1998 yılına adımımızı attığımız bu günlerde, hem 1997 yılının, hem de biraz daha geriye giderek işçi sınıfı hareketinin genel bir panoramasını çizmeyi gerekli gördük. Bu yanıyla bu değerlendirme, ‘98’deki sınıf hareketinin yönelimine bağlı olarak politik-taktik planda nasıl gelişmesi ve bizim bu sürece hangi yöntemlerle hazırlanmamız gerektiğini anlamamıza temel bir vesile olacaktır.
Biz bu yazıda öncelikle ‘97’de sömürgeci siyasal sistemin nasıl bir süreç izlediğini, hangi neden ve olgularla devletin yeniden yapılandırma sürecine girdiğini ve bu sürecin işçi sınıfı ve emekçi hareketine olan etkileri ve sonuçlarını ele almayı zorunlu görmekteyiz. Devrim ve karşıdevrim güçlerinin isabetli ve doğru değerlendirilmesi siyasal mücadelemizin başarısının ana teminatlarından birisidir. Ülkemizin nesnel ve somut koşullarında stratejik hedefimizin marksist-leninist analizi siyasal mücadelede devrimci taktiklerin başarı koşuludur aynı zamanda. Şimdi sorun siyasal çarpışmada devrimci olanakları ustaca devrimin lehine kullanacak iradeyi ve kararlılığı gösterme zamanıdır.
Ancak proletaryanın kurtuluş mücadelesini anlayabilmek ve ‘98 yılının mücadele planını çıkarabilmek için, 1997’deki siyasal gelişmelerin ana karakterini belirtmemiz gerekiyor.
1- 1997’de Siyasal Sürecin Ana Karakteri
1997, burjuva siyasal iktidarında yeni bir dönemsel sürecin adı olmuştur. TC burjuva devleti, 12 Eylül öncesi tarihsel sürecin birikimleriyle birlikte 1996’nın sonundan itibaren çürümenin ve çözülmenin eşiğine dayanmıştı. Bu güneşin kızgın sıcağı altına bırakılan bir et parçasının çürümesine ve ortalığa saldığı kötü kokuya benziyordu. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık kurumlarından, meclise, meclisten adalet ve yargı kurumlarına ordudan polis teşkilatına ve bürokrasiye kadar etkileri derin olan bir çürümeydi söz konusu olan. 1996 yılında Susurluk’taki kazayla bu çürüme ve çözülmenin temel ögeleri sokağa taştı. Devlet kuruluşundan itibaren, esas olarak 12 Eylül’le birlikte bir kontrgerilla çetesine dönüşmüştü. Ancak bu burjuva hukuk perdesiyle perdelenmişti. Bu perde Susurluk, Yüksekova, Sakarya, Söylemezler vb. gibi kontrgerilla çeteleriyle gün yüzüne çıktı. Kitlelerin nezdinde devletin gerçek yüzü, sokaktaki insanın o geri bilincinde, yeterince ortaya çıkmıştır. Aynı şey, farklı söylemine rağmen sistemin ve sermayenin dini motifli bir partisi olan RP içinde geçerliydi.
Bu çürüyen ve çözülen kontrgerilla cumhuriyeti esas olarak Doğu’dan kıskaca alınmıştı. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi 13 yıldan bu yana yenilmediğini ispatlamıştı. Daha da ötesinde Kuzey Kürdistan’da sömürgecilik adeta çökmüş, sadece geceleri değil, çeşitli bölgelerde gündüzleri de hakimiyet ulusal kurtuluşçu güçlerin denetimine geçmişti. Doğu’daki devrim Batı’ya doğru esintilerini savurabiliyor ve faşist diktatörlük sadece siyasal olarak değil, ekonomik olarak da derinleşen bir krize sürükleniyordu.
Diğer yandan, Batı’da da henüz düzen için büyük bir tehlike arz etmeyen işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin muhalefeti gelişiyordu. 1 Mayıs gösterileri, Gazi başkaldırısı, çeşitli grev ve direnişler bu potansiyel gücün gelecekte nasıl bir “tehlike” oluşturacağını gösteriyordu. Devrimci ve komünist örgütlerin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinden ve şeriatçı dini akımlardan farklı olarak oynayacakları tarihi rol onları ürkütüyordu.
Bu veriler gösterdi ki, sistem ciddi bir krizle karşı karşıyaydı. Mafyalaşan ve kendi içinde derin iç çatışmaları da yaşayan bu sömürgeci devlet 1997’nin başından itibaren yeni bir sürece girdi.
28 Şubat bu yolda yeni bir sürecin adı oldu. MGK toplantısında alınan kararlar devletin hem yeni yönelimini gösterdi, hem de yeniden yapılanma sürecinin başlangıcını teşkil etti.
28 Şubat kararlarının temel unsuru, yarı askeri bir yönetimin hukuki kılıfının bütün boyutlarıyla hazırlanmasıydı.
Devlet, iç ve dış politikasında temelli bir değişikliğe gitti. Milli Askeri Stratejik Konsept (MASK), iç tehdit olarak Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini ve politik islamı belirledi. Dış politikada ise islam ülkelerine karşı denge politikasını terk ederek, ABD’nin desteğiyle ABD-TC ve İsrail kampını oluşturacak yeni bir stratejik değişikliğe yöneldi. Bunun ilk ve temel göstergesi ABD ve İsrail desteğiyle ilki 14 Mayıs, ikincisi 23 Eylül’de Güney Kürdistan’ın işgal edilmesiydi. Burada kendisinin himayesinde, mandacı bir sömürgecilik yönetimini esas aldı. Bu hala çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. İşgal devam ediyor ve onun çözümsüzlüğünün temelinde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin direnişi yatıyor.
İç politikada ise MASK’a bağlı olarak devletin yeniden yapılanması devam ediyor. İç savaş örgütlülüğünün ve buna uygun bir yönelimin ipuçları şimdiden netleşmiştir. OHAL yalnız Kuzey Kürdistan’da değil, Karadeniz başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanında yaygınlaştırılıyor. Ağustos’ta toplanan Yüksek Askeri Şura (YAŞ)’da 9 savaş generali, iç savaş örgütlenmesinin askeri ayağını oluşturan jandarmaya tahsis edilmişti. Jandarma “kır polisliğinin” yanı sıra, aynı zamanda Batı’ya ve şehirlere de taşınarak “şehir polisliğine” soyunduruluyor. Güvenlik askerde toplanıyor. Devlet hem Karadeniz’de henüz doğmadan gerillanın başını ezmek, hem de eroin-silah kaçakçılığının güzergâhı olarak işin örgütlenmesi için savaş ağalarını burada görevlendiriyor. Polis yeniden askerle uyumlu çalışmak için yapılandırılıyor. Yeni ve kapsamlı görevlerle donatılıyor.
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’ni (BKYM) kurarak “Kriz yönetim faaliyetlerini Başbakan (veya krizden sorumlu devlet bakanı) adına koordine etmekten ve BKYM’nin devamlı faal halde tutulmasından, sistem içerisinde yer alan birimlerin bilgilendirilmesinden sorumlu” olarak MGK Genel Sekreterliği yetkili kılınarak “sivil” hükümet organları askerlere bağlanabiliyor. Yine MGK içinde Batı Çalışma Grubu, Bilgi Toplama, Araştırma ve Değerlendirme Başkanlığı gibi sayısız organlar oluşturulabiliyor. Ağustos ayında devreye sokulan Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’nın (EDOK) hazırladığı “2,5 Savaş Stratejisi” konsepti savaşı ülkenin bütününe yayacak stratejiyi geliştirebiliyor. EDOK ülkenin merkezi bölgelerinde konumlandırılacak, hem Doğu’ya hem Batı’ya müdahale edecek “zırhlı kolordular” kuracak. Şimdiden bunun adımları da atılıyor. Amaç Batı’daki halk ayaklanmalarını veya “irticai ayaklanmaları” bastırmak ve Kürk ulusal kurtuluş mücadelesi ile tümüyle bağlarını kesmek. Zira EDOK “Bölücü terörün önlenemeyeceği ya da irticai ayaklanmaların başlayacağı” öngörüsüne dayanarak kuruluyor.
Yarı askeri karakterli faşist diktatörlüğün anayasası Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde somutlandı. Son MGK toplantısında açıklanmış olsa da MGSB’nin daha eskiye dayandığı ve son gelişmelerle güncelleştirildiği açık. MGK anayasası olarak da adlandırılan bu belge, MASK’dan sonra devletin yeniden yapılandırılmasının stratejik hedefini çiziyor. Güncelleştirilen bu belge, 28 Şubat sonrası askeri müdahalenin ve karşıdevrim cephesinin resmileştirmesini ifade ediyor.
MGK, kelimenin geniş anlamıyla Türkiye soluna iki yolu dayatmıştır. Düzen içi reformist her türlü sola görece bir çalışma ve örgütlenme özgürlüğü tanıyacaktır. Tek şart, militan ve radikal bir mücadele hattını terk etmesi ya da onu derinleştirmesidir. Ya da başında marksist leninist komünistler olmak üzere bu çerçeveye girmeyen solu tümüyle ezmek. Şimdi bize dayatılan ikinci yoldur. Hemen belirtelim ki, marksist leninist komünistler her zaman olduğu gibi şimdi de bu ikinci yoldan, devrimin şaşmaz yolundan yürüyecektir.
Birinci yolu kabul eden, giderek kendini MGK’nın bu kararlarına uyumlaştıran yeni bir reformist-liberal ve oportünist cepheyle karşı karşıya bulunduğumuz unutulmamalıdır. Bu örgüt ve partiler devletin ve özel sektörün medya organlarınca destekleniyor ve yeterli şekilde propagandası sürdürülebiliyor.
Şimdi sorunun odak noktası, devrime karşı kurulmuş olan bu bloklaşmayı yerle bir edecek akılcı, esnek ve bir o kadar da devrimci olan taktiklerimizi konuşturmaktır. Düşman cephesinin parçalanmasının esas yolu da burasıdır.
Bu ana belirlemeyi yaptıktan sonra, şimdi sınıf hareketinin geçmiş sürecine ilişkin tartışmanın temel kriterleri olan noktalara geçebiliriz.
2- Sınıf Hareketinin Gelişme Süreci
İşçi sınıfı hareketi, 1987-’91 yükselişinin arkasından düzeyi farklı olsa da önemli bir düşüş sürecinden geçti. Vahşi kapitalist sistemin kapsamlı bir tasfiyecilik kıskacı altında kaldı.
Türkiye işçi sınıfı, 12 Eylül’den sonraki en kapsamlı tasfiyecilik sürecini 1991 sonrasında yaşadı. Bunun temel olarak birkaç yönü vardır. Sosyalizme karşı ideolojik ve politik tasfiye süreci, dünyadaki karşıdevrim rüzgârının da bir sonucu olarak ülkemiz sınıf hareketini derin etkiledi. 12 Eylül’ün fiziki tahribatı henüz yeni yeni atlatılmaya çalışılırken, bu sefer, (ki bu dönemde hareketin yenilgisi sadece yenilen güçlerde fiziki tahribata yol açmamıştı, aynı zamanda ütopyalarda da bir sarsılmayı beraberinde getirdi.), Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa revizyonist blokunun yıkılması sonrasında, emperyalizm kapsamlı bir ideolojik ve kültürel saldırı ile Yeni Dünya Düzeni(YDD) propagandasını başlattı. Bu “Globalleşme” ya da “Küreselleşme” adıyla sürdürüldü. Buna paralel olarak sömürgeci faşist güçler de saldırılarını özellikle medya aracılığıyla en üst noktaya taşıdılar.
YDD’nin politik yöneliminin temel öngörülerinden biri, toplumsal yaşamı ifade eden her şeyi dinamitlemekti. Bunlardan birisi de, her düzeyde sermayenin bir hareket biçimi olsa da, sınıfa yönelik örgütsüzleşmenin bir sonucu olan özelleştirme furyasının başlatılmasıydı. Yüzbinlerce işçi işten atıldı. ‘87-’91 sınıf yükselişinin temel kadroları bu dönemde tasfiyeye uğratıldı. Sendikaların altı oyularak, zararsız, uysal, küçük kulübelere dönüştürülmek istendi. Sınıf hareketi bu yönüyle de darbelenmek istendi. Bu süreçte DYP-SHP koalisyonunun sözde “devrim” gibi ifade edilen çıkışının etkilerini de saymak olasıdır.
1987-’91 yükselişi, sınıf hareketinde önemli bir kilometre taşıydı. Harekette büyük bir moral gücü biriktirmişti. Ancak sistem, 12 Eylül rejiminin öğretileriyle, sınıf hareketine, devrimci ve komünist harekete karşı fiziki olarak saldırısını on yılda bir olarak yapmak yerine, adeta gündelikleştirdi. Hareketin büyüyerek merkezileşmesini kırdı. Birbirinden yalıtılmış, tekil eylemlerle sınırladı. Bölgesel ve yerel tekil eylemler en acımasızca bastırıldı. “Hukuk sistemlerine” uyarlanmış yasal grevler bile, işverenlerin daha da organize olması ile (özel güvenlik örgütleri kurmaları ve mafya destekleriyle) sonuçsuz bırakılmaya çalışıldı. Sınıf hareketinin diri ve iş yapan örgütlerine (sendikalarına) karşı ağır yönelimler uygulandı ve bu büyük oranda başarıldı.
Sınıf hareketinin geriletilmesine ilişkin bir başka olgudan daha bahsetmek mümkündür. Bu da Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin yaratmış olduğu belirgin bazı sonuçlardır. Bunu iki temel üzerinde açıklayabiliriz: Birincisi, Kürt mücadelesi ilk defa 1992 serhıldanlarından sonra Türkiye coğrafyasında, işçi sınıfının en örgütsüz ve yoksul katmanlarına kadar gündeme girdi ve sorun sınıfın ileri ve örgütlü kesimlerince anlaşılma sürecine yayıldı. İşin önemi o zaman anlaşıldı. Savaşın boyutu ve ilk defa “birkaç teröristle” yürütülen bir çarpışma olmadığı kavrandı. Bu dönem devletin Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine karşı en azgın şovenist propaganda dalgasını sürdürdüğü dönemdir. İşçi sınıfı, sendikaların da katkı ve yönlendirmesiyle bu şovenist-ırkçı propaganda dalgası altında büyük bir savrulma yaşadı. Türkiye devrimci hareketi bu propagandayı yeterli düzeyde boşa çıkaramadı. Geri bilincin egemen olduğu geniş işçi yığınları, Kürt düşmanlığı temelinde yürütülen bu propagandanın etkisi altında kaldı. Buna rağmen, ne Türkiye halkı, ne de işçi sınıfı Kürt halkına karşı fiili bir konuma çekildi. Bunun nedeni şimdilik bu yazının konusu dışındadır. Ancak şu belirtilmelidir ki, yine de geniş emekçi yığınlarında bu karşıdevrimci propaganda etkili oldu. İşte bu etkili olan süreç, yukarıda sıraladığımız diğer nedenlerle birleşince, sınıf hareketindeki bozulma ve dumura uğrama bir sonuç olarak ortaya çıktı. Şimdi bu olgulardan da anlaşılıyor ki, kapsamlı bir tasfiye ve savrulmanın asli nedenlerini anlamak mümkün olabiliyor. DYP-SHP hükümeti bir savaş hükümetiydi. Serhıldanlarla birlikte savaş yalnız Kürt metropollerine taşınmadı, aynı zamanda Batı’nın metropollerine de taşındı. Batı’da genel demokratik mücadelenin yanı sıra, sınıfın eylemlerine karşı da kontrgerilla savaş tarzı geliştirilmeye çalışıldı. Legal kurumlara ve sesini çıkarmak isteyen sendikalara ve işçi önderlerine karşı ezme ve yok etme politikaları acımasızca uygulandı. Topyekün savaş politikası, toplumsal bozulmaya ve giderek şovenist fikirlerin gelişmesine de kaynaklık etti.
Başka bir yazı konusu olsa da, burada özetle belirtilmesi gereken bir başka olgudan daha bahsetmemiz gerekmektedir. Bu da böyle bir süreçte, küçük burjuva devrimciliğinin durumudur. Genel olarak denilebilir ki, Türkiye işçi sınıfına karşı kapsamlı yönelim Türkiye devrimci hareketinin önemli bir gövdesini oluşturan küçük burjuva devrimciliği tarafından yeterince anlaşılamadığı gibi, hala soruna “grup” ve “fraksiyon” dünyasından bakmasıyla belirginleşmiş olmasıdır. Bu durum, devrimci hareketteki tasfiyeciliği daha da ağırlaştırıcı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
Bu dönemde sendikal bürokrasinin rolü özel olarak ele alınmalıdır. Bu konu yeterli şekilde basınımızda ve çeşitli yerlerde değerlendirildi. Ancak şu kadarı söylenmelidir ki; sendikal bürokrasi sınıf hareketinin politik bir mecrada gelişebilmesinin önündeki en temel engellerin başında gelmektedir. Burada temel sorun, önderlik sorunu olmaya devam etmektedir. Komünist önderliğe kavuşmayan bir sınıf hareketi ne sendikal bürokrasiyi aşabilecek yeteneklere kavuşabilir, ne de devrimci bir rotada gelişebilir. Bu sınıfın öncüleri tarafından yeterince anlaşılmalıdır.
Görüldüğü gibi bu birkaç olgu 1990 sonrası sürecin ana karakterini verir. Sınıf hareketi ‘91-’95 arasında çok kapsamlı bir yönelim süreci içerisinde adeta nefessiz bırakan bir baskılanma altındadır. Yer yer müdahaleler olsa da, (bir cepheden, özellikle kamu emekçileri cephesinden kısmen önemli müdahaleler olsa da), saldırının kapsamı ve boyutu karşısında, bunu kırabilecek bir gücü yaratması oldukça iyimser ve sübjektif bir değerlendirme olurdu.
3- 1995 Sonrası Dönemde Sınıf Hareketindeki Gelişmeler
1995’lere girildiğinde tasfiyeciliğin derin etkisi devam etmekle birlikte sarsıcı sonuçları giderek dağılmaya başlanmıştı. Kuşkusuz dağılmaya başlayan faşizmin politikalarındaki bir yumuşama değildi. Tersine aynı hızla sistem kendisini şiddet yoluyla ayakta tutmaya çalışıyordu. Ancak dağılan hava, geniş emekçi ve işçi yataklarındaki havaydı. Bununla neyi anlatmak istiyoruz: İşçi sınıfı saflarından önemli kopuşmalara rağmen (işten atılmalar), lokal düzeyde bölgesel ve yerel işçi eylemleri kesintisiz devam ediyordu. İnişli çıkışlı, ilerlemeli gerilemeli bir süreç söz konusuydu. Ama daha da önemli olanı, işçi ve emekçi bölüklerinde yaşamı sürdürmenin temel argümanı olan sorunların derinliğini kavrama, yavaş da olsa kendi gücünü anlama ve düşmanın gerçek yüzünü sınıf güdüleriyle kavrama, dönem açısından tarihsel bir önemdedir. Nitekim “Yığın hareketinin faşizme karşı aktif savunma içinde olduğu ve saldırıya geçme sancıları çektiği dönem” (II. Kongre Belgeleri, s. 85) olarak adlandırılması isabetli bir tespitin ifadesidir.
Devleti var eden bütün organlar, emekçi kitleler nezdinde yeterince güvenilemeyecek organlar olarak kavranmaya başlanmıştı. Bu süreçte sendikal ihanetin düzeyi açığa çıkarak daha anlaşılır ve somut örneklerle kendini ifade etmiştir. Bütün bunlar sınıf hareketinde çıkışın zorlandığı ve yeni bir sürece adım atmanın zorlamaları olarak düşünülebilir. Ancak sınıf hareketi o kadar yorulmuş ve birbirinden yalıtılmıştır ki, yeni bir yükselişin eğrilerini doruğa taşıyamamıştır. Ancak bunun özlemi ve arayışı momentleri kendini fabrikaların dışında, farklı alanlarda yansıtmıştır. Söz gelimi Gazi başkaldırısında kendini somutlamıştır.
1995’lere gelindiğinde devlet, ikinci topyekün savaş stratejisini geliştireceğinin ipuçlarını veriyordu. Zira yığın hareketinin giderek gelişen bir sürece girmesi, 1994 20 Temmuz eylemlerinden sonra daha aktif bir savunma içinde hareket edeceğinin somut verileri güçlenmişti. 1992 serhıldanları sonrasında sömürgeci Türk burjuva devleti birinci topyekün savaşı başlatmış, kitle hareketini, esas olarak da öncü güçleri önemli derecede bastırabilmişti.
1994’ün ortalarından başlayan, ‘95 Mart ayında Gazi Ayaklanması’yla doruğa çıkan, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç ve Sibel Yalçın’ın kitlesel uğurlama törenleri, kamu emekçilerinin eylemleri, üniversiteli gençliğin mücadelesi, Ambarlar ve deri işçileri gibi sınıfın bazı bölüklerinin mücadelesi giderek kitlesel yükselişin mayalanmasını ortaya çıkarıyordu.
Bu yükseliş trendi, ‘95’in sonundan itibaren, esas olarak da ‘96 yılının ilk yarı döneminden itibaren devam etti. Giderek içten içe birikime yol açan bu potansiyel, ‘96 1 Mayıs’ında kendini açığa vurdu. Faşizme karşı öfkesiyle birlikte önündeki her türden reformist barikatları vb. de aşarak gün yüzüne çıkardı.
Gelişmelerin kendi kontrolünden çıkarak Batı’da önemli bir devrimci sürecin gelişeceğini hesaba katan devlet, ikinci topyekün savaş politikaları ve araçlarını ‘95’den itibaren geliştirmesine rağmen, esas olarak ‘96 1 Mayıs’ından itibaren devreye soktu. Kapsamlı bir saldırı başlattı. Bu saldırının esas ayağını medya aracılığıyla karşıdevrimci propaganda temelinde gerçekleştirdi.
Bu saldırının ilk sonucu, kitle hareketinin bu kavga sürecinde kendi öncülerini bırakarak geri çekilmesi oldu. Nitekim, ‘96’nın ikinci yarısını belirleyen gelişmeler bu olgu üzerinden gelişti. Kapsamı ve derinliği büyük olan süresiz açlık grevi ve ölüm orucu direnişi, kitlenin geri çekildiği bir dönemde, öncüyle düşman arasındaki adeta “kitle gerilla tarzında bir savaş muharebesine” dönüştü. Aslında bu, kelimenin gerçek anlamıyla, bir devrimci irade savaşıydı. Daha sonra Susurluk olayında da görüldüğü gibi, hemen tepkinin geliştirilememesi hem öncü güçlerin büyük bir irade savaşı sonrasındaki yorgunluğu, hem de tepkiyi sokaklara taşırıp kitle ayaklanmasını mayalayacak bir sürecin başlatılmamasıyla belirginleşti. Kuşkusuz bunda kitlenin, ikinci topyekün saldırı sonucunda kendini öncüden geri çekmesinin belirleyici bir yanı olduğu söylenebilir. Bu saldırı sadece yoğun baskıların, tutuklama, gözaltı ve imhanın bir sonucu olduğu kadar, bu ruh haliyle kitlenin daha ihtiyatlı olmaya zorlamasına ve cesaretlerinin önemli derecede kırılmasına da yol açmıştır. Bu saldırı aynı zamanda devrimci hareketlerin güç kaybetmesine ve gerilemesine de neden olmuştur. Aslında bu söylenenlerden, belki de bir sonuç çıkarmak mümkün: Devletin yürütmüş olduğu ikinci topyekün savaşın kitle hareketine en önemli etkisi, önderlik boşluğunun derinleşmesi gerçeğidir. Bu savaşın belki de kitle üzerinde en etkili yolu psikolojik bir savaş tarzının geliştirilmiş olması da denilebilir.
Esas olarak bu süreç, Susurluk skandalına karşı “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerinin başlamasına kadar etkisini korudu.
Bu sürecin ortaya çıkardığı sonuçlara ilişkin II. Kongre Belgeleri’nde önemli bir belirleme var.
Aktarıyoruz: “Bu sürecin özgün sorunu ise, protestoculuğun aşılıp, çete başlarının tutuklanması dahil değişik sonuçlar almayı başaracak, gelişmeleri etkileyecek taktik bir kuvvetin, bir başka ifadeyle antifaşist güçbirliğinin örgütlenmemesiydi. Aksine parçalanma öne çıktı. Okmeydanı örneğinde görüldüğü gibi, halkın parçalanmaya yanıtı sokaktan çekilmek şeklinde oldu. Bu koşullar altında kitle hareketi sıçratılamadı ve hem Susurluk skandalına dair gelişmelerin seyircisi konumuna düşüldü, hem de 1 Mayıs 1997’deki nicel gerileme hazırlanmış oldu.” (Age, s. 272)
Belirtmiş olduğumuz gibi, 1 Mayıs ‘96’da, kitle mücadelesinde reformizmin aşılması anlamında devrimci etkinin bariz bir şekilde ortaya çıkması özel bir öneme sahiptir. Burjuvazinin bu “tehlikeli” süreci durdurmak için kapsamlı bir ideolojik ve psikolojik saldırıya geçtiği biliniyor. Burjuva medya, geliştirilen yeni bir söylemle, 1 Mayıs işçi bayramına işçi sınıfının katılmadığını, tersine varoşların “başıboş-işsiz” gençlerinin bir tepkisi olarak değerlendirdi ve tümüyle yalana dayanan bir propagandayı yoğunlaştırdı.
1996 1 Mayıs’ına varoşlarda oturan; işçisinden öğrencisine, emekçi memurundan küçük esnafına ve işsizine kadar iç içe geçen, sınıf ve emek cephesinin doğal üyelerinin katılması bilinçli olarak görmezlikten gelindi. Sorunun esas odak noktası şudur: Bugün işçi sınıfı ve emekçiler, her olanak ve fırsatta sisteme karşı duruşunu sergileyebiliyorlar mı? Fabrikaların kuşatılmışlıklarına karşı, (sakın ola ki, bu fabrika çalışmasının küçümsenmesi anlamına gelmesin, tersine fabrika gerçekliğini somutlamak anlamına gelecektir) bir dizi çelişkiyi bağrında taşıyan, Kürt kimliğinden Alevi kimliğine, emekçi olmaktan gelen kimliğinden işsiz olmasına kadar çok sayıda emekçilerin yaşadığı bu mekânlar, çelişki ve çatışmanın en çok yaşandığı, denetimin görece daha zayıf olduğu alanlardır. Emekçilerin çıkış sürecini bu semtlerden başlatmış olmaları kadar doğal ne olabilirdi ki? Bu nesnel gerçeği kavrayamayan devrimciliğin geldiği noktayı tarif etmeye bile gerek yoktur.
İstanbul gibi işçi ve emekçilerin yaşadığı bir bölgede, yüzbinlerce işçinin ve emekçinin bir “isyanı” ve “başkaldırısı” vardır. 15 Aralık 1996’da ve yine 11 Aralık 1997’de KESK’in bir çağrısına uyarak 100 bini aşkın emekçi Ankara’da gösteri yapabiliyor ve milyonlarca emekçi genel eyleme gidebiliyorsa, bunu sadece KESK’in bir gücü olarak değerlendirebilir miyiz? Elbette değil. Aynı şekilde 1997’de 5 Ocak’ta Türk-İş’in çağrısıyla 3000 bine yakın işçi yine Ankara sokaklarında gösteri yapabiliyorsa, bu da Türk-İş’in bir gücü olduğundan mıdır? Hayır. Esas olan şudur: Sınıf ve emekçi halk, sisteme karşı her durum ve her koşulda bütün olanakları değerlendiriyor ve sınıfsal duruşu ile bir çıkışı zorluyor.
Susurluk’ta sistemin sadece çürümesi gündeme gelmemiştir. Aynı zamanda çözülme süreci de başlamıştır. Çeteler devletinin maskesi düşmüştür. Bu sınıf nezdin de anlamlı ve önemli bir olgudur. Yıllar öncesinde yaşadığı nesnel gerçekler, bu sefer daha anlaşılır ve elle tutulur bir hale gelmiştir. Kontrgerilla çetelerine karşı küçük bir çağrı bile milyonlarca insanın her akşam sokağa dökülmesine neden olabilmiştir. Demek ki, emekçi kitlelerde sisteme karşı öfke potansiyeli giderek büyüyebiliyor. Sınıf hareketi devrimci etkilere daha açık hale geldi.
Bunun iki boyutu vardır: Bunlardan birincisi, fabrikalardan işçiler atılarak fabrikalar zayıflatılmıştır. ‘87-’91 yükselişi sonrasında yürütülen özelleştirme furyası başta olmak üzere birçok yolla yüzbinlerce işçi işinden edilmiştir. Sendikaların altı oyularak sendikalar yıkıma uğratılmıştır. Buna ilave olarak yeni istihdam olmadığı gibi özelleştirme-taşeronlaştırma yoluyla talan başlatılmış, doğal olarak birçok sektör batmıştır. Burada rakamlarla durumu somutlamayı gerekli görmüyoruz. Zira istatistiki veriler biliniyor. Böyle bir tablonun sonucunda işçi hareketinin temel omurgaları olan fabrikalar önemli derece zayıflamış, bu, sınıf hareketinin de zayıflamasının doğal bir sonucu olmuştur. İkinci ve önemli bir neden de, fabrikaların eskiye oranla kendi iç örgütlenmesini daha da tahkim etmiş olmasıdır. Bununla şunu söylemek istiyoruz: Burjuvazi kendini esas olarak var eden ekonomik kalelerini (fabrikalarını) daha güvenceye alan önlemleri geliştirmiştir. Öncelikle işverenler arasındaki örgütlenmenin daha da pekiştirilmesinin yanı sıra fabrikada sendikal veya komite vb. örgütlenmeleri başından tasfiye edecek araç ve gereçleri yaratmıştır. Sendikal bürokrasinin daha da geliştirilmesinin yanı sıra grev ve direnişlere ve olabilecek ayaklanmalara karşı fabrikayı içten ve dıştan koruyacak korunaklar ve organlar yaratılmaktadır. Jandarma ve polisin desteğinin yanı sıra özel güvenlik birimleri, mafya çeteleri vb. gibi silahlı birimler yaratmıştır. Bursa deri işçilerinin yaşadığı örnekler hemen birçok direniş tarafından da doğrulanıyor.
Bu olgular işçi sınıfının fabrikalar içinde sıkıştırılmasına ve nefes alıp vermenin güçleşmesine yol açan olgulardır.
1995 sonrası sınıf ve emekçi hareketinin önemli karakteristik özelliklerinden birisi de bu noktadır. Sınıfın nefes alıp vermesini daha da kolaylaştıran bir kanalın emekçi semtleri olduğu yeterince su yüzüne çıkmıştır. Varoşların farklı bileşenleri elbette şimdilik konumuzun dışı. Burjuva medyanın yoğun psikolojik savaşı, ÖDPEMEP gibi reformist partilerin de yardımıyla etkili oldu. Faşizmin ideolojik ve politik saldırılarının temel argümanlarından biri de bu noktada ortaya çıktı. 1996 1 Mayıs sonrasında, hem eyleme katılanların işçi-emekçi olmadığı, hem de varoşların “başıboş” işsiz gençleri olduğu biçiminde geliştirilen psikolojik savaş, komünist hareketi baskı altına almayı hedeflemiştir. Dolayısıyla böyle bir psikolojik savaş, politik argümanlarla geliştirilerek “sınıf ekseninde” olduğunu ifade eden, reformist ve revizyonist çevrelerin komünist harekete karşı yeni bir “haçlı seferine” yönelmesine yol açmıştır. Ne yazık ki, buna bir kısım devrimci siyasal çevreler de eşlik edebilmiştir. Ancak bu çevreler sorunun, dönemin yeterince tahlil edilememiş olmasından kaynaklanan kitabi ve soyut teorik düşünceler üzerinde hareket etmişlerdir. Aynı zamanda egemen güçlerin politik taktikleri de anlaşılamamıştır.
Demek oluyor ki, emekçi hareketinin denetimin ve kuşatılmışlığın en yaygınlaştırılmış alanları olan fabrikalardan değil de, bu fabrika ve işyerlerinde çalışan, aynı zamanda işsizlerin, gençlerin ve emekçi kadınların yaşadığı alanlarda, Gazi, Ümraniye ve onlarca semt varoşlarında başlaması, sınıfın ve emekçi hareketin çıkış kanallarını zorlayan mekânlar olarak tarih sahnesine gelmesi belirginleşmiştir. Demek ki, sınıf, yoksul semt varoşlarını kendini bu sıkıştırma ve ezme presinden kurtaracak kanallardan şimdilik sadece birisi olarak görmüştür.
4- 1997’de Sınıf Hareketinin Yönü
1996 1 Mayıs ve ölüm orucu direnişinden sonra, işçi sınıfı ve emekçi hareketinde bir dibe vuruşun emareleri görülmeye başlandı. Devrimci ve komünist hareketle, sömürgeci faşist devlet arasında sert bir çatışma süreci yaşandı. Devletin stratejik planı, işçi ve emekçi hareketi ile devrimci hareketin buluşma ve ortaklaşma kanallarını kırmaktı. Bunda yeterli başarı da gösterdi. İdeolojik, kültürel ve politik bir kampanya (medya aracılığıyla) fiziki yok etmeyle birlikte yürütüldü. Bunları önceki bölümde de belirtmiştik.
1996’nın ikinci yarısı hem genel devrimci hareket açısından, hem de sınıf hareketi açısından yorgunluk emarelerinin görüldüğü bir dönemi ifade eder. Devrimci hareket aynı zamanda önemli bir güç kaybetmiştir. ‘96 Kasım ve Aralık’ından itibaren yeni yükseliş belirtileri görülse de bu yeni devrimci yükselişin omurgasını yaratamamasıyla belirginleşmiştir. 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta ortaya çıkan ve oldukça lehimize kullanılabilecek materyal ve belgelere rağmen, devrimci hareket uzun bir süre müdahale edemedi. Kamu emekçilerinin 15 Aralık 1996 Kızılay eylemini (ki bu eyleme yüzbini aşan bir kitle katılmıştı), Susurluk’la birleştirmek önemli bir çıkışın temeli olabilecekken bu başarılamadı ve kamu emekçilerinin eylemi üst bir noktaya sıçratılamadı.
Böyle bir koşul içinde ‘97’ye girdik. ‘97’de ilk bölümde de belirtildiği gibi, Susurluk’la ortaya çıkan ve sokağa dökülen kontrgerilla devleti olma gerçeği, devletin çürümesini ve çözülmesini derinleştirdi. Devletin istisnasız bütün kurumları büyük bir çürüme içindeydi. Bu gerçeği bilen MGK, yeniden devleti yapılandırma ve reorganizasyon yoluna girdi ve 28 Şubat Muhtırası’yla yarı askeri yönetim daha da tahkim edildi ve asker her alanda öne çıkarıldı.
Sınıf ve emekçi hareketi adeta içten içe dalgalanan ama dalgalarını denizin üstüne çok yansıtmayan bir durgun deniz görüntüsünü veriyordu.
Bir süre sonra “sivil itaatsizlik” eylemleri olarak da adlandırılan “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık Eylemleri” başladı. Devrimci ve komünist hareket bu sürece müdahale etmeye ve emekçilerle birleşerek, hareketi sistem dışına taşımaya başladılar ve bu yolda önemli mesafeler de katettiler. Bu eyleme onbinlerce insan katıldı. Ancak bu eylem üretim birimlerinde yeni bir genel yükseliş trendinin mihenk taşı olamadı. Bunun esas nedeni, önderlik boşluğu sorunuyla ilgilidir. Ve ayrı bir değerlendirmeyi gerektirir.
Ancak üretim birimlerinde lokal düzeyde kalan, daha çok küçük ve orta ölçekli işletmelerle sınırlı grev, direniş ve çeşitli eylemler devam ediyordu. Türk-İş’in 5 Ocak 1997’de yapmış olduğu miting, her ne kadar sendika bürokrasisinin devletçi bayrak gösterisine dönüştürülmek istenmiş olsa da, 300 bine yakın işçi kitlesinin kendi taleplerini haykırmaları ciddi bir sınıf gösterisinin ve eyleminin temeli olmuştur.
***
Kamu emekçilerinin eylemlerinin yanısıra özelleştirmeye karşı çok sayıda sendika, meslek ve farklı kitle örgütlerinin biraraya gelerek oluşturduğu ÖKP’nin (Özelleştirmeye Karşı Platform) kurulması, maden ve termik santrallerinde fiili işgaller, en son geçtiğimiz aylarda yabancı özel firma temsilcilerinin içeriye sokulmaması, kent halkıyla birlikte işçilerin barikatlar kurması, üretimi tümden veya yarı yarıya durdurma eylemleri, Çayırhan’da Pak Teknik Firması’nın yetkilisinin tartaklanıp arabasının devrilmesi, ocaklara üç gün inmeyen Divriği işçilerinin eylemleri, iş yavaşlatma eylemleri, Soma, Lüleburgaz, Çayırhan, Yatağan mitingleri, Edirne Lalapaşa’da Çimento fabrika işçilerinin işten atılması sonucu Genel Müdür’ün evinin basılması, 19 Şubat’ta fabrikanın işgali gibi çok sayıda çeşitli eylemler 1997’nin ilk yarısında varlığını korudu ve sürdürüldü.
Buradan bu döneme ilişkin bazı sonuçlara ulaşmak mümkün:
Sınıf hareketinde durağanlıklar ve gelgitler yaşansa da sınıf hareketi gelişme ve büyüme potansiyelini bağrında taşıyor.
İşten atılmalar ile özelleştirme sorunu birbirine bağlı iki temel sorundur. Bu dönemler ve TİS dönemleri eylemlerin geliştiği dönemlerdir. Dolayısıyla politik ve ekonomik mücadelenin iç içe, yan yana veya art arda gelişme eğrisine sahip olduğu görülmelidir.
Mitingler hem taşralarda, metropolden daha uzak alanlarda oldu, hem de katılımlar yoksul emekçi semtlerinden olmaktadır. Bunlar da yeni bir sınıf dinamizminin göstergeleridir.
Sınıf hareketinde, daha önce belirtildiği gibi politik önderlik boşluğu devam ediyor ve bu, sınıf hareketinin kırılmasına ve çözülmesine yol açıyor.
Nihayet sınıf içindeki çalışmalarımızı ele alırken genellikten kurtarıp, çok daha somut, sistematik ve iyi düşünülmüş ayrıntılı planlara dayalı bir hareket planı geliştirilmelidir.
Ancak bütün bunlar ilk elden görünen ve ortaya çıkan sorunlardır. Sadece bir tespiti ifade eder. Devrimci önderlik, hem sınıfın içindeki gelişmelerin nabzını tutması ve ihtiyaçlara yanıt vermesi anlamında, hem de ülkenin genel gidişatı içindeki sınıflar çatışmasının sorunlarının ele alınmasında kendisini çok daha yakıcı olarak hissettirmektedir.
Sınıf hareketinin gelişmesinin önemli boyutlarından bir tanesi Tuzla deri işçilerinin grev ve direnişleridir. Kazlıçeşme deri işçilerinin tarihi olarak mücadeleci geleneği, Kazlıçeşme’nin Tuzla’ya taşınmasıyla burada yeniden ivmelenerek gelişti. Sadece deri atölye ve fabrikalarının mücadele sürecini etkilemekle kalmayan deri işçilerinin direnişi, bölgesel çapta hem farklı sektör işçilerini hem de varoşlarda yaşamını sürdüren emekçileri de olumlu tarzda etkiledi. Kuşkusuz bu mücadelenin en önemli doruk noktası, bölgesel çapta bir genel grevin örgütlenmesiydi. Bu örgütlenmede marksist leninist komünistlerin özel rolünden bahsetmek hiç te abartma olmayacaktır. Bölgesel genel grev “Genel Grev, Genel Direniş” temel hedefine bağlı olarak geliştirilen, başka bir deyişle bu tarz bölgesel genel eylemlerin (grevlerin) geliştirilmesi, şehir ve ülke düzeyinde bir “Genel grev, genel direniş”in ana damarlarını yakalayarak harekete geçirebilir. Bu yolda Tuzla deneyi adeta bir laboratuvar örneğidir.
Aynı tarzda Bursa deri havzasında geliştirilen ve hala devam eden direnişler sınıf hareketinde önemli kilometre taşlarıdır.
Bursa deri işçilerinin direnişi, hem işten atılmalara ve sendikasızlaştırmalara, hem de bu alanda örgütlü işverenlerin mafya-silahlı örgütlenmelerine karşı dişe diş bir mücadelenin temel ögelerini inşa etmesi anlamında vazgeçilmez öneme sahiptir.
Küçükköy’de birbirine yakın ve paralel çorap işçilerinin eylemleri, hiç sendikal örgütlenme geleneği yaşanmamış ve ağır çalışma koşulları içinde olan bu sektör işçilerinde yeni bir mücadele geleneği yaratmış ve bu uğurda verilen kavga yeni bir örgütlenmenin temel taşlarını oluşturmuştur.
Başka bir dizi lokal grev ve direnişlerden bahsetmek olasıdır. Ancak sınıf hareketini ‘97’nin ikinci yarısında önemli bir mecraya çeken Deri ve Ambar-Nakliyat işçilerinin yanı sıra Reslan, Tıbset ve Brandi işçilerinin direnişlerinden bahsetmeden geçilemez. Yazının ana teması, bu direnişlerin ayrıntısını ve özgünlüklerini işlemek olmadığı açıktır. Fakat bu direnişlerin temel fikrini kavramadan genel bir sonuca gidilemeyeceğini anlamak ve öğrenmek gerekiyor. Brandi, Reslan ve Tıbset direnişi işten atmalara ve sendikasızlaşmaya karşı bir direniş olsa da, temel fikri tek tek direnişlerin yenilmesinin kaçınılmaz olacağı esprisiyle ortak bir örgütlenme temelinde ortak bir direnişin örülmesinin temellerinin atılmasıdır. Onların “Ortak Komite Ortak Direniş” fikrinin önemi de burada yatıyor.
Belki daha birçok sayısız grev ve direnişten bahsetmek mümkün olsa da, ‘97’nin ana karakterini kavramak için bu örnekler bize yeterli bir bakış sunabiliyor. Ancak ‘97’yi arkada bırakırken 11 Aralık kamu emekçilerinin genel grevi özel olarak anılmaya değerdir.
İşçilerin tekil ve bölgesel hareketlerinin yanı sıra, yüzbinlerce emekçi memurun, uzlaşma ve reformcu çözümlere karşı fiilen sokağı göstermesi önemli bir devrimci damarı ifade eder. Aynı zamanda çözümün yolunu gösterir. Gerçekten kamu emekçilerinin bu eylemi, sadece sendikalı memur emekçilerini ve onun dışına taşan diğer kamu emekçilerinin eğilimini göstermekle kalmamış, aynı zamanda işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin de eğilimini yansıtmıştır. Bu yönüyle oldukça önemlidir. Şimdi her sektör ve ayrışık noktalarda duran emekçilerin bu ortak eğilimden, birleşik bir plan dahilinde örgütlenmeleri kaçınılmazdır. Aslında bu genel grev hareketinde de görüldüğü gibi, işçi sınıfının ve kamu emekçilerinin eğilimini yansıtmasının yanı sıra, aynı zamanda onları etkileyerek de bir gelişme ivmesi kazanmış olması yeterince anlaşılabilmelidir. Çıkarılacak önemli sonuçlardan biri şudur: Bu genel grev, işçi sınıfının öncü güçleriyle sınırlı bir desteğe dönüşmüştür. Oysa sınıfın genel eğilimi ve içten içe biriken potansiyel açığa çıkarılmakta geri bir konumu ifade etmiştir.
Söylediğimiz gibi sınıfın ve emekçilerin genel bir eğilimi olan bu genel grev, 1997’deki sınıfın ve emekçilerin çıkış mücadelesinde de bir eğilim olarak varlığını korumuştur. 3 Ocak’ta 300 bine yakın işçinin Ankara’da buluşması, ‘97 1 Mayıs’ında bütün engellemelere rağmen yüzbine yakın emekçinin alanda toplanması ve çok sayıda lokal eylem ve grevlerin varlığı, sürekli bu eğilimin genel sonuçlarıdır. Demek ki, sınıf hareketi çözümün sokaktan geçeceğini biliyor. Burada onu geriye çekmek, “kitle hazır değil” söylemi ile reformcu hayaller yaymak niyetlerden bağımsız gerçeğin bir tanımı değildir. En çok “kitle hazır değildir” denilen emekçi memurlar durumun hiç te söylendiği gibi olmadığını gösterdi. 400 bin civarında üyesi olan KESK’in çağrısıyla ki, bunların büyük bir çoğunluğu da atıl üye durumundadır, bu gerçeğe rağmen bir milyon emekçi memur hayatı durdurabilmiştir. Bu da gösteriyor ki, en olumsuz koşullara rağmen işçi sınıfı ve emekçi kitleler mücadeleye ve mücadele koşullarına hazır bir kimliği ifade etmektedir.
Kuşkusuz burada DİSK’in Ankara Yürüyüşü’nü de belirtmek gerekmektedir. Her ne kadar bu yürüyüşe katılım sınırlandırılsa ve katılımcıların önemli bir kısmı sendika bürokratları olsa da, hem yürüyüş güzergâhında karşılamaların kitleselliği, hem de Ankara’daki kitlesel gösteri sınıfın mücadele azmini perçinleyen gelişmeler olarak değerlendirilebilir.
5- Devrimci Proletaryanın ‘98’deki Hareket Planı Ne Olmalıdır?
Burada adını anmadığımız sayısız direniş ve grevlerin varlığı, işçi sınıfının 1997 yılında, kendisine yönelmiş olan kapsamlı saldırılara karşı bir sınıf duruşunu ifade etmektedir. Bu eylemlerin hemen tümü yerel ve bölgesel düzeyde kalmış, bir üst noktaya sıçrayabilecek ve giderek birbirinden yalıtılmışlıktan kurtarılacak bir politik yönelim yaratamamıştır. Bu uğurda önemli sayılması gereken girişimler olmuştur. Bunlardan birisi, Tuzla havzasındaki genel grev eyleminin başarıyla sürdürülmesiydi. Bu eylem yalnız Tuzla havzasındaki deri işçilerini değil, diğer bir kısım sektörleri de harekete çekmiş ve semt yoksullarının desteğini alabilmiştir. Bu uğurda ikinci örnek
Tıbset, Reslan ve Brandi işçilerinin eylemidir. Henüz bir sonuca ulaşmasa da “Ortak Komite, Ortak Direniş” şiarını somutlaştırarak bu yolda küçük de olsa bir adımı gündemlerine taşımaları, gelecekteki sürecin ipuçlarını göstermesi bakımından önemlidir. Aynı şekilde birçok Organize Sanayi Siteleri’nde, veya aynı bölge ve havzada bulunan farklı sektörlerden işçilerin giderek ortak mücadele ve ortak dayanışma fikrinin yaygınlık kazanması, bu sorunun sınıfın gündemine girdiğini göstermektedir. Mesela çorap işçilerinin ilk defa bu kapsamda eyleme geçmesi sonucunda Çorap İşçileri Derneği’nin bir sendika tarzında gelişmesi ve büyümesi, tekstil sektöründe ağır çalışma koşullarına karşı yeni bir mücadele tarzının ve örgütlenme sürecinin gelişmesi, örneğin Zümrütevler’de Konfeksiyon İşçileri Birliği’nin (KİB) adım adım örülmesi, Bursa deri işçilerinin dişe diş mücadele sonucu işverenin kalelerinin çatırdayarak sendikal örgütlenmenin derinleşmesi, hatta önderlik konumundan ve politik yöneliminden bağımsız olarak, Bursa’da birçok sendikanın bir araya gelmesiyle Bursa Sendikalar Birliği’nin kurulması, enerji işkolunda termik santralleri çalışanlarının işgale kadar uzanan direngen tutumları ve daha sayısız birçok örnek sınıf hareketinin yönünü çizmiştir.
Şu gerçek şimdi bir kez daha ‘97’de sınıf hareketinin tarihinden anlaşılmıştır ki; sendikal bürokrasi ihaneti aşılmadan (ki bu ihanet komünist bir önderlik tarafından aşılabilir) sınıf hareketi devrimci bir mecrada yürüyemeyecektir. Adı geçen onlarca direniş ve grevin önündeki temel engellerden birisi sendikal bürokrasinin hain tutumudur.
Küçük bir istisnayı bir tarafta tutarsak, bütün bu direniş ve grevler sendikalara rağmen yapılmıştır. Başka bir deyişle sınıfın ileri ögeleri sendikaların engellerini aşarak eylemleri örgütlemişlerdir. Bırakalım bu eylemlere desteği, bu hainler tersinden eylem ve direnişleri kırmak istemişler, jurnallemişler ve işi, öncü işçileri devletin güvenlik kurumlarına teslim etmeye kadar azıtmışlardır.
O halde sınıf hareketinin öncülerinin, bu engeli aşabilecek karşı taktik planları, anlaşılır, kavranabilir ve sınıfı kucaklayabilir bir tarzda devreye sokmaları gerekmektedir. Bunların neler olduğu ve nasıl olacağı tümüyle ayrı bir değerlendirme konusu olacağından burada ayrıntısına girmiyoruz.
Eylemlerin nedeni olarak gündeme gelen esas gerekçenin başında, özelleştirme ve sendikasızlaştırmaya karşı direnişler gelmektedir. Bu sendikasızlaştırmanın, genel anlamda örgütsüzleştirmenin kaynağıdır. Burjuvazi bütün bu saldırı planının yanı sıra bazı temel ve stratejik sektörlerde sınıfı içerden eriten, bozan ve birbirinden yalıtan üretim tekniklerini de yavaş yavaş devreye sokmaktadır. Esnek üretim, grup üretimi, kalite çemberleri, işçileri fabrikaya ortak etme aldatmaları ve daha bir dizi önlemleri de gündeme sokmaktadır. Ama bugün işçilerin en korkulu rüyası, işini kaybetme kaygısı olmaktadır. 12 milyon işsizin olduğu bir ülkede işini kaybetme korkusu cidden önemsenmesi gereken bir husustur. Böylece bir psikolojik korku sınıfın gerek sendikal örgütlenmelerinde, gerekse politik mücadeleye atılımında önemli bir ayak bağıdır.
Bu gerçekler yeterince açık ve öğreticidir. Ancak sınıfın yaşamı dayanılmaz bir noktaya gelmiştir. Bu ise devrimci bir ortamın doğmasını derinleştiren temel bir nedendir.
O halde, ‘98’de hareket planımız ne olacaktır?
Marksist leninist komünistlerin hareket planı bu olguların kavranması üzerinde yükselecektir. Bunları bir formülasyon tarzında ortaya koyarsak, şunları belirleyebiliriz:
1- ’98’de yönelimimizin temel unsurlarından birisi özelleştirmeye karşı, stratejik öngörümüz doğrultusunda taktik planlarımızı devreye sokmaktır. Bunun hareket yönü Özelleştirme Karşıtı Platform’unu (ÖKP) yaygınlaştırmak, işlevli hale getirmek, temel öngörü doğrultusunda politik mücadele sürecine sıçratabilecek slogan ve araçları devreye sokmaktır. Özelleştirme furyası salt Türk burjuva yönetiminin bir saldırısı değildir, tam tersine bunun emperyalist-kapitalist dünyanın, başka bir deyişle “yeni dünya düzeni”nin uluslararası işçi hareketine karşı stratejik bir saldırısı olduğu bugün artık iyice görülmektedir. Uluslararası boyutta olan bu saldırının engellenmesinin yolunun Liverpool liman işçilerinin de söylediği gibi aynı tarzda uluslararası işçi hareketinin ortak bir tarzda direniş geliştirmesine bağlı olduğu özellikle kavranmalıdır. Bu ise hem sektörler düzeyinde (yani sendikalar düzeyinde), hem de ÖKP düzeyinde daha fazla uluslararası ilişkilerin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
ÖKP’nin derinleştirilmesinde marksist leninist komünistlerin geliştirmesi gereken politik yönelimlerden birisi de, özelleştirmeye karşı çıkan bazı siyasi çevrelerin geliştirmiş olduğu reformist (düzen içi) politikaların deşifre edilmesidir. Bilindiği gibi bazı siyasi çevreler veya kişiler (Mümtaz Soysal örneğinde olduğu gibi) özelleştirmelere karşı bürokratik tekelci devlet kapitalizmini savunan görüşleriyle ortaya çıkıyorlar. Bu konuda marksist leninist komünistler, sendikal bürokrasinin ve sol kemalistlerin geliştirdiği sistem içi özelleştirme karşıtı anlayışları mahkûm edecek bir politik tarzı geliştirmek zorundadırlar. Bu alanda ayrıntılı bir plan geliştirilmelidir.
2- Ülkede, sınıfın ve emekçi halkın bütün bölükleri, yaşamın çekilmez bir boyut aldığını biliyor. Çalışan da çalışmayan da büyük bir yoksullaşmanın girdabına çekilmiştir. Dolayısıyla bu üretim-eğitim birimlerinde yeni kavgaların habercisidir. Tek tek fabrikalar, atölyeler veya işyerlerinde grevler, iş yavaşlatmalar, boykotlar, direniş ve gösteriler sürdürülüyor. Son 10 yılın biyografisi de bunun böyle olduğunu gösterdi. Bu eylemler birbirinden yalıtılarak geliştirildi. Lokal düzeyde kaldı. Yerel eylemler hem aynı bölgedeki farklı sektörleri harekete geçirmedi, hem de şehir düzeyinde ve giderek ülke düzeyinde bir sıçramaya yol açmadı. 1989 bahar eylemleri, 3 Ocak 1991 ve en son emekçi memurların 11 Aralık genel grevi bu yolda atılmış önemli kilometre taşlarıdır. Ama yine de kavga ülke çapında bütün sektör ve kuramların genel grevi noktasında evrimleşememiştir. Marksist leninist komünistlerin sürekli yaptıkları “Genel grev, genel direniş” çağrısının yaşam bulması ve bunu bir propaganda sloganından çıkararak eylem sloganına dönüştürecek bir tarz geliştirmeleri pratik olarak olanaklıdır.
Şimdi bunun yolunun açılmasının temel bileşeni, sınıf ve emekçi hareketin yerel ve bölgesel plandan başlamak üzere geliştirilmesinin olanaklarını mümkün kılmak ve giderek şehir ve ülke düzeyine taşınabilecek bir Birleşik İşçi-Emekçi Hareketi’nin yaratılmasının imkânlarını açığa çıkarmak ve ‘98’de bu süreci anlamlı kılacak mekanizmaları inşa etmektir. ‘97, bu bakımdan yeterli ve önemli deneylere sahiptir. Tuzla Genel Grevi, 1 Mayıs deneyleri, emekçi memurların 11 Aralık ‘97 genel grevi, Brandi, Reslan ve Tıbset deneyleri, Bursa deri işçilerinin deneyleri ÖKP ve daha bir dizi deney şu gerçeği öğretmiştir: Sınıfın dipten gelen dalgalanması fırsat ve olanaklar ölçüsünde kendini suyun üstüne sıçratabiliyor. O halde bu tek tek sıçramalı dalgaları, yine kendi bulundukları yerde daha yükseğe sıçratacak, ama bütün bu sıçramalı dalgaları tek bir gövdede büyük bir dalga merkezinde buluşturacak temelleri atabilmek. Bunun imkânsız olmadığını anlamak gerekiyor.
Öncelikle şunlar olmalıdır: Sendikalar, kurumlar ve diğer örgütler daha sağlam bir zeminde yeniden örgütlenmelidir. Deyim uygunsa koşulların nesnel gerçekleri temelinde örgütler reorganize edilmelidir. Bu birinci önkoşuldur. İkincisi, bu organ, kurum ve sendikaların gücünü ve enerjisini boşa harcamadan bir plan dahilinde, ancak her an taktik planı devreye sokabilecek hızda ve esneklikte olmak üzere bölüm, sektör, kurum vb. şovenizmine düşmeden topyekün bir aktif savunmaya geçebilecek, gerektiğinde koşulların elverişli durumunda saldırı tarzına geçebilecek bir birleşik örgütlenme mekanizmalarının yaratılmasını sağlamaktır.
Bunun için genellemelerden ve soyutluklardan kurtulacak, öznel ve somut politikaları derinleştirmeye ihtiyaç olduğu anlaşılmalıdır. Örneğin ÖKP oluşturulduğunda, bu platformu daha kalıcı bir tarzda inşa edecek, önündeki sorunları bir plan dahilinde daha da somutlayacak, doğrudan önderliğimiz olmasa bile sorun ve ihtiyaçlarına yanıt verecek açılımları geliştirmek tarzında hareket edebildiğimizi söyleyebilir miyiz? Amaç bağcıyı dövmek olmadığına, tersine üzüm yemek olduğuna göre kendimizi bu süreçte geliştirici, olumlu tarzda müdahale ederek ilerletici bir çalışma tarzını egemen kılmak yeterince anlaşılır bir tutumdur.
3- Emekçi memurların direnişi son genel grevle bir kez daha açığa çıktı ki, ülkedeki emekçi hareketin bileşenlerinden vazgeçilmez motor güçlerinden biri olmaya devam edecektir. Kendi içinde somutlanan ve bir temele oturan fiili ve meşru mücadele çizgisi, KESK önderliğinde somutlanan ve kendi gücüne güvenmeme, dolayısıyla hareketi reformcu bir mecraya çekme eğilimine ağır bir darbe indirmiştir. Ancak, 11 Aralık eyleminin olumlu havası içinde yeterli bir şekilde reformcu politikalar açığa çıkarılamazsa bu başarı, reformcu önderliğin hanesine yazılabilir. O halde bu alanda faaliyet yürüten kadrolar, hareketin önündeki temel engel olan reformcu ve bürokratik engelleri aşabilecek ve kitleyi kucaklayacak bir tarz geliştirirlerken, bunu “fraksiyonel” bir tarzda değil, komünist önderlik tarzında yapmanın hayati önemi yeterince kavranabilmelidir. Başka bir yaklaşım da şu olmalıdır: Kamu emekçilerinin daha fazla enerjik bir tutumla işçi sendikalarını, daha da önemlisi sendika şube ve temsilcilikleriyle geliştirecekleri ilişki ve bağlantıları bürokratlaşma tarzında değil, tersine devrimci bir tarzda geliştirilmesinin vazgeçilmez önemi yeterince bilince çıkarılmalıdır.
4- Kürt ulusal direnişi giderek Batı’yı etkiliyor. Kürt sorunu, on yıllardır çözülmeyen bir sorun olarak duruyor önümüzde. Kürt ulusal direnişi sömürgeci faşizmi krize sürüklerken, Batı’da emekçi yığınlar için güvenilir bir müttefik olarak hala tarih sahnesinde yerini koruyor. Şimdi Kürt ulusal devrimci direnişinin zafere ulaşmasının yolunun Türkiye işçi ve emekçilerinin mücadelesinin desteğine bağlı olduğu yeterince anlaşılmıştır. Ancak bu destek yeterince Batı’dan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine taşınamamıştır.
Kürt ulusal hareketi, gerek çıkışsızlık ve gerekse de taşıdığı zaaflar nedeniyle giderek daha fazla reformcu bir doğrultuya endekslenmiş bulunuyor. Ancak bunun da sorunu daha da çözümsüzlüğe sürüklediğini, sürükleyeceğini anlamak gerekiyor. Şimdi görev Batı’da HADEP başta olmak üzere diğer tüm yurtsever çevrelerle daha sağlam temellerde ortak hareket planı geliştirebilmeliyiz. Bunun ilk elden yolu, politikalarımızı anlaşılır hale getiren ilişki ve dostluğu geliştirmektir.
Zira Batı metropollerinde büyük bir Kürt nüfusu yoğunluğu vardır. Ve bu nüfus yoksul emekçi bir potansiyeli oluşturmaktadır. Eğer bu nüfus mücadeleye çekilmezse koşullardan dolayı asimilasyona uğrayarak hem Kürt ulusal direnişinden, hem de genel olarak devrimci mücadeleden koparak sisteme eklemlenebilir.
5- Türkiye’de 12 milyon işsiz olduğu biliniyor. Bu işsizler semt varoşlarında yaşıyor. Bunlar önemli bir devrimci potansiyeli barındırıyor. Öncelikle işsizlere ilişkin anlaşılır bir politika geliştirilmelidir. İşsizler, işçi gibi, yani bir işyerinde çalışan bir emekçi gibi ele alınarak özgün bir politikayı gerektiriyor. İşsizlere dönük yeni bir örgütlenmeye (“İşsizler Sendikası” gibi) gidebilmeliyiz. Ayrıca her sendika ve benzer örgütlerde işsizler komitesi kurarak yeni açılımlar geliştirmeliyiz. Sözgelimi Birleşik Metal-İş üyesi iken işten atılan bir işçinin sendika üyeliği devam etmeli, bu arkadaş bu sendikanın “İşsizler Komitesi”nde faaliyet yürütebilmelidir. O zaman özelleştirme sonucunda işten atılanlar, örgütsüz kalmayacakları gibi özelleştirmeye karşı mücadelede daha diri ve savaşkan özellikleri koruyacaklardır.
6- Semtlerin varoşlarında yaşayan farklı mesleksel-dinsel ve ulusal kimliklere rağmen, ortak emekçi-sınıfsal mensubiyet, bu kesimlerin gelecekte daha da yeni bir mücadele dinamizmini yaratacak gelişmelere gebe olduğu gerçeğini gösteriyor.
Varoşların hem antifaşist mücadelenin üsleri olarak taşıdığı stratejik önemi, hem de fabrikalara geçişte bir köprü rolünün önemi son derece açıktır.
Konumuzla sorunu sınırlarsak, sınıf çalışmasında semtlerin rolü en parlak şekilde marksist leninist komünistlerin II. Kongre Belgeleri’nde gösterilmiştir.
Şimdi görev, bu öngörüler doğrultusunda ‘98’de yeni bir hareket planını oluşturmak olmalıdır.
7- Hareket planı içinde vazgeçilmez bir tarzda yeniden vurgulanması gerekenlerden birisinin de, mutlak surette sendikal bürokrasiyi geriletecek bir çalışma tarzının geliştirilmesidir. Bunun genel geçer bir yolu yoktur elbet. Belki de en çok tartıştığımız konuların başında gelmektedir. Sendikalar içindeki faaliyeti “kahrolsun-yaşasın” tarzından çıkarıp, somut ve kavranabilir bir tarzda yeni ilişkiler ağıyla ele almalıyız. Daha da önemlisi sendikalar içindeki çalışmanın bugünden yarına sonuç alıcı bir çalışma olmadığı bilinciyle hareket ederek, yeni bir tarzı geliştirebilirsek, sorunun çözülememesi gibi yeni bir umutsuz kadro biçimlenmesini aşar ve bu uğurdaki kavgamızın meyvelerini toparlayabiliriz.
O nedenle ‘98’de bu alandaki çalışmalarımız bütün alanlarda olduğu gibi yeniden kendini üretmesini bilecektir.
6- Sonuç
1998’de sınıf ve emekçi hareketinde yeni yükseliş belirtileri ‘97’de emekçi memurların genel greviyle müjdelendi. ‘98, yeni mücadelelere gebedir. Ancak önümüzdeki temel handikabın sınıfın farklı mecralardan akarak gelen eylemlerini nasıl tek veya birkaç kanalda birleştirebileceği sorunudur. Dikkatler buraya odaklanmalıdır. Eğer bu başarılır ve bu uğurda ileri bir adım atılabilirse sömürgeci faşizmin halklarımız üzerindeki terörünün bir kader olmadığı görülecektir.
Elbette bunu başarmanın yolları vardır. Kimse böyle bir ağır görevin altında umutsuzluk yaymamalıdır. Eğer sorun yeterince kavranır, hareket planımıza uygun bir politik girişkenlik başarılırsa, bu görevin altından da kalkabiliriz. Oldukça yoğunlaşmış deneylerin varlığı çalışmalarımızda bir esin kaynağı olacaktır.