Susurluk, küçük bir taşra kasabasının, ancak İzmir yönünde seyahat edenlerin bildiği ismiydi. Rastlantılar (ya da henüz aydınlığa çıkmamış bir el) Susurluk’u bir kavram düzeyine sıçrattı. Susurluk dendiğinde devletin gayri meşru çocuğu kontrgerilla çeteleri, devletin statükolarını zorlamaya başlayan devlet çeteleri akla geliyor. Kontrgerilla esasen ‘50’lerden itibaren ABD ve NATO’nun girişimleriyle örgütlenmiş olsa da, son 30-40 yıllık tarihin zaman zaman alevlenen ve zaman zaman küllenen başlıca sorunlarından birisi. Ama o hiç kuşkusuz, Kürdistan’da başlayan gerilla savaşı sonrasında, özellikle de ‘90’lardan sonra Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin ulusal kurtuluşçu bir devrim düzeyine sıçramasıyla gündemin değişmez ana konularından birisi oldu. Susurluk’tan günümüze değin ise, egemen sınıfların ve devletin bir iç sorunu olarak çok önemli bir değişime de uğrayarak yeni bir boyut kazandı. Bu yazıda, devletin işlediği suçların küçük bir bölümünü kabul ve itiraf ettiği Kutlu Savaş’ın Başbakanlık Teftiş Kurulu raporundan başlayan hem bazı bakımlardan söz konusu rapor ve hem de son dönem burjuva politikanın gelişme eğilimleri ele alınacaktır.
Siyasal Bir Zaaf
Fakat önce konuyla çok ilişkili görünmese de, devrimci hareketin bir “sorunu” üzerinde durmakta yarar var. Tarihine dikkatle ve eleştirel bakan her göz, devrimci hareketin, ne saldırının, ne geri çekilmenin, ne de hazırlık, kuvvet biriktirme ve savunmanın hakkını veremediğini görecektir. Bunlardan ayrı düşünülemeyecek bir başka saptama daha yapılabilir; devrimci hareketler bazı başarı ve kazanımları, küçük çaplı zaferleri anlamakta olduğu kadar, başarısızlıklarını ve yenilgilerini anlamakta da belirgin bir yeteneksizlik içerisindedir. Fakat daha kötüsü, yenilgileri kimi zaman yüceltme, kimi zaman da gizleme eğilimleridir. Birçok parti ve örgüt (özellikle reformistler) adeta yenilgi tiryakisi olmuştur. Geride kalan çeyrek yüzyıllık dönemin belli başlı yenilgilerle belirlenen ve marksist leninist komünist partinin tamamen bilinçli ve iradi tarzda, ama aynı zamanda esası itibariyle güncel zeminde önemi kavranamayan veya gerçekten küçük, fakat tarihsel bakımdan büyük, anlamlı ve gerçek başarı, kazanım ve ilerlemeler temelinde, kopuşmakta olduğu tarihi dönemin bir sonucudur bu hastalıklı durum.
Kutlu Savaş’ın raporu ne anlama geliyor? Raporda ne var? Devletin çete kadrolarının küçük bir bölümünün tutuklanıp bir süre sonra bırakılması, onlar hakkında açılan davalar-yargılamalar bir değer taşıyor mu? Ağar’ın ve Bucak’ın dokunulmazlıklarının kaldırılması basit bir göz boyamadan ibaret mi? Mücadele eden yığınlar bakımından siyasi bir anlamı var mı? Nelerin bir sonucu? Benzer sorular artırılabilir. Bütün bu konularda özellikle bazı devrimci yayınların propaganda ve ajitasyon tarzı bize oldukça ilginç ve düşündürücü görünüyor.
Devletin bazı kontrgerilla kadroları, kimi çete başları tutuklanıyor, haklarında davalar açılıyor. Kısa süre sonra bırakılıyorlar. Önce, “devlet bunları yargılamaz”, sonra da “biz dememiş miydik” diyor bu yayın organları. Kutlu Savaş’ın raporu, tereddütlerden sonra açıklanıyor, “yeni bir şey yok” deniliyor vb. Bütün bu durumlarda görülmeyen, anlaşılamayan, dolayısıyla sonuç olarak propaganda ve ajitasyona, tarz ve morale yansımayan, yansıtılamayan; söz konusu durumların devrimin, işçi sınıfı ve emekçilerin, ilerici ve antifaşist güçlerin, halklarımızın kazanımları olduğudur. Devletin gayri meşru çocuğu kontrgerilla çetelerini, otuz yıllık dönemde paha biçilmez bedeller ödeyerek, çırılçıplak açığa çıkartan ve nihayet kontra çeteleri silahının devletin elinde patlaması, bir bumerang gibi dönüp kendisini de vurması, komünist, devrimci ve yurtsever devrimci hareketin açık bir başarısıdır. Orta yaş kuşağından insanlar hatırlayacaktır; bugün Cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin başı olan Süleyman Demirel, ‘80 öncesinde hiçbir zaman kontrgerillayı kabul etmemiş ve dahası onun siyasal kimliğini ele veren bir vecize olarak “bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz” demiştir.
Biz, kontrgerilla çetelerinin çok küçük bir kesiminin tutuklanmasında, haklarında davalar açılmasında olduğu gibi, son raporu da her şeyden önce komünist, devrimci ve yurtsever devrimci güçlerin, antifaşist ve ilerici kitlelerin bir kazanımı, başarısı olarak görüyoruz. Devletin kendi hukukuna bağlı kalmadığını, kontrgerilla çeteleri kurarak tamamen keyfi biçimde katliamlar yaptığını, “örtülü savaş” yürüttüğünü, işçi sınıfı ve emekçi yığınlara, halklarımıza karşı çok ağır ve affedilmez suçlar işlediğini, yalnızca açığa çıkarmadık, ama aynı zamanda bütün bu suçların bir kısmını devlete dayattık, kabul ve itiraf etmek zorunda bıraktık. Bunların muazzam bir siyasal ve moral değeri vardır. Tarih bizi haklı çıkarmış ve doğrulamıştır.
Yığınlara, işte “devlet baba” denen budur. Yalnızca “Susurluk”tan ibaret değildir; ama, Susurluk’un babası devlettir. Böyle bir devletle mi yönetilmek istiyorsunuz? Bu devleti kırmadan, yıkıp dağıtmadan özgürlük olanaklı mıdır? İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar için, aydınlar ve Kürt halkı için demokrasi mümkün müdür vb. soruları yöneltmemiz, işçi sınıfı ve emekçi yığınların, halklarımızın yeni bir yaşam kurmak için devrimci örgütlenmesini ve kavgasını bu temelde sömürücü sınıfların egemenlik aygıtı devlete yönelterek büyütmemiz gerekiyor. Sosyalizme de ancak buradan ulaşılabilir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, kuşkusuz ki devletin kurumları arasında yer ve hukuki bakımdan devletin siyasal rejiminin temel kurumlarından birisidir. Fakat muhakkak ki, gerçekte devlet yaşantısı ve politik rejim içinde tuttuğu yeri, gücüyle sınırlıdır. Bu sınırlılığı nedeniyledir ki, onun komisyonlarının faili meçhuller ve devlet çeteleri, en son Kürdistan’da köylerin boşaltılması konularında hazırladığı raporlar (çok önemli bazı gerçekleri açığa çıkaran bu raporlar da ilerici-yurtsever-devrimci hareketin kazanımlarıdır), devlet nezdinde, denilebilir ki kaale alınmamıştır. Bu durum, Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun devletin sayısız suçlarının bir bölümünün kabul ve itirafıyla dolu bir raporu hazırlamak zorunda kalmasının anlamını gösterdiği gibi, devletin kontralaşması sonucunda, bu sorun ekseninde önce komünist, devrimci, ilerici, antifaşist ve yurtsever devrimci güçler ile devlet arasında süren mücadele, sonra da burjuva politika ve devlet içi çatışmada yeni bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Örneğin, hala devletin kontralaşması, kontra çetelerinin ve suçlarının açığa çıkarılmasını bu sorunlar eksenindeki politik duruşun merkezinde tutmak, devletin ve sürecin gerisinde kalmak olur. Dahası, geride kalan bir yıllık Genelkurmay damgalı, üç buçuk ortaklı koalisyon döneminde yeni oluşan ittifaklarla MGK eksenli restorasyon, yeniden yapılanma politikalarını doğru kavrama olanağı önemli ölçüde kaybedilir.
Burada hemen değinmekte yarar olan birinci nokta, Başbakan Mesut Yılmaz’ın, raporu verme teklifini Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve yine CHP Başkanı Deniz Baykal’ın kabul etmemesidir. Bu kendi başına yeterli bir belirti olarak görülmeyebilir, fakat biraz da anlatılan onların hikayesi değil midir? Son yarım yüzyıllık dönemde siyaset sınıfının önde gelen ve değişmez siması S. Demirel ile kıdem süresi daha kısa D. Baykal, raporda isimleri geçmese de, konunun sorumlu ve muhatapları arasında yer alıyorlar. Sorumluluğu bir ölçüde bile olsa üstlenmekten ve çetelerden, gerek geçmişleri ve gerekse gelecekleri nedeniyle korkuyorlar. Bir zamanlar kontrgerilla suikastlerinden paçasını zor kurtaran Bülent Ecevit de onlardan daha az sorumlu değil. Bunlara değinilmesinin asıl nedeni, bırakalım Erdal İnönü, Murat Karayalçın, Hikmet Çetin, Necmettin Erbakan’ı, vb. daha dün politika sınıfına dahil olan ve devletin kirli işlerinin en yoğun döneminin politik sorumluluğunu tam bir fütursuzluk ve küstahlıkla üstlenen Tansu Çiller’i, belli başlı burjuva partilerin ve liderlerin açığa çıkan ve çıkmayan bütün devlet suçlarının ortağı ve sorumluları olduğunun, kabul ve itirafıdır “devlet raporu”. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları başta olmak üzere, TSK’nin kaymak tabakası generallerin sorumluluğu onlardan daha fazladır. Nitekim raporun MGK toplantısından sonra yayımlanması, bu bakımdan da anlamlıdır. MGK’ya rağmen böyle bir devlet raporunun hazırlanıp büyük bölümünün yayınlanması düşünülemezdi bile.
“Susurluk”un sorumluları bunlardan da ibaret değildir. Sermaye çevreleri ve “dış dünya”, mevcut rejimin emperyalist ağababaları da malumu ilan eden raporda geçen suçların ortağı, yönlendirici işbirlikçileridir. Sermaye çevrelerinden, “faili meçhul” devlet cinayetlerine karşı çok cılız sesler, ancak Özdemir Sabancı’nın cezalandırılmasından sonra söz konusu olmuştur. Kaldı ki, bunun da yanıltıcı olmaması gerekir. Sermaye sınıfı hiç kuşku yok ki, devletin kontrgerilla yöntemleriyle komünist, devrimci ve yurtsever devrimci güçlere karşı yürüttüğü kirli savaşa canı yürekten destek vermekte ve bütünüyle onaylamaktadır.
Devletin adalet sisteminin, raporun açıkladığı devlet suçlarından bütünüyle sorumlu olduğunu ayrıca ve özellikle vurgulamak gerekir. Sayısız örnekte ortaya çıkartılan kanıta, delile, bilgi ve belgelere karşın devletin adalet sistemi kılını kıpırdatmayarak, beraat ve takipsizlik kararlarıyla olduğu gibi, komünist, devrimci, yurtsever devrimci ve antifaşist güçlere bol keseden yağdırdığı ağır cezalarla da, devletin ve kontrgerilla çetelerinin safında mevzilendiğini sergilemiştir. Çetelerin koruyucusu olarak çok özel bir rol oynamıştır.
Raporun açıkladığı bilgiler, çeteleşen devletin, devletin kontra çetelerinin işlediği suçların küçük bir bölümünü itiraf etmektedir. Çok çarpıcı biçimde Selanik’te M. Kemal’in evinin kundaklanması ve onu takiben İstanbul’da Rum ve Ermeni azınlığı hedefleyen, talan ve katliam olarak tarihe geçen 6-7 Eylül olaylarına, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden ‘60’ların sonu ve ilk ‘70’li yıllardaki sabotaj ve katliamlara, 1 Mayıs ‘77 katliamında, Maraş, Çorum katliamlarına, son 10-15 yıllık dönemdeki, yurtdışı operasyonlarından (darbe, katliam, uyuşturucu ticareti vb.) “faili meçhul”lere, sokak infazlarından Kürdistan’da binlerce köyün boşaltılmasına, devletin tasarlayarak, planlı ve örgütlü tarzda işlediği bu muazzam suç yığını karşısında, devlet raporunun itirafları, muhakkak devede kulak kalıyor. Fakat rapor yine de önemli, çünkü her şeyden önce 30-40 yıldır süregelen mücadelede ödenen bedeller, yakın dönemde en başta ve esas olarak Kürt ulusal kurtuluşçu devrimi olmak üzere, komünistlerin ve devrimcilerin, işçi sınıfı ve emekçi yığınların, halklarımızın yürüttüğü mücadele karşısında, devletin ellerini kaldırıp, suçlarını itiraf etmesi anlamına geliyor. “Hesap sormaya” gelince, burada faşist diktatörlüğün yönetici çevrelerinin geliştireceği “çözüm” ile sosyalizme açılan devrimci demokratik çözüm tamamen farklı olacaktır. Bu bakımdan rapor, devletin artık kendini de vuran gayri meşru çocuğu çetelere karşı geliştireceği politikanın, ya da bu bakımdan yeniden yapılandırmanın söz konusu boyutunun içeriğini ve ana yönelimini veriyor.
Devletin çeteleşmesi, kontra çeteleri sorununda rapor, devlet anlayışını gündeme getirerek, izlenecek politikanın taşlarını döşüyor. Devlet anlayışı, rapor ve rapor ekseninde devletin yönetici çevrelerinin ve burjuva politika esnafının, liberal, sosyal demokrat ya da muhafazakar kalem erbabının öncelikli tartışma konuları arasında yer alıyor. İncelenmesi ve kavranması gereken ve burjuva politikanın hangi yönde gelişeceğini ortaya çıkartacak temel bir sorun, raporun devlet anlayışıdır. Buradan başlayarak, burjuva politikanın belli başlı güçlerinin nasıl mevzilendikleri, ne tür ittifak eğilimlerinin belirip geliştiği tartışma konusu olabilir.
İlkin rapor, çetelerin devletin gayri meşru çocuğu olduğunu itiraf ediyor. Liberaller, sosyal demokratlar, muhafazakarlar, islamcılar -her ne kadar kendi başlarının derdindelerse de- o beylik benzetme ile bataklıkla değil, sivrisineklerle uğraşıyorlar. Çeteleri “mahkum” edip, devleti aklamak, temize çıkarmak istiyorlar. Baştan itibaren kontra/çete örgütlenmesi olan, şimdi birçok parçaya bölünmüş ve kendi içinde oldukça kavgalı, nazivari ırkçı, faşist-ülkücü odaklar çete gerçeğini esasen kabullenmeye bile yanaşmak istemiyorlar. Ama raporda geçen ünlü hemen her çete başının ismi bunlarla bağlantılı. Çeteler “münferit” olaylar olmadığı gibi kendi başına da ortaya çıkmış değildir. Çeteleri Kürt ulusal kurtuluş hareketine, devrimci ve komünist harekete, ilerici aydınlara karşı “örtülü savaş” araçları olarak devlet örgütlemiştir. Demek ki, çetelere takılıp kalmak liberallerin yaptığı gibi işin esasını kaybetmek olur.
İkinci olarak, devletin kurduğu, örgütlediği, yönettiği kontra çetelerinin raporun kendini sınırladığı ‘93 sonrasında, fakat gerçekte, önce ‘75’ten itibaren I. ve II. MC (AP, MSP, MHP; Süleyman Demirel-Necmettin Erbakan- Alpaslan Türkeş) hükümetleri döneminde ve daha sonra gelişen gerilla savaşı koşullarında, devletin özel tim ve korucu örgütlenmesiyle tahkim edilmesi ve istihbarat örgütlerinin olağanüstü önem kazanmasıyla muazzam sıçramalar gösterdiğidir. Örgütlediği kontra çeteleri, devleti kuşatıp, bütün dokularına sızarak devleti çeteleştirmekle kalmıyor, gitgide devletin yönetici çevrelerinin kontrolünden çıkmaya başlıyorlar.
Burada, 1991 yılı ilkbaharında SS kararnamelerinin çıkartılmasının öngününde Turgut Özal, Süleyman Demirel, Erdal İnönü zirvesini hatırlamak anlamlı olacaktır. O zamana kadar nispeten sınırlı olan köy boşaltmaları, keza basına saldırılar, bu zirvede SS kararnameleri üzerine sağlanan mutabakat ve kuşkusuz o günkü bileşimiyle MGK’nın iradesine dayalı olarak, çeteleşmeyi daha sonra ulaştığı boyutlara getiren “topyekün savaş” politikasının temellerini oluşturmuştur. Sömürgeci özel savaş politikasının yeni boyutu veya düzeyidir; “topyekün savaş”. “Topyekün savaş”ın en etkin araçları, uygulayıcı güçleri TSK’ya bağlı Özel Kuvvetler Komutanlığı, Özel Harekat Timleri, korucular, jandarma ve komando birlikleridir. Jandarmaya bağlı, korucular ve itirafçılarla çalışan JITEM, Özel Tim ve 12 Eylül darbesinden sonra zaten oldukça geliştirilen polis istihbaratı bu dönemde olağanüstü önem kazanırken, sömürgeci savaşın ana sorunu olduğu ve bu savaştaki rolü diğer istihbarat örgütlerine göre sınırlı kalan MİT, diğerlerinin pozisyonunun gelişmesi nedeniyle giderek geri plana düşmüş, fakat istihbarat örgütleri arasındaki koordinasyonsuzluk, çok başlılık, mesleki ve çıkar rekabeti, ranttan pay alma yarışı giderek çatışmaya dönüşmüştür. Polis istihbaratı gitgide MİT’e alternatif hale gelmiş, yurtdışı operasyonları örgütleyecek denli büyük bir siyasi güç kazanmıştır.
Üçüncü olarak, ‘95 Aralık erken genel seçimleri bir dönemeç oluşturur. “Topyekün savaşın” askeri kuvvetlerinin başında bulunan ve bilumum örtülü savaş unsurlarını ve kontrgerillayı yöneten kadrolar, bütün bağlantılarını koruyarak “siyasete atılmışlar”, DYP-CHP koalisyonunun ana partisi DYP’de birleşmişlerdir.
OHAL Valisi H. Kozakçıoğlu ve Ünal Erkan, Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ve İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir ve milletvekili seçilen korucu aşiret reisleridir bunlar. Diğerlerinden farklı olarak Doğan Güreş’in bütün siyasi karar mekanizmasının tepesi MGK’da T. Çiller ile birlikte yer aldığı ayrıca eklenmelidir. Esasen Tansu Çiller’i DYP’nin başına paraşütle getiren ABD-CIA ve kontra çeteleridir. ‘95 seçimlerinden sonra DYP bütünüyle kontra çetelerinin siyasi örgütü haline geldi. Ordunun-generallerin bir kesimi, Emniyet Teşkilatı (Özel Harekat Timleri ve Polis İstihbaratı) aşiret-korucu örgütlenmeleri DYP’nin arkasındadır, İçişleri ve Adalet Bakanlığı, bürokrasi ile devlet bankalarının yönetici çevreleri bunların kontrolü altındadır.
Yapısal kriz ile güncel yönetememe krizinin iç içe geçerek ve birbirini ağırlaştırarak MGK içerisinde bir çatlak ve Ankara’da irade bölünmesi halini aldığı 28 Şubat 1997 MGK toplantısında patlamasından başlayarak süregelen iç hesaplaşmalara, çelişki ve çatışmalara, biraz da buradan bakılabilir ve bakılmalıdır. 1996 Mayıs’ında kurulan, BBP’nin de desteklediği RP-DYP koalisyon hükümetinin/ittifakının iktidarı sahiden istemesi, DYP’nin yukarıda çok genel hatlarıyla özetlenen gücü nedeniyle de anlamlıdır. Denilebilir ki, MHP dışta tutulursa, çok partili dönem boyunca milletvekili sayısı, kitle desteği ve oy gücü ne olursa olsun hiçbir parti DYP’nin ‘96’da ulaştığı gerçek iktidar gücüne ulaşamamıştır. Gerçekte MHPbile hiçbir zaman bu düzeyde bir iktidar gücüne erişememiştir. Içinden bir parti çıkartmış (DTP), iki milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmış, uluslararası desteklerini önemli ölçüde kaybetmiş ve ipliği pazara çıkacak denli teşhir olmuş olmasına karşın, hala Genelkurmay’la açıkça çatışabilmesi, can havliyle ve hırçınca karşı koyması, karşı atak ve hamleler yapmaya çalışması, hala önemli bir gücü olduğunu gösterdiği gibi, mevcut durumun sert çatışmalara ve hesaplaşmalara gebe niteliğini de açıklar. Buraya döneceğiz, ama önce raporun devlet anlayışını, devleti, özellikle de TSK’yı aklama çabasını ve restorasyonun bir boyutu olarak, özel savaş güçlerinin yeniden yapılandırılması planını inceleyelim.
Sınırlandırılmış Zorbalık
Rapor çok net bir şekilde hakim devlet anlayışını ortaya koymuştur. Baştan başa devletin kirli, karanlık işlerini sergileyen rapor, devletin suçları sabit, eroin tacirlerini, katilleri, aynı durumdaki ülkücü faşistleri, mafyacıları, itirafçı paçavraları vb. kullanmasını çok doğal karşılıyor. Örneğin Abdullah Çatlı ile ilgili “sır” edilen muhtemelen devletin yurtdışı katliamlarını, darbe girişimlerini vb. anlatan 77-78-79-80. sayfalardan sonra şöyle devam ediyor rapor;
“Buradaki acımasızlık (bu yürek sızlatıcı söylemde kastedilen muhtemeldir ki, Çatlı’nın kullanılıp bir tarafa atılması tarzıdır ya da belki imhası - ped.), gerçekten üzerinde durulması gereken bir husustur. ‘Çatlı’ya pekala yeni bir profil, yeni bir hüviyet ve yer üstünde yaşama fırsatı -eğer hak etmişse-verilebilir veya -hak etmemişse- verilmez, yargıya teslim edilebilirdi.”
“Bunların hiçbiri yapılmamıştır.” (s. 63)
Rapor bundan sonra milletvekillerinden, bakanlara, yüksek bürokratlara, “Çatlı”nın “saygın” ilişkilerine dikkat çekip, onun kafayı çekip sağa sola ateş açmasından sonra karakola götürülmesine değindikten sonra şefkat dolu şu değerlendirmeye yer veriyor;
“... Devletin savcısı, hakimi bir yana, tanınması imkansız her polis ve karakol dahi kendisi için potansiyel bir tehditti. Devletin zirveleri ile irtibatlanmış bir kişi bu çelişkiler yumağı içinde ne yapabilirdi?” (s. 63) Evet, zavallı Çatlı ne yapabilirdi?
Raporun katil Abdullah Çatlı’yı aklamaya mazur göstermeye çalıştığını vurgulamak fazla olur. Bu aklama çabası aynı zamanda, onun ilişkili olduğu “devletin zirveleri”ndekiler için de geçerlidir. “Zirvedekiler” muhakkak aklanmalıdır, fakat devlet, kendine hizmet edenlere de vefakar davranmalıdır. Rapor, Abdullah Çatlı ile ilgili olarak, onun hakkında araştırılmasını istediği konuları sıraladıktan sonra şu sonuca ulaşıyor:
“Böylece kamuoyunun Çatlı hakkında objektif bir karara varması ve devlet kurumlarının hata ve sevaplarıyla -caydırıcı olmaksızın- yıkanıp aklanması sağlanmalıdır.”
Süleyman Demirel’in, devletin polisinin, güvenlik kuvvetlerinin “elini soğutmayın” sözünü burada hatırlatmak gerekir. Rapor da aynı şeyi söylüyor, “devlet kurumlarının hata ve sevaplarıyla yıkanıp aklanması sağlansın”, diyor, ama bu “aklama” asla “caydırıcı” olmamalıdır. “Devlet kurumlarının” eli kime karşı serbest olmalıdır; işbirlikçi egemen sınıfların egemenlik aygıtı devlete gerçekten muhalefet eden herkese karşı.
Raporun Jandarma ve JİTEM’le ilgili bölümünde A. Cem Ersever ve Yeşil, iki başrol oyuncusu olarak özel ilgi görüyor. Devlet anlayışını sergileyen ard arda gelen üç paragraf var:
“Aslında görüştüğümüz onlarca kişiden sonra olayın (Ersever’in imhası vb) cereyan tarzı hakkında bir şüphe duymamak gerekir. Ersever’in zararlı olmaya başladığı, giderek devleti ve kurumlarını hedef tuttuğu, ilişkilerinin yanlış boyutunun büyüdüğü ve yargı önünde bir cezayı hak ettiği muhakkaktır. Burada ve olayı uzunca anlatarak Sayın Başbakan’ın dikkatine sunmak istediğimiz temel husus; bu dönemde Ankara’da oluşan havanın göstergesi olması itibariyle bu konunun taşıdığı önemdir.
MİT’in tabiriyle yakalayanlar, Cem’i ve arkadaşlarını “infaz grubuna teslim” etmişlerdi. “İnfaz grubu” ibaresi kanaatimizce birçok olayın düğüm noktasıdır. “İnfaz grubu”na kim emir verebilir? Böyle bir grubu kimler kurabilir? Devlette bu yetki olacaksa sistem nasıl işleyecektir? Ve hangi amaçla bu sistem çalıştırılacaktır?
Şu husus bilinmektedir. OHAL bölgesinde bu karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına, çok daha önemlisi bu yetki dünkü terörist, yarınki potansiyel suçlu itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu Komutanı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi bu adam öldürmedeki keyfiliği de bir noktaya kadar önlemiştir. Çünkü mahkemelere kadar gitmiş bir konu nedeniyle elden ele teslim edilen kişilerin devlet elindeyken köprü altında ölü olarak bulunmasının faili meçhul olamayacağı aşikardır.” (s. 27/28)
Abdullah Çatlı’nın suçluluğundan, “yargı önünde” veya dışında “bir cezayı” hak edip etmediğinden söz etmeyen rapor, A. Cem Ersever’in “yargı önünde bir cezayı hak ettiği muhakkaktır” diyor. A. Cem Ersever, “zararlı olmaya” başladığı, “giderek devleti ve kurumlarını hedef tuttuğu, ilişkilerin yanlış boyutlarının büyüdüğü için, bunu hak ediyor. Raporun bu vargısına temel teşkil eden durum daha önce anlatılıyor:
“Basının, devlet içinde bir hesaplaşma olduğu veya devletin çok etkili görevlerde bulunanları dahi koruyamadığı veya kolayca feda ettiği kanaatine yol açan yayınları da bu vesileyle doğruluk payı olan yorumlar olarak kabul etmek yanıltıcı değildir, birçok polis görevlisi Cem’in öldürülmesini değil, son zamanlardaki faaliyetleri dolayısıyla sorgulanacağını, korkutulacağını tahmin ediyorduk ifadesiyle olaya ışık tutmuşlardır.” (s. 27)
“İnfaz grubu” konu ve sorunu gündeme getiren, A. Cem Ersever’in “sorgulanıp korkutulması” gerektiği halde, aşırıya gidilip, “infaz grubu”na teslim edilmesidir. Eşref Bitlis’in suikastiyle ilgili bilgileri nedeniyle de ebediyen susturulması gerekli görülmüş olabilir Ersever’in.
Rapor, resmi devlet içinde, ama resmi devletin üzerinde, hiçbir yasaya ve hukuka bağlı olmayan gizli-illegal, kontra çete bir devletin gerekli olduğunu savunuyor ve bu gizli devletin karar verme ve uygulama sorunlarına açıklık getirilmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Yani gizli devletin yazılı olmayan yasalarını, doğası gereği resmi ve açık olmayan yapısını ve işleyişini tartışıyor.
Devlet anlayışı bakımından muhakkak rapordan aktardığımız pasajlar üzerinde durulması gerekiyor. Ama “devlet görevi” yapan üçüncü bir simaya raporun nasıl baktığını da görelim.
Rapor, Mahmut Yıldırım’ın (Yeşil) devlete yaptığı aşağılık hizmetleri MİT’in verdiği bilgiler olarak aktardıktan sonra, “asla MİT’in, Jandarma’nın, Emniyet’in veya Turizm Bakanlığı’nın, yahut kişilerin tenkidi yoluyla yıpratılmaları anlamında olmadığına vurgu” yapar. Bu paragraftan sonra bir bölüm daha “sır” edilir rapordan. Ama Yeşil’in hikayesi sürer. Devletin bu kadrolu katili ne yapmışsa devlet için yapmıştır. İpleri, ya MİT’in, ya Emniyet’in ya da Jandarma’nın elinde olmuştur. MİT, Mehmet Sincar’ın katledilmesiyle ilgili olarak, Alaaddin Kanat’ın ağzından, “kendisinde (Yeşil’de -PD) garantili imzalı kağıt olduğunu” söylemektedir. Şüphesiz ki, MİT bu yetkiyi ona hangi kurum adına, kimin verdiğini de bilmektedir. Raporun yorumunu okuyalım:
“Emniyet Teşkilatı, MİT ve Jandarma bu kişiyi yakından tanımakta, takip etmekte, dinlemekte, bilgileri arşivlemekte, sadece adamı frenleyip durdurmamaktadırlar. Neden? Bu haklı sualin en mantıklı cevabını Yeşil’in iş ve eylemlerinin kamu kurumlarının genel tercihlerine aykırı olmaması, ters düşmemesinde bulmak gerekir. Dolayısıyla Cem Ersever’e karşı alınan tedbirin bir örneğini Yeşil için düşünmenin bir gereği yoktur.” (s. 35)
MİT, Yeşil’le “30 Kasım 1996 tarihinden itibaren irtibatımız kalmamıştır” diyor. Başbakan Mesut Yılmaz “Yeşil’in öldüğünü tahmin ediyorum” derken, Eyüp Aşık ise “Yeri belli, kesin kontrol altında tutuluyor” diye beyan ediyor. Rapor, Yeşil’in kaderi konusunda dolaysız biçimde açıklık getirmiyor. Ama raporun değerlendirme kriterleri, görüş açısı ve anlayışı, MİT’in bilgisi ve denetiminde yaşamını sürdürdüğünü, devletin kendisine hizmet eden bu katili, kadrolu MİT’çiyi koruduğunu gösteriyor. Başbakan ise kamuoyunu kandırmak istiyor.
MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, raporun yazarına;
“Siz MİT’in her zaman saygın kişilerle mi çalıştığını sanıyorsunuz” sorusuyla yanıt veriyor. Bu durumda, MİT Müsteşarı’ndan daha çok devleti temsil eden Başsavcı Kutlu Savaş rapora görüşlerini şöyle geçiriyor:
“Kendilerine açıklanmaya çalışılmıştı; MİT uygun kişilerden, o alanı bilen kişilerden bilgi toplayacaktır. Ancak kişiler MİT’e hizmet etmekle saygınlık kazanmayacakları gibi, MİT’te o kişilerin seviyesine inmiş olamaz.” (s. 36) Sönmez Köksal ile Kutlu Savaş, MİT’in her çeşit paçavrayla çalışmasında “yeter ki devlete hizmet etsin” tam bu görüş birliği içindeler; ama Kutlu Savaş, önce bu kişilerin haddini bilmesi, sonra da MİT’in onların düzeyine düşmemesi gerektiği görüş açısından, Sönmez Köksal’ı devlet adına eleştiriyor. Kutlu Savaş, aynı soruna daha önce de şöyle değinmiştir:
“MİT gibi saygın bir kuruluşun saygın olmayan kişileri de kullanmasını anlamak elbette mümkündür. Ancak samimiyet ve işbirliğine varan yakınlığın izahı gerekir.”
“MİT’in hangi yurtdışı proje veya eylem olursa olsun Yeşil’i birkaç defa kullanması kabul edilebilir nitelikte bir uygulama olamaz. Çünkü Yeşil’in Özel İstihbarat Dairesi’yle ilişkisi teşkilata saygı, korku, boyun eğme ölçeğinde değil samimiyet noktasındadır.” (s.24) Özel İstihbarat Dairesi’ne boyun eğmeyenin boynu kırılır, tıpkı A. Cem Ersever ve diğerleri gibi. “Özel İstihbarat Dairesi”, raporda bir kez burada geçiyor. MİT’in, Özel İstihbarat Dairesi’nin devletin en karanlık, en pis işlerinin tam merkezinde durduğu şüphe götürmez. Teşkilat içi yargılama ve ölüm kararlarının burada verildiği ve uygulama için kendine bağlı bir infaz grubunun olduğu ortaya çıkmaktadır.
Devlet anlayışının bir boyutunu veren, yukarıdaki bilgileri tamamlayan aşağıdaki değerlendirmeyi de eklemeliyiz:
“Mahalli unsurların ve itirafçıların teşkil ettiği gruplar ise, jandarma tarafından her zaman kullanılmışlardır.” Ateşi maşayla tutmak “haklı ve yerinde bir davranış olsa da, oluşan hava içinde itirafçı grupları zaman içinde serbest ve başıboş kalmışlardır.” (s. 81)
Tabloyu tamamlayan asıl unsur ise devletin muhaliflere bakışıdır:
“Yukarıda ifade edilen hususların benzer konularda, mesela Savaş Buldan’ın öldürülmesi için de geçerli olduğunu ifade edebiliriz. Adı geçen kaçakçılığı, PKK yanlısı bölücü eylemleri ile tescilli bir şahıstır. Medet Serhat, Y.Ş. Metin Can, Vedat Aydın için de aynı hususlar geçerlidir. Ülkenin birliğine, bütünlüğüne aykırı eylem sahipleri ağır bir cezayı hak etmişlerdir. Yapılanlarla aramızdaki tek ihtilaf uygulamanın şekline ve neticelerine ilişkindir.” (s. 61)
Daha önce dikkat çekmiştik. Rapor, doğrudan doğruya A. Çatlı’nın her hangi bir şekilde suçundan ve cezasından bahsetmiyor. Yeşil’in “itlaf” edilmesi gerektiğini vurguluyor. (“itlaf” edilmesi; öldürülmesi, yok edilmesi, telef edilmesi, TDK Sözlüğü) A. Cem Ersever’den bahsederken onu “yargı önünde bir cezayı hak ettiği” bahsediliyor, yani devletin “infaz grubu”na teslim edilmesi eleştiriliyor. “Ülkenin birliğine, bütünlüğüne aykırı eylem sahipleri” için “ağır bir cezayı hak etmişlerdir” deniliyor. Onlar için bırakın adaleti, hukuku, yasalar bile geçerli değil. Başsavcı, bir kanun ve hukuk adamı olarak burada bir sorun görmüyor, onun “ihtilafı” uygulamanın şekline ve neticesine ilişkindir. O işin “şekli” ve “neticeleri” de devletin çıkarına uygun olması gerekir.
“Nitekim Musa Anter’in öldürülmesinden -tüm olaylara (olay: faili devlet cinayetleridir-PD.) tasvip edenlerin dahi- pişman olduğu tespit edilmiştir.”
“Musa Anter’in silahlı bir eylem içinde olmadığı, daha çok işin filozofisi ile meşgul olduğunu, öldürülmesinin yarattığı etkinin, kendisinin gerçek etkisini geçtiği ve öldürülme kararının hatalı olduğu söylenmektedir.
Öldürülen başka gazeteciler de vardır.” (s. 61)
Bundan sonra raporun 75. sayfası “sır” oluyor. Öyle anlaşılıyor ki, burada herhalde “öldürülen başka gazeteciler” hakkında bilgiler yer almaktadır. “Sır” edilen 75. sayfadan sonra şöyle devam eder rapor:
“.... güvenerek Diyarbakır’a gittim. Bu arada JITEM çatısı altında illegal bir oluşuma gidildi. Diyarbakır ve çevresinde PKK ile ilişkisinden şüphelendiğimiz (evet şüphelenilen-PD) hemen herkesi infaz etme yetkimiz vardı. Bu insanları yakalayıp suçu varsa tespit edilip, adalete teslim etmek yerine faili meçhul bir şekilde öldürmeyi bir yöntem olarak benimsemiştik. Bizden istenen buydu. Bu tarzda talimat alıyorduk.” Rapor, devlet gerçeğini itirafçı İbrahim Babat’ın ağzından yansıtıyor ve İbrahim Babat’ın “devlete zarar vermemesi” için devlet yetkilileri tarafından iki kez uyarıldığına yer veriyor.
Emniyet Genel Müdürlüğü bölümünde yer alan raporun şu vurgusunu da eklemeliyiz.
“Bölgede görev yapmış görevliler haklı olarak (yanlış anlamadınız “haklı olarak”. -pd) PKK’lı teröristin canı da malı da devlete helaldir görüşündedirler.” Kutlu Savaş’ın “haklı” olduğunu vurgulamasından da belli olduğu gibi, bu, devletin görüşüdür. Cinayet ve katliam, talan ve çapulculuk serbesttir. Fetihçi ataları da öyle yapmamış mıydı. Fakat yalnız OHAL bölgesinde yurtsever devrimcilere karşı değil, aynı zamanda Batı’da komünistlere, devrimcilere ve antifaşistlere karşı düzenlenen operasyonlarda da bu böyledir. Her operasyonda, her ev baskınında iğneden ipliğe her şey çapul edilir. İlgi duyan, arayan DGM’deki dava dosyalarında binlerce kanıt bulabilir.
Behçet Cantürk ile ilgili bölümden devam edelim:
“Kim olduğu ve ne yaptığı aşikar olmasına rağmen devlet, Cantürk’le baş edememiştir. Yasal yollar yetmemiş, neticede Özgür Gündem gazetesi plastik patlayıcılarla havaya uçurulmuş, Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçen yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine, Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.”
Böylece 100 kişiye yakın olduğu tespit edilen ve zamanın başbakanının ifade ettiği ‘PKK finansörü iş adamlarının elde olan listesinden bir kişi eksilmiştir.
“Behçet Cantürk’ün öldürülmesinin doğruluğu yanlışlığı veya gerekli olup olmadığı tartışmasına girilmemiştir. Ancak zaruri bazı sualleri sormak gerekir. Cantürk’ün öldürülmesi emrini kim vermiştir? Bu yetki kim tarafından kullanılabilir? Ve hangi ahvalde kullanılabilir? Kim kime karşı sorumludur? Sistem nasıl çalışmalı, sorumluluk nasıl paylaşılmalıdır?
‘Hukuk devletinde bu suallerin yeri olmaz’ itirazı da kanaatimizce geçerli değildir ve realiteye uygun düşmez. Bu uygulama tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama (cümle sayın Başbakan’a ters gelse de P.D.) Hukuk Devleti Kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır.” (s.59-60)
Bu ağır başlı “Hukuk Devleti” adamı, neyin “devlet ciddiyeti” ile bağdaşmadığının açıklamasına geçer. Başsavcı, Yeşil, Abdullah Çatlı, Tarık Ümit vb. devletin kirli işlerini üstlenenlerin devlet adına yaptıklarını onaylar, fakat onların sağda solda yaptıklarının lafını etmelerinin ve devlet adına yaptıkları eylemlere dayanarak çapul hakkı iddia etmelerini “devlet ciddiyeti” ile bağdaşmaz bulur. Abdullah Çatlı gibi “devlet emrinde çalışan bir kişinin, kaçakçılık yapıp etrafa korku salmasını ve bundan istifade edip başkalarının da haraçtan pay almasını temin eden alaturkalık, basitlik, geri kalmış bir ülkenin ciddiyetten uzak operasyonlarına izin veren bir yapı, ülkemizin gerçekten hak etmediği bir durumdur.” (s.60) Öyle ya “ülkemize” yakışan devlet cinayetlerinde, komplo ve suikast, darbe, katliam, yargısız infaz, uyuşturucu ticareti vb. de kalitedir, devlet ciddiyetidir. “Devlet sırrı”na mukayyet olmaktır.
“Devletin ilgili bu kurumları bu iş ve eylemlerden haberdardır. Başıboşluk, neticede ve Susurluk kazasının bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış ve devlet sırrı olacak konular gazete makalelerinin ve haberlerinin ana konusu haline gelmiştir.” (s.60)
“Her şeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması ise devlet adına yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en önemli göstergesidir.” (s.60)
Raporun devlet anlayışını özetleyelim:
Rapora göre devlet, kendi yasalarının dışında, zor kullanma; yurttaşlarını öldürme ya da devlet sınırları dışında suikast yapma, darbe düzenleme hakkına sahiptir. Dahası bu “hukuk devleti” ile çelişkili, bağdaşmaz görünse de “tüm dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır.”
Devlet, yasal olarak zor kullanma tekelini egemen sınıf adına elinde tutar. Zaten devlet, işte bu zor kullanma tekeli demektir. “Devlet otoritesi”nin temelinde daima zor kullanma tekeli vardır. Fakat devleti devlet yapan, yani çeteden ayrıştıran biraz da işte bu, “kamu adına, kamu yararı için zor kullanma tekelinin yasallaştırılarak hukukileştirilmesidir.” Muhakkak ki, “kamu yararı” denilen şey daima egemen sınıfın genel çıkarlarının yani egemenliğinin, sınıf diktatörlüğünün korunmasıdır. Bu, “asli çıkarlar”, “kamu sağlığı”, “kamu güvenliği”, “toplumsal düzenin korunması” vb. gibi, formüllendirilerek birçok biçimde kavramlaştırılmıştır. Devletin zor kullanma tekeli, bu zorun hangi kurumlar tarafından, hangi koşullarda ve nasıl kullanılacağı-uygulanacağı yasalarla belirlenerek hukukileştirilmiştir. Örneğin devletin öldürme hakkı idam cezası olarak, ya da devletin “güvenlik güçlerinin” hangi durumda silah kullanabilecekleri (“vazife ve salahiyetler”) yasalarla belirlenmiştir.
Rapor, devlete, bütün bunlardan ayrı olarak, yani yasal olmayan, tamamen keyfi biçimde “adam öldürme” dahil zor kullanma hakkını tanıyor, bunun doğru ve gerekli olduğunu ilan ediyor, devlet yöneticileri, politikacılar ve yurttaşlar tarafından kabul edilip benimsenmesini istiyor. Bu, tüm hukukun ve devletin yasallığının reddedilmesidir. Devletin yasayla sınırlanmamış, sınırsız ve keyfi zor kullanma ya da cinayet-katliam özgürlüğünün ilan edilmesidir. Türk sömürücü egemen sınıflarının faşist diktatörlüğü biraz da budur işte. Aslında burada söz konusu olan özünde “bin yıllık” devlet anlayışıdır.
Rapor ne diyordu? “Cantürk’ün devlete biat etmesi beklenirken adı geçen yeni bir tesis kurmak üzere harekete geçmesi üzerine Türk Emniyet Teşkilatı tarafından öldürülmesi kararlaştırılmış ve karar infaz edilmiştir.” Başsavcı Kutlu Savaş, yurttaşların devlete muhalefet etme hakkını kabul etmiyor. Yurttaşlar devlete “biat” etmek zorundadır. Aksi takdirde, Türk Emniyet Teşkilatı onu ortadan kaldırır diyor. Fakat, hakkını da yemeyelim, “şekil” ve “neticeleri” itibariyle itirazı var devletin pis işlerinin yapılandırılmasına. O bakımdan devletin sınırlandırılmış öldürme yetkisinin “kim tarafından”, “hangi ahvalde” kullanılmasının, “kimin kime karşı sorumlu” olacağının, “sistemin nasıl çalışacağının” ve “sorumlulukların nasıl paylaşılmayacağının” tartışılmasını istiyor.
Devlet kendine “biat” etmeyen yurttaşı, yurttaş kabul etmiyor. Devlete “biat” etmeyenin, bırakın muhalefet etme, yargılanma, örgütlenme vb.ni, yaşama hakkı bile yoktur. Halklarımız, işçi ve emekçiler için bugünkü devlet bir ölüm makinasıdır. Toplum kişiliksizleşmeyi ve devlete tabi olarak insani yok oluşu dayatan patlamaya hazır dinamit yığınağından başka bir şey olmayan mevcut devletin tehdidi altındadır.
Sorun çeteler değil, devlettir, devletin dokularına işlemiş çetecilik anlayışıdır.
Rapor, devletin, çeteler anlayışını dile getirir. Deşifre edilen devlet anlayışının yalnızca rapora, Kutlu Savaş ve iş arkadaşlarına ait olduğu sanılmamalıdır. Bunlar devleti konuşturuyorlar. Fakat dahası, güya yurttaşları temsil eden burjuva politik parti ve liderler de aynı anlayışı paylaşmaktadır. Tansu Çiller ve partisi, gerekirse yine yaparız diye yırtınarak, halklarımıza, işçi sınıfı ve ezilen, sömürülen yığınlara meydan okuyor, devlet bürokrasisine, devletin bütün askeri güçlerine, sermaye ve egemen sınıflara ve de tabi ki, emperyalist efendilerine güven vermeye çalışıyor.
Raporu resmen açıklayan Başbakan M. Yılmaz’ın “devlet bir daha aynı şeyleri yapma ihtiyacı duyabilir” demesi onun küstah cüretini, olan biteni meşru gördüğünü ve raporun devlet anlayışını paylaştığını sergiler. Komünistlerin, devrimcilerin, Kürt yurtsever devrimcilerinin her biçimde savaşmak zorunda oldukları mevcut burjuva devlet anlayışı ve gerçeğidir bu. Onunla her biçimde savaşmak, haklı ve meşrudur. Bu savaş olmaksızın, sömürünün kaldırılması ve sosyalizm bir yana, özgürlük, bağımsızlık, adalet vb. boş sözcüklerden başka bir şey değildir.
Mevcut devleti demokratikleştirmeyi vaaz eden ve stratejisinin temeli yapanlar, politik bakımdan yalnızca alık ve avanak değillerdir. Aynı zamanda, bizdeki burjuva devletin itirafı olan rapor gerçeğinin sergilediği gibi, her gerçek ilerici devrimci muhalefet, sınırsız devlet zorbalığına konudur. Sınıf mücadelesinin tunç yasaları karşısında biçimsel hukuk ve yasalar tuz buz olur. Bir faşist diktatörlük olan devletin demokratikleşmesi çizgisi, yığınları kandıran, düşünsel-ideolojik olarak yatıştıran, örgütsel ve teknik açıdan silahsızlandıran, politik teslimiyetçiliktir.
“Hukuk devleti” palavrası bir yana işbirlikçi sömürücü egemen sınıflar ve onların hakimiyet aracı devlet için gerçekte, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları karşısında yasaların, devletin yasalara bağlı kalmasının, yani “kanun devleti” durumu bile söz konusu olamaz. Evet, devlet çeteleri açıklanmalı, teşhir edilmelidir; ama bunun amacı devleti çetelerden arındırmak olamaz. Çünkü çeteler gerçeği sizi devlete götürür, asıl sorun devlettir. Çetelerin faaliyetleri, faili devlet cinayetler, uyuşturucu ticareti azalır ya da çoğalır ve hatta dönemsel olarak, işçi sınıfı ve halklarımızın mücadelesinin baskısı altında durdurulabilir de. Ama mevcut devlet çeteler olmadan düşünülemez, çetelerden vazgeçemez. Burada bataklık devlet, sivrisinekler ise çetelerdir. Bu gerçek nedeniyledir ki, devletin demokratikleşmesini politik faaliyetlerinin de merkezine koyan yasalcı, oportünist reformistler ve bilcümle burjuva demokratlar, liberaller, yığınların muhalefetinin devlete yönelmesinin önündeki ideolojik ve siyasal engellerdir.
Ordu Temiz mi?
Raporun ortaya koyduğu hareket planına geçmeden önce, özellikle orduyu koruma çabası üzerinde durulmalıdır. Rapor, zaten açığa çıkartılmış olan devletin karanlık pis işlerinin, ağır suçlarının ancak küçük bir bölümünü açıklar. Devlet itirafnamesinin bazı kritik bölümleri de, “devlet sırrı” gerekçesiyle kamuoyundan gizlenmiştir. Bunlara rağmen, itirafnamede geçen bilgiler bile, MİT, Emniyet ve Jandarmanın gırtlağına kadar pisliğe battığını ister istemez kabul eder ve açıklar; ama sıra orduya geldiğinde ise durum farklıdır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinde, onun yapısı ve yönetiminde ordunun, TSK’nın yeri üzerinde durmayacağız. Fakat raporu esas olarak, ordunun, TSK’nın bir çiçek gibi temiz olduğu iddiası üzerinde duracağız.
“Burada hassas bir noktaya temas etmek gerekir... Görüştüğümüz resmi-sivil hiçbir görevli, sivil ve şahsımıza itimadını teyit eden hiçbir kişi, Genelkurmay’a bağlı -jandarma dışındaki- birliklerin ve kumanda kademelerinin, bu eylemlerin içinde yer aldığına dair herhangi bir iddiayı gündeme getirmemişlerdir.” (s. 15)
Bay K. Savaş ve tanıklarının gerçeği gizlediğinden kuşku duyulamaz. Her şey bir yana, bu zatın Yüksekova çetesinden haberi yok mudur? Sonra, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ya da MGK neden, meclisin Susurluk Araştırma Komisyonu’na davet edilen ordu mensuplarının gidip ifade vermesini sağlamamıştır. Kaldı ki, kolaylıkla şöyle bir mantık yürütmenin hiçbir mahzuru yoktur. Her şey ve raporun verileri, Tansu Çiller’in bu çete işine gırtlağına kadar battığını gösteriyor. Dahası, bu paçavra, bu ihtiraslı süprüntü, şimdi de açık açık sorumluluğu üstleniyor. Peki dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ne diyordu T. Çiller için? “Şak diye emrediyor, tak diye yapıyoruz”. Biraz daha ilerleyebiliriz, devletin yürüttüğü sömürgeci kirli savaşın en yoğun yaşandığı dönemde TSK’nın başında olan bu zat daha sonra neredeydi? Çetelerin partisi DYP’de değil miydi? Tansu Çiller, Mehmet Ağar, Ünal Erkan, Ayvaz Gökdemir, Hayri Kozakçıoğlu ve de Doğan Güreş bunları ve diğerlerini DYP’de birleştiren-buluşturan ne? Hem sonra, M. Ali Yaprak’ın M. Ağar’a- DYP’ye verdiği söylenen 500 milyar TL’den Doğan Güreş’in hissesine, seçim yatırımı biçiminde ne kadar düşmüştür? Doğan Güreş’in daha önce Antep’in bir ilçesi olan Kilis’ten DYP adayı olması bir tesadüftü belki de. Fakat M. Ali Yaprak da Antepli’dir, Antep bölgesi Yaprak çetesine verilmiştir. Nasıl bir kader birliği bu? Fakat biz tekrar rapora dönelim:
Kutlu Savaş diyor ki; “Askerler ise tam bir suskunluk ve sessizlik içinde olaylara sadece seyir açısından bakmışlardır. Oysa jandarmanın söyleyecek çok şeyi olması gerekirdi.” (s. 8) Doğru, fakat yalnızca jandarmanın değil, herkesten önce Doğan Güreş ve MGK’ya katılan Kuvvet Komutanları’nın ve de MGK Genel Sekreterliği’ni yapan generallerin açıklayacağı çok şey olmalıdır.
‘92-’93 elbette ki, sömürgeci savaşta devlet bakımından önemli bir dönemeçtir. M. Ali Kışlalı “Güneydoğu, Düşük Yoğunluklu Çatışma” (Ağustos 1996), adlı kitabında “PKK’ya karşı mücadelenin dönüm noktası Org. Güreş’in görev süresi içerisinde 1993’ten sonra olmuştu” diyordu. (s. 215) Devletin Kürdistan’da yürüttüğü sömürgeci savaşı, “düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlamasının da ilk kez bu süreçtir ve dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş tarafından yapıldığını da burada hatırlatarak tekrar rapora dönelim.
“Temel sorun şudur: Polisin, jandarmanın, hatta MİT’in örtülü faaliyetlerle ilgili çalışmaları, başta emniyet olmak üzere bu kurumları kamuoyunun önüne sermiş, hatta çalışmalarını engelleyecek duruma getirmiştir.” (s. 83) Burada görüldüğü gibi, “temel sorun” devletin güvenlik ve istihbarat örgütlerinin, Kürt halkına, devrimci, ilerici muhalefete karşı yürüttüğü yasadışı, gizli, “örtülü” faaliyetler değil, bu faaliyetlerin “kamuoyunun önüne” serilmiş olmasıdır. TSK’nın üstünlüğü ise buradadır, yani onun yürüttüğü örtülü faaliyetleri ortaya serilmemiş olmasındadır. K. Savaş devamla şunları yazar:
“Güvenlikle ilgili kurumlarda ise itici ve yönlendirici güç Silahlı Kuvvetlerdir. Özel Harp Kuvvetleri ise Özel Harekat Timleriyle örtülü diğer etkili çalışmaları yürütmüşlerdir. Fakat maddi menfaate yönelik işlere (Senar Er olayında Nafiz Karacan gibi örnekler hariç) askerler karışmamıştır. Karışanlar da tasfiye edilmiştir” (s. 83) Bir paragraf sonra, raporun bir bölümü daha sırra kadem basar. Burası muhakkak ki, TSK’nın temiz sanılması için “sır” edilmiştir.
Fakat aktardığımız son pasaj TSK’nın temizliğinin ne anlama geldiğini yeterince açıklıyor. Susurluk’ta patlayan foseptik çukurundan ne çıktı? Devletin güvenlikle ilgili kurumları, öyle değil mi? İncelediğimiz devlet raporu, Emniyet Teşkilatı, MİT, Jandarma diye özel bölümler ayırarak bu gerçeği küçülteç altında yansıtıyor. Peki, bütün bu kurumları “itici ve yönetici güç” kimmiş? Raporun yanıtı tarih; bu “itici ve yönetici güç” Silahlı Kuvvetlerdir. Yönettiği kuvvetler gırtlağına kadar uyuşturucu ticaretine, katliamlara, suikast ve darbelere karışmış, ama kendisi temizmiş? Nasıl olur bay Savaş?
K. Savaş’ın TSK’nın temiz olmasından anladığı şey, münferit hadiseler hariç, “maddi menfaate yönelik işlere askerlerin karışmamış” olduğu iddiasıdır. Örneğin 12 Eylül döneminde, generaller çetesinin de rüşvete yolsuzluğa bulaştığı iddia ediliyordu. Meşhur Loceed skandalının nasıl örtbas edildiği de unutulmuş değil. Burada daha önemli olan, “Özel Harp Kuvvetleri” ile “Özel Harekat Timleriyle örtülü diğer etkili çalışmaları” birlikte yürüttüklerini itiraf etmesidir. Şunu kabul etmeliyiz ki, “Özel Harp Kuvvetleri” gizlilik ve “devlet ciddiyeti” konusunda devletin bütün diğer kontra örgütlenmelerinden başarılı olmuştur. Fakat, raporun kurumların kirlilik sıralaması dikkate alındığında, Özel Hareket Kuvvetleri’nin durumu daha açık oluyor.
Korucuların ve itirafçıların kendi başına hiçbir şey ifade etmediği gerçeğini vurgulayarak, gerçek kirlilik sıralaması yeniden yapılırsa, birinci sıraya TSK girer. Polis, korucular ve itirafçılar ise ondan sonra gelir. “Özel Harekatçılar” polisin muhakkak en kirli bölümüdür, keza jandarmada ordunun “Özel Harp Kuvvetleri” ile “Özel Harekat Timleri” birlikte çalıştıklarına ve yine, Silahlı Kuvvetler “özel harekatçılar” dahil devletin güvenlik güçlerinin “itici gücü ve yöneticisi” olduğuna göre, ordunun da gırtlağına kadar kirlilik içerisinde olduğu ve işin başını çektiği şüphe götürmez. Evet, bunun somut bilgilerle deşifre edilmesi hala çok güncel bir görev olmaya devam etmektedir.
Raporda TSK’nın devletin bilumum kirli işlerinin içinde olduğunu gösteren siyasi kanıtlar da var.
“Susurluk, Ankara’daki tercihlerden kaynaklanmıştır. OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir.” Soru şu, Ankara hangi iktidar kurumlarıdır, ve de tercihleri nelerdir? Ankara, her şeyden önce Genelkurmay Başkanlığı ve MGK’dır. Raporun içerisinde durduğumuz devlet anlayışı açıktır ki Ankara’nın tercihidir. “Örtülü” faaliyetler generallerin kararı olmadan düşünülemez bile. Tıpkı, deşifrasyon ve kitlelerin basıncı altında, devletin “örtülü” faaliyetlerine çekidüzen vermesinin generallerin kararı olmadan düşünülemeyeceği gibi. Genelkurmay Başkanı “nereye kadar gidiyorsa üzerine gidin” demiştir, fakat dün komutası altında çalışan Teoman Koman ve de Veli Küçük’ü Susurluk Araştırma Komisyonu’na göndermemiş, JITEM konusunda açıklık getirme gereği duymamıştır.
Raporun TSK’yı aklama çabası bir yönüyle de jandarmanın suçlarını örtbas etmesinde de görülüyor. Raporun jandarmayla ilgili bölümünden çıkartılan 103 ve 104. sayfaları ve ileride jandarmanın niçin polise yakın olduğu vb. açıklayan bir bölümün çıkartılması, çok açıktır ki, jandarmanın suçlarını gizlemeyi amaçlamaktadır.
Raporun Hareket Planı
Raporun Ankara’da süregelen iç hesaplaşma sürecinin neresinde durduğu bu bakımdan taşıdığı anlam, açıklanacaktır. Fakat önce raporun devletin özel savaş güçleri bakımından sunduğu reorganizasyon planına bakılmalıdır.
Başbakanlık Teftiş Kurulu raporu ile devlet, bugüne değin sahiplenmediği gayri meşru çocuğu çetelere sahip çıkıyor, çetelerin babası olduğunu ilan ederek “meşrulaştırıyor”. Diğer yandan, TSK‘nın çeteleşmenin dışında kaldığı iddiasıyla, süregelen iç çatışmada hangi tarafta yer aldığını da vurgulamış oluyor. Beklendiği gibi T. Çiller raporun politik hedefi oluyor.
Raporun kirlilik sıralaması şöyle;
“ Birkaç yüz kişiden ibaret olmalarına rağmen itirafçılar yaptıkları itibarıyla bir numaradır.
Korucular çok kalabalık ve sayıca çok fazla illegal faaliyetin sahibi olmalarına karşılık oransal olarak ikinci sırayı almaktadırlar.
Üçüncü sırada polis, daha sonra jandarma yer almaktadır.”
Sorun tamamen bilinçli olarak çarpıtılmaktadır. Her şey TSK’nın temize çıkarılmasına göre ayarlanmıştır. TSK’nın siyasal olarak ilk sırada olduğu, her türlü kuşkunun dışındadır. İtirafçılar ve korucular raporun görüş açısından ateşi tutmakta kullanılacak maşalar olduğuna göre, onları kirlilik sıralamasına sokmanın çok özel bir anlamı olamaz. Bu durumda kirlilik sıralamasının ilk sırasını TSK alır, polis örgütüyse onu takip eder. Rapor’un düzeltme önerilerinde, itirafçılar ve Geçici Köy Koruculuğu’na ilişkin önerilerin, Emniyet Teşkilatı, Özel Harekat Timleri , MİT ve jandarmadan sonra gelmesi, gerçek sıralamayı yeterince açıklamasa bile yaklaşık bir fikir vermektedir.. Zaten açıktır ki, itirafçılar ve korucular kendi başına bir hiçtir.
Öneriler, ilkin, Emniyet Teşkilatının devlet yapısı içerisinde gitgide güçlenerek, TSK-MİT karşısında adeta bir alternatif iktidar odağı haline gelmesine son vermeyi amaçlamaktadır. Polis istihbaratının alanını daraltmak, Özel Harekat Timlerinin görev alanını OHAL bölgesiyle sınırlandırıp, OHAL dışında bu sıfatı taşımasına son verip, polisin yapısına monte ederek, başına buyruk ayrı bir askeri güç olmasına son vermek hedefleniyor.
İkinci olarak, istihbarat teşkilatlarının görev alanları ve koordinasyonun yeniden düzenlenmesiyle, istihbarat kurumları arasındaki çatışmanın ortadan kaldırılması hedefleniyor. Bu hatta, Başbakanlığa bağlı, Kamu Güvenliği Başkanlığı adı altında yeni bir istihbarat örgütü öneriliyor. Daha doğrusu, MGK Genel Sekreterliği’nin önerisi yineleniyor, hızlandırılması isteniyor. “İdari bir karar” ile “bu teşkilatın” “nüvesi”nin “MİT’te oluşturula”bileceği vurgulanıyor.
Üçüncü olarak; emniyet, MİT ve jandarma, “her üç teşkilatta mevcut ve Batı bölgelerinde de illegal ilişki ve oluşumlara dahil olmuş personel”in “kısa sürede tasfiye” edilmesi öneriliyor. Demek ki, hem özel savaş kuvvetlerinin reorganizesi ve hem de kadro yenilemesine gidilmesi öngörülmektedir.
“Öncelikle Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve MİT’in kendi iç bünyelerine dönerek bu çalışmayı yapmaları, problemin çözümünde hem teşkilatları onore edecek, hem de sürat kazandıracaktır.” Gırtlağına kadar pisliğe batmış, Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT’in onore edilmesini gözetmek raporun anlayışını bir kez daha sergilediği gibi, öyle kadro temizliğinde çok ileri gidilemeyeceğini de ortaya koyuyor. Ne de olsa it iti ısırmayacaktır.
Dördüncü olarak, rapor, devletin itirafçılara güvenmediğini ortaya koyuyor. “İtirafçı kullanılması süratle sınırlandırılmalı”, “sınırlı sayıda ve sadece belli konularda kullanılmalı”, “spekülasyona yol açabilecek çalışmalara” itirafçıların “dahil edilmemesi” öneriliyor, uyarılıyor.
Beşinci olarak, özü itibariyle, bir dizi tedbir ve biçimle Geçici Köy Koruculuğu’nun hızla ıslahı ve sınırlandırılması, süreç içinde tasfiyesi öngörülüyor. Burada ana kaygı, raporun Bucaklar ile ilgili bölümünde açıkça ifade edildiği gibi, devletle aşiret-korucu ittifakının korunmasıdır.
Son olarak, devlet bankalarında öngörülen soruşturma buraya eklenmelidir. Raporun önerileri, “topyekün savaşta” nesnel olarak bir geri çekilişi ifade ediyor. Zira rapor, “düşük yoğunluklu savaşın” en şiddetli, en kritik ve en kirli bölümünün geride kaldığı görüşünden hareket ediyor. Genelkurmay Başkanlığı’nın “terörün marjinalleştirildiği”, askeri bakımdan yapılması gerekenin yapıldığı, bundan sonra sorunun süratle ekonomik, sosyal vs. önlemlerin alınması olduğu görüş ve tespitleriyle de uyumludur bunlar. Devlet, sömürgeci kirli savaşta en çok yıpranan, en fazla deşifre olan ve kendisi bakımından da önemli ölçüde sorun haline gelen kuvvetlerini hizaya sokarak, yeniden yapılandırarak, şu veya bu ölçüde geri çekiyor. Bir iç mantığa ve tutarlılığa sahip bu hareket planı, savaşın yeni aşamasına uygun düştüğü gibi, “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nin (MGSB) yaklaşımlarına da uygun düşüyor.
Söz konusu belgenin, konumuz bakımından dikkat çekilmesi gereken ilk unsuru, “Adalet ve devletin yönetim sistemindeki eksiklik ve aksaklıkların acilen gideril”mesi yaklaşımıdır. Rapor ile Milli Güvenlik Siyaset Belgesi tam bir uyum içerisindedir. Burada söz konusu belgenin konumuzla ilgili iki saptama ve yaklaşımına daha vurgu yapmak gerekir.
MGSB’nin “Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır” görüş ve saptamasını bu belgeden, aşağıya aldığımız satırlar, anlaşılır kılmaktadır.
“Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.” Bu satırlar en fazlasından, Kürt ulusal sorununu en geri/en alt düzeyde kültürel bir sorun olarak ele alma çerçevesinde bile hiçbir çözüm değeri olmayan bir yönelimle, devletin bir esneme yaklaşımına yöneldiğini ifade eder.
Hiç kuşkusuz devletin bu yeni manevrasına bile en kesin ve en şiddetli şekilde direnecek güçler, MHP-BBPvs. en azılı ırkçı ülkücü faşistlerdir. Keza, devletin özel savaş güçleri de aynı konumdadır. Bunların “tehdit” değerlendirmesi kapsamına alınmasını anlamlı kılan, devletin “Kürt sorununda” çok cüzi bir manevra yönelimi içerisinde olmasıdır. Devlet, MGSB ile yeni manevrasını ortaya koymuş ve esasen ‘97’nin ilk aylarından başlayarak, sömürgeci savaşın gelinen aşamasına uygun bulduğu yönelimi bakımından sorun teşkil eden kuvvetleri zayıflatıp geriletme, yıpratma, kuvvetten düşürme, hizaya sokma biçimindeki bir hazırlığı sürdüregelmiştir. Gerillaya karşı savaş, büyük ölçüde Güney Kürdistan’a taşınacak, alan hakimiyeti sürdürülecek, Kuzey Kürdistan’da özel savaş, özel savaş güçleri Genelkurmay’ın TSK’nın kontrolü altına sokularak sürdürülecektir. Bu arada “ekonomik”, “sosyal” tedbirler devreye sokulmaya çalışılacaktır.
Siyasal Durumun Bazı Ayırıcı Özellikleri
Şimdi başa dönelim.
Genelkurmay ve TSK’nın “laik-şeriatçı” eksenine oturtarak yönettiği çatışmada kapsamlı bir siyasal strateji söz konusudur. Bu stratejinin öncelikli hedefinin RP-politik islam ve şeriatçılar olması, bir yönüyle onların birikmiş kuvvetleriyle kendi başına da bir tehdit olarak algılanmasıyla ilgilidir. Fakat diğer yandan ordudaki güçlü/ hakim eğilimi yansıtan stratejik yönelimin RP-politik islam, şeriatçı güçleri öncelikle hedeflemesi, RP-DYP ittifakının “zayıf karnı”nın burası olması nedeniyledir. Çünkü, RP-DYP ittifakı, bu iki politik kuvvetin birleşik gücü Genelkurmay’a karşı bir iktidar alternatifi olarak kafa tutabilmiştir. RP-DYP hükümetinin yıkılması her iki taraf için de büyük bir mevzi kaybı olmuş, bu kayıpla direnme imkanları sınırlanmış, fakat RP-DYP ittifakı bozulmuş değildir. BBP ve Hasan Celal Güzel, RP-DYP ittifakının arkasında durmaya devam ediyorlar. İç çatışmanın bir tarafını, arkalarındaki diğer kuvvetlerle birlikte, RP-DYP ittifakı oluşturuyor. T. Çiller- DYP bu kesimin öncülüğünü üstlenmiş görünüyor. Bu biraz, RP’nin Genelkurmay-TSK ile açık bir çatışmayı göze alamaması, daha çok Genelkurmay’ın yedeklerine yönelmesi, diğer yandan da T. Çiller ve temsil ettiği çetelerin can havliyle ileri atılması, kirli savaşta oynadıkları rolden aldıkları güç nedenleriyle böyledir.
RP’nin kapatılması, politik islama indirilmiş önemli bir darbe olduğu kadar, RP-DYP ittifakını hedefleyen bir yeni hamledir de. Belki daha önemlisi de şuradadır: T. Çiller’in durumunu etkileyecek Yargıtay’daki Parsadan-örtülü ödenek dolandırıcılığı davası ve diğer bazı davalar ile birlikte alındığında bürokrasi içinde gelişen ittifakların göstergesidir. Eğer MGK’nın 1997 Şubat kararlarını ve Genelkurmay’ın geliştirdiği stratejinin önemli bir taktik aracı olan brifingler süreci ve öncesi bir bütün olarak düşünülürse, T. Çiller Başbakanlığı’ndaki DYP etrafında biriken iktidar gücü, RP’nin Adalet ve İçişleri Bakanlıklarındaki etkisi de dikkate alındığında, devlet bürokrasisi içinde çok ciddi bir bölünme anlamına gelmektedir. Sivil bürokrasi (İçişleri Bakanlığı dahil) ile askeri bürokrasi arasındaki geleneksel ittifak bozulmuştur. Diğer bir anlatımla, askeri bürokrasinin iktidarının zayıflaması demektir bu. Brifinglerden başlayarak, Genelkurmay bu ittifakı yeniden tesis etmeye yönelmiştir ve geride kalan süreçte bu yolla önemli bir mesafe almıştır. Fakat halen gelişen bu ittifakın güçlü ve sağlam olduğu da söylenemez. Raporun hareket planı bu ittifakı güçlendirmeyi, engelleri temizlemeyi de hedeflemektedir. RP-DYP’nin Adalet Bakanlığı’ndaki etkisi hala hiç azımsanamaz bir etkendir ve bu tasfiye hareketi, bürokrasinin diğer kesimlerine göre çok daha zordur.
Burada işaret edilmesi gereken diğer bir husus, askeri bürokrasinin sermaye ile ilişkileridir. “Susurluk”tan sonra TÜSİAD’ın yayınladığı “Demokrasi Perspektifleri” raporu, Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığı’na bağlanması, MGK’nın politik rejim içerisinde bugünkü belirleyici pozisyonuna son verilmesi gibi generallerin ciddi tepkilerine neden olan görüş ve önerileriyle, askeri bürokrasinin iktidardaki ağırlığını geriletmeye yönelmiştir. TÜSIAD ve sermaye çevreleri düşünce birliği içerisinde olmasalar bile, bu yine de önemli bir durumdu. Daha sonraki süreçte, TSK’nın gerek büyük çaplı askeri yatırımlar planını açıklayarak ve gerekse de politikaya yeni tarz müdahalesi sürecinde, sermaye çevreleri ile askeri bürokrasinin ilişkileri bir hayli geliştirildi. Artık yalnızca generaller memleket sorunlarıyla ilgili önde gelen holding patronlarına brifing vermiyor, TÜSIAD da generallere memleket ekonomisinin gidişatı hakkında brifing veriyor.
8 yıllık eğitimin yasallaştırılması kuşkusuz RP’nin ve RP-DYP ittifakının aldığı politik bir yenilgidir. Fakat Genelkurmay ve TSK’nın bu siyasi ve psikolojik kazanımı, kendini pratik bakımdan ve ancak imam hatiplerin orta bölümlerinin tasfiyesinden sonra ileride gösterebilecektir. Zira bu, RP ve politik islamın kadro kaynaklarına yönelik stratejik bir hamledir.
Gelişen sürecin temel özelliklerinden birisi, RP-DYP hükümetinin bozulması ve CHP destekli, ANAP-DSP-DTP üç buçuk ortaklı koalisyon hükümetinin kurulmasından sonra, Genelkurmay’ın yedekleri öne çıkartan hareket planıdır. Uluslararası durumun ve iç politik durumun yanısıra, karşı kuvvetlerin dikkate değer ağırlığı nedeniyle de, politik hegemonyayı elinde tutmaya çalışan Genelkurmay ve TSK’yı anayasal sınırlar içinde kalmaya ve de yedeklerini öne çıkartan hareket planıyla şimdilik de olsa yetinmesini ve sürecin ağır ağır ilerlemesini getiriyor. Rejimin bugünkü durumu, önemli ölçüde Ankara’daki zayıf ve kararsız ittifaklar zemininde, Genelkurmay’ın zayıf siyasi hegemonyası tarafından belirleniyor. Restorasyonun ağır ilerlemesi ve giderek, sermaye çevreleri ve generaller tercih etmiyor olmasına karşın seçimin daha çok kendini dayatması, bu durumun da sonucudur.
Askeri vesayet altında olması mevcut üç buçuk ortaklı koalisyonun en önemli zaafıdır. ANAP-DTP ve DYP-DTP rekabeti ve yine DSP-CHP rekabeti hükümeti zayıf düşüren önemli etkenlerdir. Bu önlenemez rekabetlerin ilkesel boyutları yoktur, fakat restorasyon sonrasında bütün burjuva partilerin hangilerinin iktidar ortağı olacağıyla/biraz da varlıklarını ne düzeyde sürdürebilecekleriyle ilgilidir. Zira, yeniden yapılandırma süreci ister istemez, burjuva “partiler düzeni”ne de yansıyacaktır.
Hükümetin askeri vesayetin sancılarını çektiği, her şeyden önce “Batı Çalışma Grubu” sorununda kendini ortaya koyuyor. M. Yılmaz birçok kez, BÇG’nın artık gerekli olmadığını açıkladı, fakat Genelkurmay da şeriat tehlikesi nedeniyle gerekli olduğunu, bu tehdit devam ettiği sürece de BÇG’nin çalışmalarını sürdüreceğini açıkladı. Bu, Genelkurmay ve TSK’nın kendi programında kararlılığının bir göstergesidir.
RP’nin kapatılmasının, zayıf iktidar ittifakı için yeni bir sorun olduğu görüldü. M. Yılmaz biraz da CHP’nin kaprisleri nedeniyle, ama aynı zamanda askeri vesayetten çıktığı izlenimini vermek için de ilk anda bir anlamda RP’nin kapatılmasını etkisizleştirecek bir yönelime girdi. Ama kısa sürede geri adım atmak zorunda kaldı, günlük basında çıkan haberlere göre, Genelkurmay Başkanı I. H. Karadayı “neredeyse Erbakan’dan özür dileyeceksiniz” diye müttefiklerini azarlayıp, uyararak kararlı davranmaya zorladı.
Rejimin uluslararası durumuna ilişkin önemli veriler, yukarıdaki tabloya eklenmelidir.
Faşist rejim, ‘97’yi dış politikada peş peşe aldığı birkaç yenilgi ile kapadı. Gedikli bir Amerikancı olan Cumhurbaşkanı S. Demirel’in, Tahran’daki İslam Konferansı Örgütü (IKÖ) toplantısında arkasına bakmadan kaçışı birkaç bakımdan önemlidir. İlkin, islam ülkeleri Türkiye’ye tavır alarak arkasında ABD’nin durduğu ve bir Beyazsaray yapımı olanı Türkiye-Israil ittifakını yanıtlamış oldular. İkinci olarak, rejimin RP’ye karşı geliştirdiği yeni politikaya karşı da islam ülkeleri bu yoldan duruşlarını gösterdiler. Fakat bu iki husustan daha önemli olan, Kürt sorununun Türkiye’nin önüne getirilmesidir. Türkiye’nin sık sık Güney Kürdistan’a müdahalesi islam ülkeleri için giderek ciddi bir sorun halini almaktadır. Bundan sonra, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin islam ülkeleri nezdinde daha fazla ilgi, diplomatik ve siyasi destek görebileceği, bunların da ötesinde bir kısım ittifakların gelişebileceği söylenebilir.
Birkaç yıl önce Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalayarak kendini Avrupalı emperyalistlerin kucağına atan ve bunu büyük bir umut olarak pompalayan rejimin, ABD’nin desteğine ve harcadığı tüm çabalara rağmen, AB’nin son kararlarıyla bir anlamda tam üyelik hayalleri yıkılmıştır. Kuyruğu dik tutma çabalarına rağmen rejim moral bozucu bir yenilgi almıştır. Türkiye, ABD ile Fransa-Almanya eksenli AB politikalarının, emperyalistler arası nüfuz ve çıkar çatışmasının konusudur. Muhtemelen CIA’nın da parmağı olan, tehdit ve şantaj kokan Avrupa’ya Kürt göçü dalgası, siyasi gelişmelerin örgüsü içerisinde, ABD’ye endekslenmiş Türkiye’yi dıştalayan AB kararlarına karşı, Türkiye ve ABD’nin verdiği karşılığa denk düşmektedir. Buna AB’nin yanıtı ise Almanya’dan gelmiştir. PKK’yı Almanya’da “terör örgütü” kapsamından çıkartan mahkeme kararı ve hükümet çevrelerinden kaynaklanan açıklamalar rejim üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştır. Zira, Almanya’nın tavrı, ucu Kürt sorununda PKK’li çözüme de açılan yöneliminin belirtisidir. Son dönemde Avrupa Parlamentosu’nda alınan Kürt sorununda uluslararası konferans düzenlenmesi kararı da eklenmelidir. Avrupalı emperyalistlerin Kürt sorununda ucu PKK’li çözüme de açılan yönelimin diğer ucunda PKK’nin ehlileştirilmesini hedefleyeceği kuşku götürmez. Bunun, ne kadar başarılı olabileceğinden ayrı olarak, önümüzdeki dönemde daha çok ve ağırlıklı olarak, değişik biçimlerde geliştirilecek ilişkilerle PKK’nin ıslah edilerek devrimciliğinden soyundurulması hattında ilerleme eğilimi sezilmektedir.
Kürt ulusal kurtuluşçu devriminin tecrit edilerek ezilmesine kilitlenen faşist rejimin dış politikasının aldığı yenilgilerin, ABD emperyalistleriyle ilişkilerin daha kapsamlı ve derinlikli hale getirilerek -kaldı ki Körfez ve Irak politikalarında hükümet içinden çıkan çatlak sesler bu bakımdan da sorundur- keza AB kararına bir yanıt görüntüsü içeren Rusya ile geliştirilmek istenen ilişkilerle dengelenmesi olanaklı değildir. Kıbrıs, Ege vb. sorunlarda AB politikalarının daha fazla Yunanistan’ı destekleme yönünde ağırlık kazanacağı, bunun da Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde gerilimi artıracağı beklenebilir ki, bunun faşist rejimin iç politikada Yunan düşmanlığını körükleyecek hamleleriyle şovenizmi tırmandırarak kitle desteğini artırma ve burjuva politikadaki parçalanmışlığı geri plana atmak gibi imkanlar yarattığı açıktır.
Rejimin ekonomik durumunun analizi bu yazının konusu dışında kalmaktadır. Fakat IMF ile ilişkilerin ekonomik durum hakkında yeterince fikir veren bir olgu olduğunu belirtmenin de bir mahsuru yoktur.
Mevcut durumun ve önümüzdeki sürecin, Genelkurmay’ın dayattığı “laik-şeriatçı” kutuplaşmasında olduğu gibi, devrimin toplumsal güçlerinin, egemen sınıfların saflarında süregiden hesaplaşmalara yedeklenmesi gibi muazzam ideolojik ve politik risk taşıdığı açıktır. Bununla birlikte, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bakımından, halklarımız, komünist, devrimci ve yurtsever güçler bakımından, devrimci ilerleyiş için nesnel olanakların da muazzam ölçüde biriktiği bir süreçte bulunuyoruz. “Susurluk” kavramı ekseninde devlet gerçeğinin olduğu gibi, komünist, devrimci ve yurtsever devrimci güçlerin tarihsel haklılığının ortaya serilmesi, devletin ellerini kaldırıp bir kısım suçlarını itiraf etmek zorunda kalması, yığınların durumu ve devrimci gelişme bakımından yeni bir sürece girildiğinin habercisidir. Bunu algılamak ve cüretle ileri atılarak, işçi sınıfı ve emekçi yığınların bağımsız siyasal güçlerini büyütmek ve devrimci eylemin başında yürümeyi, yığınların karşıdevrimin iç çatışmalarına yedeklenmesi tehlikesini bertaraf edebilmeyi başaracak politik ustalığı kazanmak gerekir.
Burjuvazinin ve generallerin, ordunun temizliği palavraları ve yeniden yapılandırma manevraları karşısında, “çetelerin ipleri MGK’nın elinde” ve “faşist kontrgerilla devleti” gerçeklerine daha fazla dikkat çekilmeli, “özgürlük, adalet, halklara eşitlik” şiarı güçlü bir tarzda yükseltilmelidir.
Şimdi yeni bir toplum, yeni bir yaşam alternatifini en büyük inat ve ısrarla haykırma dönemidir: “Kahrolsun Sömürgeci Faşist Diktatörlük”, “Yaşasın İşçi Emekçi Sovyet Cumhuriyetleri Birliği!”, “Yaşasın Sosyalizm!”