Karşıdevrimin zor ve şiddet yoluyla devrimci hareketi teslim alma, tasfiyeciliği, legalizmi ve parlamentarizmi dayattığı koşullarda bir komünist örgütün nasıl küçük burjuva reformcu bir parti haline geldiğinin bilinmesini okuyucularımızın bilgisine sunmayı devrimci sorumluluğun bir gereği olarak gördük. Bu nedenle elimize posta yoluyla ulaşan “Bir Devrim Partisinden Toplumsal Reformlar Partisine TDKP” başlıklı marksist leninist komünistlerin düşüncelerini içeren yazıyı olduğu gibi yayınlıyoruz.
* * *
TDKP'nin yakın döneme değin -önemli zayıflıkları olan- komünist bir örgüt olarak değerlendiren partimiz, son yıllarda bu örgütte meydana gelen olumsuz gelişmeleri yakından izliyordu. Merkez Komitemiz bu gelişmeleri örgüt-içi bir tartışmanın konusu yapmayı kararlaştırmış ve hazırladığı bir taslak metnini Aralık 1996'da üye ve aday üyelerine sunmuştu. Partimiz, bu tartışmanın ardından TDKP'nin, artık komünist bir örgüt olmaktan çıktığı ve küçük burjuva reformist bir örgüt haline geldiği sonucuna varmış bulunuyor. TDKP'nin tarihsel gelişimini ve bugününü ana çizgileriyle değerlendiren aşağıdaki yazı, bu parti içi tartışmanın vargılarını devrimci kamuoyunun dikkatine sunmaktadır.
TDKP (Türkiye Devrimci Komünist Partisi)'nin tarihi, diğer devrimci örgütlerin tarihine göre bir dizi özgünlüğü olan bir örgütün tarihidir. Bu özgünlüklerin kavranması onun gelişim eğrisinin yakından irdelenmesi ve çok yönlü bir tarzda ele alınmasıyla olanaklı olacaktır. Böylesi bir irdeleme, TDKP' nin bugün kendisini edimsel olarak tasfiye etmiş olmasının hiç de rastlantısal olmadığını gösterecektir. Burada TDKP'nin siyasal evriminin özet bir tablosunu sunmaya çalışacağız.
Her şeyden önce, sağ oportünizm ve kendiliğinden gelmeciliğin önünde boyun eğme eğiliminin, 12 Mart darbesiyle uğranılan yenilginin ardından 19-1-75'de yeniden kuruluşundan bu yana TDKP'nin -o zamanki adıyla THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu)- yakasını hiçbir zaman bırakmamış olduğunu belirtmeliyiz. Bilindiği gibi, 1971 sonrasında, 1971 döneminin diğer iki ana devrimci örgütü TKP(ML) ve THKP-C gibi, THKO da bir toparlanma ve yeniden diriliş evresi yaşadı. Bu örgütlerin, 1971 deneyimlerini ve onun da ötesinde kendi ideolojik, siyasal ve örgütsel konum ve çizgilerini eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutmaları, onların saflarında çeşitli ayrılıklara ve bu üç ana örgütten, sayıları zamanla daha da artacak olan bir dizi yeni örgütün doğmasına yol açacaktı. THKO'nun geride kalan ve kavgayı sürdüren kadroları bu süreçte, esas olarak, 1980'de TDKP adını alacak olan kanatla, gene 1980'de TKEP (Türkiye Komünist Emek Partisi ) adını alacak olan kanat arasında saflaştılar. 1975-'76 yıllarında gerçekleşen bu saflaşmada, eski THKO kadrolarının azınlığını kucaklayan ve o sıralar kendini THKO-MB (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu-Mücadelede Birlik) olarak adlandıran kanat Sovyet modern revizyonizminin ideolojik ve siyasal konumlarına yönelirken, TDKP'nin önceli olan ve eski kadroların çoğunluğundan oluşan THKO farklı bir ideolojik-siyasal evrim yaşadı. Daha sonraları TDKP adını alacak olan "yeni" THKO, eski 'THKO'nun maceracı, sol kemalist çizgisine ve teorik ilkelliğine ve yoksulluğuna karşı savaştığı gibi Sovyet modern revizyonizmine karşı da tutum aldı. Ama THKO'nun zamanla ve giderek artan ölçüde maoizme yönelmesiyle el ele gidecek olan bu süreç, aynı zamanda bu örgütün önderliğinin, maceracılıktan ve küçük burjuva devrimciliğinden kopuş adı altında sağa doğru savrulması biçimini de alacaktı.
İşte, TDKP'nin tüm siyasal yaşamı boyunca yakasını bir türlü kurtaramayacağı ve onu hep karakterize edecek olan sağ oportünizm, kendiliğinden gelmeliğe boyun eğme ve hareketin nesnel yanını öne geçirme eğiliminin tohumları tam da bu dönemde atıldı. 1974-75'te yaşadığı yeniden toparlanma sürecinde, THKO'nun geçmişin sol kemalizminin yanısıra, fokocu ve maceracı kitle çizgisi anlayışını eleştirirken, devrimci irade ve inisiyatifin ve öncünün kahramanlık ve özveri ruhunun muazzam rolünü unutmaya ve hatta edimsel olarak yadsımaya yönelmesinin, bu örgütün siyasal evrimini anlamak bakımından son derece büyük bir önem taşıdığının altı çizilmelidir. Bugünden dönüp geriye bakıldığında şu çok daha net olarak görülüyor: TDKP sağ oportünizm, kendiliğinden gelmeliğe boyun eğme ve hareketin nesnel yanını öne geçirme eğilimini, işte tam da bu dönemde kolektif siyasal kişiliğinin kopmaz bir parçası haline getirmiş ve o 1990'ların ikinci yarısında kendi kendini tasfiye etmesinin öznel koşullarım ve üzerinde yükseldiği ideolojik-örgütsel zeminini işte tam da bu dönemde oluşturmuştur. Bu eğilim; hareketin nesnel yönünün önünde boyun eğişte ve devrimci irade ve inisiyatifin muazzam rolünün yadsınmasında olduğu gibi, THKO'nun teorik inşayla örgütsel inşa arasındaki bağı keyfi bir biçimde koparmasında, 1976'da D. Perinçek'in TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi)'yle 'Proleter Devrimcilerin Birliği'ni tartışmaya girmesinde ve gene 1976'dan itibaren yoğunlaşmaya başlayan antifaşist kavgada tuttuğu geri ve pasif tutumda da yansıyacaktı. TDKP'nin, 12 Eylül askeri-faşist darbesi öncesinde içi boş ve göstermelik bir barikat edebiyatı tutturduğu devrimci kamuoyumuzda iyi bilinir. Ama o, bu söyleminin tersine, devrimci yükselişin yaşandığı 1980 öncesinde, işçi sınıfı ve gençlik hareketinde var olan devrimci potansiyeli anlama, oralardaki saklı rezervleri açığa çıkarma ve bunları yaşama geçirmeyi olanaklı kılacak taktik planlar yapma noktasında hep tutuk kaldı. Hareketin görünen yanlarının peşine takılan TDKP, yükselmekte olan kitle hareketine devrimci tarzda müdahalede bulunma, bunun için gerekli devrimci politikaları oluşturma, gerçekten devrimci bir işçi sınıfı partisini oluşturma ve geliştirme konularında hep kuyrukçu ve kendiliğindenci bir rota izleye geldi. peş peşe gelen bir dizi muharebeyi önceden görmeyi, buna uygun taktiksel planlar oluşturmayı amaçlamadığı gibi, kendisini bu planları bilinçli ve iradi bir biçimde yaşama geçirmeye çalışan bir komünist partisine dönüştürmeyi de asla amaçlamadı. Bu koşullar altında, hareketin öznel yanıyla ilgilenme diye bir derdi olmayan ya da çok zayıf olan TDKP'nin durum kaydedici bir örgüt olmaktan ileri gitmesi beklenemezdi. Bu kuyrukçu konumunu "sol" bir söylemle kamufle etmeyi alışkanlık haline getirmiş olan TDKP, 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce, yani kitle hareketinin zayıflamaya ve yorgunluk belirtileri göstermeye başladığı bir momentte 'saldırı taktiği'ne geçilmesinden bile söz etti. Ama her zaman olduğu gibi, o dönemde de bunun gerektirdiği siyasal ve örgütsel görevler konusunda açık ve net bir plan ortaya koymadığı gibi, bu saptamasına uygun gerçek bir hazırlık da yapmadı. "Karşıdevrime karşı, devrimi örgütlemek" üzerine bir şeyler gevelemekten öte gidemedi. Aslında TDKP, kendi siyasal ve örgütsel gerçekliği ile imajı ve söylemi arasındaki giderek derinleşen -bu ikinci Enternasyonal oportünizmine özgü- çelişmeyi hep yaşadı. Öte yandan o "Mao Zedung Düşüncesi"ni reddettikten sonra ideolojik planda bir nitelik sıçraması yapmasına ve komünist bir grup haline gelmesine karşın eyleminin içeriğini köklü bir biçimde dönüştüremedi ve faşist rejime ve kapitalist sisteme karşı bütün cephelerde kesin ve açık bir teorik ve pratik tavır geliştiremedi.
Gene de belirtmeliyiz ki, 1971 devrimci hareketini sahiplenmesi, özellikle o dönemin THKO kadrolarının büyük çoğunluğunu bağrında toplamış olması, düzenli bir biçimde dağıtılan bir haftalık gazeteyi yayınlamayı başarması, gençlik içinde önemli bir mevzi tutabilmesi (YDGF örgütlenmesi) vb. devrim ve sosyalizmin prestijinin görece yüksek olduğu ve kitle hareketinin gelişmeye yüz tuttuğu bu dönemde TDKP'ye belli ölçülerde gelişme olanağı sağladı. AEP'nin ve Enver Hoca'nın rehberliğini kabul ederek 1977'de "Üç Dünya" teorisine karşı çıkan THKO, Ekim 1978'de topladığı konferansta TDKP-İÖ (Türkiye Devrimci Komünist Partisi -İnşa Örgütü) adını aldı ve 1979'da gene AEP ve Enver Hoca'nın ardından revizyonist "Mao Zedung Düşüncesi"ni ret ve mahkum etti. Bütün bunlar onun küçük burjuva devrimciliğinden daha da fazla uzaklaşmasını ve sözkonusu oportünist zaaflarını muhafaza ederek- marksizm-leninizm oturmasını ve zayıf bir komünist akım haline gelmesini sağladı.
Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, TDKP, hiçbir zaman küçük burjuva demokratizmiyle marksizm-leninizm arasında kesin ve kalın bir çizgi çekemedi ve küçük burjuva dünya görüşünden tam ve geriye dönüşsüz bir biçimde kopamadı. 1971 yenilgisinin ardından içine girilen yeniden değerlendirme sürecinde marksizm-leni- nizm bazı genel doğrularını sağ bir yoruma tabi tutarak ve doğmatik bir tarzda savunmaya başlayan THKO önderleri, görece kısa bir süre içinde "Mao Zedung Düşüncesine sarıldılar. Kendilerini yere göğe sığdıramayan bu kişiler, Parti Bayrağı'nın Ekim 1978'de yayımlanan 8. sayısında yer alan bu yazıda bu gelişmeyi şöyle değerlendiriyorlardı: "THKO-gelişme süreci içinde revizyonizmi, troçkizmi, maceracılığı ve her türden oportünizmi alt etti... '70 sonrasında ve uzun bir dönem bir programa bile sahip olmayan 40-50 kişilik bir gerilla örgütü, bugün marksist leninist bir program ve derinlemesine teorik temellerine sahip bir komünist örgüt durumundadır. O, artık parıldayan bir güneş gibidir. Türkiye'de şimdiye kadar hiçbir zaman, hiçbir akım ve kişi tarafından ortaya konulmamış -Mustafa Suphi yoldaşın bu konudaki girişimlerini anmalıyız- yepyeni ve çürütülemez bir çizgiye...sahiptir." Ama, daha Ekim 1978'de "yepyeni ve çürütülemez bir çizgiye" sahip olduğunu ileri süren TDKP, 1980'de bile teorik bir berraklığa kavuşamamıştı. TDKP'nin revizyonist "Mao Zedung Düşüncesini ret ve mahkum etmesinden görece kısa bir süre sonra, Şubat 1980'de yaptığı l.(Kuruluş) Kongresi'nde kabul ettiği program hala Türkiye'nin yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğu, demokratik devrim aşamasında ulusal burjuvaziyle ittifak yapılabileceği, ülkemizdeki demokratik devrimin özünde bir toprak devrimi olduğu vb. bir dizi maoist formülasyon içeriyordu. Daha da ilginci, TDKP 'nin bu programını ve dolayısıyla onun içerdiği Maoist formülasyonları bugüne değin, hala resmen değiştirmemiş olmasıdır.
Öte yandan, TDKP'nin tasfiyecilikte konaklamasında, onun bu zaaflarının yanı- sıra, kolektif siyasal kişiliğine damgasını vuran bürokratik eğilimin, onun kendine özgü örgütsel biçimlenmesinin de payı var. Ya da daha doğrusu, leninist bir örgütsel işleyiş tarzını ve örgüt kültürünü hiçbir zaman gerçekten edinemedi. Bu leninist olmayan tarz, zamanla giderek derinleşecek ve bir çizgi haline gelecekti. Öyle ki, TDKP önderliği, doğru ya da yanlış, geliştirdiği yeni politika ve taktikleri, ciddi ya da herhangi bir direnme ile karşılaşmadan örgüte kabul ettirir oldu. Bu örgüt, tutarlı komünist partilerinin gelişiminde bir "iç kuvvet" kaynağı olan özeleştiri silahını, gerçek anlamda hiçbir zaman kullanamadı. Örgütün önderlerinin giderek bürokratik bir karakter kazanan ve kibirlilik ve sekterizmle birleşmeye başlayan otoritesi, böylesi bir gelişmeyi engelleyen en önemli faktörlerden biri oldu. Ve bu da, TDKP'yi dinamizmden ve iç savaşım geleneğinden yoksun kıldı.
Böyle olunca, TDKP kadrolarında, bağımsız düşünme, tartışma ve sorgulama alışkanlığı gelişmedi. Bu koşullarda, kadrolarda komünist siyasal kişilik oluşumu bir norm düzeyine yükselemedi ya da böylesi bir kişilik oluşumu çok zayıf kaldı. Komünist bir örgütsel kolektif içerisinde her kadronun etkili ve "aktif" birey olmayı başarması ve bu düzeyi yakalaması, ona kolektifin tüm yaşamındaki gelişmelere aktif bir tarzda müdahale olanağı sağlar ve sağlamalıdır da. Oysa, TDKP'nin bu noktadaki muazzam geriliğinin bir gelenek biçiminde yerleşmesi, kritik dönemeçlerde TDKP içinde ilke, politika ve taktik sorunlarında ciddi ve sert savaşımların yaşanmasını engelledi. Örgüt içindeki her türlü eleştiriyi bastıran ve tüm muhalefet eğilimlerini nerdeyse düşman ilan etme eğiliminde olan TDKP önderliğinin, ne komünist partilerin gelişiminin motoru olan iç tartışma ve savaşım silahının kullanılmasını ve ne de örgüt içi demokrasinin yerleştirilmesini sağlayabilmesi beklenebilirdi. Örneğin, TDKP 1975 sonlarında bu örgüte katılan, ama 1977'de ondan kopan ve bir bölümü 1979 başlarında TİKB'yi kuracak olan örgüt içi muhalefeti 1980'de şu sözlerle "eleştiriyordu":
"Revizyonist hizipçiler. 1 Mayıs 1977 Kanlı Provokasyonu’yla burjuvazi bütün silahlarıyla THKO'ya karşı saldırıya girişince, içerden onunla birleştiler. Hizip, açıktan açığa yıkıcı-tasfiyeci bir faaliyete girişti."
"GMK (Geçici Merkez Komitesi-bizim notumuz), bu karşıdevrimci hizibi deşifre etti. Niteliklerini sergiledi ve onların ideolojik gıdalarını oluşturan revizyonizmi teşhir etti... GMK, revizyonist elebaşıların giriştiği faaliyeti revizyonist (ancak siyasi bakımdan şekilsiz) antiparti, karşıdevrimci bir faaliyet olarak niteledi" (Kongre Belgeleri, s. 60 ) Bu koşullarda TDKP'de irade ve eylem birliği daha çok biçimsel kaldı ve uysal ruhlu ve silik kadroların, “her şeyi bilen” önderliğe biat etmesi biçimini aldı. Bunun sonucunda TDKP, kolektif akıl, kolektif irade ve kolektif kararların yaratıcısı olan kongre, konferans, iç tartışma vb. kurum, gelenek ve kültürünü de oluşturamadı. Oysa, komünist partilerinin, günlük sınıf savaşımının pratiği içinde kadrolarının teorik ve siyasal bilinç düzeyini düzenli olarak yükseltmesi ve teori ve politikalarını böylesi bir kavrayış düzeyi ve bilgi birikimi temelinde derinleştirmesi, onların yaşamında son derece önemli bir yere sahiptir. Böyle bir tarzın yakalanabilmesi ve yerleştirilebilmesi, partinin üyelerinin önemli siyasal gelişmeler karşısında sağlam ve gerçek bir irade ve eylem birliği sergilemesini, partinin her biriminin ve kadrosunun gelişmelere benzer tepkiler vermesini ve ana çizgileriyle benzer sonuçlara ulaşmasını olanaklı kılar.
TDKP'nin tasfiye edildiği son dönemde pek çok komünist ve devrimci, TDKP içindeki devrimci güçlerin, tasfiyeci yönelime neden engel olmadıklarını, örgütün yasalcı- lığa ve reformizmin limanına yanaştırılmasına neden karşı durmadıklarını sormuşlardır. İşte bu sorunun yanıtı, bir yanıyla TDKP'nin bir türlü alt edemediği oportünist ve menşevik yönelimlerinde ve bir yanıyla da TDKP önderliğinin oluşturduğu bu kadro tipinde, yarattığı bu örgüt kültürü ve geleneğinde saklıdır. Oportünizmin derinleştiği ve tasfiyeciliğe dönüştüğü 1990'lı yıllarda kadroların büyük bir bölümü, işte bu nedenle önderliğin girdiği olumsuz rotaya karşı çıkamamış, ya da çok zayıf bir biçimde karşı çıkabilmişlerdir. Bu durumda, TDKP önderliği tasfiyeci eğilime yer yer karşı çıkan nitelikli kadroları etkisizleştirmeyi ya da tasfiye etmeyi başarabilmiştir. Bu ikincilerin bir çoğu çareyi TDKP'den kopmakta ve diğer komünist ve devrimci örgütlere katılmakta bulurken, bazıları da umutsuzluğa kapılıp düzene karışmışlardır.
TDKP'nin tasfiyeciliğe doğru evriminin en önemli göstergelerinden birisi de, onun, 12 Eylül öncesinden de şampiyonluğuna oynadığı sekterizmini hiçbir zaman köklü bir biçimde aşamamış, hatta tasfiyeci yaklaşımının daha da netleştiği son yıllarda giderek derinleştirmiş olmasıydı. İşçi sınıfı, halk ve devrim saflarında yer alan değişik devrimci parti ve örgütler arasında gerçek ve içtenlikli bir devrimci dostluk kültürü ve geleneğinin yaratılması, hiç de öyle sıradan ve önemsiz bir olay olarak görülemez ve görülmemelidir. Böyle bir görev ve yükümlülük, küçük burjuva demokratizmi ile marksizm-leninizm arasındaki uzlaşmaz görüş ayrılıkları başta gelmek üzere, devrimci saflardaki görüş ayrılıklarının gizlenmesini asla gerektirmediği gibi, bu görüş ayrılıklarının kavgasının verilmemesi gerektiği anlamına da gelmez. Dahası, marksist leninistler, devrimin daha ileri evrelerinde küçük-burjuva demokratizmi ile proleter sosyalizminin karşıt kamplar halinde konuşlanacağını ve sözkonusu görüş ayrılıklarının siyasal bir çatışmaya dönüşeceğini de bilirler. Ancak bütün bunlar, Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin gelişimine büyük zararlar vermiş ve vermekte olan sekterizme ve dar grupçuluğa karşı kararlı bir savaşım verilmesinin ve daha güçlü bir devrimci dostluk ve birlik kültürü ve geleneği yaratılmasının yakıcı önemini ne ortadan kaldırır, ne de azaltır. 1980 öncesinde, neredeyse kendisi dışındaki tüm komünist ve devrimci grupları düşman ilan etme noktasına gelen TDKP önderliği, bu tutumunu 12 Eylül darbesi ve sonrasında belirli ölçülerde yumuşattı ya da belki de yumuşatmış gözüktü. Ne yazık ki, 1990'lardan başlayarak TDKP'nin yeniden eski üslubuna döndüğü görüldü. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, bu örgütün önderliğinin, MLKP-K'nın oluşumuyla noktalanan komünistlerin birliği çalışmasını, TDKP'nin yıkılmasını amaçlayan bir faaliyet gibi gösterme yolundaki demagojik tepkileriydi. Geçerken, TDKP önderliğinin, zamanla daha da fazla gelişen kendini beğenmişliği ve sekterizminin en önemli sonuçlarından birinin de, bu örgütün kadrolarının kendilerini, Türkiye komünist ve devrimci hareketinin diğer bölümlerinden önemli ölçüde yalıtmaları olduğunu anımsatmalıyız. Hatta, kendisini diğer komünist, devrimci ve demokratik parti, grup ve çevrelerden ısrarlı bir biçimde uzak tutmasının, öteden beri TDKP çizgisinin en karakteristik olumsuz özelliklerinden birisi olmuş olduğunu söylemek, hiç de abartma olmayacaktır. Bu olumsuz gelenek, TDKP'nin kadrolarının diğer devrimci güçlerle devrimci anlamda bir karşılıklı etkileşim içinde olmalarını da engelliyordu. Bu gelenek içinde yetişen TDKP kadrolarının, bir yandan kendi önderliklerine karşı eleştirici-olmayan bir bağlılık sergilerken, bir yandan da diğer komünist ve devrimci örgütlerden gelen devrimci eleştirilere kulaklarını tıkayacakları açıktı.
TDKP, yukarda da değinmiş bulunduğumuz gibi, 1979'a değin küçükburjuva devrimci bir güçtü. O, bu süreçte marksizm-leninizmden giderek artan ölçülerde etkilenmiş, önce "Üç Dünya" teorisini, ardından da revizyonist "Mao Zedung Düşüncesi"ni reddetmişti. 2 Şubat 1980'de ilk ve şimdiye değin tek kongresini yapan TDKP, 12 Eylül darbesini, teorisi ve pratiği bakımından oldukça sistemli oportünist, maoist ve bürokratist hatalarla sakatlanmış zayıf bir komünist grup olarak karşıladı. 1981'de hedef olduğu polis operasyonlarında ağır darbeler alarak çökertilen TDKP'nin önderlerinin hemen hemen hepsinin polis sorgulamasında pek de olumlu bir sınav vermediği biliniyor. Bu dönemde sağ oportünist eğilimi daha da derinleşen ve sistemli hale gelen TDKP, 1981-'87 dönemi boyunca siyaset sahnesinde yer alamadı. TDKP'nin giderek daha fazla sağa kaymasında ve sınıf düşmanının saldırıları karşısında örgütün edimsel olarak ortadan kalkmasında; onun önderliğinin-kısmen yukarda da değinmiş olduğumuz-niteliklerinin son derece önemli bir rol oynadığını kaydetmek gerekir. Bir bölümü 1971 THKO'sundan gelen ve bir bölümü de 1975-'79 yükseliş sürecinde gençlik saflarından yetişen bu önderler, kuyrukçu ve sağ oportünist eğilimlerinin yanısıra, marksizm-leninizmin devrimci özünü ve yaşayan ruhunu kavrayamamış ve onun yerine teorinin dogmatik bir versiyonunu geçirmiş olan kişilerdi. Onların, 12 Eylül öncesinde "sol" gevezelikle kamufle etmeye çalıştıkları bu sağ oportünist eğilim, 12 Eylül darbesiyle alınan çökertici ve yüz kızartıcı yenilgiden sonra açık bir sağcılığa dönüşecekti. 12 Eylül darbesinden sonra yayımlanmaya başlayan Devrimin Sesi'nde "Avrupa'daki gibi bir burjuva demokrasisine gereksinimimiz olduğu, ulusal burjuvazinin temsilcisi olarak Ecevit ve çevresinin, işçiler ve diğer halk katmanlarıyla birlikte "anti-emperyalist, anti-feodal bir uzlaşma" içinde yer alması gerektiği vb. yolundaki düşüncelerin dile getirilmesi, işte bunun daha uç göstergeleriydi. Bu örgütün Ocak 1987'de gerçekleştirmeye giriştiği konferans denemesi, iç çatışmalar ve bu arada daha sonra EKİM adını alacak olan "Leninist Kanat"ın ayrılması nedeniyle yarıda kalacak ve TDKP saflarında yaşanan kargaşa ve çözülmenin boyutlarını bir kez daha gözler önüne serecekti. Kabul edilmesi gerekir ki, Türkiye devrimci hareketinin 12 Eylül askeri-faşist darbesiyle aldığı yenilgi, TDKP'de diğer komünist ve radikal devrimci örgütlerde olduğundan daha derin ve daha kapsamlı izler bırakmıştı. Yedi yıl boyunca adeta bitkisel yaşama giren TDKP, bu devrimci-olmayan dönemi sözcüğün gerçek anlamında sorgulayıp irdelemedi. Oysa, Şubat 1989'da yayımlanan, “81-'87 döneminin Sağ Oportünizmine ve Örgütte ve Çalışmadaki İzlerine Karşı Mücadele" adlı broşürde bu dönem şöyle değerlendirilmişti: "Partimizin o dönemde üzerinde bulunduğu platform, siyasi taktikler ve mücadele biçimleri açısından sağ oportünist, reformist ve parlamentarizme doğru eğilim gösteren bir platformdu.... Faşizmin azgın saldırısı ve polis baskısı, partimizin saflarını etkilemiş; bu saldırı ve baskı öncelikle parti merkezinde ideolojik bir sarsıntı ve savrulmaya yol açmıştır" (s. 54) Ne var ki, bu sarsıntı ve savrulma köklü ve deneyli bir analiz ve sorgulamanın konusu yapılmayacak, daha sonraki, gelişmelerin de göstereceği gibi, 1981-'87 dönemine ilişkin olarak yapılan eleştiriler daha çok lafta kalacaktı. Bunun en önemli verilerinden birisi, TDKP'nin kadroları ve tabanının, örgütü olumsuz bir noktaya getiren ve devrimci mevkilerine layık olmadıklarını pratikte kanıtlamış bulunan eski önderlerle uzlaşması ve onlara olağanüstü bir hoşgörü göstermesiydi. TDKP kadrolarının çoğunluğunun, bu örgütün genellikle risksiz ve ağır bedeller ödemeyi gerektirmeyen savaşım yöntemleri ve çizgisi temelinde biçimlendiği hesaba katıldığında onların bu tasfiyeci eğilime bayrak kaldırmamalarının çok da şaşırtıcı olmadığı anlaşılabilir. Aslında TDKP'nin 12 Eylül darbesi sonrasında görece diri kalan kadroları da vardı. Bunlar arasında gerek siyasi poliste ve cezaevlerinde iyi sınav verenler, gerekse de dışarda kavgayı karınca kararınca sürdürmeye çalışanlar bulunuyordu. Ancak bu kadrolar da, TDKP'nin örgütsel gelenek ve kültürü uyarınca üzerlerine düşeni yapmadılar ya da yapamadılar. TDKP'yi "sağ oportünist, reformist ve parlamentarizme doğru eğilim gösteren bir platform"a sürüklemiş olanlara cepheden ve açık bir tutum alınamamasının ve tümüyle dökülenler dışında kalan eski önderlerle hiçbir şey olmamış gibi yeniden yürünmeye kalkışılmasının bedelini tüm örgüt fazlasıyla ağır bir biçimde ödeyecekti.
1987 yılına gelindiğinde, bir yandan 1984'te Kuzey Kürdistan'da başlayan ulusal kurtuluş savaşının ve bir yandan da özellikle 1986'dan itibaren Batı'daki işçi sınıfı ve gençlik hareketinde yeniden ortaya çıkan canlanmanın etkisiyle komünist ve radikal devrimci örgütler belli bir toparlanma sürecine girmiş bulunuyorlardı. Bu ortamda TDKP de gömüldüğü siyasal kış uykusundan uyanacak ve 1987-'91 yılları arasında bir toparlanma ve yeniden devrimcileşme süreci yaşayacaktı. Gerçi, Ocak 1987 konferans girişimi başarısız olmuş ve TDKP'nin saflarında yaşanan ideolojik ve örgütsel çözülmenin boyutlarını ortaya sermişti. Ancak, bu girişim aynı zamanda titrek ve kararsız da olsa-olumlu bir başlangıç yerine geçecekti. 1987 sonrasında TDKP'nin literatürü ve dilinin daha devrimci bir nitelik kazandığı, illegal örgüt ve çalışma vurgusunun yeniden belirginleştiği, legalizme ve reformizme karşı-yer yer abartılı eleştirilerin yöneltildiği, 12 Eylül öncesinin ve 12 Eylül döneminin deneyiminden devrimci dersler çıkarılması ve fabrikaları ve işçi sınıfını temel alan bir çalışmanın örgütlenmesi gereğinin altının çizildiği ve örgütün pratik siyaset alanında da kendini bir ölçüde ortaya koymaya başladığı görülecekti. Öyle ki, Şubat 1990'da toplanan 1. Genel Konferansı’na gelindiğinde, TDKP'nin yeniden, o bilinen kibirli ve egosantrik üslubuna geri dönmeye başladığı, çeşitli milliyetlerden işçilere yaptığı şu çağrıdan da görülebiliyordu:
"En zor, en karmaşık koşullarda yolunu şaşırmayacak doğru bir önderliği gerçekleştirebilecek; tüm sorunları nihai kurtuluşunuza bağlı olarak ele alıp çözümleyecek bir genel kurmaya, bir öncü müfrezeye sahip olmalısınız. Bu genel kurmay, bu öncü müfreze sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisiyle, devrimci bir teoriyle donanmış, sınıfın en bilinçli, en fedakar, en kararlı unsurlarından oluşmuş olan m-l bir partidir. Bu parti Türkiye'de TDKP'dir" (TDKP Şubat, 1. Genel Konferansı Belgeleri, s. 10)
Ne yazık ki, 1987 sonrasında gerçekten içtenlikli ve köklü bir sorgulama ve özeleştiri süreci yaşamayan ve kendisini devrimci pratik içinde büyük ölçüde yenilemeye girişmeyen TDKP'nin ve özellikle onun önderliğinin bu devrimci yönelimi fazla uzun sürmeyecekti. O, 1991'den başlayarak tasfiyeci reformist bir sürece girecek ve bu süreci ilerici, küçük-burjuva reformist ve yasalcı bir parti olarak noktalayacaktı. 1987-'91 döneminin, gerek ülkemiz ve gerekse dünya açısından tanık olduğu önemli gelişmeler de TDKP'nin geri dönülmez bir tasfiyecilik girdabına dalmasının nesnel koşullarını fazlasıyla sunuyordu. 1991'e gelindiğinde işçi hareketinde 1986'dan bu yana yaşanan yükseliş durmuş, gerilla savaşımının sürmesine karşın Kürdistan'daki serhıldanları sönmeye yüz tutmuştu. Bu gelişme, Türk egemen sınıflarının sahte ve bir başlangıçtan öte gidemeyen 'demokratikleşme' manevralarıyla çakışacaktı. Öte yandan 1989-'90 yıllarında revizyonist blokun çöküşünün ardından 1991'de sosyalist Arnavutluk ve AEP emperyalizme teslim olmuştu. Bu gelişmeler, uluslararası ölçekte bir tasfiyecilik dalgasının oluşmasına katkıda bulunacaktı. Nitekim, daha sonraki yıllarda, uluslararası komünist hareketin saflarında yer alan ve bazıları TDKP ile ilişki içinde bulunan bir dizi parti (Brezilya Komünist Partisi, İspanya Komünist Partisi/ Marksist-Leninist, Etyopya Devrimci Emek Partisi, Benin Komünist Partisi vb.) legalizmin ve tasfiyeciliğin batağına sürükleneceklerdi.
TDKP, yeni dönemde yasalcı-tasfiyeci yola ilk adımlarını, DYP-SHP koalisyon hükümetini işbaşına getiren 20 Ekim 1991 genel seçimlerinden sonra attı. Dünya ve Türkiye ölçeğinde bir liberalleşme ya da hatta demokratikleşme ortamına girildiği yolundaki yanılsamaların yaygınlaştığı o günlerde, legalist, parlamentarist propaganda güç kazanıyor gibiydi.Ülkede işbaşında bulunan Demirel-İnönü koalisyon hükümeti bir yandan HEP (Halkın Emek Partisi) aracılığıyla PKK'yi düzen için kabul edilebilir bir noktaya çekmek, bir yandan da Türkiye devrimci hareketini, aynı zamanda 'barışçı' yollardan tasfiye etmek için paçaları sıvamış bulunuyordu. Bu koşullarda, Devrimci Yol'dan Kurtuluş'a, TKEP'den PKK'ye kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan bir dizi devrimci hareketin saflarında, Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyinin işbir- likçi-tekelci burjuvaziyi, sınırlı da olsa bazı demokratik düzenlemeler yapmaya ittiği ve dolayısıyla legal olanakların gözle görülür bir ölçüde artacağı yolundaki hatalı görüşler yaygınlaşmaktaydı. Bu oportünist ve legalist eğilim, değişik devrimci ve ilerici çevrelerde legal parti kurma çalışmalarının başlatılmasına bir zemin oluşturacaktı. Aynı dönemde bu arayışlara TDKP cephesinden de 'olumlu' bir tepki geldi. Özgürlük Dünyası'nın Haziran 1992 tarihli 44. sayısında TDKP Merkez Komitesi temsilcisiyle, legal partileşme konusunu ele alan bir röportaj yayınlandı. TDKP MK temsilcisi bu röportajda, "Türkiye'de sosyalizmin kendisini yasal bir parti olarak" ortaya koyması için mücadelenin pratik bir görev haline geldiğini söyledikten sonra, anti-emperyalist ve demokratik karakterli bir legal partinin kurulmasının koşullarının oluştuğunu şu sözlerle anlatıyordu;
"Örneğin, Dev Yol, TDKP, PKK vb. gibi akımlar radikal asgari bir demokratik platform, asgari bir antiemperyalizm üzerinde anlaşabilirlerse...genel olarak yükseliş eğrisini sürdüren işçi sınıfı hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin birliğini sağlayabilecek bir alternatif yaratmak olanaklıdır." TDKP önderliğinin daha o günlerde, ne pahasına olursa olsun legal bir parti halinde ortaya çıkmayı kafasına koyduğu anlaşılıyor. Onlar, argümanlarını, o günkü süreçte yasal parti kurma hazırlıklarını hummalı bir biçimde sürdüren diğer sağ oportünist ve tasfiyeci grupların analizlerine dayandırdılar. Ancak, TDKP önderliği o güne değin daha çok söylem düzeyinde de olsa, illegal örgütlenmenin gerekliliği üzerinde durarak eğittiği ve legalizme ve yasal parti düşüncesine karşı abartılı söylemiyle koşullandırdığı devrimci kadroları ve tabanı, bu 'yeni' rotaya kazanma ve ikna etme gibi bir sorunla da karşı karşıyaydı. O bakımdan, sağ oportünist önderler, devrimci tabanın olası tepkilerini hafifletmek ve etkisizleştirmek için dikkatli ve özenli davranmaları gerektiğini düşünüyorlardı. MK temsilcisi işte bu nedenle sözkonusu röportajda, "...illegal örgütü tasfiye etme, askıya alma, yerine legal olanı koyma biçiminde bir anlayış Türkiye devriminin yenilgisini peşin olarak kabullenmektir" diyor ve TDKP'nin illegal örgütlülüğünü asla ortadan kaldırmayacaklarına yemin billah ediyordu. Bilinen siyasal biçimlenmeye sahip olan ve zaten TDKP önderliğinin 12 Eylül askeri-faşist darbesi sonrasında daha net olarak ortaya çıkmış olan zaaflarını sorgulama irade ve cesaretini gösterememiş olan kadroların o günkü koşullarda, üstelik üstü örtülü ve devrimci taban tarafından da "kabul edilebilir" bir biçimde pazarlanan bu tasfiyeciliği algılamaları ve daha da önemlisi, algılasalar da ona karşı savaş açmaları beklenemezdi. 1992'den 1995'e kadar geçen sürede ise, önderlik bütün enerji ve becerisini, bir yandan kadroları ve tabanı, açık çalışmanın ne denli yaşamsal ve vazgeçilmez (ve dolayısıyla illegal örgütsel çalışmanın ne denli gereksiz) olduğuna inandırma ve bu arada sözkonusu tasfiyeci çaba ve yönelime karşı çıkanları etkisizleştirme yolunda seferber etti. Böylece TDKP, geri dönüşsüz olarak tasfiyeciliğin batağına çekilmiş oldu. 1992 yılında daha çok, Devrimci Yol, PKK gibi örgütlerin de içinde yer alacağı "demokratik ve antiemperyalist bir blok partisi" kurma düşüncesini öne çıkarmış gözüken TDKP önderliği, 1995'de doğrudan kendisini yasallaştırdı. Zaten, kendi dışındaki devrimci gruplarla eylem birliği yapmamak ve herhangi bir platformda biraraya gelmemek için binbir dereden su getiren bu kişilerin gerçek amacı da, hiçbir zaman bu gruplarla birlikte bir "blok partisi" kurmak değildi ve olamazdı da. Onların gerçek amacı TDKP'nin kendisini tasfiye ederek, onun yerine yasalcı-reformist bir parti, siyaset pazarındaki benzer legal partilerden daha iyi ve daha üstün olduğunu ve işçi sınıfının ileri öğelerinin sabırsızlıkla beklediği ileri sürecekleri bir başka legal sol parti kurmaktı. Dolayısıyla, özellikle bugünden geriye doğru bakıldığında TDKP önderliğinin, aslında hiçbir zaman diğer devrimci ve ilerici güçlerle birlikte ortak bir demokratik ve antiemperyalist kurmayı ciddi olarak düşünmediği, bütün bu gevezeliklerin kadroları ve tabanı, legal parti düşüncesine alıştırmak için yapılmış olduğu, daha iyi görülebiliyor.
TDKP'nin kendi kendisini tasfiye etme süreci, aynı zamanda ve kaçınılmaz olarak onun, a) kitle hareketi karşısındaki sağcı ve kuyrukçu anlayışlarını daha da derinleştirme ve b) kendi dışındaki komünist ve radikal örgütlerle arasında daha kalın duvarlar örme, onlara karşı daha sekter ve hatta düşmanca bir politika izlemeye yönelme süreciydi. Açık bir biçimde legalizme yöneldiği ölçüde, devrimci iradenin rolünü daha da küçümseyen, hatta yadsıyan, kendiliğinden-gelmeliğin önünde secdeye gelen ve öncüyü yığınların düzeyine indirmeye çalışan TDKP'nin, tersini yapanı yapmaya çalışan komünist ve radikal devrimci gruplara reformist küçük burjuvazinin sınıfsal öfkesiyle saldırması tamamen anlaşılır bir gelişmedir. Bugün TDKP, sınıfa bağlanmayı esas alan bir politika tarzını yaşama geçirdiğini, "gürültücü küçük-burjuva zihniyeti ve pratiği"yle arasına sınır çektiğini ve yığınları kendi özdeneyimleri temelinde eğitme yolundan ilerlediğini ileri sürmektedir. Ancak yığın hareketinin ortaya koyduğu en ileri ve hatta en meşru savaşım biçimlerine doktriner bir tarzda karşı çıkması, gerçek yaşamda, kaçınılmaz olarak onu işçi ve emekçi yığınların ileri kesimlerinden ve ileri savaşım konumlarından uzaklaştırmış ve geleneksel TKP çizgisine yaklaştırmıştır. Bu kendisini gerek kadrolarının dili ve üslubunda, gerekse de örgütün savaşım araç ve biçimleri ve tarzında göstermektedir. TDKP'nin yeni tasfiyeci çizgisi, yaşanan sert sınıf çatışmalarında vb. sınanmakta, onun sonuçları buralarda rahatlıkla gözlenebilmektedir. TDKP'nin bu konumlanışı, işçilerin ekonomik ve kısmi siyasal savaşımlarının ötesine geçmemeye özen gösteren, ama bunu bile militan bir tarzda yapmayan, faşist saldırganlık karşısında 'provokasyon' gerekçesiyle suskunluk vaaz eden ve kitleleri pasifize eden bir örgütün teori ve pratiğinin anlatımıdır. Ve gene bu konumlanış, varlığını sendika bürokrasisi ya da onun "sol" kanadı ile uzlaşma içinde sürdürmeye, bütün militan sokak eylem ve gösterilerini mahkum etmeye ve kendi yasalcı konumunu pekiştirmeye çalışan ve kitle savaşımı içindeki yeri komünist ve radikal küçük-burjuva devrimci örgütlere yönelttiği saldırılarla ölçülebilen bir reformist örgütün teori ve pratiğinin anlatımıdır. Proletaryanın faşizme ve kapitalizme karşı sınıf savaşımını baltalayan bu konumlanış, kaynağını tüm proleter-devrimci söylemine karşın; demokrasi ve sosyalizm kavgasının önderi olması, böylesi bir konuma yükseltilmesi gereken sınıfın gücüne güvenmeyen ve onu özenle devrimci politikadan uzak tutmayı hedef alan reformistlerin ve alt kademe sendika bürokratlarının ekonomizminden almaktadır. Lenin, "Unutmayalım ki, öncü olabilmek için öteki sınıfları da sürükleyebilmeliyiz." (Ne Yapmalı? s.112) diyordu. Oysa bu örgütün ve bu çizginin gündeminde, işçi sınıfını, ezilen ve sömürülen milyonların önderi olarak devrime hazırlamak, onu iktidar perspektifiyle donatmak yoktur.
TDKP'nin, özellikle son yıllarda, sınıf hareketiyle birleşme söylemini dilinden düşürmemesi, onun sınıf hareketiyle ve sınıfın ileri kesimiyle birleştiği anlamına mı geliyor? Hayır; bu onun alt ve orta kademe sendika bürokratlarıyla ve sınıfın en geri kesimiyle birleşmeye yöneldiği anlamına geliyor. İşçi sınıfı içinde ve sendikalarda belirli düzeyde bağları olmasına karşın, TDKP'nin, içeriği, sınıfı komünist öncünün düzeyine yükseltme ve ona sosyalist bilinç taşıma olan bir devrimci pratiği yoktur. Ekonomist bir bakış açısıyla yönlendirmeye çalıştığı 1996 Ünaldı direnişi bir yana konacak olursa, 1987'den bu yana onun, işçi sınıfının herhangi bir eyleminde önder ya da aktif konumda olduğunu gösteren tek bir örneğin bile görülmemesi asla raslantısal değildir. Ama yalnızca bu alanda değil, sınıf savaşımının ve antifaşist savaşımın diğer alanlarında da TDKP'yi görmek olanaksız. TDKP, lise ve üniversite gençliğinin savaşımında, varoşlardaki kent yoksullarının savaşımında, anaların ceza- evlerindeki baskılara, yerinde infazlara ve kayıplara karşı savaşımında, emekçi kadınların savaşımında ve hatta büyük ölçüde cezaevlerindeki devrimci tutsakların savaşımında yoktur. Dahası, artık karşımızda, komünist ve radikal devrimci örgütlerin yönettiği ya da içinde aktif olarak yer aldığı militan kitle eylemlerini karalayan, PKK'nin önderliğinde yürütülen Kürt ulusal kurtuluş hareketine cepheden tavır almaya başlayan bir TDKP bulunuyor. 1995'de, "Diktatörlüğün ve PKK'nin farklı cephelerden ve farklı gerekçelerle halkımıza göçü dayattıkları"nı (Denge Şoreş li Kürdistan, sayı 35) ileri sürebilmesi, Mart 1995'de gerçekleşen Gazi ayaklanmasını değerlendirme tarzı, 1 Mayıs 1996'da polisle devrimciler arasında yaşanan çatışmaya yaklaşımı, Mayıs-Temmuz Ölüm orucu ve Süresiz Açlık grevi direnişi karşısında sergilediği duyarsız ve olumsuz tutum vb. bu örgütün, daha doğrusu onun yıkıntısının ya da kalıntısının yaşamakta olduğu çürümenin boyutlarını gösteriyor.
Hal böyleyken, Ekim 1996'da TDKP'nin 2. Genel Konferansı'nın yapılmış olduğu yolundaki haberlerin ya da gerçekten de bu adı taşıyan sıradan bir toplantı yapılmış olmasının anlamı nedir? Bunun reformist tasfiyeci yozlaşmaya tepki duyan ve yüreği hala devrim için çarpan kadro ve sempatizanları aldatmaya, gelişmelerin örgütün tabanında yarattığı hayal kırıklığını gidermeye yönelik bir manevradan başka bir anlama gelmediği ve gelemeyeceği açık değil midir? Tasfiyecilerimiz Haziran 1995'de kaleme aldıkları bir yazılarında, tuttukları legalizm yolunun reklamını yaparken, "İP ve BSP (Birleşik Sosyalist Parti -bizim notumuz), grup partileri olarak seçimlerde kaçınılmazlıkla çok az oy alırlarken, 65 milyonun en az 60 milyonunu kucaklamak üzere yola çıkmaktan başka bir çaresi olmayan işçi-emekçi partisi, milyonların oyuna talip bir güç merkezi olabilecektir." diyorlardı. Herhalde, bu ve benzeri satırları okuyanların aklına, ister istemez bu arkadaşların neden hem kendi gerçekliklerini, hem de Türkiye'nin gerçekliğini görmedikleri, göremedikleri sorusu takılacaktır. Bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, önderliğin ölçüsüz vaat ve öznel beklentileriyle TDKP'nin yıkıntısının performansı arasındaki derin uçurumun, herhalde bu tasfiyeci önderliği en gözü kapalı ve bağnaz biçimde izleyen kadro ve sempatizanların bile kafalarında bazı soru işaretlerinin oluşmasına yol açmaması düşünülemezdi. Anlaşılan, TDKP 2. Genel Konferansı denen tiyatro oyununun sahnelenmesinin altında, bu gereksinimin karşılanması, yani geride kalan kadro ve sempatizanların bu "şanlı partiye" bağlılıklarının biraz daha sürdürülmesinin sağlanması kaygısı yatmaktadır.
Kuşkusuz, gelinen noktada artık TDKP'nin varlığından söz etmek, gerçeklere saygısızlık anlamına gelecektir. TDKP, tümüyle tasfiye edilmiş ve yerini, Türkiye siyaset arenasında ciddiye alınabilecek bir ağırlığı olmayan legal bir sol partiye bırakmıştır. TDKP'nin en militan öğelerini bağrında barındıran GKB (Genç Komünistler Birliği)'ni de dağıtan ve onun yayım organını kapatan tasfiyeci önderlik, GKB'nin yerine ne idüğü belirsiz bir legal gençlik örgütü geçirmiştir. Öte yandan o, illegal semt, memur ve emekçi kadın çalışmalarını tümüyle dağıtmış ve legal partinin faaliyetlerine bağımlı hale getirmiştir. TDKP'nin adını ve pankartlarını Avrupa ülkeleri de içinde olmak üzere hemen hemen hiç bir yerde kullanmayan ve genel olarak devrimci yayımcılığın yerine burjuva-demokratik içerikli bir günlük gazetenin yayınını geçirmiş olan TDKP'nin, illegal bir örgüt olarak tamamen tasfiye edilmiş olduğunu söylemek, malumun ilanından başka bir şey olmayacaktır.
Nisan 1997
MLKP Merkez Komitesi