Kosova: Unutulmuş Bir Halkın Dramı

"Kosova, Sırpça’daki sözcüklerin en değerlisidir

Onun bedeli tüm halkın kanlarıyla ödenmiştir

Kosova, Sırbistan gezegeninin ekvatorudur.”

Matiya Bekoviç’in, Sırp İncili adlı kitabından

Kosova sorununun son yıllarda dünya siyaset sahnesinde önemli bir yer tutmaya başlaması, dünya devrimci ve ilerici kamuoyunda bu soruna nasıl yaklaşılması gerektiğine ilişkin bir dizi tartışmaya da yol açtı. Deyim yerindeyse Kosova bunalımı, dünya devrimci hareketi içinde de bir bunalıma yol açıyor. Ya da daha doğrusu, bu hareket içindeki devrimci-enternasyonalist eğilimle şovenist-revizyonist eğilim arasındaki karşıtlığı açığa çıkaran bir turnusol kağıdı işlevi görüyor.

Özellikle Rusya’da ve Doğu Avrupa’da, ama aynı zamanda dünyanın başka bölgelerinde etkinlik gösteren çok sayıda devrimci, ilerici ve revizyonist parti, örgüt ve çevre Tito Yugoslavyası’nı ve Sırbistan’ın yönettiği yeni Yugoslavya Federasyonu’nu sosyalist bir ülke ya da en azından emperyalizme karşı direnen bir kale olarak görme eğilimindeler. Bu eğilimin temsilcileri, dünya proletaryasının ve halklarının, komünist ve devrimci güçlerinin öncelikle, Balkanlar’da emperyalist bir istikrarsızlık ortamı yaratmayı hedefleyen ABD emperyalizmine ve NATO’ya karşı Yugoslavya’yı savunmaları ve desteklemeleri gerektiği görüşündedirler. Onlara göre, yeni Yugoslavya, bu ülkeyi bölmeye, Balkanlar’ı ele geçirmeye, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini sağlamaya çalışan ABD’nin ve diğer Batılı emperyalistlerin planlarına karşı koyan bir güç ve dolayısıyla dünya devrim cephesinin bir bileşenidir. Hayli yaygın olan bu bakış açısından yola çıkan sözkonusu parti, örgüt ve çevreler, Bosna-Hersek ve Kosova halklarının Sırp yayılmacılığına karşı direnişini, emperyalizm tarafından yönlendirilen ve dolayısıyla gerici ulusal hareketler kategorisine sokuyorlar. Örneğin, Belçika Emek Partisi’nin Başkanı Ludo Martens, Europe 1993, War and Crisis (Avrupa 1993, Savaş ve Kriz) adlı broşüründe Yugoslavya’nın parçalanmasının ardında, “ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi” sloganını kullanan emperyalistlerin ve özellikle de Alman emperyalistlerinin planlarının yattığını belirtirken şöyle diyordu:

"Yugoslavya’nın parçalanması konusunda kesin karar Bonn ’da alınmıştır. Alman burjuvazisi, Slovenya ve Hırvatistan ’ı Yugoslavya’dan ayrılmaya özendiren uzun erimli bir politika güdüyordu. Almanya ’nın bu güçlü isteği olmasaydı, Yugoslavya parçalanmayacaktı.” (s. 11) Benzer görüşlere sahip olan İngiltere’deki Yeni Komünist Partisi’nin yayım organı New Worker’da Nisan 1993’te yayımlanan bir makalede, Yugoslavya’nın artık parçalanmaya başladığı bir dönemde, Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlıklarını ilan etmelerinden aylar sonra Nisan 1992’de kendi devletlerini kuran Boşnaklar “ayrılıkçılar” olarak lanetleniyordu. New Worker bu makalesinde, Bosna-Hersek’in “Yugoslavya’nın yıkıntıları üzerinde Batı tarafından kurulan yapay bir cumhuriyet” olduğunu ileri sürüyor ve Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne yönelik Sırp saldırısını,

“...Belgrad hükümetinin Yugoslavya Federasyonu’nu savunma yolundaki meşru hakkı” olarak nitelendiriyordu. Daha da ileri giden ve aslında Yugoslavya’da ve Balkanlar’da yaşananların, Rusya’yı, Sırbistan’ı ve diğer Slav halklarını köleleştirmeyi amaçlayan stratejik bir ABD-NATO planının bir parçası olduğunu, Boşnakların ve Kosova Arnavutlarının CIA tarafından beslenip silahlandırıldıklarını düşünenler de var. Kanada’da bulunan Sovyet Halkının Duyarlı Dostları Derneği tarafından yayımlanan ve Rusya ve Doğu Avrupa’daki çeşitli devrimci, ilerici ve revizyonist parti, grup ve çevrelerin eğilimini yansıtan bir dergide yer alan “Çökme Sırası Sırbistan’da mı?” başlıklı bir yazıda şöyle deniyordu:

"Avrupa’daki bütün eski sosyalist devletler Batı’nın, IMF’nin ve NATO’nun yoğun baraj ateşi ve çabaları sonucu geçici olarak yıkılmışlardır! Halihazırda, bir tek Sırbistan yalnızca Batı emperyalizmine değil, (Batı tarafından desteklenen) tehlikeli İslam fundamentalizmin de karşı durmakta ve savaşmaktadır...

"Eğer Sırbistan çökerse, (şimdilik) oyunun son perdesi kapanacaktır!” (Northstar Compass, Ocak 1997, s. 6) Aynı derginin Eylül 1998 tarihli sayısında yer alan “Kosova’nın Sorunlarının Arkasında Yatan Ne?” başlıklı bir yazıda ise Kosova Kurtuluş Ordusu’nun Alman ve İngiliz özel servisleri tarafından eğitildiği, yönetildiği ve silahlandırıldığı ve savaşın asıl nedeninin Kosova’daki çok zengin kurşun ve çinko maden yataklarının ele geçirilmesi olduğu ileri sürülüyordu. Son olarak, 18 Ekim 1997’de Belgrad’da yapılan uluslararası bir gösteriyle ilgili olarak yayımlanan ve bitiminde imzalayan örgütlerin adlarının yer aldığı bir bildiriden (“Belgrad’da NATO karşıtı gösteriler- NATO emperyalizmine karşı militan bir enternasyonal bağlaşmanın ilk adımı “) uzunca bir pasaj sunacağız.

“18 Ekimde Belgrad’da yaklaşık yüz kişi ‘Kahrolsun NATO!’, ‘NATO=SS’ ve ‘NATO Yugoslavya’dan defol!’ sloganları eşliğinde parlamento binasından ABD elçililiğine kadar süren bir gösteri yürüyüşü yaptı. Yürüyüşe on Yugoslav komünist örgütü katıldı...

Gösteri yürüyüşü başarılı oldu; çünkü Yugoslav kitlelerinin emperyalist NATO saldırganlığına karşı savaşımına antikapitalist ve komünist bir ses kattı. Bu, antiemperyalistlerin, antikapitalistlerin ve komünistlerin Belgrad’da yıllardır yaptıkları ilk siyasal gösteriydi. Yugoslavya, NATO’nun emperyalist ‘Yeni Dünya Düzeni ’ni oluşturma girişiminin ilk hedefleri arasındaydı. Bu girişimin yardımıyla, bir proleter devriminin ürünü olan Yugoslavya yok edilecekti. 50,000 NATO askerinin seferber edilmesinin, sivil hedeflere karşı sistemli hava uçuşlarının gerçekleştirilmesinin ve Yugoslavya’yı vuracak dev bir askeri mekanizmanın harekete geçirilmesinin nedeni buydu. Aynı zamanda halk bir ekonomik ambargo uygulanmak suretiyle baskı altına alınmıştı. Fakat ne emperyalist saldırganlık sona erdi, ne de ona karşı direniş. Kapitalizm, ulusların kendi yazgılarını belirleme hakkını siyasal oyunlarına alet edenlerce silah zoruyla restore edildi. Slovenya ve Hırvatistan’ın bu yolla emperyalist nüfuz alanına çekilmesinin ardından, var olmayan ve bütünüyle emperyalizme bağımlı bir Bosna ulusu yaratıldı ve zorla ‘bağımsız’ hale getirildi. Böylelikle Sırpların kendi yazgılarını belirleme hakkı yadsındı. Sırp yığınları buna karşı Bosna ’da silaha da başvurarak direndiler. Bu savunma savaşımını ezmeye çalışan emperyalizm, en temel insan haklarını çiğnemektedir. Onun Republika Srbska’nın (Bosna-Hersek Federasyonu içindeki Sırp Cumhuriyeti- P.D.) kurumlarına karşı aralıksız siyasal ve askeri saldırıları ulusal egemenliğin ayaklar altına alınması anlamına gelmektedir. Sırp (TV) yayın etkinliklerinin engellenmesi, özgürce görüş açıklama demokratik hakkına yapılmış açık bir saldırıdır. Sırp yığınlarının, emperyalizmin çıkarları uyarınca NATO tarafından boyunduruk altına alınmalarına karşı antiemperyalist savaşımlarını desteklemeli ve böylelikle bu savaşımın antikapitalist bir önderlik altına girmesinin önkoşullarını yaratmalıyız... “

SKJ (Yugoslavya Komünistler Ligası), RSJ (Yugoslavya Sosyalist İşçi Partisi), Yugoslavya Yurttaşlar Birliği, Karadağ İşçi Partisi, Karadağ Yugoslav Komünistleri, Komünistler Birliği - Yugoslavya/Karadağ Hareketi, Kosova Yugoslav Perspektifleri Hareketi, Kosova Che Guevara Gençlik Örgütü, Tito Yugoslav Merkezi, RPC (Rus Komünistler Partisi), Promete (Fransa), SFG (İngiltere), İtalya-Yugoslavya Dostluk Derneği, EEK (Yunanistan), KIW (Viyana Komünist İnisiyatifi), Demokratik Yol (Avusturya), SOV (Avusturya), Infra Rossa (Avusturya), Uluslararası Leninist Akım (Avusturya), JVP (Srilanka), MRTA (Peru), ERP (Meksika), PDPR (Meksika), RCL (Japonya), BAYAN International (Filipinler).

Bu yazı ve açıklamalarda anlatımını bulan görüşler, devrimci ve enternasyonalist görüşler değil, revizyonist ve şovenist görüşlerdir. ABD emperyalizminin ve NATO’nun dünya halklarının baş düşmanı oldukları, bu emperyalist güçlerin Bosna-Hersek ve Kosova sorunlarını da kullanarak Balkanlar’a sızmak ve bu bölgede kendi nüfuzlarını artırmak için bir dizi dolap çevirdikleri, fırsat buldukları takdirde Makedonya’daki ABD askeri varlığının benzerini diğer Balkan ülkelerinde de gerçekleştirmeye çalışacakları, Türkiye gibi uşakları aracılığıyla ve doğrudan bu bölgeye müdahale ettikleri, dünyanın başka bölgelerinde olduğu gibi bu bölgede de ezilen halkların dostları rolünü oynamaya çalıştıkları, onların haklı özlemlerini, ardında kendi emperyalist emellerini gizledikleri bir kalkan haline getirmede önemli ölçüde de başarılı oldukları, Bosna-Hersek’te İzzetbegoviç kliğinin ve Kosova’da Rugova ve çevresinin ABD ve NATO’ya bel bağladıkları, Yugoslavya’daki iç savaşın öngününde Alman emperyalizminin Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan kopmasını özendirdiği, desteklediği vb. doğrudur. Ancak, bu ve benzer olgulardan yola çıkarak kapitalist Yugoslavya’nın kendi iç çelişmeleri nedeniyle değil, emperyalistlerin kışkırtmaları yüzünden parçalandığını ileri sürmek, azgın Sırp şovenizmini “antiemperyalizmin ve sosyalizmin bir kalesi gibi sunmaya kalkışmak ve Boşnak ve özellikle de Kosova halklarının ayrılma ve ayrı devlet kurma haklarını yadsımak, onların Sırp militarizminin çizmeleri altında ezilmesini, katledilmesini ve aşağılanmasını aklamak ve alkışlamak asla kabul edilemez. Kaldı ki, dün Sovyet sosyalemperyalistleri ve bugün Rus emperyalistleri tarafından desteklenen ve Bosna-Hersek’e karşı giriştiği saldırıda İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin koşullu ve üstü örtülü desteğini almış olan Sırp gericiliğinin sözde antiemperyalizminden söz etmenin de hiçbir inandırıcı yanı yoktur ve olamaz.

Öte yandan, kendi Panslavist eğilimlerini marksizm etiketi altında sokuşturmaya, yalnızca İslami eğilimli tüm siyasal akımları değil, Müslüman halkları da içeriği tanımlanmamış bir “İslam fundamentalizmi” korkuluğunu kullanarak toptan gerici ve emperyalist güdümlü göstermeye kalkışmak da yanlıştır ve asla kabul edilemez. Böylesi bir yaklaşımın, bırakalım devrimciliği, genel olarak ilerici bir nitelik bile taşımadığı açıktır. Bu, emperyalizmin ve burjuvazinin dünya proletaryası ve halklarını, ulus, din, mezhep, bölge vb. temelinde bölme çabalarına ‘sol’dan destek vermek ve bazı emperyalist ideologların 21. yüzyılın Hristiyan Batı ile Müslüman Doğu’nun karşı karşıya geleceği bir “uygarlıklar çatışması çağı” olacağı yolundaki görüşlerini onaylamak demektir. Böylesi bir sosyalizm maskeli haçlı zihniyeti yaklaşımının, Türkiye gibi halkı müslüman olan ülkelerde, işçi ve emekçilerin demokratik ve sosyalist bilincini yozlaştırmak, kendi içindeki sınıf ayrımları unutulan “Batı’nın İslam alemini köleleştirmek için komplolar kurduğu “nu ileri sürerek gerici bir Batı-düşmanlığı ve İslami-faşist bir kitle hareketi yaratmak için çaba harcayan egemen sınıf fraksiyonlarının değirmenine su taşıdığı açıktır. Proletarya ve halkların emperyalizme karşı savaşımını -emperyalizmle aralarında belirli çelişmeler bulunan- S. Miloseviç, S. Hüseyin gibi bölgesel ölçekli gerici kliklerin kendi konumlarını güçlendirme çabalarıyla bağdaştırmak için çaba harcamanın hiçbir devrimci ve ilerici yanı yoktur. Lenin, Komünist Enternasyonal’in Temmuz 1920’de toplanan II. Kongresi’ne sunduğu “Uluslar ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı” adlı yazısında,

“...Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı yürütülen kurtuluş hareketlerini, hanların, toprak ağalarının ve mollaların vb. konumlarının güçlendirilmesi çabasıyla bağdaştırmak için çaba harcayan Pan-Islamizm ve benzer eğilimlere karşı savaşım gereği “nden söz ediyordu. Kosova ve benzeri yerlerde gelişen haklı ulusal direnişlerin, komünist-olmayan, hatta devrimci-olmayan önderliklere sahip olmaları, bu halkların ve onların direnişlerine önderlik eden örgütlerin emperyalist burjuvaziye ilişkin yanılsamaların etkisi altında olmaları, hatta -belirli sınırlar içinde- gerici bölge devletlerinin ve emperyalistlerin siyasal, askeri vb. desteğini almaları elbette hiçbir biçimde onaylanmamalı ve devrimci eleştiri ve aydınlatma çalışmasının konusu edilmelidir. Ancak bu, onların gerici ya da emperyalist uşağı olarak nitelendirilmeleri ve karşı kampa yerleştirilmeleri için yeterli olamaz. Dahası, böylesi gerekçelere dayanarak bu halkların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı yadsınmaz ve bu halklara karşı yürütülen katliamlar aklanamaz. Balkanlar’daki ezilen halkların ezen ulusların egemen sınıflarına, Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt halkının Türk, Fars ve Arap gerici egemen sınıflarına karşı direnişi, bu direnişlere önderlik etmiş ve etmekte olan gerici, reformist vb. önderliklerin çizgilerinden bağımsız olarak demokratik ve ilerici bir içerik taşımıştır ve taşımaktadır. Ve komünistler ve enternasyonalistler, işte bu demokratik ve ilerici içeriği sonuna kadar desteklemekle yükümlüdürler. Lenin, küçük ulusların kurtuluş hareketlerine hoşgörüyle bakan sözde sosyalistleri eleştirirken şunları söylüyordu:

"Tarihin diyalektiği öyledir ki, emperyalizme karşı savaşımda bağımsız bir etken olarak güçsüz olan küçük uluslar, asıl anti- emperyalist kuvvetin, sosyalist proletaryanın sahneye çıkmasına yardım eden mayalardan biri, basillerden biri rolünü oynar. “Bugünkü savaşta genelkurmaylar, düşman kampındaki her türlü ulusal ve devrimci hareketten yararlanmak için ellerinden geleni yapıyorlar: Almanlar İrlanda ayaklanmasını kullanıyorlar; Fransızlar da Çek hareketini vb... Onlar kendi açılarından doğru hareket ediyorlar... Eğer, proletaryanın sosyalizm uğruna büyük kurtuluş savaşında, bunalımı derinleştirmek için emperyalizmin şu ya da bu yıkımına karşı her halk hareketinden yararlanmayı bilmezsek, pek zavallı devrimciler oluruz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 212)

Demek oluyor ki, Yugoslavya’daki ve başka yerlerdeki komünist ve enternasyonalist güçler de Kosova halkının Sırp egemen sınıflarına karşı haklı ulusal kurtuluş savaşımını desteklemekle yükümlüdürler. Bu yükümlülüğü, -emperyalistlerin müdahalesi, hareketin gerici ya da reformist bir önderliğe sahip bulunması vb. gerekçeleriyle- yerine getirmeyenler ve yadsıyanlar ulusal zulmü onamakta, yapılan katliamlara ortak olmakta, ezen ve ezilen ulusların işçi ve emekçileri arasındaki güvensizlik ve hatta düşmanlık barikatlarının kurulmasına destek vermekte ve egemen ulusun burjuvazisinin ve son çözümlemede emperyalizmin konumlarını güçlendirmektedirler.

Genel olarak dünya ölçeğinde ve özel olarak Balkanlar’da komünist ve enternasyonalist devrimci güçlerin zayıf ve etkisiz oldukları bugünkü koşullarda, Balkanlar’da da ulusal zulme karşı direnişin, emperyalizmle ya da egemen ulusun burjuvazisiyle uzlaşan ya da uzlaşmaya hazır burjuva ve küçük-burjuva örgütlerin önderliği altında geliştiği biliniyor. Sözkonusu burjuva ve küçük-burjuva örgütlerin, ideolojik tutarsızlıklarına ve taktiksel oportünizmlerine bağlı olarak bazı koşullarda emperyalist devletlerin gerici manevralarının aleti haline gelmeleri ve göreli ilerici niteliklerini yitirmelerinin de olanaklı oldukları ya da olabilecekleri de. Bunun klasik örneği, İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı ezilen halkların kurtuluş savaşımlarının Alman ve Japon faşizminin evrensel hegemonya çabalarının bir aleti haline gelmesidir. İşte bu nedenledir ki Lenin şöyle diyordu:

"Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 192) Marksizm- leninizm ve dünya halklarının devrim deneyimleri, ulusal sorunun tek gerçek ve kalıcı çözümünün, yalnızca ezen ulusun burjuvazisinin değil, aynı zamanda emperyalizmin iktidarının yıkılmasından ve proletarya diktatörlüğünün kurulması/sosyalizmin inşa edilmesinden geçtiğini göstermektedir. Ama bu da, elleri ezilen halkların kanlarıyla lekelenmiş gerici klikleri desteklemekten ve onlarda antiemperyalizm keşfetmekten değil, proletaryanın komünist partilerini yaratmaktan ve onların bütün ezilen ve sömürülen sınıf ve katmanların demokrasi ve sosyalizm savaşımlarının başına geçecek düzeye gelmesi için her şeyi yapmaktan geçer. Şimdi Kosova sorununun Yugoslavya ve Balkanlar bağlamı içindeki tarihsel gelişimine göz atabiliriz.

* * * *

Kosova sorununun kökeni, esas itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya yüz tutması sırasında Balkanlar’da yaşanan savaşların ardından, emperyalist devletlerin müdahalesiyle oluşan yeni haritada yatmaktadır. Avrupa’nın “Hasta Adamı “nın Birinci Balkan Savaşı’nda yenilgiye uğramasından sonra, zamanın büyük devletleri -Britanya, Fransa, Avusturya-Macaristan, Fransa, Almanya, İtalya- Aralık 1912’de Londra’da bir konferans düzenleyerek, savaşın sonunda ortaya çıkan yeni devletlerin sınırlarını çizmeyi üstlendiler. Ancak, onlar bu işi yaparken demografik gerçeklikleri hiçbir biçimde hesaba katmadılar. Bu, özellikle Arnavutların durumunu etkiledi; Arnavut ulusunun yarısı yeni oluşan Arnavut devletinin sınırları içine yerleştirilirken, çoğu Kosova bölgesinde yaşayan, geri kalanı Sırbistan içine alındı. Sırplar, bağımsızlık özlemleri nedeniyle topraklarının bölünmesine direnen Arnavut halkına karşı daha o tarihte köy yakmalar, zorla göçertme, yağma vb. eylemlerle karakterize edilen büyük bir katliamla yanıt vereceklerdi. O dönemde bile, yalnızca Kosova üzerinde değil, Arnavutluk üzerinde de hak iddia eden Sırp gericilerinin Kosova’da gerçekleştirdiği bu katliam, daha sonra yaşanacakların bir habercisi gibiydi.

Arnavut halkı için 1912’de çizilen harita bugün de üç aşağı beş yukarı geçerlidir. Halihazırda 1.7 milyon Arnavut, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nde ve 400,000 Arnavut da Makedonya’da yaşamaktadır. Kosova’nın 2 milyon dolayındaki nüfusunun 1.7 milyonu, yani yüzde 85’i Arnavut kökenlidir.

Sırp egemen sınıfları, son yıllarda Yugoslavya’nın çeşitli cumhuriyetlerinde ve özerk bölgelerinde yaygın bir biçimde uyguladıkları ve dünya çapında tanıttıkları ‘etnik temizlik’ yöntemini, daha Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kosova’da çoğunluğu ele geçirmek amacıyla yaşama geçirmeye girişmişlerdi. O yıllarda yüzbinlerce Arnavut Kosova’dan düpedüz kovuldu. Böylece, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden -o zamanlar Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı adını taşıyan- Yugoslavya’nın ilk nüfus sayımının yapıldığı Ocak 1921’e kadar geçen yaklaşık iki yıllık sürede Kosova’daki Arnavut nüfusun yaklaşık 800.000’den 440.000’e inmesi sağlandı. Savaşın sonuçlarından birisi de, muzaffer İtilaf devletlerinin inisiyatifiyle ‘Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın kurulması ve başına, Ağustos 1921’de resmen kral ünvanını alan Aleksandr’ın tahta naip olarak geçirilmesiydi. Bu krallık, Ekim 1929’da Yugoslavya adını alacaktı.

Aleksandr’ın 1934’te Fransa’ya yaptığı bir ziyaret sırasında bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine Aleksandr’ın oğlu Peter büyüyene değin, yerine kardeşi Paul naip olarak atandı. Mart 1941’de ise, giderek Alman yanlısı bir politika izleyen Prens Paul bir askeri darbeyle devrildi ve yerine başında Kral Peter’in bulunduğu Müttefik yanlısı bir hükümet geçti. Ancak, Nisan 1941’de Yugoslavya’nın Alman ve İtalyan faşistlerince işgali üzerine siyasal tablo tümüyle değişecekti.

Gerek Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nda ve gerekse 1929’da diktatörlük yetkileriyle donatılan Prens Paul’ün yönetimi altındaki Yugoslavya’da Arnavutlar tüm temel ulusal ve demokratik haklarından yoksun bulunuyorlardı. Arnavutça’nın kamu ve iş yaşamında kullanılması yasaktı; Arnavutlar kendi dillerinde eğitim görme, gazete, kitap vb. yayımlama haklarından yoksundular. Hatta bu dönemde, daha önceden var olan ve Arnavutça eğitim veren sınırlı sayıdaki okul da kapatılmıştı. Daha 1921 yılında bir Sırp devlet yetkilisi, Kosova Arnavutlarının “her zaman geri, cahil ve aptal olarak kalacaklarını” belirtiyor ve sözlerini şöyle sürdürüyordu:

"Onların yirmi yıl daha, yani bizim bu bölgeleri ulusal olarak özümlememiz için gereken süre boyunca bugünkü kültür düzeylerinde kalmaları bizim yararımızadır.” (Banac, The National Question in Yugoslavia, s. 298-99) Sırp yetkilileri ‘özümseme’den söz- derken Arnavutların Sırplaştırılmalarını değil, -gerek Arnavutların kovulması ve gerekse Sırpların göçü yoluyla- Kosova’daki nüfus dengesinin Sırpların yararına değiştirilmesini kastediyorlardı. Monarşist rejim, ‘etnik arındırma’ politikası uyarınca ‘toprak reformu’ görüntüsü altında Arnavut köylüleri sistemli olarak topraklarından uzaklaştırıyor ve yerlerine ‘sağlıklı ulusalcı öğeler’i, yani Sırpları yerleştiriyordu. Kosova’da 1939 yılında, içinde yalnızca -tümü de Sırp-Hırvat dilinde yazılı olan- 6.000 kitap bulunan üç halk kitaplığı bulunuyordu. Bu politika nedeniyle Kosova Arnavutlarının yüzde 90’ı okuma-yazma bilmiyordu. Daha sonraları Tito Yugoslavyası’nda bakan olacak olan Veso Çubriloviç 1937’de Sırp Kültür Kulübü’ne sunduğu bir raporda şöyle diyordu:

"...Bu sorunu çözmenin biricik tutarlı yolu Arnavutların kitlesel sürgünüdür. Devlet, toprak kavgasına kendi halkı yararına müdahale etmek istediğinde, başarının yolu acımasız davranmaktan geçer.” (Ali Hadli, ‘Arnavutların Kovulması’, The Albanian Population of Kosovo Between the Two World Wars, s. 184) 1990’a değin yaşayacak olan bu azgın Sırp şovenisti, 1980’li yıllarda da Sırp devletinin Arnavut-karşıtı uygulamalarını yetersiz bulacak, aynı politikanın yaşama geçirilmesini; yani Kosova Sırplarının silahlandırılmasını, Arnavutlara karşı Çetnik’lere özgü eylem biçimlerine başvurulmasını, Karadağlıların Arnavutlara karşı kışkırtılmasını, Sırp ordusunun ise fazla göze batmadan Arnavut köylerini ve kasabalarını yakmalarını önerecekti. Tarihsel gelişmeyi izlemeye devam edelim.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Yugoslavya Komünist Partisi (YKP)’nin resmi tutumu, Aralık 1943/ Ocak 1944’te Bucan’da YKP Kosova Geçici Komitesi’nin inisiyatifiyle toplanan Kosova ve Metyohya Ulusal Kurtuluş Konseyi’nin 1. Konferansı’nda dile getirilmişti. Bu konferansta alınan kararda şöyle deniyordu:

"Kosova ve Dukacin platosunda esas itibariyle, her zaman olduğu gibi bugün de Arnavutluk’la birleşmeyi isteyen Arnavut halkı yaşamaktadır... Kosova ve Dukacin platosu Arnavut halkının Arnavutluk’la birleşmesinin tek yolu, kana susamış Nazi istilacılara ve onların uşaklarına karşı Yugoslavya’nın diğer halklarıyla birlikte savaşmaktır. Bu, özgürlüğü kazanmanın..., ayrılma da içinde olmak üzere kendi yazgısını belirleme yoluyla geleceği için karar vermenin biricik yoludur.” (Enver Hoca, Titoites, s. 117) Başında Enver Hoca’nın bulunduğu Arnavutluk Komünist Partisi (AKP), Yugoslavya halklarının faşizmin boyunduruğundan kurtuluşu konusunda enternasyonalist bir çizgi izledi. O, Kosova’nın Nazi sürüleri tarafından işgal edilmesini “Sırp egemenliğinden kurtuluş” olarak gösteren ve istilacılarla işbirliğine giren gerici burjuvazi ve toprak ağalarının örgütü Balli Kombetar’ın politikasına karşı cepheden tavır aldı. AKP, istilacı faşistlere ve onların işbirlikçilerine karşı halkların birleşik kavgasından yana bir tutum takındı. Kosova halkının Sırplara duydukları derin güvensizliğin aşılmasına katkıda bulunan AKP’nin önderi Enver Hoca, o sıralarda şöyle demişti:

"Ancak bu politika, en önemli bileşenlerinden birisi, tarihsel haksızlıkları düzeltmeyi gerektiren ulusal sorunun çözümüne giden yolu açabilir. Komünist partimiz bunun için savaşmakta ve YKP de ülkesinin halklarına aynı doğrultuda önderlik etmektedir.” (Enver Hoca, Titoites, s. 78)

Kosova’daki ve Arnavutluk’taki Arnavut partizanları, bu yaklaşım ve Bucan Konferansı kararı temeli üzerinde Yugoslav partizanlarına, kendi ülkelerini Alman işgalinden kurtarmak için yürüttükleri silahlı savaşımda yardım ettiler. Hatta, Kosova’nın kurtuluşunu esas olarak YKP’ye bağlı Kosova’lı Arnavut partizanlar ve Arnavutluk topraklarından gelerek onlara büyük ölçüde destek veren AKP’nin partizan birlikleri sağladı.

Ancak, Yugoslavya’nın faşist istilacılardan kurtuluşu tamamlanır tamamlanmaz, YKP’ye egemen olan Tito-Rankoviç revizyonist kliği gerçek yüzünü gösterecekti. Savaşın bitiminde Yugoslav birlikleri herhangi bir direnmeyle karşılaşmadan Kosova’ya girdiklerinde faşist işgalcilere karşı savaşta kurulmuş olan ‘ulusal kurtuluş konseyleri’ni dağıttılar ve Kosova’nın Arnavut halkına karşı kitlesel bir teröre giriştiler. Bunun asıl nedeni kuşkusuz, YKP’nin yöneticilerinin marksist-leninist değil, revizyonist olmalarında, işçi sınıfının değil burjuvazinin çıkarlarını savunmalarında yatıyordu. Revizyonist Tito-Rankoviç kliği savaşın ertesinde gerçek yüzünü ortaya koymakta gecikmedi. Bu klik, sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve uluslararası komünist harekete, Yugoslav komünistlerine ve halklarına ve Kosova’nın Arnavut halkına ve Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ne karşı azgın bir düşmanlık besleyen, başta ABD ve İngiliz emperyalistleri gelmek üzere emperyalist devletlerle yakın ilişkiler kurmaya can atan Sırp, Hırvat ve Sloven burjuvazilerinin çıkarlarını temsil etmekteydi. Bu nedenlerden ötürü YKP, Haziran 1948’de marksizm- leninizmden saptığı, ulusalcı ve Troçkist bir çizgi izlediği gerekçesiyle Kominform’dan atıldı. Kominform’un Kasım 1949 tarihli “YKP, Katil ve Casusların Elindedir” başlıklı kararında şunlar söyleniyordu:

"Geçen yılın Haziran ayında toplanan Komünist Partilerin Enformasyon Bürosu toplantısı, Tito-Rankoviç kliğinin demokrasi ve sosyalizmden saparak, burjuva milliyetçiliğine vardığını tespit etmiş; o toplantıdan bu yana geçen zaman içinde bu klik, burjuva milliyetçiliğinden faşizme ve Yugoslavya’nın milli çıkarlarına doğrudan ihanete doğru ilerlemiştir.

"Son dönemde gelişen olaylar, Yugoslavya hükümetinin bütünüyle emperyalist çevrelere bağımlı hale geldiğini, Yugoslavya Halk Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının tasfiye olduğunu gösterdi.” (Stalin Eleştirileri Üzerine, s. 178)

YKP’nin marksizm-leninizmden uzaklaşması, ya da daha doğrusu revizyonist karakterinin iyice açığa çıkması, Kosova halkının ulusal ve demokratik hakları konusunu doğrudan etkileyecekti. Tito-Rankoviç revizyonist kliği, yayılmacı ve şovenist yönelimine bağlı olarak Bucan Konferansı’nda verdiği sözden caydı ve Kosova, Dukacin platosu ve diğer Arnavut bölgelerini ‘yeni federal Yugoslavya’ya kattı. Savaş sonrası Arnavutluk’un marksist-leninist önderi Enver Hoca, Nisan 1949’da Stalin’e bu konuda şunları söyleyecekti:

"Tito kliği Kosova ve Makedonya ’da, kendi benzerlerinin -geçmişteki Kral Aleksandr ve diğerlerinin- izlediği çizgi ve yöntemlerin aynısını uyguluyor... Belgrad kliği.. buralarda kitlesel sürgünler , tutuklamalar ve zorla çalıştırmanın yanısıra mülksüzleştirmede de anlatımını bulan geniş ölçekli bir teröre başvuruyor.” (Enver Hoca, With Stalin: Memoirs, s. 108)

Kasım 1952’de YKP, ‘Yugoslavya Komünistler Birliği’ (YKB) adını aldı. Ocak 1953’te yeni bir anayasa kabul edildi ve Tito 1980’den ölümüne kadar elinde tutacağı Cumhuriyet Başkanlığı koltuğuna oturdu. “Özyönetim” adını verdiği kapitalist bir gelişme yolunu tutan revizyonist Yugoslavya’nın ve onun halklarının 1990’larda yaşayacağı trajedinin temelleri işte bu yıllarda atılacaktı. 1948’de Kominform’dan kovulmasından sonra YKP içindeki enternasyonalist komünistleri beyaz terörle tasfiye etmeye girişen, 1949’da Yunanistan iç savaşında İngiltere’nin aktif olarak desteklediği gerici ve faşist güçlerden yana tutum almaya başlayan, 1951’de kolektifleştirme politikasından vazgeçildiğini ilan eden, tarımda kulak çiftçiliğini, sanayide yeni bir bürokratik burjuvazinin oluşumunu destekleyen bir politika izleyen Tito-Rankoviç kliği, başta ABD gelmek üzere emperyalist ülkelerle ilişkilerini her alanda geliştirdi. Bu anti-komünist kliğin sicilinde 1950-53 yılları arasında Kore halkına karşı yürütülen savaşta emperyalistlerin safında yer almaktan, Arnavutluk’a karşı sonu gelmez komplolar düzenlemeye, Türkiye, Yunanistan gibi NATO üyesi ülkelerle siyasal ve askeri işbirliği anlaşmaları imzalamaktan, 1956 Macar karşıdevrimini kışkırtmaya, Orta ve Doğu Avrupa halk demokrasisi ülkelerinde yıkıcı etkinlikler sürdürmeye ve ‘bağlantısız ülkeler’ hareketi içinde emperyalizmin Truva Atı rolünü oynamaya değin varan bir yığın suç yazılıdır. Federal Yugoslavya, farklı uluslardan işçilerin ve emekçilerin devrimci ve enternasyonalist birliği değildi. O, Alman ve İtalyan faşizmine karşı kahramanca savaşmış olan işçi ve emekçilerin kan ve alınterlerini alçakça sömürerek iktidara gelen ve her biri diğerinin kuyusunu kazmaya çalışan Sırp, Hırvat ve Sloven burjuva kliklerinin ikiyüzlü bir ortaklığından, daha baştan ölü doğmuş bir varlıktan başka bir şey değildi. Onun 1990’lata değin birlet şik bir devlet olarak ayakta kalabilmesini sağlayan esas faktör ise, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında değişik ulus ve milliyetlerden Yugoslav işçi ve emekçilerinin faşizme karşı yürüttükleri savaşın yarattığı devrimci miras ve birikimden başkası değildi.

Farklı ulus ve milliyetlerden işçileri acımasızca sömüren ve Kosova halkı başta gelmek üzere Yugoslavya içindeki küçük ve geri halkları ezen Yugoslavya burjuvazisinin farklı fraksiyonları, bu cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak sürekli bir hegemonya savaşımı yaşadılar. Haziran 1966’da, Başkan Tito’nun evinde bir rastlantı sonucunda gizli bir mikrofonun bulunması, Yugoslavya Komünistler Birliği içindeki bunalımı tepe noktasına çıkaracaktı. Kuşkular, 1945-53 yılları arasında içişlerinden sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yapmış ve 1953-63 yılları arasında da İçişleri Komitesi Başkanı sıfatıyla UDBA’nın (Yugoslav Gizli Polis Örgütü) örgütlenmesinden sorumlu olan A. Rankoviç üzerinde yoğunlaştı. Bunun üzerine, Sırp burjuvazisinin temsilcisi olan Rankoviç, Temmuz 1966’da Yugoslavya Komünistler Birliği (YKB) Merkez Komitesi’nden, Yürütme Komitesi’nden ve Devlet Başkanı Yardımcılığı görevinden çıkarıldı.

Rankoviç’in görevden alınmasından sonra egemenliği, Hırvat-Sloven sermayesinin çıkarlarını temsil eden bir başka revizyonist grup ele geçirdi. Önde gelen ideoloğu Edvard Kardeli olan bu grubun çıkarları ve düşünceleri, anlatımını 1974’te kabul edilen anayasada buldu. Bu anayasayla altı cumhuriyete ve iki özerk bölgeye (Voyvodina ve Kosova) görece önemli haklar tanınmıştı. Rankoviç’in düşüşünden iki yıl sonra, 1968’de Kosova’da daha fazla demokrasi isteğiyle büyük gösteriler yapıldı. Revizyonist Yugoslav yönetimi bu gösteriler üzerine Arnavutluk ulusal bayrağının kullanılmasını ve Arnavutça eğitim verecek bir üniversitenin kurulmasını kabul etti; ancak Sırpların Arnavutlar üzerindeki baskısına belli bir sınırlama getiren yeni anayasada Kosovalıların cumhuriyet statüsü istemi kabul edilmeyecekti. Enver Hoca, Kasım 1981’de bu döneme ilişkin olarak şu değerlendirmeyi yapıyordu:

"Sırplar istese de istemese de bu yeni durum, Yugoslavya ’da Arnavutlara ve özellikle Kosovalılara eğitimi yaygınlaştırma, Priştine Üniversitesi’ni kurma, kültürü geliştirme, kendi halkının tarihini öğrenme, federasyon yasalarına ve Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’yle Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti arasındaki resmi anlaşmalara göre Arnavutluk’la eğitim, kültür ve ekonomik ilişkiler kurma olanağı yarattı. Yine de özerk Kosova sosyalist bölgesinin ekonomik temeli çok zayıf kaldı, ihmal edildi. Federasyon içindeki diğer cumhuriyetler ve özellikle Sırbistan Cumhuriyeti, bu bölgenin zenginliklerini acımasızca yağmaladı.” (Arnavutluk Emek Partisi 8. Kongresi’ne Sunulan Rapor, s. 97) Kosova halkının haklı istemlerini kısmen karşılayan bu önlemlerin yaşama geçirilmesinin altında onun kendi savaşımının etkisinin yanısıra, Tito kliğinin temsil ettiği Hırvat-Sloven sermayesinin Sırp burjuvazisinin gücünü sınırlama çabası yatmaktaydı. Tito kliği, Sırp burjuvazisinin dizginsiz şovenizminin, revizyonist Yugoslav rejiminin zaten iğreti olan istikrarını tehlikeye düşüreceği ve hatta onun parçalanmasına yol açabileceğinden kaygılanmaktaydı. Özellikle 1980’lerin sonundan bu yana yaşananlar, bu kaygının tümüyle yerinde olduğunu kanıtlamış bulunuyor.

Daha 1978’de Arnavut marksist-leninist Enver Hoca şunları yazmıştı:

"Yugoslavya Komünist Partisi, daha baştan Marksizm-Leninizmin ilkeleri ve öğretilerine göre kurulmamıştı.

"Yugoslavya ’da Leninist türde bir sosyalist toplumun inşa edilmediği, tersine kapitalizmin geliştiği her geçen gün daha da berrak hale geldi...

"Yugoslavya’da uluslar ve milliyetler sorununda durum neydi? Yugoslav Federasyonu bu alanda kökleri derinlerde yatan anlaşmazlıklar devralmıştı...

"Tito ve çevresindeki dönek Yugoslav kliği marksist-leninist bir ulusal politika geliştirmedi... Tersine... onların politikası Yugoslavya’nın ulus ve milliyetleri arasındaki nefreti ve kan davasını besledi.” (Enver Hoca, ‘Yugoslav Self-Administration’ - A Capitalist Theory and Practice, Selected Works, Cilt 5, s. 272, 274, 313-314) Evet, Enver Hoca’nın da belirttiği gibi Yugoslav revizyonistlerinin burjuva ve şoven politikaları, bu ülkeyi oluşturan çeşitli ulus ve milliyetler arasındaki nefreti ve kan davalarını daha da besleyecek ve büyütecekti. Bu, değişik ulus ve milliyetlerden işçiler ve diğer sömürülen yığınlar arasındaki karşılıklı güvensizlik, hatta düşmanlık duygularının kök salmasına ve Nazi istilacılarına karşı kazanılmış zaferin kazanımlarının tümden yitirilmesine ve onların 1980’lerin sonlarından başlayarak ‘kendi’ burjuvazilerinin komutası altında sınıf kardeşlerinin kanlarını dökmelerine yol açacaktı. Stalin çok önceleri, ulusal baskı siyasetinin işçi sınıfı davası -ama aynı zamanda geniş halk yığınlarının kurtuluşu davası- için taşıdığı tehlikeyi anlatırken şöyle demişti:

“Bu siyaset, nüfusun geniş katmanlarının dikkatini, toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından, ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına çevirir. Ve bu da ‘çıkarların uyumu ’ yalanını yaymak için, proletarya sınıf çıkarlarına gölge düşürmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için, elverişli bir alan yaratır.” (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 25)

Tito’nun 1980’de ölümünün ardından farklı klikler arasında iktidar dalaşının daha fazla su yüzüne çıktığı Yugoslavya’da sınıfsal ve ulusal gerginlik ve çekişmeler de yoğunlaşmaya başladı. Federasyonu meydana getiren farklı cumhuriyetler ve özerk bölgeler, bir avuç bürokrat burjuva ile geniş işçi ve emekçi yığınlar arasındaki gelir ve yaşam standardı farklılıklarının 1970’li ve 1980’li yıllar boyunca artması, bu yapay devletin temel sorunlarından yalnızca birisiydi. 1984’e gelindiğinde, iplerini giderek daha büyük ölçüde IMF’ye ve Batılı emperyalistlere teslim etmekte olan Yugoslavya’da enflasyon yüzde 62’ye, işsizlik oranı ise yüzde 15’e çıkmıştı. 1988’de 1700’ü bulan grevlere katılan işçilerin sayısı 400.000’i, enflasyon oranı ise yüzde 300’leri bulmuştu. 1988-89’da “özyönetim” uygulamasından resmen vazgeçilmesinden ve işletmelerin her bakımdan tipik kapitalist tarzda yönetilmeye başlanmasından sonra işsizlerin sayısı hızla artacaktı. Bosna- Hersek ve Kosova, kapitalist Yugoslav federasyonunun yaşadığı eşitsiz gelişmeden en fazla etkilenen bölgelerdi. Bir kaynakta bu konuda şunlar belirtiliyor:

"Kişi başına düşen toplumsal ürünü 1953 ’te Yugoslavya ortalamasının yüzde 79 undan, 1957’de yüzde 75’ine ve 1965’te yüzde 69’una düşen Bosna, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Yugoslavya’nın diğer bölümlerine oranla bir duraklama ve gerileme yaşadı. 1961 ’de Bosna ’nın çoğu, resmen azgelişmiş bölge ilan edildi... 1970’lerin başlarında Bosna, Yugoslavya ’nın çocuk ölüm oranının, okuma-yazma bilmeyenlerin oranının, yalnızca üç yıllık ilkokul eğitimi görmüş olan ve köylerde yaşayan nüfus oranının Kosova ’dan sonra en yüksek olduğu bölgesiydi.” (N. Malcolm, A Short History of Bosrnia, s. 202)

Giderek kötüleşen bu ekonomik ve siyasal ortamda Yugoslavya’nın parçalanması sürecinin asıl dönüm noktası, Tito’nun 1980’de ölümü olacaktı. 1981’de Kosorva’nın bir dizi kentinde Arnavut gençlerinin ve halkının ulusal ve demokratik istemlerle başlattığı gösterilere Sırp subayların komutasındaki federal ordunun tanklar da kullanarak saldırması sonucunda çıkan çatışmalarda, çoğu göstericilerden olmak üzere yüzlerce kişinin ölmesi, Yugoslavya’nın 1980’ler de ve özellikle de 1990’larda yaşayacaklarının bir habercisi gibiydi.

Tito’nun ölümü, çok uluslu Yugoslav bürokrat burjuvazisinin saflarında - özellikle Sırp burjuvazisi ile Hırvat ve Sloven burjuvazileri arasında- giderek kızışan iktidar kavgasının başlangıcı oldu. Nazi istilasına karşı verilen partizan savaşının yarattığı saygınlığa dayanan ya da daha doğrusu onu kullananan Tito’nun siyasal sahneden çekilmesinden sonra, onun karizmasına sahip burjuva önderlerin ortaya çıkamayışı ve 1987’den itibaren revizyonist blokun dağılma sinyalleri vermeye başlaması bu süreci daha da hızlandırdı. Tito’nun ölümünü üç yıl arayla, Sırp burjuvazisinin 1966’da geri çekilmeye ve istifaya zorlanan güçlü adamı A. Rankoviç’in ölümü izledi. Rankoviç’in 22 Ağustos 1983’te Belgrad’da düzenlenen cenaze töreni, tanınmış bir burjuva devlet adamının olağan bir cenaze töreninden çok, başını yeniden kaldırmaya hazırlanan Sırp şovenizminin, Yugoslav devletini parçalamayı ve onun yıkıntıları üzerinde “Büyük Sırbistan “ı kurmayı düşleyen Sırp burjuvazisinin bir gövde gösterisi biçimini aldı.

Eski Yugoslav Federasyonu’nun dağılmakta olduğunu gören ve bu süreci durdurmanın olanaksız olduğunu anlayan Sırp burjuvazisi, kendi egemenliği altında olacak olan yeni ve daha dar bir federasyon ya da genişletilmiş bir Sırbistan kurmayı planlamaya başlamıştı. Eski Yugoslavya’yı kana bulayacak bu yeni federasyon planının başını Slobodan Miloseviç çekecekti. 1986’da Sırbistan Komünistler Birliği’nin başkanlığına, 1987’de de Sırbistan Devlet Başkanlığı’na getirilen Miloseviç, eski Yugoslavya’nın az çok önemli Sırp nüfusu barındıran bütün bölgelerini ilhak etmeyi hedefleyen koyu bir ‘Büyük Sırbistan’ yanlısıydı. Miloseviç, Sırpların “uluslarını barış zamanında yitiren biricik halk” olduklarını söylüyordu. O, diğer Sırp ulusalcıları gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinin Yugoslavyası’nda egemen olan Sırp ulusunun Hırvat-Sloven kırması Tito döneminde eski ayrıcalıklı konumunu yitirdiğini, Macar çoğunluğa sahip Voyvodina ile Arnavut çoğunluğa sahip Kosova’ya -Sırbistan sınırları içinde de olsa- özerk bölge statüsü tanınmasının Sırplara yapılmış bir haksızlık olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla, 1980’lerin ikinci yarısında Miloseviç’in temsil ettiği Sırp şovenizminin ve Miloseviç kültünün yükselişine paralel olarak Tito’nun resimlerinin yerini Miloseviç’in ve 1389’da Kosova Meydan Savaşı’nda Osmanlılarla çarpışırken ölen Sırp kralı Lazar’ın resimleri almaya başladı. Sırp şovenistleri 1989’da, Kosova Meydan Savaşı’nın 600. yıldönümünde, bir kez daha “Kosova’nın Sırp kimliği “ne ilişkin yaygaralarına sahne olan ve yüzbinlerce Sırbın katıldığı ikinci bir büyük politik gövde gösterisi düzenlediler.

1990’ların başına gelindiğinde, federal devleti oluşturan uluslar arasındaki sürtüşme ve çekişmelerin keskinleşmesinin, onların tek bir devlet çatısı altında kalmalarını olanaksız kıldığı aşağı yukarı belli olmuştu. YKB’nin Ocak 1990’da yapıl an 14. Olağar nüstü Kongresi, bu revizyonist partinin son kongresi oldu. Bundan böyle Yugoslavya ölçeğinde örgütlü olan bu federal revizyonist partinin yerini ulusal revizyonist partiler alacak, onların da çoğu çok geçmeden ‘sosyalist’ etiketlerini bile bir yana atarak yerlerini açık burjuva ulusalcı, şovenist, gerici, hatta bazen faşist partilere bırakacaklardı.

Burada Kosova’nın Sırbistan bakımından taşıdığı -kısmen gerçek, kısmen sanal- öneme kısaca değinmemiz gerekiyor. Yüzlerce yıl süren Osmanlı egemenliği altında Sırpların, esas itibariyle özümsenmemiş, kendi etnik kimliklerini korumuş olmalarında ve özellikle 19. yüzyılda Osmanlı boyunduruğundan kurtuluş için yürütülen ulusal direnişte, patrikliği Kosova’nın Pec kentinde bulunan Sırp Ortodoks Kilisesi önemli bir rol oynamıştı. Kosova, Sırp egemen sınıflarının Sırp işçi ve emekçilerini ideolojik boyunduruk altında tutmalarında, onları Sırp ulusalcılığı duygu ve düşünceleriyle aşılamalarında özel bir öneme ve işleve sahip bir yer olmuştu. Öte yandan, 20. yüzyılın başlarından bu yana Kosova’da çoğunluğu oluşturmuş olan Arnavutlara karşı bu eyaleti egemenlikleri altına almak ve ellerinde tutmak için yürüttükleri uğraşın, Sırp burjuvazisi bakımından, yayılmacı politikalarına da hizmet eden bir Kosova saplantısı ya da sendromuna yol açmış olduğunu söylemek hiç de abartma olmayacaktır. Ve son olarak, bu eyaletin çok zengin mineral kaynaklarından yararlanan ve ucuz işgücünü sömüren Sırp burjuvazisinin Kosova’yı yalnızca ekonomik gerekçelerle dahi olsa kendi denetimi altında bulundurmak isteyeceği anlaşılabilir.

Kosova’daki Arnavut çoğunluğa karşı büyük bir antipati besleyen Miloseviç, Sırp halkının tarihsel bilinçaltında önemli bir yer tutan anti-Arnavut ırkçı önyargıları alabildiğine körükledi ve bu gerici propagandayı kendisini iktidara taşıyacak bir araç olarak kullandı. Miloseviç, Sırbistan’ın Kosova ve Voyvodina üzerindeki ‘hakları’nın artırılması gerektiği yolundaki şovenist görüşlerini her fırsatta dile getiriyordu. 1986’da Miloseviç kliği, sözümona Kosova’nın Sırp kimliğini korumak gerekçesiyle, Arnavutların Sırpların yoğun olarak yaşadıkları yerlere yerleşmelerini yasakladı. Viktor Meier adlı Alman kökenli bir Yugoslavya uzmanı bu uygulamaya haklı olarak ‘Klein apartheid’ adını takmıştı. Kendi koyu Sırp şovenisti görüşlerini benimsemeyen diğer Sırp liderlerini de zaman içinde tasfiye etmeyi başaran Miloseviç, Ekim 1987’de Federal Devlet Başkanlığı’nın Kosova’da olağanüstü hal ilan etmesini sağladı. Buna göre merkezi yönetim, bölgeye özel federal polis birlikleri gönderebilecek ve eyalet polisinin ve yargı organlarının yetkilerini edimsel olarak ortadan kaldırabilecekti. Federal yönetim bu yasaya dayanarak 1974-84 yılları arasında, federal kolektif devlet başkanlığı olarak anılan revizyonist devlet yönetiminin üyesi sıfatını taşımış olan tanınmış Kosovalı Arnavut politikacı Fadıl Hoca’yı partiden kovdu. 1988 ve 1989 yıllarında Sırp yetkililerinin, Sırbistan Anayasası’nın değiştirilmesi suretiyle Kosova ve Voyvodina’nın özerkliklerinin törpülenmesi ve giderek ortadan kaldırılması doğrultusundaki önerileri şovenizmin etkisi altındaki Sırp yığınlarının katıldıkları gösterilerle desteklendi. Kosova Arnavutları bu gösterilere karşı, gösterilerle yanıt verdiler. Bunun üzerine Kasım 1988’de federal hükümet, Kosova’da tüm kitle toplantılarını belirsiz bir süre için yasakladı. Miloseviç aynı ay içinde Belgrad’da düzenlenen bir kitle gösterisinde şunları söyleyecekti:

“Gün kavga günüdür... Ülke içinde ya da dışında, önümüze hangi engeller çıkarsa çıksın Kosova savaşını kazanacağız... Sırbistan’ın dış düşmanlarının ülke içindeki düşmanlarla birlikte ona karşı kurdukları komplolara karşın biz kazanacağız.” (Foreign Af- fairs 71, Sonbahar 1992, s. 83)

Ocak 1989’da YKB Merkez Komitesi, aralarında bu örgütün Kosova’daki yöneticisi olan Azim Vlasi’nin de bulunduğu bir dizi üyesini görevden aldı. Şubat 1989’da Kosova’nın Arnavut halkı sözkonusu karara ve polis, mahkeme ve yerel savunma örgütlerini tümüyle Sırbistan’ın denetimine bırakan yasa değişikliklerine karşı sokaklara döküldü. Bu arada Trepça maden işçileri de giriştikleri siyasal bir grevle bu eyleme katıldılar. Göstericiler aynı zamanda, Miloseviç yanlısı üç önde gelen Arnavut yerel yöneticinin (Rahman Morina, Ali Şükriye ve Hüsamettin Azimi) istifalarını istiyorlardı. Kosova’nın 9 kentinde sürdürülen grev ve gösteriler polis şiddetiyle bastırıldı. Miloseviç kliği, Kosova Arnavut halkının haklı direnişini gerek Kosova’daki Sırplar ve gerekse asıl Sırbistan’daki Sırplar arasında şovenist eğilimin güçlendirilmesi için bir kez daha kullandı. 28 Şubat’ta Belgrad’da 700.000 dolayında Sırp, Federal Meclis binasının önünde Kosova Arnavutlarının ‘şovenizmini ve ayrılıkçılığını’ protesto etmek amacıyla bir gösteri yaptı. Mart 1989’da Azim Vlasi’nin tutuklanması üzerine polisle halk arasında çıkan çatışmalarda Kosova’da 25 kişi yaşamını yitirdi. Aynı ay içinde Kosova Eyalet Meclisi’nin, Sırbistan Anayasası’nda yapılan ve merkezi yönetimin Kosova ve Voyvodina’nın içişlerine müdahale yetkisini artıran değişiklikleri onaylaması, yeni bir protesto gösterileri dalgasına yol açtı. Nisan 1989’da Yugoslav yetkilileri, Kosova’da yerleşmek isteyen Sırplara mali destek sağlanacağını açıkladı. Bu, Sırp burjuvazisinin şovenist histerisinin ve Kosova saplantısının, Sırp halkı tarafından bütünüyle paylaşılmadığının örtülü bir itirafından başka bir şey değildi. Rakamlara göre 1971-81 yılları arasında 18.000 Sırp ve 4.500 Karadağ’lı Kosova’dan ayrılmıştı. Bunların büyük çoğunluğu daha iyi iş ve yaşam koşulları bulmak için Yugoslavya’nın Kuzey eyaletlerine ve başka ülkelere göç etmişti. Aynı dönemde eyaletten, benzer amaçlarla ayrılan Arnavutların sayısı ise çok daha faz- aydı ve 250.000’e yaklaşıyordu.

Ocak 1990’da Kosova halkı bir kez daha sokaklara döküldü. Kosova’nın 12 kentinde yapılan ve onbinlerce kişinin katıldığı gösterilerde polisle halk arasında meydana gelen çatışmalarda 27 kişi yaşamını yitirdi. Mayıs 1990’da Sırp yönetimi, Kosova’nın özerkliğinin son kırıntılarını da ortadan kaldırmayı kararlaştırdı. Bu karar uyarınca Haziran 1990’da 180 üyeli Kosova Meclisi kapatıldı ve bu meclisin ve Kosova’daki tüm diğer resmi organların yetkileri Sırbistan Meclisi’ne ve diğer resmi organlarına devredildi. Kosova radyo-televizyonunun ve Kosova’nın ünlü ‘Rilindya’ (Rönesans) gazetesinin yöneticileri değiştirildi. Arnavut liderlerinin çağrısı üzerine Kosova’da binlerce işçi bu gerici önlemleri bir saatlik bir genel grevle protesto etti. Aynı ay içinde Sırbistan’da düzenlenen bir referandumda Sırpların çoğunluğu bu anayasa değişikliğini onayladılar. Ancak Kosova Arnavutları genellikle bu referanduma katılmadılar; Kosova’daki seçmenlerin yalnızca önemli bir kısmı, Sırp olan yüzde 25’i referandumda oy kullandı. Temmuz 1990’daysa Sırbistan Komünistler Birliği adını Sırbistan Sosyalist Partisi olarak değiştirdi ve Sırbistan Devlet Başkanı ve Sırbistan Komünistler Birliği’nin eski başkanı olan S. Miloseviç’i kendi başkanlığına getirdi.

Bu arada Yugoslavya’da ülkenin parçalanmasına yol açacak başka gelişmeler oluyordu. Haziran 1991’de Hırvatistan ve Slovenya, Nisan 1992’de Bosna-Hersek ve Kasım 1992’de Makedonya bağımsızlıklarını ilan ettiler. Nisan 1992’de, artık yalnızca Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan -ve Kosova ve Voyvodina eyaletlerini de içeren- yeni ‘Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ ilan edildi. Slovenya ve Hırvatistan’ın Haziran 1991’de bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra bu bölgelerdeki düzensiz Sırp birlikleri ve subaylarının çoğu Sırp olan federal ordu birlikleriyle Sloven ve Hırvat milisleri arasında çatışmalar başlamıştı. Sırbistan’ın görece gelişmiş bir savaş sanayisine ve çok geniş bir silah stokuna sahip olması ve federal ordunun esas olarak Sırp subaylarının komutası altında bulunması, bu savaşta Sırp burjuvazisine önemli avantajlar sağlayacaktı. Yugoslavya’nın batı ucunda bulunan, etnik bileşimi bakımından aşağı yukarı homojen olan, Almanya, İtalya ve Avusturya başta gelmek üzere Batı Avrupa ülkeleriyle güçlü ekonomik, siyasal ve kültürel bağlara sahip bulunan ve dolayısıyla Sırp burjuvazisinin pençelerini uzatmakta zorlandığı Slovenya’daki savaş fazla uzun sürmedi. ‘Büyük Sırbistan’ hayali peşinde koşan Sırp burjuvazisi, dikkatini esas olarak önemli Sırp azınlıklara sahip bulunan Hırvatistan ve Bosna-Hersek’e dikmişti. Sırp düzensiz birlikleri ve federal ordu 1991’de Hırvatistan’ın Sırpların çoğunlukta olduğu bölgelerini işgal etmeye girişti. Meydana gelen çatışmalarda Hırvatistan’ın üçte birini denetimi altına alan Sırp burjuvazisi burada -Nisan 1992’de kendisini Sırbistan’ın bir parçası ilan edecek olan- ‘Sırp Krayina Özerk Bölgesi’ni oluşturdu.

Bosna-Hersek’in Nisan 1992’de bağımsızlığını ilan etmesinden sonra, Hırvatistan’daki emellerini gerçekleştirmiş olan Sırplar, BM’nin bu ülke ile bir ateşkes sağlamasına olanak tanıdılar. Artık sıra Bosna- Hersek’in parçalanmasına gelmişti. Aslında Sırp düzensiz birlikleri 1992’nin başından itibaren Hırvatistan’da ve Bosna-Hersek’te, daha sonraları ‘etnik arındırma’ adıyla ün kazanacak olan vahşi uygulamaları, çeşitli saldırı ve terör eylemlerini gerçekleştirmeye başlamış bulunuyorlardı. Askeri bakımdan Sırplara göre çok daha zayıf konumda bulunan Hırvatlar ve Boşnaklar da bu yöntemi kullanmakta birincilerden geri kalmıyorlardı kuşkusuz. 1992’nin ortalarına gelindiğinde federal orduyla birlikte hareket eden düzensiz Sırp birlikleri Bosna-Hersek’in yüzde 70’ini ellerine geçirmiş bulunuyorlardı. Eylül 1992’de toplanan ‘Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin parlamentosu, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’yle birleşmeden yana olduğunu ilan etti.

Kosova’da Sırp burjuvazisinin tek yanlı ve gerici uygulamalarını reddeden Kosova Meclisi üyelerinden 110’u, daha Temmuz 1990’da Kosova’nın Yugoslav Federasyonu sınırları içinde kalması, ama aynı zamanda cumhuriyet statüsüne sahip olması gerektiği yönünde bir karar almışlardı. Aralık 1990’da yeni anayasal değişiklikler yürürlüğe girdi. Sırbistan Cumhuriyeti’nin adındaki ‘sosyalist’ sıfatını da kaldıran anayasa değişikliği uyarınca Arnavut yetkililerinin kitlesel olarak görevden alınmasına karşı gerçekleştirilen genel grev Kosova’da yaşamı bütünüyle durdurdu. Aynı ay içinde Kosova Eyalet Meclisi’nin 111 üyesi Kacanik köyünde gerçekleştirdikleri gizli bir oturumda meclisi yeniden oluşturma kararı aldılar. Sırp yöneticileri bu oturumu yasadışı ilan ettiler ve Priştine savcılığı sözkonusu oturuma katılan milletvekilleri hakkında yasal işlem yapacağını bildirdi. Ekim 1991’de Kosova Meclisi, Kosova Eyaleti’nin egemenliği konusunda bir referandum gerçekleştirdi ve başında Bucan Bukoşi’nin bulunduğu geçici bir koalisyon hükümetini göreve getirdi. Kosova Meclisi, Sırp yetkililerinin ‘yasadışı’ olarak nitelendirdiği referanduma katılım oranının yüzde 87.01 olduğunu ve oylarını kullananların yüzde 99.87’sinin Kosova’nın egemenliğini onayladığını bildirdi. Mayıs 1992’deyse 130 üyeli Kosova Eyalet Meclisi için -Sırp yetkililerin gene ‘yasadışı’ olarak nitelendirdiği- seçimler yapıldı. Bu seçimlerde sandalyelerin çoğunu Kosova Demokratik Bağlaşması (DAK) kazandı ve DAK’ın lideri Dr. İbrahim Rugova ‘Kosova Cumhuriyeti’nin ‘Başkan’ı seçildi. Ancak Sırp güvenlik güçleri meclisin, seçimlerden sonra yapacağı açılış oturumunu engellediler. Daha sonra, Sırp askeri birlikleri meclis binasını kuşattılar ve birçok milletvekilini tutukladılar.

Bu arada Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nde burjuvazinin iç iktidar savaşımı sürüyordu. Temmuz 1992’de Yugoslavya Devlet Başkanı Dobriça Cosiç, Sırbistan doğumlu ABD’li işadamı Milan Paniç’i federal başbakanlık görevine atadı. Yugoslavya Başbakanı Paniç, Kosova’da 1989-90’dan bu yana yürürlükte olan olağanüstü hal uygulamasına son verdi. Ancak o, henüz federal askeri birliklerin eyalet topraklarından çekilmesini önermediğini belirtmeyi de ihmal etmedi. Federal Başbakan Paniç’in Ekim 1992’de İbrahim Rugova ile Arnavutların hakları için görüşmeler yapmak üzere Priştina’ya gitmesinin ardından polisle, Arnavutça eğitim ve okullarının açılmasını isteyen Arnavut halkı arasında iki gün süren çatışmalar meydana geldi. Gene bu ay içinde, güç tabanını genişletmek için çalışan Miloseviç’in yardımcılarından Sırbistan polisinin şefi Mihail Kertes’in adamları, Belgrad’daki Federal İçişleri Bakanlığını ele geçirdiler.

Mayıs/ Haziran 1993’te 20’den faz-a yazar ve gazeteci Arnavutça’nın basın-yayım dili olarak kullanılmasına konan kısıtlamaları protesto etmek için açlık grevine gittiler. 28 Haziran 1993’te Sırp Ortodoks Kilisesi, Kosova’da dört ya da daha faz- a çocuk dünyaya getiren Sırp analarına ‘Mayka Yugoviça’ denen yeni bir madalyanın verileceğini açıkladı. Bu madalya adını, 1389’daki Kosova Meydan Savaşı’nda dokuz oğlunu birden yitirdiği söylenen efsanevi Sırp anasının adından alıyordu. Aldıkları bütün önlemlere karşın, Kosova’nın nüfus bileşimini istedikleri yönde değiştirememeleri, Sırp gericilerini çileden çıkarıyordu. Bosna-Hersek’te giriştiği katliamlarla ve ‘etnik arındırma’ kampanyalarıyla ün kazanmış olan Sırp generali Ratko Mladiç, şovenist ve ırkçı görüşlerini 1992’de şöyle dile getirmişti:

"İslam dünyasının atom bombası yok, ama onun nüfus bombası var. Atom bombaları bir biçimde denetim altında tutulabiliyor. Onların muazzam üremeleri ise herhangi bir denetim altında değil.” (The Guardian, 2 Ağustos 1992)

Ağustos’ta ise Sırp polisinin giriştiği ev aramaları, keyfi tutuklama ve işkenceler, parti bürolarının basılması vb. uygulamaları Kosova’da tansiyonun yeniden yükselmesine neden oldu. Aynı ay içinde BM Güvenlik Konseyi, Yugoslav hükümetine, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün Kosova’daki gözetim etkinliklerini sürdürmesine izin vermeyeceği yolundaki kararını gözden geçirme çağrısında bulundu. Bildiğini okumaya devam eden Yugoslav hükümeti, Eylül ayında Kosova’da Arnavutça eğitim veren 58 orta öğrenim kurumunun ve 350 ilkokuldan 21’inin kapatılmasını kararlaştırdı. Ve Kasım 1993’te, Bosna-Hersek’te yürütülen savaştaki vahşi uygulamalarıyla tanınmış düzensiz askeri birliklerin komutanı Zeliko Razniyatoviç (‘Arkan’), Sırp Birlik Partisi’nin açılış konferansında yaptığı konuşmada, Kosova meclisinde bir sandalye kazanması halinde bütün Arnavut ulusalcılarını sınırdışı edeceğini açıkladı. Oubat 1994’te DAK’ın lideri İ.Rugova, ABD’ye yaptığı bir gezide Başkan B. Clinton’la görüştü. Aynı ay içinde Sırp yönetimi, Kosova Bilim ve Sanat Akademisi’nin etkinliklerine derhal son vermesini kararlaştırdı. Akademi, 1992’de resmen kapatılmış olmasına karşın çalışmalarını sürdürüyordu. Ve Aralık 1994’te Sırp potiri, 1990’dan bu yana giriştiği en büyük tutuklama operasyonunda 170 eski Arnavut polisi gözaltına aldı.

* * * *

1998’in başından bu yana Kosova’da tansiyon yeniden hızla yükseldi. Şubat başlarında Kosova Kurtuluş Ordusu’nun Sırp hedeflerine karşı gerilla savaşına başlaması, Mart-Haziran 1998 döneminde eylemlerinin ölçeğini genişletmesi, Sırp burjuvazisinin daha büyük bir karşı saldırısına yol açtı. Sırp ordusu ve polisinin gerillalara ve halka yönelik kapsamlı operasyonlara girişmesi, köyleri zorla boşaltması ve yakması, hatta küçük kasabalara saldırması ve bunun sonucunda yüzbinlerce Kosovalı Arnavut’un köylerinden kaçmaları, dağlara ve Arnavutluk’a sığınmaları, ikinci bir Bosna’ya izin vermeyeceklerini söyleyen ABD emperyalistlerinin Belgrad rejimine yönelik tehditleri ve sonunda NATO’nun ‘Kosova sorununun çözümü’ için Miloseviç kliğine belirli bir süre tanıması, konunun BM Güvenlik Konseyi’nde tartışılması vb. gelişmeler biliniyor. Bütün bu gelişmeler, bu halkın yaşadığı trajediyi bir kez daha dünya kamuoyunun dikkatinin odağına yerleştirdi. Görünen o ki, Balkanlar ve dünya daha uzun süre Kosova sorunuyla birlikte yaşayacak. Balkanlar sorunu gibi Kosova sorunu da ancak bölge proletaryası ve halklarının kapitalizme, emperyalizme ve yerel gerici kliklere ve onların ürünü olan yayılmacı, şovenist ve militarist politikalara karşı komünist partilerinin önderliğinde uzlaşmaz savaşım yoluyla, bölgenin bütününde bir dizi işçi-emekçi Sovyet cumhuriyetlerinin kurulması yoluyla çözülebilecektir. Tıpkı, 1956 sonrasının Sovyetler Birliği ve halk demokrasileri deneyiminin ve Çin deneyiminin gösterdiği gibi, Yugoslavya deneyimi de burjuvazinin ve küçük burjuvazinin önderliğinin ve revizyonist ihanetin son çözümlemede geniş işçi ve emekçi yığınlara ancak ve ancak yoksulluk, savaş ve çöküşü getirdiğini kanıtlamış bulunuyor. Yüzyılımız boyunca kanları emperyalistlerin, burjuvazinin ve gericiliğin çıkarları için oluk oluk akıtılan Balkanlar işçi sınıfı ve halklarının tek kurtuluş yolu devrimden, proletarya diktatörlüğünün yeniden kurulmasından ve sosyalizmin yeniden inşasından geçmektedir. Balkanlar’ın devrimci işçi ve köylüleri, İkinci Dünya Savaşı sırasında başında Stalin’in bulunduğu sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve onun Kızılordusu’nun desteğiyle Alman ve İtalyan faşist işgalcilerine ve onların yerli işbirlikçilerine karşı görkemli bir kurtuluş savaşı vermiş, Balkanlar’ın önemli bir bölümünü emperyalizmin ve burjuvazinin boyunduruğundan kurtarmışlardı. Balkanlar işçi sınıfı ve halklarının, yirmibirinci yüzyılın eşiğinde bütün bu yaşananlardan gerekli dersleri çıkaracağından, kapitalist-emperyalist sistemin bir daha dirilmemek üzere mezarına gömülmesi için yeniden ayağa kalkacaklarından, kendi ülkelerinde proleter devriminin ve enternasyonalizminin bayrağını yeniden yükselteceklerinden kuşku duyulamaz.

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi