İnsan Hakları İçin Savaşımın Yolu

Özelde, işçilere, diğer emekçilere, komünistlere, antifaşistlere ve tüm ilerici güçlere yönelik yargısız infaz, keyfi tutuklama, işkence gibi insan hakları ihlallerinden olsun, genelde her türlü zulümden ve katliam uygulamalarından olsun söz edildiğinde akla önce Latin Amerika kıtası gelir. O kıta ki, halkları Yanki emperyalizminin ve uşaklarının, latifundistlerin, büyük burjuvazinin ve askeri diktatörlüklerin boyunduruğu altında görülmemiş bir zulme hedef olmuş, dayanılmaz acılar çekmiş, ama asla boyun eğmemişlerdir. İçimizde öfke ve isyan duyguları uyandıran o ünlü “desapericidos” (=kayıp) terimini insanlığın sözcük haznesine armağan etmek zorunda bırakılmış olan bu halkların belki de tek “kusurları”, Meksika’nın eski diktatörü Diaz’ın söylediği gibi ülkelerinin ABD’ye bu denli yakın olmasıydı.

Ama belki de Diaz’ın tümcesindeki “ABD” sözcüğünün yerine “Batı” ya da “kapitalist Batı uygarlığı” sözcüklerini geçirmek daha doğru olacaktır. Çünkü “insan hakları” kavramının insanlığın gündemine girişiyle örtüşen Batı’nın yükselişi ve kapitalizmin gelişimi, aynı zamanda insanlığa karşı en büyük suçların işlenmesiyle el ele gidecekti. Çünkü ABD’nden, ABD’nin 1776’da oluşumundan çok daha önce, Batı Avrupa kapitalizm çağına koca halkları köleleştirerek, öldüresiye sömürerek ve soykırımdan geçirerek adım atacaktı. Herhalde geleceğin tarihçileri, kapitalizmi ve onun en son aşaması olan emperyalizmi, özellikle ‘geri’ ve bağımlı ülkeler halkları başta gelmek üzere tüm emekçi insanlığa en büyük acıların çektirildiği bir dönem olarak anacaklardır. Marks, Kapital’in 1. cildinde, sömürgelerin yağmalanması yoluyla sağlanan ilkel kapitalist birikimi anlatırken şunları söylüyordu:

Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi, Doğu Hint adalarının ele geçirilmeye ve yağmalanmaya başlanması, Afrika’nın karaderi ticaretinin av alanı haline getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler, ilkel birikimin belli başlı adımlarıydı. (K. Marks ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 159)

Marks aynı yerde şunları da söylüyordu:

Yerlilere karşı en korkunç davranılan yerler, doğal olarak, Batı Hint Adaları gibi yalnız ihracata yönelmiş plantasyon sömürgeleri ile, Meksika ve Hindistan gibi yağma alanı haline getirilen zengin ve nüfusu kalabalık ülkelerdi. Ama, gerçek anlamıyla sömürge olan ülkelerde bile, ilkel birikimin hristiyanca niteliği kendini ortaya koymaktan geri kalmıyordu. Protestanlığın o asık yüzlü virtüözleri, New England’lı Püritenler, 1703 yılında meclislerinin bir kararı ile, her Kızılderili başı ve tutsak edilen her Kızılderili için 40 sterlin ödül koydu: 1720’de kelle başına ödül 100 sterline yükseldi; 1744’te Massachusets-Bay, belli bir kabileyi isyancı ilan edince, şu fiyatlar uygulandı: 12 yaş ve daha yukarısı erkek kafası için 100 sterlin (yeni para), erkek tutsak 105 sterlin, kadın ve çocuk tutsak 50 sterlin, kadın ve çocuk kafası 50 sterlin.(Aynı yerde, s. 161-62)

Gene Marks, İngiliz dokuma sanayisinin İngiliz ve Hintli el dokumacılarını ne hale getirdiğini anlatırken şunları söyleyecekti:

Tarih, İngiliz el dokumacılarının yavaş yavaş yok olmasından daha korkunç bir trajedi kaydetmez; birkaç onyıl boyunca süren bu yok olma en sonu 1838’de sona ermişti. Bunların çoğu açlıktan ölmüşler, pek çok aile günde 2.5 peni ile uzun süre bitkisel bir yaşam sürmüşlerdir. Öte yandan İngiliz pamuklu makineleri, Hindistan’da vahim bir etki yarattı. 1834-35’te Genel Vali şöyle yazıyordu: ‘Buradaki sefaletin bir eşine tarihte zor rastlanır. Pamuk dokumacılarının kemikleri Hindistan ovalarını beyaza boyamıştır.’ (Kapital 1, s. 44)

Marks’ın da değindiği gibi, Latin Amerika, kapitalizmin sömürge ve bağımlı ülkeler halkları için ne anlama geldiğini ilk tadan kıtalar arasında yer almıştı. Batı historiografisinin ‘büyük kaşifler’ olarak tanıttığı Kristof Kolomb, Hernando Kortez, Fransisko Pizarro ve diğerleri, Orta ve Güney Amerika’daki Maya, İnka ve Aztek halklarının ve uygarlıklarının yok edilişini başlatan kişilerdi aslında. E. Galeano, 15. yüzyılın sonlarından başlayarak Amerika kıtasına ayak basan ve buralarda sözcüğün gerçek ve katıksız anlamında bir yağma ve katliam uygulayan İspanyol ve Portekiz konkistador’larının yaptıklarını şu çarpıcı sözcüklerle aktarıyordu:

İspanyollarla Portekizlilerin Amerika destanı, Hristiyan dininin yayılması ile doğal zenginliklerin zorla ele geçirilip yağmalanmasını iç içe geçmiş bir tek aynı şey haline getirmiştir. Avrupa gücü bütün dünyayı egemenliği altına almak niyetiyle yola çıkmıştı. (Latin Amerika’nın Kesik Damarları, s. 25)

O, daha ilerde ise şunları söylüyordu: 1581’de, Felipe II, Guadalajara Audiencia’sının önünde, Amerika yerlilerinin üçte birinin öldürüldüğünü, sağ kalanların da kendilerini ölülerinin bedelini ödemek zorunda hissettiklerini açıklıyordu. Kral, Kızılderililerin alınıp satıldığını ve evlerinin olmadığını ekliyor, annelerinin madenlerden kurtarmak için çocuklarını öldürdüğünü belirtiyordu. İspanyol Amerikası’nın yok olmuş imparatorluklarının yerlilerinin bahtsızlığına bir de Brezilya ve Antiller’de çalışmak üzere köylerinden koparılıp getirilen Afrikalı zencilerinki ekleniyordu. Sömürgeci Latin Amerikan ekonomisi o güne kadar görülmüş en yoğun işgücüne sahipti. Bu işgücü dünya tarihinin en zengin uygarlığını yaratıyordu.

Bu doyumsuzluk, korku ve cesaret anıtı, bu topraklarda yerlilerin soykırımı pahasına dikilebildi. Günümüzde yapılan en güvenilir araştırmalar sömürge öncesi dönemde Meksika nüfusunun otuzla otuz yedi buçuk milyon arasında olduğunu ortaya koyuyor. And Dağları yöresindeki yerlilerin de sayısının buna eşit olduğu tahmin edilmekte. Orta Amerika’daki yerliler onla onüç milyon arasında. Aztek, Maya ve İnkaların toplamı ise sömürgecilerin ortaya çıkışından önce yetmişle doksan milyon arasında tahmin ediliyor. Bir buçuk yüzyıl sonra toplam nüfus yalnızca üç buçuk milyon. (Aynı yerde, s. 52)

Afrika kıtasının çilekeş halkları da ‘beyaz adam’ın ‘uygarlaştırıcı misyon’undan nasiplerini alacaklardı. Bir örnek olması bakımından, Kara Kıta’nın en talihsiz ülkelerinden Kongo’nun başından geçenlere göz atacağız. Kwame Nkrumah, Challenge of The Congo adlı yapıtında, Belçika işgaline kadar olan dönemde Portekizliler başta gelmek üzere çeşitli Avrupa devletlerine bağlı köle tacirlerinin bu ülkeden gönderdiği köle sayısının 15,000,000’u bulduğunu, bunların 10,000,000 kadarının taşıma sırasında öldüğünü belirtiyordu. 1884’te ise İngiltere ile Portekiz arasında Kongo’nun yönetiminin Belçika’ya bırakılmasını öngören bir anlaşma imzalanacaktı. Bu anlaşmayla, yüzölçümü 2,700,000 kilometrekareye yaklaşan (Türkiye’nin 3.5 katı) ve doğal kaynaklar bakımından son derece zengin olan bu Afrika ülkesi, kısa zamanda Belçika Kralı Leopold II’nin kişisel malikanesi haline gelecekti. Muhafazakâr eğilimli ABD’li yazar ve araştırmacı John Gunther, bu konuda şunları yazmıştı:

Leopold’unki, acımasız bir sömürü yönetimiydi... Onun dünyanın en zengin birkaç kişisinden biri haline geldiği kesin. Daha 1885’de o, bir kararnameyle Kongo’daki tüm ‘boş topraklar’ı kendi malikânesinin, yani Leopold’un mülkü kıldı... Yerliler topraklarından düpedüz ormanlara kovuldular. Kongo’da o zamanlar en değerli iki nesne olan kauçuk ve fildişi devlet tekeline geçti ve hükümet ‘hemen hemen ülkenin tümü üzerinde mutlak mülk sahipliği hakkı’ elde etti. 1896’da (gizli bir kararnameyle) en az 112,000 mil kare (yani, 290,000 kilometrekare -bn.) tutarında, yani aşağı yukarı Polonya büyüklüğünde bir arazi üzerinde Leopold’a özel ek haklar veren Domaine de la couronne oluşturuldu. Hepsi bu kadar değil. Sözde uygar bir devletin ilkel bir bölgeyi ‘geliştirmesi’ne eşlik eden en alçakça ve dehşet verici zulüm örnekleri yaşandı. Leopold’un ajanlarının kauçuk ve fildişi iştahı giderek daha fazla ve daha doyumsuz hale geldi. Afrikalı işçiler kotalarını mutlaka tamamlamak zorundaydılar; tersi durumda sakatlanıyor ya da vurularak öldürülüyorlardı. ‘Gelişme’ ha? Yetkin otoriteler Kongo’nun nüfusunun 1900’de 20,000,000 olduğunu, bugün (yani 1955’de -bn.) ise 12,000,000’a düşmüş bulunduğunu belirtiyorlar. Leopold’un rejiminin beş ila sekiz milyon insanın yaşamına mal olduğuna inanılıyor... En korkunç uygulama ise el ve ayak kesme idi. Şeflerinin, çalışmalarını beğenmemeleri halinde Afrikalı delikanlıların bir eli ya da bir ayağı -bazen her ikisi birden- kesiliyordu... Afrikalıların kendileri Kongo’da asla el ve ayak kesmeyi bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmamışlardı. Bu tümüyle Avrupalıların buluşuydu. Bu alandaki verimliliklerini kanıtlamak için işçi takımlarının şefleri kendi üstlerine sepetler dolusu kesik insan eli götürürlerdi. Sağ el daha gözde olanıydı. Nemli iklimde bozulmalarını önlemek için bu eller bazen tütsülenirdi. (Inside Africa, s. 644)

W. Howitt adlı bir burjuva yazarın, Colonisation and Christianity: A Popular History of the Treatment of the Natives by the Europeans in all Their Colonies adlı kitabında, ilkel birikim dönemini anlatırken söylediği şu sözcükler, sermayenin ve burjuvazinin dünyaya nasıl geldiğinin en özlü anlatımı sayılabilir:

Hristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar vahşi, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda rastlanamaz. (Aktaran K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar 1, s. 160)

Kuşkusuz, kapitalist sömürgeciliğin kirli yüzünü çarpıcı bir tarzda ortaya koyan bu örnekler, burjuvazinin, “kendi” işçi sınıfı ve emekçilerine daha farklı davranma eğiliminde olduğu anlamına gelmiyor. 19. yüzyılda İngiliz el dokumacılarının trajedisini anlatan Marks, 40.000 dolayında Parisli işçi, asker ve emekçinin öldürülmesiyle sonuçlanan 1871 Komün devrimi sırasında Fransız burjuvazisinin vahşetini şöyle sergiliyordu:

Ama Thiers ve Aralıkçı generalleri, Paris’te ulusal muhafız kılığında yakalanan kendi jandarma espiyonlarının bile, üzerlerinde yangın bombaları ile yakalanan Sergents de ville’lerin bile bağışlandıklarını öğrenir öğrenmez, Komün’ün misilleme üzerindeki buyrultusunun boş bir tehdit olduğunu anlar anlamaz, tutsakların yığınsal öldürülmeleri yeniden başladı ve sonuna değin ardı arası kesilmeden sürdürüldü. Ulusal muhafızların sığındıkları evler jandarmalarca çevrildi, üzerlerine (ilk kez olarak burada görünen) petrol döküldü ve yakıldı; yarı kömürleşmiş cesetler, daha sonra Ternes’de kurulmuş olan gezgin Basın Hastanesi tarafından kaldırıldılar... Thiers’in bültenlerinin, Moulin-Saquet’de uyurken basılan federelerin süngülendiklerini ve Clamart’taki yığınsal öldürülmeleri haber verirken kullandığı saygısız ton, Londra’daki gerçekten aşırı duyarlı olmayan Times’in bile sinirlerine dokundu. Ama bugün Paris’i bombalamış ve yabancı fatihin koruması altında bir zenci köle satıcıları ayaklanması kışkırtmış bulunan kimseler tarafından işlenen salt başlangıç niteliğindeki canavarlıkları saymaya girişmek gülünç olur. (“Fransa’da İç Savaş”, Aynı yerde, s. 259-60)

Demek ki, kapitalist Batı, daha tekel öncesi kapitalizm döneminde “barbar ve vahşi” olarak nitelediği geri ve bağımlı ülkelere ve halklara “uygarlık” dersleri ve öğütleri vermeye başlamış, bu ülkeleri sömürgeleştirmesini, oraların halklarının “kendilerini yönetme yeteneğinden yoksun” oldukları savına dayandırmış ve aynı gerekçeleri, Çin, İran, Osmanlı gibi sömürgeleştiremediği ülkelerin içişlerine karışmak için kullanmaya başlamıştır. (Batı Avrupa’nın “büyük” devletlerinin başta Hristiyan azınlıkların yaşam koşullarının düzeltilmesi gibi gerekçelerle 19. yüzyılda Babıali’ye yaptıkları uyarı ve müdahaleler, hatta Osmanlı devletine askeri saldırıları anımsansın!) Söz konusu ülkeleri kendi sömürgeci boyunduruğu altında tutmak, onların halklarını köleleştirmek ve doğal kaynaklarını yağmalamak için kullanılan bu gerekçe ve yaklaşım bazı değişikliklerle günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Kapitalist-emperyalist Batı’nın, daha örtülü bir biçimde de olsa, “barbar, vahşi ve kendini yönetme yeteneğinden yoksun” olarak gördüğü geri ve bağımlı ülkeleri ve onların halklarını yönetme, boyunduruk altında tutma ve onların yazgılarını belirleme tutkusunda herhangi bir değişiklik ya da azalma olmamıştır. Belli başlı emperyalist devletlerin, onların denetimi altında ya da çizgisinde bulunan uluslararası ve uluslarüstü kuruluşların ve insan hakları örgütlerinin genel yaklaşımlarına işte bu “sömürgeci” bakış açısı damgasını vurmaya devam etmektedir. Oysa yukarda değindiğimiz tarihsel örnekler ve günümüzde yaşanmakta olanlar; burjuvazinin, dünyaya gelişinden itibaren en korkunç zulüm ve katliamların mimarı ve örgütleyicisi olmuş olduğunu ve öyle olmaya devam ettiğini ve dolayısıyla bu konuda hiç kimseye öğüt verme ve yol gösterme hakkına sahip olmadığını, olamayacağını hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek bir açıklıkla göstermektedir.

Kapitalizmin 19. yüzyılın son onyıllarından başlayarak emperyalist aşamasına girmesi, insanın insanı sömürüsüne dayanan bu sistemin çelişmelerinin en üst düzeyde keskinleşmesi ve onun devrimin eşiğine gelmesi anlamına geliyordu. Ekim Devrimi’yle birlikte proleter devrimleri döneminin açılması, aynı zamanda sömürge ve bağımlı ülkeler halklarının metropol ülkelerinin devrimci proletaryasının kişiliğinde son derece değerli bir bağlaşık ve önder bulmaları ve ezilen halkların emperyalizmin boyunduruğundan kurtuluş yoluna girmeleri demekti. Bu gelişmeye, metropol ülkeler burjuvazisinin tekel öncesi kapitalizm çağında -monarşiye, ortaçağa ve feodalizme karşı savaşım verdiği ölçüde- sahip olduğu sınırlı ve koşullu ilerici potansiyelin ortadan kalkması eşlik edecekti. Emperyalizm, dünya gericiliğinin başı ve merkeziydi; her düzeyde gericilik demekti. Bu çağda emperyalist burjuvazi dünya ölçeğinde iki savaşa -ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra daha çok el altından kışkırttığısayısız yerel savaşa- neden olmakla kalmadı; o, tekel-öncesi kapitalizm çağında geliştirdiği “beyaz adamın üstünlüğü” teori ve pratiğinin izlerini de taşıyan faşizmi ve Nazizmi yarattı, dünyanın her yanında en gerici, en saldırgan ve en barbar rejimleri işbaşına getirdi, besledi ve destekledi. Kuşkusuz bütün bunlar asla, geri ve bağımlı ülkelerin gerici burjuvazisi ve toprak ağalarının sömürgecilere ve emperyalistlere göre daha az barbar, daha az saldırgan vb. olduğu ya da onların ancak sömürgeci ve emperyalist efendilerinin kışkırtması ve yüreklendirmesi sonucunda ellerini işçilerin ve diğer emekçilerin kanlarına buladıkları anlamına gelmiyor. Osmanlı-Türk egemen sınıflarının Ermeni ve Kürt halklarına karşı, savaş ağalarının ve Çan Kay-şek kliğinin Çin halkına karşı, Franko faşizminin İspanya halkına karşı, monarko-faşist Şah ve fundamentalist Humeyni diktatörlüklerinin İran halkına karşı, sözde demokratik Hint gericiliğinin değişik ulus ve milliyetlerden Hindistan halklarına karşı, Etiyopya’daki sosyal faşist DERG diktatörlüğünün başta Eritre ve Tigray halkları gelmek üzere tüm Etyopya halklarına karşı, Kolombiya’daki kokain baronlarıyla içiçe geçmiş olan diktatörlüğün Kolombiya işçi ve köylülerine karşı gerçekleştirdiği sınırsız beyaz terör, bu ülkelerin egemen sınıflarının vahşetinin düzeyi konusunda bir fikir vermeye yeter de artar bile.

Ama gene de çağımızda “insan hakları” konusunda bir duyarlılığın oluştuğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu paradoksun açıklaması, aslında çağımızın bir devrimler çağı olmasında yatmaktadır. Metropol ülkelerde proletaryanın devrimci eylemi ve ayaklanmalarının ve hepsinden önemlisi Bolşeviklerin önderlik ettiği Rusya proletaryası ve halklarının gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’nin ve sömürge ve bağımlı ülkeler halklarının demokrasi ve ulusal kurtuluş savaşımlarının emperyalist burjuvaziye indirdiği ağır darbeler, onu bir ölçüde ‘evcilleştirmiş’, bir ölçüde ‘uygarlaştırmıştır’. Sivil toplumcularımızın ileri sürdüğünün tersine, bunda Batı burjuvazisinin sözüm ona uygar, ilerici ve demokratik eğilimlerinin zerrece rolü olmamıştır. Yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız şu günlerde, en “liberal”, en “demokrat”, en “kültürlü” vb. gözükenleri de içinde olmak üzere sömürücü sınıfların tüm fraksiyonlarının siyasal egemenliklerini ve üretim araçları üzerindeki denetimlerini muhafaza etmek için -kuşkusuz buna güçleri yettiği takdirde her şeyi, ama her şeyi yapmayı göze alabileceklerini yeteri kadar gösteren verinin birikmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu, toplumun ve uygarlığın gelişiminin gerçek lokomotifinin, itici gücünün asla sömürücü egemen sınıflar değil, tam tersine her zaman ezilen ve sömürülen yığınlar olmuş olduğu ve olmaya devam edeceği gerçeğinin bir başka tarzda anlatımıdır. Lenin, Maksim Gorki’ye yazdığı 3 Ocak 1911 tarihli mektubunda bu gerçeği şöyle dile getiriyordu:

Proletaryayı örgütleme yoluyla, proletaryanın savaşımı için özgürlüğü savunma yoluyla sömürge politikasına ve uluslararası yağmaya karşı direniş, kapitalizmin gelişmesini yavaşlatmaz, tersine onu daha uygar, daha gelişmiş kapitalist yöntemlere başvurmak zorunda bırakarak onun gelişmesini hızlandırır. Kapitalizm vardır, kapitalizm vardır. Kara-100-Oktobrist kapitalizm ve Narodnik (‘gerçekçi, demokratik’, ‘yaşam’ dolu) kapitalizm vardır. İşçilerin önünde kapitalizmin ‘açgözlülüğünü ve vahşetini’ sergilediğimiz ölçüde, birinci türden kapitalizmin ayakta kalması o ölçüde zor olacak, kapitalizm o ölçüde kesin bir biçimde ikinci türden kapitalizme dönüşecektir. Ve bu, tam da bizim işimize, tam da proletaryanın işine gelecektir.”

(Collected Works, Cilt 34, s. 438-39)

***

Genelde çağımızda ve özelde Nazi Almanyası’nın ve militarist Japonya’nın Avrupa ve Asya halklarına karşı gerçekleştirdikleri sistematik cinayet ve soykırımlarla nitelenen İkinci Dünya Savaşı’nın antifaşist güçlerin zaferiyle sonuçlanmasından sonra “insan hakları”, sürekli olarak dünyanın gündeminde kalan bir sorun olageldi. 10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde tüm insanların; ırk, renk, cins, dil, siyasal ya da başka bir durumdan dolayı ayrım yapılmaksızın sahip oldukları haklar sayılıyor, BM’nin ve onun üyelerinin, bu hakların korunması ve eksiksiz bir tarzda uygulanması için çaba harcayacakları duyuruluyordu. Bu haklar arasında; yaşam, özgürlük ve kişisel güvenlik hakkı, yasa önünde eşit davranış görme hakkı, keyfi olarak tutuklanmama ve sürgüne gönderilmeme hakkı vb. yer alıyordu. Bu haklar, gerek tek tek devletlerin yasalarında ve anayasalarında ve gerekse BM’nin ve diğer bir dizi uluslararası ve uluslarüstü kuruluşun hazırladığı ve çok sayıda devletin altına imzasını attığı çeşitli uluslararası anlaşmalarda da yer almaktadır. Başta emperyalist devletler gelmek üzere, en barbar ve en vahşi olanları da içinde olmak üzere hemen hemen bütün gerici burjuva devletleri, bu insan haklarını sözüm ona korumayı amaçlayan kuruluşlar oluşturmuş, kendilerini insan haklarının savunucuları olarak tanımlamışlardır. Hatta emperyalist burjuvazi başta gelmek üzere hemen hemen tüm ülkelerin sömürücü sınıfları burjuva karşıtlarını ve düşmanlarını, insan haklarına saygılı davranmamakla suçlamayı ve antidemokratik uygulamalarını ve insan hakları alanındaki açıklarını onları yıpratmak için kullanmayı neredeyse bir alışkanlık haline getirmekle yetinmemiş, komünist ve devrimci güçleri sistematik bir biçimde “terörizm”, “haydutluk” ve “insan haklarını çiğneme”yle suçlayacak denli ileri gitmişlerdir.(1) ABD’nin, sosyal emperyalist Çin’le sözüm ona ticari ilişkilerini geliştirmek için bu ülkede -kuşkusuz fazlasıyla ve en kaba biçimde çiğnenen “insan hakları”nı gündeme getirmesi, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın her yıl dünyada insan haklarını çiğneyen ülkelerle ilgili bir rapor yayımlayarak bu ülkeleri bir biçimde yargılaması, gene ABD’nin; özellikle Çin, Demokratik Kore, İran, Libya, Irak, Suriye gibi hegemonyasına şu ya da bu ölçüde karşı duran ülkeleri insan hakları ihlalleriyle suçlaması, hatta Türkiye gibi “dost ve bağlaşık” ülkeleri kendi rotasına daha da yaklaştırabilmek için onlara insan hakları ihlalleri konusunda “yapıcı eleştirilerde” bulunması, bu pişkinlik ve ikiyüzlülüğün en çarpıcı örneğidir herhalde.

Bu ikinci kategoriye giren durumlarda, ABD’nin -ve diğer emperyalistlerin- dostu ve bağlaşığı konumundaki gerici ve faşist rejimlere yönelttiği gizli ya da açık eleştirilerin bir amacı, dünya demokratik kamuoyunu aldatmaksa, ikinci ve asıl önemli amacı, kuşkusuz kendi ekonomik, siyasal ve askeri çıkarlarının korunmasını güvence altına almak için sözkonusu rejimlerin ömrünü uzatmaktır. ABD emperyalistlerinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Filipinler’deki gerici rejimi kesintisiz bir biçimde destekledikleri, silahlandırdıkları ve ona sahip çıktıkları ve bu nedenle Markos’un 1965’de devlet başkanlığına gelmesinden sonra, Filipinli devrimcilerin bu rejimi haklı olarak ‘ABD-Markos diktatörlüğü’ diye andıkları biliniyor. ABD tekelci burjuvazisinin, eli Filipinler halkının kanıyla lekelenmiş olan Markos ve ortaklarına yakınlığı, Filipinler’deki Amerikan Ticaret Odaları Birliği’nin 27 Eylül 1972’de, yani Markos’un bu ülkede sıkıyönetim ilan etmesinden tam 6 gün sonra adı geçen hayduda gönderdiği telgrafta eksiksiz bir tarzda dile getirilmişti. Filipinler’deki Amerikan Ticaret Odaları Başkanı William Mitchell imzasıyla yollanan bu telgrafta aynen şöyle deniyordu:

Majesteleri Ferdinand E. Marcos, Filipinler Cumhuriyeti Başkanı

Amerikan Ticaret Odaları Birliği barış ve düzeni, iş güvenliğini ve ekonomik büyümeyi ve Filipin halkının ve ulusunun gönencini restore etme yolundaki çabalarınızda size üstün başarılar diler. Biz, bu hedeflere ulaşmak için verdiğiniz kavgada güvenimize ve işbirliğimize sahip olacağınızı bilmenizi isteriz. Bu duygularımızı ABD’deki ortaklarımıza ve branşlarımıza da iletiyoruz. (D. B. Schirmer and S. R. Shalom, The Philippines Reader, s. 229-230)

Ancak, işlerin kötüye gitmesi, yani Markos kliğinin, (Maoist bir siyasal çizgi izleyen) Filipinler Komünist Partisi’nin önderlik ettiği Yeni Halk Ordusu’nun silahlı savaşımı ve geniş işçi ve emekçi yığınların büyüyen hoşnutsuzluğu ve eylemi ve hatta Markos ve yakın çevresinin, ekonomik ve siyasal gücü tümüyle kendi tekeline alma yöneliminden zarar gören diğer burjuva kliklerinin muhalefeti yüzünden köşeye sıkışması üzerine Washington harekete geçecekti. Kasım 1984’te yayımlanan Ulusal Güvenlik Konseyi İnceleme Direktifi’nde, bir yandan Markos diktatörlüğüne verilen yardımın artırılması, bir yandan da “ekonomik, askeri ve siyasal reformlar”ın gerçekleştirilmesi için Markos üzerindeki baskının yoğunlaştırılması öngörülüyordu. Söz konusu belgede şöyle deniyordu:

ABD’nin Filipinler’de son derece önemli çıkarları vardır:

Siyasal olarak çıkarlarımız vardır; çünkü eski sömürgemiz olan Filipinler’in bağımsızlığını ve demokratik kurumlarını besleyip büyüten ABD’dir. Ve Filipinler, istikrarlı ve demokratik yönelimli bir bağlaşık olarak kalmalıdır. Radikalleşmiş bir Filipinler, bütün bölgeyi istikrarsızlaştıracaktır.

Stratejik olarak, bölgede genişlemekte olan Sovyet ve Vietnam tehdidi nedeniyle, Subic ve Clark’taki üslerimizi özgürce kullanmaya devam edebilmemiz gerekmektedir.

ABD’yle bağlaşma halinde bulunan sağlıklı bir Filipinler’i de içeren güçlü bir ASEAN (Güneydoğu Asya Ulusları Birliği örgütü), Güneydoğu Asya’da komünizmin varlığına karşı bir tampon ve ekonomik özgürlük ve demokratik ilerlemenin neler başarabileceğini gösteren bir modeldir.

Ekonomik olarak, güçlü bir yatırım ve ticaret pozisyonundan yararlanmaktayız. (Aynı yerde, s. 322)

İşte bu nedenlerden ötürü ABD direktifi, diğer “reform” önlemlerinin yanı sıra, “inandırıcı bir demokratik reform umudu sunan daha açık bir siyasal sistem”in kurulmasını ve “Yeni Halk Ordusu tehdidiyle başa çıkabilmek için Silahlı Kuvvetler’de profesyonel ve apolitik önderliğin restorasyonunun sağlanmasını” vb. (Aynı yerde, s. 324-25) öneriyordu.

Tam da burada yukarda değinmiş bulunduğumuz gerçekliğe göndermede bulunmamız gerekiyor: “İnsan hakları” kavramının günlük yaşamın bir parçası ve insan hakları savaşımının demokrasi savaşımının önemli bir öğesi haline gelmesi, aslında yüzyılımızın tanık olduğu ve kapitalizmin ve emperyalizmin barbar yüzünün çok daha çıplak bir tarzda sergilenmesine yol açmış olan iki dünya savaşının ve özellikle Sovyetler Birliği’nin başını çektiği antifaşist güçlerin zaferiyle sonuçlanan ikincisinin dolaylı sonuçlarından biridir. Bu iki savaşta -daha öncekilerden farklı olarak sivilleri de büyük ölçüde etkileyen kitlesel bir insan kıyımı yaşanmış, özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Nazileri ve Japon militaristleri insanlığı daha önce seyrek görülen bir vahşete (konsantrasyon kampları, insanların toplu olarak gaz odalarında zehirlenmesi ve fırınlarda yakılması, bazı etnik grupların toptan sürgünü ve yok edilmesi, sivil ve asker tutsaklara karşı yaygın ve sistematik işkence ve tıp deneylerini de içeren barbarca davranışlar, sivil ve asker tutsakların fabrika ve madenlerde ölesiye ve çok kötü koşullarda köle olarak çalıştırılması, sivil yerleşim bölgelerinin bombalanması ve yakılması, kadınların seks kölesi olarak kullanılması vb.) tanık kılmışlardı. Bu sınırsız vahşet, diyalektiğin yasaları uyarınca ister istemez kendi karşıtını doğurmuş, kapitalizmin, insanı ve insanlık değerlerini, insansal olan her şeyi hiçe sayan bu piçine, yani faşizme ve onun uygulamalarına karşı evrensel bir ilerici tepkinin oluşmasına olanak vermişti.

Ne var ki, emperyalizmin dünya ölçeğinde egemenliğinin yıkılamamış olması nedeniyle emekçi ve ilerici insanlığın bu kazanımları oldukça alçakgönüllü boyutlarda kalmış, emperyalistler ve gerici burjuvazi ezilen ve sömürülen yığınlara karşı saldırısını sürdürme olanaklarını muhafaza edebilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın antifaşist güçlerin zaferiyle sonuçlanmasının ardından ABD emperyalizmi, Alman, Japon ve İtalyan faşizminden boşalan yeri doldurmuş, sosyalist Sovyetler Birliği’nin önderlik ettiği antifaşist kampa ve dünya proletaryası ve halklarına karşı daha sinsi ve daha kapsamlı bir saldırıya girişmişti. Faşist kampın çökertilmesine yarı gönüllü bir biçimde katılan, dünya halklarının antifaşist savaşımını daha bu savaş sürmekteyken baltalamak için elinden geleni yapan ABD ve onun kuyruğunda sürüklenen İngiliz emperyalistleri, savaş bittikten sonra devrim ve sosyalizm “tehlikesi”ne karşı Alman, İtalyan ve Japon faşizminin kalıntılarına dört elle sarıldılar. Fransa’da, İtalya’da, Yunanistan’da, Avusturya’da, Norveç’te, İsveç’te, Belçika’da, Hollanda’da, Filipinler’de, Vietnam’da, İran’da, Birmanya’da, Endonezya’da, İspanya’da, Portekiz’de, Şili’de, Arjantin’de, Bolivya’da vb. Alman Nazileri’yle ve Japon militaristleriyle işbirliği yapan ve milyonlarca ve onmilyonlarca insanın ölümünden, yaralanmasından, işkence görmesinden sorumlu olan çok sayıda üst ve orta düzey askeri ve sivil görevli, hemen hemen tüm işbirlikçi, işkenceci ve katiller, antifaşist savaşın bitiminden sonra “görevlerini” sürdürdüler. Tabii, bu kez “Sovyet tehdidine” karşı savaşa koyulmuş olan “hür dünya”nın lideri ABD emperyalizminin ve ortaklarının koruması altında ve “demokratik” bir kılıkta. Önde gelen Nazilerin yargılandığı ünlü Nürnberg mahkemesine yalnızca bir avuç Nazi şefi, yani topu topu 21 kişi çıkarılabildi: Hermann Goering, Rudolf Hess, Joachim von Ribbentrop, Wilhelm Keitel, Alfred Rosenberg, Julius Streicher, Fritz Sauckel, Baldur von Schirach, Walther Funk, Hjalmaar Schaht, Franz von Papen, Konstantin von Neurath, Albert Speer, Arthur Seyss-Inquart, Karl Doenitz, Erich Raeder, Wilhelm Frick, Alfred Jodl, Ernst Kaltenbrenner, Hans Frank ve Hans Fritsche. Bunlardan Hess, Reader, Funk ömür boyu hapis cezasına, Speer ve Schirach 20 yıl, Neurath 15, Doenitz 10 yıl hapis cezasına çarptırılırken, Schacht, Papen ve Fritsche aklandılar! Ve Sovyet yargıçlarının azınlıkta kaldığı ünlü Nüremberg mahkemesi, nesnelerin doğası gereği, dünyayı kana bulayan Nazi önderlerinden yalnızca, geriye kalan 12’si için idam kararı alabildi. SS ve Gestapo örgütlerinin ve Alman istihbarat birimlerinin pek çok üst ve orta düzey görevlisiyse, dünya kamuoyunun gözlerinden uzak bir biçimde CIA gibi istihbarat örgütlerinin hizmetine girdiler. Savaşın sonlarına doğru, Nazi istihbarat örgütünün şefi General Gehlen’in kendi ekibiyle birlikte ABD emperyalistleri hesabına çalışmaya başlaması, bunun en belirgin örneklerinden birisidir.

Öte yandan, Çin’de, Kore’de ve Güneydoğu Asya ülkelerinde gerçekleştirdikleri işkence ve katliamlarla Alman Nazilerinden pek “geri” olmadıklarını kanıtlamış olan Japon militaristleri de Nazilerinkini andıran sembolik bir yargılamayla yakalarını kurtaracaklardı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde ABD’nin işgali altına giren Japonya’nın başkenti Tokyo’da toplanan askeri mahkeme, milyonlarca insanın kanını döken Japon militaristlerinin sivil ve askeri önderlerinden yalnızca yedisini darağacına çıkarabildi. Bundan birkaç yıl önce ölen ve Japon emperyalizminin Asya halklarına karşı giriştiği saldırının ve gerçekleştirdiği korkunç katliamların en önde gelen sorumlularından biri olan İmparator Hirohito olsun, onun suç ortaklarının büyük çoğunluğu olsun, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde ve özellikle “Soğuk Savaş”ın başlamasından hemen sonra, ABD’nin başını çektiği “Hür Dünya”nın saygın kişilikleri oluverdiler.

Asıl misyonlarının kapitalist-emperyalist dünya sistemini ayakta tutmak ve proletaryaya, diğer emekçilere ve ezilen uluslara karşı, devrim ve sosyalizm “tehlikesine” karşı acımasız bir savaşım sürdürmek olduğunun tam olarak bilincinde olan ABD emperyalistlerinin, Alman, Japon ve İtalyan faşizminin kalıntılarıyla ve dünyanın dört bir yanındaki benzer öğelerle güçbirliği içine girmesi, bu öğeleri kendi kanatları altına alması, nesnelerin doğası gereğiydi. Dolayısıyla, antifaşist savaşın temel hedeflerinden birisi olan denazifikasyon, yani faşizmden ve faşist öğelerden arınma ve emekçi halka, partizanlara ve devrimci aydınlara karşı en korkunç işkence ve katliamları gerçekleştirenlerin yargılanması ve cezalandırılması, ancak Sovyet Kızılordusu’nun girdiği ve/ya da devrimci, demokratik halk iktidarlarının kurulduğu ülkelerde gerçekleştirilebildi. Buralarda, faşizmin sosyal dayanağını oluşturan büyük toprak sahipleri ve gerici burjuvazi mülksüzleştirildiler ve siyasal iktidardan uzaklaştırıldılar. Bu koşullarda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ölçeğinde emperyalizmin egemenliğinin sürmesi nedeniyle pratikte çok fazla bir şeyin değişmemiş, işçilere, diğer emekçilere ve ezilen uluslara karşı sistematik baskı ve terörün bütün hızıyla devam etmiş olmasında şaşılacak bir yan olmadığı açıktır. Sovyetler Birliği’nin modern revizyonist ihanete bağlı olarak yavaş yavaş kapitalist ve sosyal emperyalist bir devlete dönüşmesi, bu süreci daha da hızlandıracaktı.

İşte bu nedenledir ki, İkinci Dünya Savaşından bu yana emperyalistlerin ve onların uşaklarının proletaryaya ve halklara karşı sürdürdükleri savaşlarda ölenlerin, yaralananların, sakatlananların, işkence görenlerin, cinsel saldırıya uğrayanların ve yerinden yurdundan olanların sayısı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın yarattığı toplam yıkıma yaklaşmış, yer yer de onu geçmiştir. Çok gerilere gitmeye gerek yok. 1960’lı yıllardan bu yana, ABD emperyalistlerinin Vietnam, Laos ve Kamboçya’da, Fransız emperyalistlerinin Cezayir’de, Sovyet sosyal emperyalistlerinin Afganistan’da ve Etiyopya’da, Portekiz sömürgecilerinin Mozambik, Angola ve Gine Bissau’da, İsrail Siyonistleri’nin Filistin ve Lübnan’da, Güney Afrika ırkçılarının ‘kendi’ ülkelerinde ve Namibya başta gelmek üzere komşu ülkelerde gerçekleştirdikleri katliamlar, ilerici ve emekçi insanlığın kolektif belleğinde hala tazeliğini koruyor. Bağımlı ve yarı-sömürge ülkelerdeki çeşitli gerici kliklerin, hem ABD başta gelmek üzere çeşitli emperyalist devletlerin destek, silahlandırma ve kışkırtmalarıyla, hem de kendi halk düşmanı politikalarına bağlı olarak Endonezya, Pakistan, Filipinler, Irak, Kolombiya, Nikaragua, El Salvador, Guatemala, Kamboçya, Hindistan, Kürdistan, Türkiye, Arjantin, Şili, Brezilya, Güney Afrika, İran, Etiyopya, Somali, Peru, Nijerya, Uganda, Kongo, Liberya, Sudan, Birmanya, Burundi, Ruanda, eski Yugoslavya ve Cezayir’de ve diğer yerlerde yaptıkları ve yapmakta oldukları korkunç insan kıyımları da. Emekçi ve ilerici insanlık, bu yapılanları asla ve asla unutmamalıdır. Çünkü unutmak ve bağışlamak, daha büyük yıkımlara, daha çok kan ve gözyaşına, daha fazla ‘kayıp’a, daha çok işkenceye ve yargısız infaza ve daha büyük katliamlara açık çağrı çıkarmak anlamına gelecektir. “Uygarlık ve insan hakları” alanlarında kaydedildiği söylenen tüm “ilerlemelere” karşın emperyalizm ve tüm sömürücü sınıflar, özellikle geri ve bağımlı ülkelerde emekçi yığınların kanını oluk oluk akıtmaya devam etmektedirler. O halde günümüze daha yakın bazı örnekler üzerinde duralım.

Bunlardan birincisi, bir zamanlar United Fruit Company adlı ABD’li meyve tekelinin bu ülkedeki gücü nedeniyle “Muz Cumhuriyeti” aşağılayıcı adıyla anılır hale gelen Guatemala’nın durumudur. 1954 yılında liberal-demokrat eğilimli Başkan Jacobo Arbenz’in, adı geçen tekelin çıkarlarına da dokunacak sınırlı bir toprak reformuna girişmesi, Guatemala’yı bir cehenneme çevirecek gelişmelerin başlangıcı olacaktı. Özellikle 1970’lerden bu yana kendini insan hakları konusunda tüm dünya ülkelerini sorgulamaya ve cezalandırmaya yetkili bir yüce yargıç gibi görmeye başlayan ABD emperyalizmi, her zaman olduğu gibi bu kez de kirli işini CIA’nın yönlendirdiği -sözde general- Castilla Armas adlı çapulcu aracılığıyla gerçekleştirmişti. ABD destekli askeri darbeyle işbaşına gelen Armas’ın ilk işi Başkan Arbenz döneminde bir miktar toprağa kavuşan Guatemala köylülerine büyük bir kan banyosu yaptırmak ve el koyduğu topraklarını United Fruit Company’ye geri vermek oldu. Daha sonraki yıllarda dünyanın en zorlu gerilla savaşına tanık olmuş olan bu ülke aslında “kayıplar ve şehitler ülkesi” olarak anılmayı hak etmiş bulunuyor: 1988 yılında nüfusu 8.5 milyon dolayında olan Guatemala’da 1960’lardan 1990’lara kadar geçen süre içinde 120,000’den fazla insan ölmüş, 40,000’den fazla insansa kaybolmuştu. (Bu rakamı Türkiye ölçeğinde kişiye eşdeğer olmaktadır.) Washington Office on Latin America adlı “bağımsız” bir insan hakları kuruluşunun açıklamalarına göre, yalnızca 1978-83 yılları arasında, General R. L. Garcia ve General E. R. Montt’un işbaşında olduğu beş yıllık süre içinde 440 köy yakılmış, en az 50,000 kişi öldürülmüştü. ABD tekelci burjuvazisinin yayım organlarından Newsweek dergisinin Aralık 1982 tarihli sayısında çıkan bir haberde, ordunun gerilla avcılarının, “bebeklerin kafalarını uçurdukları, hasta ve yaşlı insanları yaktıkları, gebe kadınların karınlarını kazıklarla deştikleri” anlatılıyordu. Americas Watch adlı insan hakları kuruluşunun, Meksika’ya kaçmış olan Guatemalalı sığınmacılarla yaptığı görüşmelerle ilgili olarak hazırladığı raporda ise şöyle deniyordu:

Her ne kadar Guatemala ordusu her yaştan çok sayıda sivili öldürmüşse de, asıl kurbanlar kadın ve çocuklar olmaktadır; öldürülmeden önce kadınların kural olarak ırzlarına geçilmekte, çocuklar duvarlara vurularak parçalanmakta, boğulmakta, diri diri yakılmakta ya da maşet ya da süngüyle öldürülmektedir. (The New York Times, 8 Mayıs 1983)

Söz Latin Amerika’dan açılmışken, ABD’nin önde gelen politikacılarından New York Valisi Nelson Rockfeller’ın 1970 yılında Senato’da yaptığı konuşmaya değinelim. Rockfeller bu konuşmasında ABD tekelci burjuvazisinin iç çekişmelerine bağlı olarak Kasım 1963’de bir suikast sonucu öldürülen Başkan Kennedy’nin, ABD emperyalizminin bu kıta halkları üzerindeki boyunduruğunu pekiştirmek için 1961 yılında başlattığı “İlerleme İçin Bağlaşma” adlı programdan övgüyle söz etmişti. Aynı zamanda Güney Amerika’da çok geniş yatırımlar yapmış bir tekelci kapitalist olan bu bay, konuşmasında 196170 yılları arasında Latin Amerika’da tam 17 askeri darbe gerçekleştirildiğini kıvançla anlatmış ve “Düzeni sağlayacak bir çerçeve olmadığında herhangi bir ilerleme sağlanamaz.” (Walter Lafeber, Inevitable Revolutions, s. 202) demişti. O, polis ve askerlerin eğitim ve donanımını sağlamaya hizmet edecek bir ABD politikasının, uzun erimde halkın yaşam düzeyinin yükselmesine olanak sağlamanın tek yolu olduğunu söyledikten sonra, “yapıcı toplumsal değişimin temel gücünün ordu” (Aynı yerde, s. 202) olduğunu belirtiyordu.

İkinci örnek, 1960’ların ikinci yarısında Türk gerici ve faşistlerinin kendi gazete ve dergilerinde imrenerek ve Türkiye’yi de oraya benzetme yolundaki özlemlerini ağızları sulanarak anlattıkları Endonezya’dır. Bu ülkede, 30 Eylül 1965’de CIA’nın özendirme ve desteğiyle harekete geçen ordu, Endonezya Komünist Partisi’nin bir darbe girişiminde bulunduğu savıyla iktidara el koydu. Askeri faşist darbenin başını çekenlerden General Nasution kurmay subayların bir konferansında Endonezya Komünist Partisi’nin bütün kadro ve sempatizanlarının tümüyle yok edilmeleri gerektiğini söylemesiyle ünlenmişti. Darbeden hemen sonra Ekim 1965’de paraşütçü birliklerinin Merkezi Cava’ya gelmesiyle kitlesel katliam başlayacaktı. Bu katliama ordu birliklerinin yanı sıra, palalar, baltalar ve ateşli silahlarla donanmış sağcı ve faşist çeteler de katıldı. Tanıklar, Doğu Cava ve Kuzey Sumatra’da cesetlerin ırmakları tıkayarak geçilmez hale getirdiğini ve çürüyen et kokusunun her yanı sardığını söylüyorlardı. Amnesty International (=Uluslararası Af Örgütü)’ne göre Ekim 1965-Haziran 1966 arasındaki dokuz aylık süre içerisinde 500,000 insan katledilmişti. Endonezya devlet güvenlik örgütünün başı Amiral Sudomo, Ekim 1976’da bir Hollanda televizyon kanalının kendisiyle yaptığı röportajda bu dönemde 500,000’den fazla kişinin öldürüldüğünü kabul edecekti. Başka yetkililer ise ölü sayısının en az 750,000 olduğunu, bu rakamın 1,000,000’dan fazla da olabileceğini söylemişlerdi. Gene resmi verilere göre kişi de tutuklanmıştı. Amnesty International, bu 750,000 tutukludan yalnızca 800’ünün mahkeme huzuruna çıkarıldığını ve bunların büyük çoğunluğunun da ölüm cezasına çarptırıldığını açıklamıştı.

ABD destekli Endonezya ordusu yalnızca kendi ülkesinde eşine az rastlanır bir kan banyosu gerçekleştirmekle yetinmedi; o 1975 yılında Portekiz sömürgecilerinin boşaltmak zorunda kaldıkları Doğu Timor’u da işgal etti. İşgalin 5-6 Aralık 1975’de ABD Devlet Başkanı Gerald Ford ile Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in başkent Cakarta’yı ziyaret etmesinin ertesi günü başlaması, -Sovyet sosyal emperyalistleri tarafından da desteklenen- Suharto-Nasution faşist kliğinin esinini nereden aldığını bir kez daha gösteriyordu. Savaşın ilk gününde başkent Dili’de 2,000 dolayında sivili katleden, köyleri ayrımsız olarak uçaklarla ve toplarla bombalayan, köylüleri zorunlu göçe ve yerleştirmeye tabi tutan Endonezya ordusuyla Doğu Timor halkının temsilcisi olan FRETİLİN’e bağlı gerillalar arasında 1975-76 yılları arasında yaşanan eşitsiz savaş ve ona eşlik eden soykırım sırasında adanın 650,000 dolayında olan toplam nüfusunun en az 100,000’i (yani Doğu Timor halkının yüzde 15’inden fazlası!) öldürüldü. Ama bütün bunlara karşın FRETİLİN’in direnişinin kırılamadığını ve sürdüğünü ve Endonezyalı generallerin 1988’de, her yıl ortalama 100 dolayında askerlerini gerilla saldırıları sonucunda yitirdiklerini kabul ettiklerini anımsatalım.

Bu örneklere; kendi topraklarına İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm cephelerde kullanılan bomba miktarına eş miktarda bomba atılmış, halkının yarısından çoğu ‘stratejik köy’ denen çağdaş konsantrasyon kamplarına yerleştirilmeye çalışılmış, ama 1,000,000’dan fazla kayıp vermesine karşın unutamayacağı bir ders verdiği ABD emperyalizmini kendi ülkesinden kovmayı başarmış olan kahraman Vietnam halkının çekmek zorunda kaldığı acılar eklenebilir.(2) Onlara; kökü 19. yüzyıla, hatta daha öncesine dayanan ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD emperyalizminin çok yönlü desteğini sürekli olarak arkasında bulmuş olan beyaz burjuvazinin kanlı ve vahşi Apartheid rejimi altında yüzbinlerce şehit vermiş olan Güney Afrika halklarının çektiği acılar eklenebilir. Onlara; doğrudan CIA ile Şili büyük burjuvazisinin askeri ve sivil temsilcilerinin eşgüdüm halinde gerçekleştirdikleri ve 40,000’den fazla işçi, emekçi ve aydının ölümüne yol açan Eylül 1973 askeri faşist darbesinden sonra Şili halkının ve gene ABD emperyalizminin desteğiyle Mart 1976’da gerçekleştirilen ve 30,000’den fazla işçi, emekçi ve aydının katledilmesine yol açan ‘kirli savaş’ı başlatan askeri faşist darbeden bu yana Arjantin halkının çektikleri acılar ve daha niceleri eklenebilir.

***

Yaşadığımız dünyada emekçi insanlığa karşı işlenmekte olan suçlar ve cinayetler, tanınmış burjuva insan hakları kuruluşu Amnesty International (=Uluslararası Af Örgütü)’nü bile isyana ve umutsuzluğa sevk edecek boyutlara varmış bulunuyor. “İnsan hakları” sorununa son derece dar ve formalist bir tarzda yaklaşmakla yetinmeyip kendi işlevini, çocuklar, yaşlılar ve kadınlar da içinde olmak üzere emekçi yığınlara karşı her gün, her saat ve her dakika suç işleyen burjuvazinin ve emperyalizmin cellatlarım, katillerini ve işkencecilerini “biraz daha nazik” olmaya çağırmak olarak algılayan bu kuruluş, 1993 yılında hazırladığı ve “Başarısızlıkla Yüz Yüze Gelme” adını taşıyan bir raporunda bunu şu sözcüklerle itiraf ediyordu:

Yargısız infazlar, ‘kaybolmalar’, işkence ve keyfi gözaltı ve tutuklamalar da içinde olmak üzere en temel insan haklarının çiğnenmesi, dünyanın bütün bölgelerinde hala günlük olarak ve çoğu kez kitlesel düzeyde yaşanmaktadır. İnsan Hakları Komisyonu’nun incelediği ve kendi uzmanları ve çalışma gruplarının hazırladığı geniş kapsamlı raporlar, insan haklarının dünya ölçeğinde yüz yüze bulunduğu kötü durumun çarpıcı tanığıdır.” (Human Rights, The New Consensus, s. 257)

Raporda daha sonra, ‘Kaybolmalar’la İlgili Çalışma Grubu’na 1991’de 17,000 ‘kayıp’ raporu ulaştığı -gerçek rakamın küçük bir yüzdesi ve bu rakamın o zamana değin ulaşılan en büyük rakam olduğu belirtiliyordu. ‘Kaybolmalar’la İlgili Çalışma Grubu, aslında buzdağının suyun üzerinde görünen bölümünü bile oluşturmayan bu rakamın, kendi değerlendirme kapasitesini aştığını belirtiyordu. Öte yandan, yerinde infazlarla ilgili Özel Raportör, ölüm tehditlerinde, gözaltında ölümlerde ve yerinde infazlarda kaygı verici bir artış görüldüğünü ve aynı durumun işkence olayları için de geçerli olduğunu söylüyordu. Aynı kuruluşun 1994’de yayımlanan bir başka raporunda ise, “Son 25 yılda bir milyondan fazla insan ‘kayıp’ ya da yargısız infaz olaylarının kurbanları olmuşlardır.” (“Disapperances” and Political Killings, s. 13) deniyordu.

Peki, dünyanın her yerinde ve özellikle geri ülkelerde yüz milyonlarca, milyarlarca emekçi insanın, yani insanlığın büyük çoğunluğunun karşı karşıya olduğu bu kötülükler nasıl ortadan kaldırılabilecek, onların yeryüzünde bir cehennem yaşantısı sürdürmelerine nasıl son verilebilecektir? Bu sorunun yanıtını verebilmek için önce sorunun teori planında doğru olarak konmasına gereksinim var.

Her şeyden önce insan hakları olgusunun burjuvazinin ve kapitalizmin doğuşuyla ortaya çıktığının ve bu sosyo-ekonomik formasyona özgü bir kategori olduğunun anlaşılması gerekiyor. Burjuva demokratlarından ve liberallerinden ve onların kuyruğunda sürüklenen küçük burjuva reformistleri ve devrimcilerinden farklı olarak komünistler, “insan hakları” kategorisini öncesiz ve sonrasız, insan toplumuyla birlikte doğan ve sonuna kadar onunla birlikte olacak bir olgu olarak asla görmemişlerdir. Tarihsel çerçevesi kapitalizmle sınırlı olan bu kategori kapitalizmden önce yoktu; o, sosyalist devrimle birlikte ortadan kalkmaya başlayacak ve sınıfsız toplumda da aşılmış olacaktır. Engels bir yerde ”insan hakları” kavramının doğduğu 18. yüzyılı ve o dönemin entelektüel atmosferini anlatırken şunları söylüyordu: Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler, usdışı ilan edildi ve bir yana atıldı; dünya o zamana kadar önyargılarla yönetilmişti; geçmişe ilişkin olan her şey, ancak acıma ve küçümsemeye değerdi. Ensonu gün doğuyordu; bundan böyle boş inan, haksızlık, ayrıcalık ve baskı; sonsuz doğruluk, sonsuz adalet, doğa üzerine kurulu eşitlik ve insanın devredilmez hakları tarafından silinip süpürülecekti.

Bugün usun bu egemenliğinin burjuvazinin ülküselleştirilmiş (idealize edilmiş) egemenliğinden başka bir şey olmadığını; ölümsüz adaletin, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulduğunu; eşitliğin yasa önünde burjuva eşitliğine vardığını; insanın temel haklarından biri olarak...burjuva mülkiyetinin ilan edildiğini; ve ussal devletin, Rousseau’nun toplum sözleşmesinin, dünyaya ancak burjuva demokratik cumhuriyeti biçimi altında geldiğini ve ancak o biçimde gelebilecek olduğunu biliyoruz. (Anti-Dühring, s. 66-67)

Büyük Fransız Devrimi’nin çıkardığı evrensel insan hakları bildirisinde formüle edilen ve feodal toplumun ayrıcalıklarına başkaldırıyı anlatan siyasal özgürlükler için savaşım o zaman için ileriye doğru atılmış büyük bir adımı temsil ediyordu. Ama en demokratik burjuva cumhuriyetlerinin pratiğinin de fazlasıyla göstermiş olduğu gibi, kapitalist toplum koşullarında olsa olsa ya da en iyi durumda sömürülen işçi ve yarı proleterlerle sömüren burjuvazi ve diğer sömürücü sınıflar arasında yasalar önünde eşitlik, yani biçimsel eşitlik sağlanabilir. Bununsa, hiçbir zaman edimsel eşitsizliğe engel olmamış olduğu ve olamayacağı bellidir. Lenin’in söylediği gibi, “Biz, proletarya için, kapitalist rejimde en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız; ama unutmaya da hakkımız yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinde bile, halkın nasibi, ücretli kölelikten başka bir şey değildir.” (Devlet ve İhtilal, s. 31) Edimsel eşitliğin ve gerçek özgürlüğün egemen olacağı insanal bir toplumun kurulmasına ancak, o burjuva insan hakları savunucularının hiç de hoşlanmadıkları proletarya diktatörlüğü döneminde başlanabilecektir. Eşitlik ve özgürlük uğruna savaşım, sınıfların, sınıflı toplumun ve son sınıflı toplum olan kapitalizmin hukukunun, yani burjuva hukukunun, daha doğrusu tüm hukukun kaldırılmasını gerektirmektedir. Bu da, her türlü sömürünün yanı sıra, üretici sınıfların sömürülmesinin bekçiliğini yapan devletin kendisinin ortadan kaldırılmasına ve onun sönümlenmesine göz kulak olacak bir geçiş dönemini, yani sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü zorunlu kılar. Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşımından kopuk bir hukuk, eşitlik ve özgürlük tartışması, boş ve liberal bir gevezelikten, işçi sınıfını ve diğer sömürülen yığınları burjuva-demokratik masallarla aldatmaya hizmet eden bir demagojiden başka bir şey değildir. Burjuvazinin ve onun uşaklarının bu türden tumturaklı açıklamalarına her zaman yıldırımlarını yağdırmış olan Lenin, bir tezinde şunları söylüyordu: İşçilere ve köylülere şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın. Onlara sorun:

Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği?

Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği?

Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği?

Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük?

Bu soruları ortaya atmaksızın, bunları ön plana çıkarmaksızın, bunların sessizce geçiştirilmesine, gizlenmesine, örtbas edilmesine karşı savaşmaksızın politikadan ve demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten ve sosyalizmden söz eden kimse, çalışanların en acımasız düşmanıdır, kuzu postuna bürünmüş kurttur, işçilerin ve köylülerin en kötü hasmıdır, mülk sahiplerinin, çarların ve kapitalistlerin bir uşağıdır. (Marx, Engels, Lenin, Kadın ve Aile, s. 235)

Ne var ki, bunun böyle oluşu, işçi sınıfının ve diğer ezilen yığınların siyasal temsilcilerinin hiçbir biçimde demokrasi sorununa ve onun bir parçası olan insan hakları sorununa karşı kayıtsız kalması gerektiği anlamına gelmiyor. Özellikle emperyalizm çağında burjuvazi, büyük burjuva devrimlerinin demokratik içerikli “Eşitlik, Özgürlük ve Kardeşlik” sloganını çoktandır geminin bordasından denize atmış bulunuyor. Tüm ezilen sınıf ve katmanların meşru hak ve istemlerini savunmadan geniş emekçi yığınların devrimci önderi olamayacak ve kendisini devrimcileştiremeyecek olan proletarya, temel hedefini -sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü- asla unutmaksızın bu savaşımların en önünde yer almalıdır. O, emperyalizmin ve burjuvazinin özelde “insan hakları” sorununu ve genelde demokrasi sorununu demagojik propagandalarının ve bencil siyasal emellerinin aleti haline getirme çabalarını sergilemeli, bu savaşımı, faşizmi ve siyasal gericiliği ve giderek kapitalizmin kendisini devrimle yıkma sürecinin bir parçası olarak ele almalıdır. Emekçi insanlığın en büyük ve asıl düşmanı ve tüm gericiliğin kaynağı olan emperyalizm yok edilmeden, özü insanın insan tarafından sömürülmesi ve ezilmesi olan kapitalizm ortadan kaldırılmadan, ne işkenceler, yerinde infazlar ve gözaltında kayıplar sona erecektir, ne de katliamlar, soykırımlar ve savaşlar.

Ama çağımızda ve özellikle günümüzde emperyalizmin ve kapitalizmin egemenliği altında, yani emperyalizm ve kapitalizm devrimle yıkılmadan ve sosyalizm kurulmadan, bütün bu kötülüklerin kaldırılabileceğini düşünenler var. Hatta bu kötülüklerin emperyalizmin ve kapitalizmin, yani belli başlı kapitalist-emperyalist devletlerin ve onların denetimi altındaki uluslararası kuruluşların -BM, Avrupa Birliği, Sosyalist Enternasyonal, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü, NATO- yardım ve desteğiyle ortadan kaldırılabileceğine inananlar ve halkları da buna inandırmaya çalışanlar var. Bu son derece yanlış, gerici ve zararlı bakış açısının, bizzat emperyalistler ve gerici burjuvazi tarafından ileri sürüldüğünün ve yaygınlaştırıldığının altını çizmemiz gerekiyor. Kurulu düzenin sahiplerinin yanı sıra, burjuva liberalleri, reformistler, sosyal demokratlar vb. tarafından da savunulan bu bakış açısı, özelde insan hakları savaşımını ve genelde proletaryanın, diğer emekçilerin ve ezilen ulusların demokrasi ve sosyalizm savaşımını saptırmaktan ve baltalamaktan başka bir sonuç vermemiştir ve veremez de. Onun için bir kez daha yineleyelim: İşkence, gözaltında kayıplar ve yargısız infaz gibi uygulamaların sorumluları olan Pinochet’ler, Şah’lar, Suharto’lar, Videla’lar, Necibullah’lar, Ramos’lar, De Klerk’ler, Cristiani’ler, Evren’ler, Mobutu’lar ve onların arkasında duran gerici ve emperyalist burjuvaziyle tam ve kesin bir hesaplaşma olmadan, yani siyasal iktidar bir ya da bir dizi devrim sonucunda başında proletaryanın bulunduğu emekçi yığınların eline geçmeden, “insan hakları sorunu” çözülemez. Proletaryaya, diğer emekçilere, ezilen uluslara vb. kendilerini ezenlerle ve sömürenlerle, yani kendi gardiyanları, işkencecileri ve cellatlarıyla barışmayı, kucaklaşmayı ve kardeşleşmeyi, onlara geçmişte olan “tatsızlıkları” unutmayı önerenler, bilerek ya da bilmeyerek bu gardiyanların, işkencecilerin ve cellatların avukatları konumunda durmaktadırlar. Dahası onlar böylelikle, karşı çıktıklarını ileri sürdükleri “insan hakları” ihlallerinin ömrünün uzamasına, yani yargısız infazların, işkencenin, gözaltında kayıpların sürmesine destek vermiş olmaktadırlar. Bu çizgiyi savunanların konumu ve taktiklerinin, 1905’in Rusya’sında halkla Çarlık arasında tam ve kesin bir hesaplaşma yaşanmasından ödü kopan ve iktidarı Çarlık’la paylaşmak isteyen liberal burjuvazinin konumu ve taktiklerini andırdığını söyleyebiliriz. Bilindiği üzere, liberal burjuvazinin politikasının özü, Çarlık’ın halka bazı göstermelik ödünler vermesini sağlayarak onun yükselen devrimci öfkesini söndürmek ve yaklaşan devrimci fırtınayı atlatmaktı. Aralarındaki anlaşmazlığa ve çıkar ve iktidar kavgasına karşın, Çarlık’ın da liberal burjuvazinin de asıl düşmanı halktı. Bugünkü liberal insan hakları savunucuları, insan hakları savaşımında, Rusya devriminde Kadetler’in oynadığı rolü oynamaktadırlar; yani emperyalizmi ve burjuvaziyi ezilen ve sömürülen kitlelere göstermelik ödünler vermeye ve onu, kendi düzeninin, yani kapitalist-emperyalist dünya sisteminin makyajını ‘yenileyerek’ sürdürmeye çağırmaktadırlar. Aynı suçlama, bu çizginin geri ve bağımlı ülkelerdeki bilinçli ya da bilinçsiz taklitçileri ve izleyicileri, Amnesty International ve benzeri örgütlerin hınk deyicileri için de aynen, hatta daha fazlasıyla geçerlidir. Lenin, daha 1920’lerde, emperyalist burjuvazinin ve onun ajanlarının, geri ve bağımlı ülkelerde yürütülmekte olan demokrasi savaşımının reformist bir rotaya sokulması için çaba harcadığını belirtmiş ve bu ülkelerin proletaryası ve halklarını böylesi tuzaklara karşı uyarmıştı. Güncel gelişmelere bağlı olarak, burjuva-demokratik yanılsamaların hayli yaygınlaştığı günümüzde bu uyarının tümüyle ve son derece geçerli olduğunu söyleyebiliriz ve söylemeliyiz. Komünistler; kendi genç kuşaklarını kendi elleriyle dejenere eden, onu uyuşturucu ve fuhuş batağına iten, 1991’den bu yana Irak’a uyguladıkları ambargo nedeniyle bir milyondan fazla bebek ve çocuğun ölümüne neden olduklarını kendi ağızlarıyla itiraf eden, silah tekellerinin süper karları için, halklarının en temel gereksinimlerini karşılayamayan geri ve bağımlı ülkeleri modern silahlarla tepeden tırnağa donatan vb. emperyalistlerin ve onların liberal avukatlarının yüzündeki sahte demokrasi maskesini sıyırıp atabilmelidirler.

Burada, söz konusu tavrın asla bir bilgisizlik ya da ‘bilinçsizlik’ olayı olmadığının altının kalın bir çizgiyle çizilmesi gerekiyor. Örneğin, son derece geniş bir bilgi ağına sahip olan ve “insan hakları” ihlalleri konusunda dünyanın her yanından gelen verilere adeta boğulan Amnesty International yetkilileri, ayaklanmalara karşı savaşım, yani kontrgerilla öğretilerinin ve çeşitli işkence teknikleri ve yöntemlerinin nerelerde, kimler tarafından ve kimlere öğretildiğini, çeşitli işkence araç ve gereçlerinin yanısıra grevcileri, göstericileri dağıtmak ve etkisizleştirmek, gerilla eylemlerini ve halk ayaklanmalarını bastırmak için gerekli silahların ve diğer donanımın nerelerde üretildiğini, kimlere hangi amaçlarla verildiğini vb. çok iyi bilmektedirler. Eğer bilmiyorlarsa ya da unutmuşlarsa, kendilerine belleklerini tazelemek amacıyla bazı örnekler sunabiliriz.

a) Özellikle, 1959’da gerçekleşen Küba devriminden sonra ABD, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde benzer bir deneyimin yeniden yaşanmaması için, bu ülkelerin gerici burjuvazisiyle eşgüdüm içinde Kontrgerilla etkinliklerini artırdı ve deyim yerindeyse bu ülkelerin ordularının yavaş yavaş birer iç savaş ordusuna dönüştürülmesi için yoğun bir çaba harcadı. ABD’de ve bu ülkenin, Panama Kanalı bölgesinde kurmuş olduğu Southern Command adlı üste bulunan okullarda eğitim gören Latin Amerikalı askeri personelin sayısı 1960-65 yılları arasında 31,600 iken, bu rakam 1970’de 54,270’e ve 1975’de 71,500’e ulaşmıştı. Alain Rouquie bu konuda şunları söylüyordu:

Zaten stratejik Kennedy-Mc Namara (müstakbel Dünya Bankası Guvernörü o sırada ABD Savunma Bakanı idi) dönemecinden sonra askeri yardım programının hedefi de kıtanın savunma amaçlı ordularını yıkıcı komünist faaliyetlere karşı iç düzeni koruyan, giderek ‘hür dünyanın’ güvenliğine katkıda bulunan güçlere dönüştürmek oldu. Güney yarıkürenin ordularına, kontrgerilla ve sivil eylem (civic action) eğitimi verilmesinin yani askerlerin, askeri olmayan sosyal amaçlı projelere katılmasının gayesi de budur. (Latin Amerika’da Askeri Devlet, s. 146)

b) İki yıl kadar önce, Özgür Politika’nın 7 Kasım 1995 tarihli sayısında yayımlanan ‘Polis Şefleri ABD’de Ne Arıyor?’ başlıklı yazıda şöyle deniyordu:

Kürdistan’da görev yürütmekte olan Emniyet Müdürleri’nin ABD’de eğitildikleri ve yeni dönemde gerçekleştirilecek katliamlar için hazırlandıkları belirtiliyor.

Türkiye ve Kürdistan’da gerçekleştirilen birçok katliamdan sorumlu olan Mehmet Ağar, Ünal Erkan, Hayri Kozakçıoğlu gibi üst düzey bürokratlar meclise girmeye hazırlanırken, Kürdistan illerinin Emniyet Müdürleri’nin ABD’ne gönderilerek, yeni yöntem ve metotlar konusunda eğitildikleri ortaya çıktı.

Gazete merkezimize ulaşan bilgilere göre, aralarında 13 Emniyet Müdürü ile 5 Genel Müdür’ün bulunduğu toplam 18 üst düzey bürokrat, 15-29 Ekim tarihleri arasında ABD’nin Lousiana eyaletinin merkezi New Orleans’a giderek, oradaki özel eğitim merkezinde 15 günlük bir eğitime tabi tutuldu. Kontrgerilla ve ‘terör’ olaylarında takınılacak tavırlar ve izlenecek strateji ve taktik politikaları konusunda aydınlatıldı.

c) PKK’nın görüşlerini yansıtan bir dergide yayımlanan bir yazıda ise, Almanya’nın Türkiye’ye sürekli olarak yaptığı silah yardımı konusunda ayrıntılı bilgiler sunulduktan sonra şunlar söyleniyordu:

Almanya’nın ambargo kapsamına almayı hiç aklına getirmediği ve tartışma konusu bile yapmadığı bir alan özel tim eğitimidir. Almanya’nın yıllardır Türk polisini eğittiği ve iki ülke istihbarat birimlerinin çok yakın bir çalışma içinde oldukları biliniyor. Örneğin, 1988-90 döneminde Türk polislerinin eğitimi için Almanya’nın harcadığı para 3 milyon mark. Eğitim ve donanım miktarı 1991-93 döneminde tam iki katına çıkarıldı.

Ama asıl üzerinde durmak istediğimiz, özel timlerdir. Biliniyor ki, bu özel polis birlikleri ilk olarak 1985 yılında PKK’ya karşı örgütlendirildiler... Almanya’nın bu birlikleri eğittiği ilk defa 1 Şubat 1987 tarihli Tercüman gazetesinde yer aldı. ‘Weygold’ isimli bir GSG-9 yüzbaşısı, kendilerine ait Bonn St. Augustin kamplarında iki Türk özel tim birimini eğittiğini açıkladı...Ancak 31 Mart-1 Nisan 1994 tarihli Suddeutsche Zeitung gazetesi korkunç bir rakam ortaya attı. Gazeteye göre, gazetenin karaböcek adını taktığı tam 3,000 Türk özel tim polisi Almanya’da eğitilmişti. (Serxwebun, Nisan 1994, Sayı: 148) ABD emperyalistlerinin tüm dünyanın gözleri önünde devrimci Nikaragua’ya karşı yıllar boyu sürdürdüğü terörist etkinlikler karşısında takınılan kayıtsızlık ve görmezden gelme tutumu, Amnesty International ve benzerlerinin çizgisinin gerçek içeriğini sergileyen bir başka örnektir. Bilindiği üzere ABD emperyalistlerinin 1930’lardan bu yana desteklediği Somoza hanedanını uzun bir savaştan sonra deviren ve 1979’da iktidarı ele geçiren Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi, Reagan yönetiminin ve CIA’nın baş hedeflerinden biri haline gelmişti. 1983 yılında Javier Sanchez-Espinoza ve diğer bazı Nikaragua yurttaşlarıyla içlerinde ABD Temsilciler Meclisi üyesi Ronald V. Dellums’un da bulunduğu bazı ABD yurttaşları, District of Columbia birimindeki ABD bölge mahkemesinde ABD Başkanı R. Reagan, CIA Direktörü W. Casey, A. Haig, ABD Dışişleri Bakanı G. Schultz ve diğer bazı ABD yöneticileriyle onların denetimi ve yönlendirmesi altında Nikaragua halkına karşı bir dizi terörist saldırılar düzenleyen Kontra örgütlerinin liderlerine ve üyelerine karşı bir dava açtılar. Bu adı geçen kişilerin yer, zaman ve ayrıntıları da belirtilen çok sayıda öldürme, yaralama, bombalama, sabotaj, işkence vb. olaylarından suçlandığı dava dilekçesinin girişinde şöyle deniyordu:

Bu dava, başka şeylerin yanı sıra, Nikaragua’nın sivil halkını katletmek ve onun ekonomisini çökertmek amacıyla düzenlenen ABD destekli paramiliter etkinliklerin sonucu olarak öldürülen, sakatlanan, yaralanan, kaçırılan ve/ya da ırzına saldırılan Nikaragua yurttaşları adına açılmıştır. Davacılar bu terör eylemlerinden dolayı yol açılmış bulunan zararlar nedeniyle ödence isteminde bulunmakta ve gelecekte böylesi saldırıların meydana gelmesinin önlenmesini istemektedirler. Nikaragua halkına yönelik bu ABD destekli saldırılar, uluslararası yasalar ve ABD Anayasası’nda yer alan temel insan haklarını çiğnemektedir. (Peter Rosset and John Vandermeer, The Nicaragua Reader, s. 230)

Ama “insan hakları” sorununu, bu hakların çiğnenmesinin esas sorumlularına karşı savaşarak, onlara karşı kararlı bir tutum alarak değil, tersine onların olmayan “vicdan ve yüreklerine” seslenerek çözmeyi “ilke” edinmiş olan Amnesty International ve benzer çevreler, ABD’nin, kendi topraklarında, Honduras’ta vb. üslenen Kontra adlı çetelerin ve CIA görevlilerinin ve diğer ABD askerlerinin, devrimci Nikaragua’ya karşı düzenlediği saldırılara sessiz kaldılar. Bu bakımdan, söz konusu çevrelerin gerek uluslararası burjuva hukukunun, gerek BM ve diğer uluslararası kuruluşların yasal normlarının ve gerekse ABD’nin kendi yasalarının açıkça çiğnenmesi anlamına gelen bu saldırılara karşı Nikaragua yurttaşlarının ve onların ABD’li dostlarının açtığı bu sembolik nitelikli davaya, böylesine “masum” ve yasal bir girişime bile destek vermekten özenle kaçınmaları, herhalde onların “insan hakları” sorununa yaklaşımları konusunda yeterli bir fikir verecektir ve vermektedir de.

Demek ki, sınıf bilinçli işçiler ve emekçiler, yalnızca düşmanlarını tanımakla, hem de çok iyi tanımakla yetinemezler; onlar, gerçek dostlarıyla sahte dostlarını birbirlerinden ayırt etmesini ve devrim yangınını papaz yöntemleriyle bastırma işlevi gören bu sahte dostlarının yöntem ve taktiklerini de çok iyi öğrenmek zorundadırlar. Onlar, bugün Güney Afrika’da, zenci halka ve diğer beyaz olmayan halklara karşı en alçakça suçları ve cinayetleri işlemiş işkencecilerin, katillerin, cellatların ve onların her düzeydeki şeflerinin geçmişteki “hata”larından ötürü göstermelik “özeleştiri”ler yapmasını sağlayan ve böylelikle “toplumsal barış”ı sağladığını ileri süren “Gerçeklik ve Yeniden Uzlaşma Komisyonu”nın emperyalizmin denetimi altında sahnelemekte olduğu oyunun içyüzünü kavramalı ve aslında bütün ülkelerin proletaryası ve halklarına kurulmuş olan bu tuzağın deneyiminden öğrenmelidirler. Onlar, Nobel Barış ödülünün neden T. Roosevelt, W. Wilson, G. Stresemann, J. Chamberlain, C. G. Dawes, A. Briand, E. Sato, H. Kissinger, E. Sedat, M. Begin gibi emperyalist ve gerici devlet adamlarının yanısıra, L. Jouhaux, A. Schweitzer, M. L. King, R. Cassin, A. Sakharov, W. Brandt, L. Walesa, D. Tutu gibi burjuvazinin liberal ve reformist uşaklarına ya da Amnesty International, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Hukuk Enstitüsü, BM Sığınmacılar Yüksek Komiserliği Bürosu, Uluslararası Çalışma Örgütü gibi emperyalizmin ve burjuvazinin çizgisindeki uluslararası örgütlere verilmekte olduğunu ve 1973 yılında ABD Dışişleri Bakanı H. Kissinger’la birlikte bu ödüle layık görülen Vietnam Demokratik Cumhuriyeti barış görüşmeleri temsilcisi Le Duc Tho’nun neden onu almayı reddettiğini anlamalıdırlar. Onlar, 1965’te Endonezya’da yaşanan korkunç kıyımın baş sorumlularından Suharto’nun, Markos döneminden bu yana Filipinler halkına kan kusturan Ramos’un ve Şili’de Eylül 1973 kanlı askeri faşist darbesini gerçekleştiren Pinochet’in bugün Endonezya, Filipinler ve Şili’de devlet başkanlığı ve başkomutanlık koltuklarını işgal ettiklerini, Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini gerçekleştiren emekli general Evren’in 1982-89 yılları arasında devlet başkanlığı yaptıktan sonra bugün rahat bir emeklilik yaşamı sürdürmekte olduğunu, kanını oluk oluk akıttığı Güney Afrika halkını yeryüzünde Apartheid cehennemini yaşatan ırkçı rejimi yöneten Ulusal Parti’nin şefi De Klerk’in bu ülkede sözde demokrasiye geçildiği Nisan 1994’ten Mayıs 1996’ya kadar devlet başkanlığı görevini yerine getirdiğini, El Salvador’da 1979-92 yılları arasındaki iç savaş sırasında halka karşı sayısız katliamlar gerçekleştiren faşist ARENA partisinin başında bulunan A. Cristiani’nin, BM aracılığıyla sağlanan uzlaşmadan sonra devlet başkanlığı koltuğunu koruduğunu vb. unutmamalıdırlar. Ve onlar bütün bu ve benzer konumdaki ülkelerde, yığınları aldatmak ve onların öfkesini yatıştırmak için yapılan bazı göstermelik değişiklikler bir yana bırakılırsa, eski devlet aygıtının bütün temel taşlarının aynen yerinde durduğunu da unutmamalı ve bütün bu ve benzer olgulardan gereken sonuçları çıkarmalıdırlar.

***

Herhalde, “insan hakları’nın, demokrasinin ve ulusal bağımsızlığın emperyalist burjuvazi ve onun yöneticileri için kaç paralık değeri olduğunu, onların geri ve bağımlı ülkeler halklarına hangi gözle baktığını, ABD Deniz Piyadesi Tümgenerali Smedley D. Butler’ın 1935 yılında söylediği şu sözler uzun ve ayrıntılı analizler ve sayfalar dolusu açıklamalardan çok daha iyi anlatmaktadır:

Otuzüç yıl dört ay süreyle aktif askeri hizmette bulundum. Ve bu süre içinde zamanımın çoğunu Büyük Sermaye, Wall Street ve bankacıların önde gelen bir koruma görevlisi gibi çalışmakla geçirdim. Özcesi, ben bir çete elemanı, bir kapitalizm gangsteri idim...

Bu çerçevede 1914’de Meksika’yı ve özellikle Tampico’yu Amerikan petrol çıkarları için güvenli hale getirmeye yardım ettim. Haiti ve Küba’yı National City Bank’taki delikanlıların paralarını rahatça tahsil edebilecekleri bir yer haline getirmeye yardım ettim. Wall Street’in çıkarları için yarım düzine Orta Amerika cumhuriyetinin ırzına geçilmesine yardım ettim. Çete sicilim uzundur. 1902-12 arasında Nikaragua’yı, Brown Biraderler uluslararası bankacılık kurumu için arındırmaya yardım ettim...1927’de Çin’de Standard Oil şirketinin işlerini rahatsız edilmeden görmesine yardım ettim.

...Çeşitli onurlarla, madalyalarla ve yükseltmelerle ödüllendirildim. Geçmişe dönüp baktığımda Al Capone’a bir kaç yararlı ipucu verebilirdim, diye düşünüyorum. Onun çetesi, kentin üç semtinin ötesine geçememişti. Bense üç kıtada cirit atıyordum. (Felix Greene, The Enemy, s. 106-107)

İnsan hakları ha!

***

Son bir not: “İnsan hakları” sorununun sürekli olarak gündemde olduğu Türkiye ve Kuzey Kürdistan gibi ülkelerde proleter devrimciler, bu kavganın en ön sıralarında yer almalı ve bu kavgayı işçi ve emekçi yığınları ve bütün diğer devrimci/ilerici güçleri ve kamuoyunu seferber ederek sürdürmelidirler. Bu sorun, Kürt halkından değişik milliyetlerden işçilere, ilerici aydınlardan emekçi kadınlara, er ve erbaşlardan ezilen din ve mezheplerden halka, siyasal tutsaklardan öğrenci gençliğe, kent yoksullarından emekçi memurlara kadar tüm ezilen ve sömürülen yığınları doğrudan ilgilendirmektedir. “İnsan hakları” sorununun yukarda konulan marksist-leninist perspektifle yorumu, asla bir sekterizmi önermek ve proletaryaya kendi içine kapanarak kendisini geçici ve kararsız dost ve bağlaşıklarından yalıtmayı öğütlemek olarak anlaşılamaz; tam tersine böylesi bir yorum, söz konusu sorunun tüm ezilen ve sömürülen yığınların devrimci eylemi içinde ve onun aracılığıyla çözülmesi için çaba harcanması gerektiğini gösterir. “Cumartesi Analarımızın, Tuzla işçilerinin ve cezaevlerindeki devrimci tutsakların yarattığı görkemli ve militan direniş geleneği bunun nasıl yapılabileceği konusunda gereken ipuçlarını vermektedir. Komünistler ve sınıf bilinçli işçiler; sömürülen ve ezilen işçilerin, her gün ve her saat işkence ve katliamla yüz yüze bulunan Kürt halkının, gecekondusu yıkılan emekçilerin, kalemine ve diline zincir vurulan ilerici aydınların, açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilen işsizlerin ve yoksul köylülerin, burjuva ordusunun subayları tarafından ezilen er ve erbaşların, cezaevlerine tıkılmış bulunan siyasal ve diğer tutsakların, aşağılanan ve bir meta haline getirilen işçi ve emekçi kadınların vb. uğradıkları baskı ve haksızlıklara karşı kavganın en önünde yer almakla yükümlüdürler. Onlar böyle davrandıkları, sınıfı bu bilinçle eğittikleri ve geniş yığınlarla devrimci öncü arasında sağlam ve kopmaz bağlar örebildikleri ölçüde önder sıfatını hak edecek, bunu yaptıkları ölçüde geniş yığınlar tarafından önder olarak algılanacaklardır. Proletaryanın hegemonyasını gerçek kılabilmenin başka herhangi bir yolu yoktur. Demokrasi savaşımının ve onun bir parçası olan “insan hakları” savaşımının en önünde yer almak, her şeyden önce işçi sınıfının kendi sosyalist eğitimi için gereklidir; onun kendisini burjuvaziyi devirecek ve proletarya diktatörlüğünü kuracak bir sınıfa dönüştürebilmesi için vazgeçilmez bir zorunluluktur. İşte bu nedenledir ki Lenin, “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal demokrat (=komünist -bn.) açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. (Ne Yapmalı?, s. 89) diyordu.

Öte yandan komünistler, demokrasi savaşımını ve onun bir parçası alan “insan hakları” savaşımını burjuvaziden ve onun devlet aygıtı ve partilerinden ve bu egemen sınıfın, elleri Kürt ve Türk komünistlerinin, devrimcilerinin, işçi ve emekçilerinin kanlarıyla lekeli şeflerinden reformlar dilenerek yürütmezler ve yürümeyeceklerdir. Onlar, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının ve halklarının, komünist ve devrimci güçlerinin cellatları, işkenceci ve gardiyanlarından -Batılı emperyalistlerin çizgisindeki burjuva insan hakları kuruluşlarının ve çoğu kez ülkemizdeki İHD’lerin de yaptığı gibi- “insan hakları sicilleri”ni düzeltmelerini ve demokratlaşmalarını beklemezler; burjuva legalitesine ise asla bel bağlamazlar. Onlar, “Cumartesi Anaları”mızın, Tuzla işçilerinin ve zindanlardaki devrimci tutsakların yolunu tutacak, yani faşizmle, kapitalizmle ve emperyalizmle cepheden çatışma, onlardan hesap sorma, bu çatışma ve hesap sorma ruhunu ezilen ve sömürülen yığınlara taşıma yolundan, onların siyasal seferberliği ve eylemiyle egemen sınıfı ve onun devletini devirme yolundan yürüyeceklerdir. Ve onlar, bu baskılara yukarda da belirtildiği gibi “başka herhangi bir açıdan değil de sosyal demokrat (=komünist -bn.) açıdan tepki göster”mek (Lenin) zorunda olduklarını asla unutmayacak ve demokrasi savaşımını ve onun bir parçası olan “insan hakları” savaşımını, proletaryanın kapitalizme karşı kavgasının, sosyalist devrim kavgasının bir parçası haline getirdikleri takdirde kendi tarihsel ve siyasal misyonlarına uygun olarak davranmış olacaklardır. Demokrasi savaşımına ve onun bir parçası olan “insan hakları” savaşımına sıradan bir halk sınıfı kimliğiyle, antikapitalist perspektiften yoksun olarak katılan bir işçi sınıfı, kaçınılmaz bir biçimde küçük burjuvazinin ya da hatta liberal burjuvazinin güçsüz bir uzantısı durumuna düşecek, ne demokratik devrimde kendi hegemonyasını gerçekleştirebilecek ve ne de kesintisiz olarak sosyalist devrime doğru ilerleyebilecektir. Lenin’in ‘Sosyalist Devrim ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’ başlıklı makalesinde söylediği gibi:

Bütün devrimci sosyal demokratlar tarafından ileri sürülen, sömürgelerin derhal bağımsızlığa kavuşturulması istemi de, bir dizi devrimler olmadan, kapitalist düzende ‘gerçekleştirilebilir’ bir şey değildir. Ama bundan çıkan sonuç, sosyal demokrasinin (=komünist hareketin -bn.) bütün bu istemler için derhal verilmesi gereken en kararlı savaşımdan vazgeçmesi gerektiği değildir (böyle bir şey, ancak burjuvazinin işine yarar), tam tersine buradan çıkan sonuç, bu istemlerin burjuva legalitesinin sınırları aşılarak, bu sınırlar yerlebir edilerek, parlamentoda söylevlerle, sözde kalan protestolarla yetinmeyerek, yığınları kesin eylemlere çekerek, her temel demokratik istem uğruna savaşımı yoğunlaştırıp, proletaryanın burjuvaziye saldırısına kadar, yani burjuvaziyi mülksüzleştiren sosyalist devrime kadar vardırarak, bu istemlerin reformist değil devrimci biçimde formüle edilmesi ve eyleme geçirilmesidir. (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 151)

Dipnotlar

1- Siyasetlerine kural olarak pragmatizmin damgasını vurduğu ulusal kurtuluş hareketleri ve diğer küçük burjuva demokratik ve ilerici hareketler, yer yer çocukları ve diğer masum sivilleri ya da diğer devrimci ve ilerici örgütleri hedef alan ve dolayısıyla devrimci meşruiyet zeminini zorlayan ve aşan şiddet eylemlerine girişmektedirler. Onlar böylelikle sömürülen kitlelerin geri kesimlerini ve özellikle küçük burjuvaziyi kendi ideolojik hegemonyası altında tutmaya çalışan burjuvaziye ve emperyalizme değerli karşıdevrimci propaganda kozları ve dolayısıyla dolaylı bir destek sunmakta, belki daha da önemlisi proletarya ve halkların katında devrim ve sosyalizm dava ve idealini yaralamaktadırlar. Boyutları açısından istisnai ve uç bir örnek olmakla birlikte, ABD emperyalizmine karşı verilen ulusal kurtuluş savaşına önderlik eden ve Kamboçya’nın 1975’te kurtuluşundan sonra bu ülkede bir milyon dolayında işçi, köylü ve aydını katleden Kızıl Kmerler’in durumu, böylesi bir çizginin vahim ve trajik sonuçları bakımından son derece öğreticidir. Esinini ÇKP içindeki sözde aşırı sol kliklerden alan ve iktidarı ele geçirdikten sonra karşıdevrimci bir terör çetesine dönüşen Kızıl Kmerler, 1978’de Sovyet sosyal emperyalistlerinin yönlendirdiği Vietnam’ın askeri müdahalesiyle iktidardan uzaklaştırıldılar. Ne var ki, emperyalizm ve dünya gericiliği, “Kamboçya deneyimi”ni devrimci şiddeti ve devrim davasının kendisini gözden düşürmek için yeterince kullandı ve kullanmaya da devam ediyor. Türkiye devrimci hareketinin tarihi de bu konuda öğretici örnekler sunmaktadır. Herhalde hiçbir aklı başında devrimci, 12 Eylül öncesinde bir dizi devrimci örgütün devrimci meşruiyet sınırlarını zorlayan ve aşan şiddet eylemlerine başvurmasının, kitlelerde bir bıkkınlığa ve siyasal duyarsızlaşmaya ve faşist cuntanın kitleler arasında en azından pasif bir destek bulmasına yol açan en önemli faktörlerden biri olduğunu yadsımayacaktır. Komünistler, devrimci terör düşüncesi ve pratiğinin böylesine yozlaştırılmasına her zaman kesinlikle karşı çıkmak, küçük burjuva ve ulusal burjuva devrimci ve ilerici hareketlerin kitleleri ve devrimci güçleri hedef alan şiddet eylemlerini eleştirmekle yükümlüdürler. Öte yandan onlar, emperyalizmin ve gericiliğin ve onlarla ağız birliği içindeki burjuva insan hakları kuruluşlarının, devrimci meşruiyet sınırlarını zorlayan ve aşan bu gibi şiddet eylemlerini kullanarak genel olarak devrimci terörün meşruiyetini ve vazgeçilmezliğini sorgulama ve karalama girişimlerini en kesin bir tarzda kınar ve mahkûm ederler. Ve onlar, tepeden tırnağa donanmış ordulara, yaygın istihbarat örgütlerine sahip bulunan ve dolayısıyla şiddet tekelini elinde tutan emperyalistlerin ve diğer sömürücü sınıfların ezilen sınıf, katman ve uluslara her gün, her saat uygulamakta oldukları sistematik ve kitlesel beyaz terörü bu yolla aklama girişimlerine asla izin vermezler. Tüm insanlık tarihinin ve çağımızın tarihsel deneyiminin de gösterdiği gibi, asıl teröristler her zaman gerici egemen sınıflar olmuşlardır.

2- ABD Devlet Başkanı J. F. Kennedy’nin bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra onun yerine geçen L. B. Johnson’ın 7 Nisan 1965’de Baltimore kentindeki John Hopkins Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada söyledikleri, ABD emperyalistlerinin ikiyüzlülüğünün tipik bir örneğiydi. ABD uçakları, helikopterleri, savaş gemileri ve topları Vietnam halkının kurtuluşunu önlemek için bu halka ve onun ülkesine ölüm kusarken, bu katliamı yöneten emperyalist şef şöyle buyuruyordu:

Bu gece Amerikalılar ve Asyalılar herkesin kendi dilediği değişim yolunu özgürce seçebilmesi için canlarını veriyorlar...

Neden bu acılarla dolu yolda ilerliyoruz? Neden bu ulus, kendisinden o denli uzakta yaşayan bir halk için huzurunu, çıkarlarını ve gücünü tehlikeye atıyor?

Dövüşüyoruz; çünkü her ülkenin kendi yazgısını kendisinin biçimlendireceği bir dünyada yaşama isteğimiz, dövüşmemizi gerektiriyor. Ancak böyle bir dünyada bizim kendi özgürlüğümüz de güvence altına alınmış olacaktır.

Böylesi bir dünya, hiçbir zaman bombaların ya da mermilerin yardımıyla kurulamayacaktır. Ama gene de insanların zaafları, akıldan önce güç kullanımının, barış işlerinden önce savaşın yıkımının gelmesini zorunlu kılıyor. Bunun böyle olmamasını isterdik. (G. Mc Turnan Kahin and J. W. Lewis, The United States in Vietnam, s. 496)

O daha sonra sözlerine şöyle devam edecekti:

Yüzyıllardır uluslar kendi aralarında kavga edip durmuşlardır. Fakat biz, anlaşmazlıkların yasa ve akıl yoluyla çözümlendiği bir dünyanın düşünü kuruyoruz.

Tarih boyunca insanlar birbirlerine kin beslemiş ve savaşlarda birbirlerinin kanını dökmüşlerdir. Fakat biz, savaşlara son vermeyi düşlüyoruz. (Aynı yerde, s. 501)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi