adımı atmasının görünürdeki nedeni, savaş sonrası dönemde Polonya'nın nasıl bir rejime sahip olacağı ve kimler tarafından yönetileceği sorunuydu. ABD ve özellikle İngiltere, Polonya'nın Londra'da konuşlanmış olan sürgündeki burjuva hükümeti tarafından, Sovyet Rusya ise -Ocak 1945'de tanıdığı ve- Lublin Komitesi olarak bilinen komünist ve anti-faşist güçler tarafından yönetilmesinden yanaydı. Ancak, Polonya bunalımı, emperyalistlerin kışkırtmalarıyla zaman içinde daha fazla alevlenecek olan iki taraf arasındaki derin ve çok yanlı anlaşmazlığın görece küçük bir parçasından başka bir şey değildi. Başkan H. Truman, daha Ocak 1946'da, "Rusya'nın karşısına demir bir yumruk ve güçlü bir dille çıkmadıkça" yeni bir dünya savaşının engellenemeyeceğini, ABD ve Batılı bağlaşıklarının Japonya ve Pasifik üzerinde mutlak bir denetime sahip olmaları gerektiğini, Çin ve Kore'de güçlü ve Batı-yanlısı merkezi hükümetler kurulmasını ve Rusya'nın, savaş sırasında Ödünç Verme ve Kiralama programı uyarınca kendisine verilen askeri malzemenin karşılığını vermesi için zorlanması gerektiğini savunuyordu.
ikinci Dünya Savaşı döneminde ABD'nin başında istikrarsız ve ikiyüzlü bir tarzda da olsa faşizme karşı Sovyetler Birliği'yle birlikte savaşmaktan yana olan eğilimi simgeleyen Başkan F. D. Roosewelt bulunuyordu. Onun 12 Nisan 1945'de ölümünden sonra yerine, bu sınıfın geleneksel saldırgan ve daha açık anti-komünist eğilimini simgeleyen yardımcısı H. Truman geçmişti. Ancak ABD'nin dış ve iç politikasındaki değişiklik, her iki başkanın kişisel karakterlerinden çok, güç ilişkilerinde faşizmin yenilmesiyle ortaya çıkan değişiklikle doğrudan ilgiliydi. Gene de daha Ekim 1939'da,
"Bu büyük Cumhuriyet'in rolü uygarlığı kurtarmaktır; biz savaşa katılmamalıyız." demiş olan H. Truman'ın "Soğuk Savaş" döneminin ruhunu daha iyi simgelediği ve ABD'nin dünya jandarmalığı rolüne daha uygun düştüğü söylenebilir. O, Nazi Alman-yası'nın Haziran 1941' de Sovyetler Birli-ği'ne saldırmasından sonra ABD'nin, karşılıklı olarak yormalarına ve tüketmelerine yardımcı olacak biçimde ikisine de yardım etmesi (!) gerektiğini savunmuş ve böylelikle Nazi Almanyası'nı doğuya, Sovyetler Bir-liği'ne yöneltmeyi hedeflemiş bulunan Chamberlain ve Daladier'lerin teslimiyetçi "yatıştırma ekolü"nün temsilcilerinden biri olduğunu ortaya koymuştu. Truman şöyle demişti:
"Almanya'nın kazandığını gördüğümüzde Sovyetler Birliği'ne; Sovyetler Birliği'nin kazandığını gördüğümüzde Almanya'ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar." (New York Times'tan aktaran Tarih Çarpıtıcıları, s. 76) H. Truman, 6 ve 9 Ağustos 1945'de, artık gücü tümüyle tükenmiş ve teslim olmak üzere olan Japonya'nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine, Sovyetler Birliği'ne, dünya proletaryası ve halklarına gözdağı vermek ve savaş sonrası dönemde ABD hegemonyasına karşı konulamayacağını göstermek amacıyla atom bombası atılması kararının en önde gelen sorumlu-suydu.
Geçerken bu ve benzer verilerin; burjuvazinin ve onun sosyal-demokrat, Troçkist vb. uşaklarının, Stalin'in ve SBKP'nin sözde aşırı kuşkuculuğu ve paranoyasına ilişkin gevezeliklerinin ne denli yanlış ve gerici bir karakter taşıdığını gösterdiğini anımsatmamız gerekiyor. Eğer Stalin değil ama, SBKP eleştirilecekse, "aşırı kuşkuculuk Ve paranoyasından ötürü değil, sosyalizmin ve devrimin yeminli düşmanlarının tuzak ve entrikalarına karşı yeterince uyanık olmamasından ötürü eleştirilmelidir. Emperyalist burjuvazi, her zaman bağrına batmış bir diken olarak gördüğü Lenin ve Stalin'in Sovyetler Birliği'ni karalamak, bölmek ve ezmek yolundaki planlarından hiçbir zaman vazgeçmedi. Onun, bundan sonra gerçekleşecek olan proleter devrimlerine karşı tutumu da bundan asla farklı olmayacaktır.
Emperyalist burjuvazinin sözcülerinin yukarıdaki türden açıklamaları, gelinen noktada ABD'nin 'yeni' ve daha saldırgan siyasal yöneliminin yaşama geçmesinin ideolojik hazırlığının tamamlanmak üzere olduğunu gösteriyordu. Bunun ilk değilse de en önemli adımı, kötü ünlü Truman Doktrini olacaktı, ikinci Dünya Savaşı'nda bitkin düşmüş ve artık ikinci sınıf bir emperyalist devlet haline gelmiş olan İngiltere'nin Yunanistan'da EAM (Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve ELAS (Yunan Ulusal Kurtuluş Ordusu) önderliğinde sürdürülen devrimci savaşı bastırmak için yerli gericiliğe verdiği askeri ve ekonomik desteği sürdüremeyeceğini belirterek ABD'ne başvurması bir dönüm noktası oldu. 12 Mart 1947'de Kong-re'de, okuduğu mesajında,
"ABD'nin dış politikasının, kendilerini boyunduruk altına almak için silahlı azınlık-larca harcanan çabalara ve dış baskılara karşı koyan özgür ulusları desteklemek olması gerektiği kanısındayım." (L. J. Halle, The Cold War As History, s. 121) diyen Truman, Kongre'den hükümete böylesi tehditler altında olduğunu ileri sürdüğü Türkiye ve Yunanistan'a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapma yetkisi vermesini istedi, istek kabul edildi ve 22 Mayıs 1947'de ABD Yunanistan'a 300 milyon ve Türkiye'ye 100 milyon dolar tutarında yardıma başladı. Ancak bu tarihte, EAM ve ELAS'ın başını çeken Yunanistan KP önderliğinin ihaneti devrimci güçleri hem bölmüş, hem de askeri bakımdan büyük ölçüde zayıflatmıştı.*** Buna karşın, İngiliz emperyalistlerinin Nazi işgalcileriyle işbirliği yapmış olan gerici ve faşist güçlere dayanarak ayakta tutabildiği Yunan burjuvazisinin azgın beyaz terörüne karşı koyan devrimci güçler, 1947'den başlayarak yeniden direnişe geçmişlerdi. Takati tükenmiş olan İngiliz emperyalistleri bu tarihten başlayarak "bayrağı" dünyanın yeni jandarmasına teslim edeceklerdi. Bir kaynakta bu konuda ABD için şunlar söyleniyordu:
"Aynı yılın sonlarına doğru Yunanistan'a askeri malzeme yığmaya başlamıştı. O güne dek askeri harekatı düzenleyip, teçhizat sağlamakla yükümlü olan Ortak Amerikan-Yunan Kurmayı'nı bir yana iten ABD Askeri Heyeti (JUSMAPG), stratejik yönetimi ele geçirdi... Asker sayısı 200,000'e çıkarıldı ve özel anti-gerilla dağ birlikleri eğitildi. Ordu modern silahlar, toplar, napalm bombaları, tanklar ve uçaklarla donatıldı." (K. Çukalas, Yunanistan Dosyası, s. 126-27) Demokratik orduyla Yunan ordusu arasındaki çatışmalar Ekim 1949'a kadar devam edecek ve gericiliğin zaferiyle sonuçlanacaktı. Türk egemen sınıflarının "Sovyet tehdidi"ne ilişkin yaygaralarının, Sovyetler Birliği'nin Bo-ğazlar'da üs ve Kars ve Ardahan'ın kendilerine verilmesini istediği yolundaki savlarının ABD ve İngiltere tarafından da ciddiye alınmadığı biliniyor. ABD emperyalistlerinin bu bölgeye gösterdiği yakın ilginin asıl amacı, İngiltere’nin zayıflamasıyla Doğu Akdeniz ve Yakındoğu'da sarsılmakta olan emperyalist statükoyu sağlamlaştırmak ve bu arada Yunan devriminin geriye kalan diri güçlerini boğmaktı. Bölgeye duyulan bu yakın ilginin bir ayağı da 1948'de resmen kurulacak olan Siyonist devletin doğum sancılarını azaltmaktı. Bütün bunlar için de "komünizm tehlikesi" ve "Sovyet tehdidi" üzerine gürültü koparılması gerekiyordu. ABD'de yayımlanan Time dergisinin 24 Mart 1947 tarihli sayısında yayımlanan bir yazıda aynen şöyle deniyordu:
"Görünürde Yunanistan ve Türkiye konusunda yaygara yapılıyordu, ama bu konuşmaların ardındaki fısıltılar güneydeki petrol deryası hakkındaydı.
"ABD tarihsel adımını atmaya hazırlanırken, ABD petrol şirketlerinin nüfuzlu bir grubu da tarihsel bir karara vardı. ABD ve İngiliz hükümetlerinin zımni onayıyla, şirketler bu petrol denizini kullanıma sokmak ve tamamen yararlanmak için bir dizi anlaşma... yaptılar." (Aktaran, M. Sayers-A.E. Kahn, Sovyetler'e Karşı Büyük Komplo, s. 387)
Truman Doktrini'ni, ekonomisi çökmüş olan Batı Avrupa ülkelerine büyük miktarda fon transferi yoluyla sözümona bu ülkelerin ekonomik kalkınmasının hızlandırılması ve böylelikle "siyasal istikrarsızlığın" ortadan kaldırılmasını amaçlayan Marshall Planı izleyecekti. Marshall Planı'nın asıl hedefi, an-ti-faşist direnişte oynadıkları rolün ve savaş sonrasının ekonomik çöküntüsünün etkisiyle güç ve saygınlıkları artmış olan Avrupa ülkelerindeki Komünist Partilerini etkisizleştirmekti. Gerçekten de pek çok Avrupa ülkesinde Komünist Partiler, savaş öncesine göre büyük ölçüde güçlenmişlerdi. Örneğin, Komünist Partilerinin üye sayısı Avusturya'da 1935'de 16,000'den 1948'de 150,000'e, Çekoslovakya'da 1935'de 60,000'den 1946'da 1,159,000'e, İtalya’da 1924'de 12,000'den 1944 Temmuzunda 402,000'e ve 1946 sonunda 2,068,000'e, Fransa'da 1937'de 328,000'den 1946'da l,034,000'e yükselmişti. Çekoslovakya KP 1946 seçimlerinde 2,500,000 oy almış ve ülkenin en büyük partisi haline gelmişti. Finlandiya KP 1930'da yüzde 1.0 olan oy oranını 1945'de yüzde 23.5'e, Belçika KP 1939'da yüzde 6.5 olan oy oranını Kasım 1946 seçimlerinde yüzde 13'e, Norveç KP 1936'da yüzde sıfır dolayında olan oy oranını 1945'de yüzde 12'ye, Danimarka KP 1939'da yüzde 2.5 olan oy oranını 1945'de yüzde 12.5'e, Hollanda KP 1937'de yüzde 3.5 olan oy oranını 1946'da yüzde 10.5'e çıkarmıştı. Yugoslavya ve Arnavutluk'ta partizan savaşına önderlik etmiş olan Komünist Partileri iktidara gelmişlerdi. Yunanistan'da, Komünist Partisinin önderlik ettiği EAM, İngiliz ve daha sonra ABD emperyalistlerinin aktif biçimde desteklediği Yunan gericiliğine karşı gerilla savaşını sürdürmekteydi. Bulgaristan'da görece güçlü Komünist Partisi anti-faşist partilerin oluşturduğu Vatan Cep-hesi'nin önderi konumundaydı. Komünist Partilerinin saygınlığı ve nüfuzu, daha zayıf oldukları Macaristan, Romanya, Polonya gibi ülkelerde de artma eğilimindeydi. Savaş sonrasında 1946'da yapılan ilk seçimlerde Komünist Partileri, Fransa'da oyların yüzde 28.6'sını, İtalya’da yüzde 20'sini, Finlandiya'da yüzde 25'ini ve Çekoslovakya'ca yüzde 40'ını almışlar, 1945-47 döneminde dokuz Batı Avrupa ülkesinde (Fransa, İtalya, Belçika, Danimarka, Norveç, İzlanda, Avusturya, Finlandiya, Lüksemburg) hükümete katılmışlardı. Bu durum yalnızca ABD ve İngiliz emperyalistlerini değil, aynı zamanda Batı Avrupa tekelci burjuvazisini ve onların sosyalist ve sosyal-demokrat uşaklarını da büyük ölçüde kaygılandırıyordu.
1946 yılında ABD'ni ziyaret eden "sosyalist" Fransız başbakanı, Washington'un ekonomik yardımı olmaksızın Fransız KP'nin gelişmesinin ve iktidara tırmanmasının önünün alınamayacağı uyarısında bulunmuştu. Avrupa'da 1946 hasadının yetersizliği ve 1946-47 kışının çok şiddetli geçmesi, emperyalist burjuvazinin bu kaygılarını daha da arttırmıştı. Öte yandan, kuruluş kongresini 1945 Eylül-Ekiminde Paris'te yapan ve Komünist Partilerine yakın sendikaların yönetiminde ve tabanında önemli bir ağırlığa sahip olduğu Dünya işçi Sendikaları Federasyonu 56 ülkeden 65 işçi sendikasına bağlı 66 milyon işçiyi kucaklayarak dünyanın en büyük işçi kitle örgütü haline gelmişti. ABD, Dışişleri Bakanı G. Marshall'm adını taşıyan ve "Soğuk Savaş"ın en etkili silahlarından biri olan bu "yardım" planını işte bu koşullarda yürürlüğe sokacak ve Batı Avrupa ülkeleri burjuvazisinin durumunu pekiştirmeye çalışacaktı. Eski general G. Marshall 29 Nisan 1947'de yaptığı bir radyo konuşmasında şunları söyleyecekti:
"Avrupa'nın canlanması beklenenden çok daha yavaş olmuştur. Parçalayıcı etkenler giderek daha belirginleşiyor. Doktorlar tartışırken, hastanın durumu kötüye gidiyor... Yapılabilecek olan... gecikmeden yapılmalıdır." (L. J. Halle, The Cold War As History, s. 127)
12-16 Temmuz 1947'de biraraya gelen 16 Batı Avrupa ülkesi Avrupa Ekonomik işbirliği Konferansı'nı topladılar. Marshall Planı uyarınca ABD, bu ülkelere 1947-51 yılları arasında 5,300 milyon dolar aktardı. Bu planın hedeflerinden biri de Doğu Avrupa'daki halk demokrasilerinin siyasal yönelimini etkilemek, bu ülkelerin rotasını kapi-talist-emperyalist sisteme doğru çevirmekti. Sovyetler Birliği ve bağlaşıklarının Marshall Planı'ndan yararlanmaları, ekonomik kayıtlarını ABD'nin incelemesine izin vermelerine ve kendi pazarlarını Amerikan işadamlarına açmalarına, yani kabul edilemeyeceği önceden bilinen koşullara bağlanmıştı. Gerek Sovyetler Birliği ve gerekse halk demokrasisi ülkelerindeki Komünist Partileri ve diğer devrimci güçler, Marshall Planı1 m reddettiler. "Hasta" Avrupa burjuvazisini ayağa kaldırmayı öngören Marshall Planı, nesnelerin doğası gereği, emperyalist savaş çığırtkanlığıyla elele gidiyordu. 8 Ağustos 1947'de ABD tekelci,burjuvazisinin görüşlerini yansıtan US News dergisi şunları yazıyordu:
"Bir savaş stratejisi, Birleşik Amerika'nın siyasetine yön veriyor... Bütün işletmeler adımlarını, gerçek bir savaş stratejisine uydurmuşlardır. Bugün savaş, askeri bir plan üzerinde değil, siyasi ve iktisadi bir plan üzerinde yapılıyor artık... Gerçek savaş, kanlı bir döğüş belki on, belki onbeş, belki de beş yıl içinde patlayacak." (A. Kahn, Büyük ihanet, s. 180-81) 1947'nin sonlarında Senatör Bridges, ABD Senato'suna Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlere karşı savaşım veren "yeraltı savaşçıları"na para ve silah yardımı yapılmasını öngören bir yasa tasarısı sundu. Amerikan basını 1948 başlarında "Plan X" uyarınca kurulan gizli bir örgütten sözediyordu. Bu örgüt ClA'in önceli olan OSS'ye bağlı olarak çalışacaktı. Haziran 1948'de ABD Hava Kuvvetleri eski Genelkurmay Başkanı C. Spaatz ise, Life dergisinin iki sayısında arka arkaya çıkan bir yazı yayımladı. O bu yazısında şöyle diyecekti:
"Belki de utanmazlık, yüzsüzlük denecektir buna. Bir asker, bir savaştan bu kadar az zaman sonra ikinci bir savaşı kazanmak için kullanılacak stratejinin ne olacağını düşünsün." (Adıgeçen kitap, s. 185). Emekli general daha sonra bu stratejinin detaylarına giriyor,
"Rus şehirlerinin bazılarının yakınındaki sanayi bölgelerinde birkaç yüz kilometrekarelik yerin tam bir bombardımanı, onun sınai gücünü kaçınılmaz şekilde zayıflatacaktır." diyordu.
H. Truman, yani atom bombasının insanlara karşı kullanılması buyruğunu veren ilk -ve şimdilik son- kişi olma "onurunu" taşıyan taşra politikacısı, 17 Mart 1948'de Kongre'nin iki kanadının ortak oturumunda yaptığı konuşmada, bir yıl önce ilan ettiği ve adıyla anılan doktrini resmen dünya çapında bir karşı-devrimci müdahale politikası düzeyine çıkaracaktı. O bu konuşmasında, dünyadaki sıkıntıların,
"Esas olarak, bir ulusun (Sovyetler Birliği kastediliyor- b.n.) adil ve onurlu bir barışın kurulmasına katılmayı reddetmekle kalmayıp, daha da kötüsü bunu engellemeye çalışmasından kaynaklanmakta" (H. Feis, From Trust to Terror, s. 299) olduğunu söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bu tehditle karşı karşıya olan Avrupa'nın özgür uluslarının ekonomik gönençleri ve özgürlüklerinin ortaklaşa savunulması için biraraya gelmekte olduğunu gösteren cesaret verici işaretler var..." Sizlere hitap ettiğim şu anda Avrupa topluluğunun beş üyesi Brüksel'de ekonomik işbirliği ve saldırganlığa karşı ortak savunma amacıyla 50 yıllık bir anlaşmaya imza atmaktalar... Biz bu gelişmeyi sonuna kadar destekliyoruz." (Adıgeçen kitap, s. 299)
Bu noktada NATO'nun kuruluşuna giden adımlardan, daha doğrusu gerekçelerden en önemlisi, Ocak-Şubat 1948'de Çekoslovakya'da patlak veren bunalım olacaktı. Kurtuluştan sonra, Mayıs 1946'da Çekoslovakya KP oyların yüzde 38'ini alarak ülkenin en büyük partisi olmuş, kurulan anti-fa-şist koalisyon hükümetinin temel gücü haline gelmiş ve Sosyalist Partisiyle birlikte parlamentoda yüzde 51'lik bir çoğunluk elde etmişti. 1938'de Çekoslovakya'yı Münih Anlaşması'yla Hitler'e peşkeş çekmiş, böy-lece Nazi sürülerini Sovyetler Birliği'ne saldırmaya özendirmiş ve ikinci Dünya Savaşının çıkmasına katkıda bulunmuş olan Batılı emperyalistler, bu kez de ABD'nin önderliği altında, özellikle 1947 yılı içinde Çekoslovakya'yı kapitalizm yoluna geri döndürmek için yeniden harekete geçmişlerdi. Ocak ayında hükümetteki burjuva partilerinin temsilcileri Sosyalist Partisi'nin sağ kanadını da yanlarına alarak yapay bir bunalım yaratmak için görevlerinden ayrıldılar. 25 Şubat 1948'de Komünist Partisi ve devrimci yığınlar buna sokağa dökülerek gerçekleştirdikleri kansız bir devrimle yanıt verdiler, işçilerin ve kendi tabanının eyleminin etkisi altında Sosyalist Partisi bir kez daha Komünist Partisi'yle işbirliğini doğruladı ve gerici güçlerin entrikaları sonuçsuz kaldı. Emperyalist devletlerin "Soğuk Sa-vaş'A doğru gidişte kilit bir rol oynadığını ileri sürdükleri "Prag darbesi" olayının içyüzü işte buydu.
"Prag darbesi" konusunda koparılan histerik yaygaraların yankıları sürerken İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksem-burg, sözümona Batı Avrupa'yı hedef alan "Sovyet tehdidi"ne karşı 17 Mart 1948'de Brüksel Anlaşması'nı imzaladılar. ABD'nin öndegelen köşe yazarlarından J. W. Alsop, bu anlaşmanın imzalandığı gün yayımlanan bir yazısında şunları söylüyordu:
"Bugün Washington'da esen hava artık savaş sonundaki hava değildir. Herşeyi olduğu gibi söylemek gerekirse bu, bir savaşa hazırlık havasıdır... Artık herkes önümüzdeki birkaç ay içinde savaşın çıkabileceğine inanıyor." (Aktaran, A. Kahn, Büyük ihanet, s. 180)
Demek oluyor ki, "Soğuk Savaş" stratejisinin yürürlüğe konulmasının ve 17 Mart 1948'de, NATO'nun önceli ya da çekirdeği olarak adlandırabileceğimiz Brüksel Pak-tı'nın kurulmasının en önemli ve en ivedi nedeni, Batı Avrupa ve ABD tekelci burjuvazisinin işçi sınıfının ve Komünist Partilerinin güçlü ve güçlenmekte olduğu bu ülkelerde devrimci patlamaların olabileceği yolundaki beklentilerdi, işte, NATO'nun kuruluşu bu sürecin bir ürünüydü. NATO resmen 4 Nisan 1949'da kuruldu ve 21 Temmuz 1949'da da ABD NATO'ya katıldı.
Gerçekten de bu dönemde sömürge boyunduruğu altında tuttuğu ülkelerde vahşi bir beyaz terör sürdürmekle kalmayan emperyalist burjuvazi, "kendi" işçi sınıfına ve halkına da sistemli bir tarzda saldırıyordu. Komünist ya da ilerici insanların işlerinden edilmesi, "rejime bağlılık testi" uygulamaları, anti-komünizmin kışkırtılması ve özellikle ABD'de ilerici, demokrat ve hatta burjuva-li-beral çizgide duran herkesi hedef alan beyaz terör ve ardından gelen Makkartici cadı avı, bu dönemin uygulamaları arasında yer alıyordu. Dahası, 1948-51 yılları arasında işçi sınıfının önderlerine karşı açık bir teröre varan saldırılar gerçekleştirildi. Arjantin KP Genel Sekreteri J. Calvo'nun, Belçika KP Genel Sekreteri J. Lahaut'un öldürülmeleri, İtalyan KP Genel Sekreteri P. Togliat-ti'nin bir suikast sonucu ağır yaralanması, bu politikanın en belirgin göstergeleriydi. Emperyalist şefler, kulakları sağır eden "Sovyet tehdidi" yaygaralarına karşın, NA-TO'nün öncelikle Avrupa proletaryası ve halklarına karşı kurulmuş bir savunma örgütü olduğunu gizlemiyorlardı. Mayıs 1949'da ABD Dışişleri Bakanlığı, Batı Avrupa'nın askeri gücünün,
"... karışıklıkları önlemeye ve saldırganın böyle bir girişimi pahalıya ödeyeceğine inandırmaya yetecek düzeyde" (G. F. Ken-nan, Memoirs, s. 409-10) olması gerektiğini söylerken, ABD'nin öndegelen senatörlerinden Vandenberg 23 Ağustos 1949'da NATO'ya,
"... esas olarak iç yıkıcılığa karşı yeterli savunma sağlama pratiksel amacı için" (Al-liance Policy in the Cold War, s. 71) gereksinim duyulduğunu belirtiyordu.
NATO, dün olduğu gibi bugün de, esas itibariyle ABD emperyalizminin ve onun önderliği altındaki dünya emperyalizminin, başta proletarya ve halklara, onların ulusal kurtuluşçu, demokratik ve sosyalist özlemlerine, ama aynı zamanda emperyalist statükoyu bozmaya ya da sarsmaya cüret eden herkese doğrultulmuş bir silahı olmuştur. Ama askeri donanımının çağdaşlığına, heybetli görünümüne ve taktiksel plandaki güçlülüğüne bu global terörizm aygıtı gerçekte, yani stratejik planda zayıftır ve ayağa kalkmaya hazırlanan proletarya ve halkların devrimci vuruşları karşısında dayanabilecek güçten yoksundur. O, tıpkı temsil ettiği gibi emperyalizm gibi çürümeye, yenilmeye ve yokolmaya mahkum "çamur ayaklı bir dev" (Lenin) dir.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
İngiltere, ABD ve Almanya temsilcileri arasında savaş sırasında, yani 1941, 1942 ve 1943 yıllarında İsviçre ve Portekiz’de yapılan gizli görüşmeler için, bkz. Tarih Çarpıtıcıları, s. 80-82.
**Kennan 1967'de yayımlanan anılarında ise şöyle diyecekti:
"Bugün bu telgrafı, dehşet dolu bir zevkle, yeniden okudum, içindekilerin çoğu, tamı tamamına, paniğe kapılmış Kongre Komitelerinin veya Amerikan ihtilalinin Kızları cemiyetinin, yurttaşları komünist suikastlarının tehlikelerine karşı uyarmak için çıkardıkları broşürlere benziyordu." (Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, İkinci Kitap, s. 356)
***12 Şubat 1945'de EAM ile İngiliz emperyalistleri ve onların kuklası Plastiras hükümeti arasında imzalanan Varkiza Anlaşması uyarınca, bütün gerilla birlikleri dağıtılacak, ELAS iki hafta içinde bütün silahlarını teslim edecek, EAM hükümette temsilci bulundurmayacak ve hükümet krallığın sürüp sürmemesi konusunda bir yıl içinde bir plebisit düzenleyecekti. Anlaşma, dişleri ve tırnakları sökülmüş olan Yunanistan KP'ne sözde yasal çalışma olanağı sağlıyor, ama gerillaların tutuklanması, işkence görmesi, ağır cezalara çarptırılmalarına ve katledilmelerine karşı hiçbir ciddi güvence sunmuyordu. Yaklaşık bir yıllık aradan sonra ELAS'ın ve Yunanistan KP'nin bir kesimi bu anlaşmayı tanımayarak faşist rejime karşı kavgayı 1949 yılına kadar sürdürdü.