69 gün boyunca süren dişe diş kavga, devrimcilerin ve komünistlerin faşizme karşı yeni bir zaferi ile sonuçlandı. Bu uzun soluklu ve büyük bedellerle sağlanan zafer süreci, Türkiye ve dünyanın bütün devrimcileri açısından muazzam siyasi sonuçları olan ve ülkemiz coğrafyasında devrimi birkaç adım daha yakınlaştıran bir dönemeç oldu.
SAG ve Ölüm Orucu eylemini, yalnızca cezaevi koşullarını iyileştirmek için verilen mücadele olarak algılamak ve elde edilen zaferi bununla sınırlamak büyük bir siyasal yanlışlık, dahası körlük olur. Sorunu bu yönüyle kavrayan kimi liberal köşe yazarları, aydınlar ve reformist akımlar, bunca insanın birkaç insani talep için ölüme yattığı ya da devletin bu doğal talepleri karşılamamak için bunca insanın ölümüne göz yumduğu sonucunu çıkarıyorlar.
Sorun, komünistler bakımından daha en başından doğru biçimde ortaya kondu; faşizm sarsılan otoritesini yeniden kurmak, gelişen kitlesel karşı koyuşları durdurmak ve ezmek, kitlelerin gittikçe şiddeti de içiren düzen karşıtı tepkilerini bertaraf etmek, Kürdistan'a yönelik savaşı sürdürmek için gerekli finansmanı sağlamak amacıyla, işçilere ve emekçilere yönelik yeni ekonomik saldırı paketini uygulamaya sokabilme misyonunu her geçen gün kitleselliği ve militanlığı artan devrimci örgütlere, işçi sınıfı ve halk hareketine karşı topyekün ve bütünlüklü bir saldırı harekatına girişmekte buldu. 1 Mayıs sonrası bu saldırı dalgası her cephede yürürlüğe sokuldu. Faşizm, her dönem olduğu gibi, kitleleri devrimcilerden tecrit etmek, işçiler ve emekçiler üzerinde gerekli otoriteyi kurabilmek için öncelikle öncüleri etkisizleştirmenin zorunlu olduğunu biliyor. Her saldırı dalgası öncesi yaptığı gibi cezaevlerini öncelikli hedef haline getirdi. Buradan başlayacak bir yenilgi, parça parça bütün toplumsal muhalefeti etkileyecek, devrimi zaafa uğratacaktı. Cezaevlerindeki direniş, bu gerçeklik üzerine oturdu. Cepheler buna uygun oluşturuldu. Çarpışmanın bu denli sert geçmesinin altında yatan neden budur.
Ölüm Orucu sürecine hangi koşullar içinde gelindi. Kürdistan'da Kürt halkına karşı, sömürgeci faşist diktatörlüğün yürüttüğü savaş, bütün vahşete, katliamlara, korucu uygulamalarına, insansızlaştırmaya, on binlerce insanın sürgün edilmesine rağmen başarıya ulaşamadı. Kürt halkı teslim alınamadı. Faşist diktatörlüğün yürütme organı MGK ve savaş partisinin fraksiyonları burjuva siyasal partiler, topyekün birleşik faşist saldırılarla bir sonuç elde edemedi; Kürt halkının ve öncülerinin direnişi kıramadı. Savaş partisinin fraksiyonları tek tek denendi, sonuçta hepsi birer siyasi posa haline dönüştü.
Sermaye cephesi, savaş uzadıkça siyasi olarak bölünmeye başladı. "Siyasi çözüm" savunucuları başta cılız olan seslerini, giderek yükseltmeye başladılar. Özünde sömürgeci sistemin sürmesinden başka bir şey ifade etmese de "siyasi çözüm" savunucuları, faşizmin birleşik otoritesini zaafa uğratan, siyasi parçalanmışlığı geliştiren bir rol oynuyorlardı.
Emperyalistler, başta ABD olmak üzere, "askeri çözümün" başarıya ulaşması için, faşist TC'yi her yolla desteklemelerine karşın, sorun çözülememiş, aksine daha da ağırlaşmış devrim yaygınlaşmaya, kıvılcımlar halinde Batı'ya taşınmaya başlamıştı. ABD gelişen ve yükselen devrimci dalgayı etkisizleştirmek ülkedeki denetimi elinden kaçırmamak ve ulusal hareketi öncüden tecrit ederek yedeklemek amacıyla "siyasi çözüm"den daha sık söz eder hale geldi.
MGK, "siyasi çözüm"e yanaşmamak için bütün olanaklarını kullanıyor, verilecek tavizlerin yeni tavizler doğuracağı korkusu ve bu yolla yaşanacak siyasi çözülmenin önünü alamayacağı, bunun da faşizmin otoritesini kaybetmesi ve yıkılması ile sonuçlanacağı endişesi ile hareket ediyordu. Yıllardır süren savaşın rantını yiyen askeri komutanlar, özel timler, polis teşkilatı, jandarma, korucular, silah kaçakçılığı ve uyuşturucu mafyası ve bunlarla iç içe geçen devlet görevlilerinin varlığı da, savaş halinin sürmesinin gereklerinden biriydi.
Vahşi savaşın sürdürülmesinden yana olan MGK, parlamento aracılığıyla işlerin daha iyi yürütülebilmesi, her türlü karşı koyuşun engellenmesi ve hükümetin önemli bakanlıklarının aracılar olmaktan çıkarılıp doğrudan kendi elemanlarından oluşturulması amacıyla burjuva siyasi partileri buna uygun yönlendirdi. Bu yolla kontra şeflerini, mafya babalarını, sermayedarları, parlamentoya gönderdi. Bugün OHAL'in üç eski valisinin parlamentoda olması, polis şefleri ve uyuşturucu tacirlerinin bakan koltuğunda oturması bunun sonucudur.
Kürdistan'da yürütülen kirli savaşı sürdürmek için, ülkedeki her türlü muhalefetin susturulması gerekiyordu. Özellikle "arka cephe"nin sağlam olması çok önemliydi. Zira savaşın finansman ve asker gücü esasen buradan sağlanıyordu. Yoksulluğun diz boyu olduğu, demokratik hakların ve özgürlüklerin yok sayıldığı arka cephede, karşı koyuşlar hızla artıyor, devrimci örgütler kitleselleşiyor, kitleler militanlaşıyor, aydınlar ve liberallerin sesleri yükselmeye başlıyordu.
Savaşı finanse etmek için bir yandan işçi ve emekçiler, zam, vergi, enflasyon yoluyla soyuluyorken, diğer yandan iç ve dış borçlanma akıl almaz boyutlara ulaşıyordu. Öyle bir noktaya gelindi ki, savaş giderlerini karşılamak amacıyla, başvurulan iç borçların faizleri, savaş için yapılan harcamaları aşmaya başladı. İç borçlanma yoluyla halktan devlete, devletten sermaye sınıfına, özellikle Koç ve Sabancı'ya muazzam miktarlarda kaynak aktarıldı. O nedenledir ki yayınlanan bilançolarda, bu kuruluşların karlarının %60-70'i faiz ve rant gelirlerinden oluşmaktadır. Savaş giderlerinin karşılanması ve sermaye sınıfının palazlanması amacıyla, özelleştirmelerin hızla yapılması, sosyal güvenliğe ilişkin hakların gasp edilmesi, SSK'nın tasfiye edilmesi, eğitimin paralı hale getirilmesi gerekiyordu.
İşçi sınıfı ve emekçilere dayatılan bu reçetenin kabul ettirilebilmesi demagojik propaganda, şovenizm ve şiddetin bir arada yoğun olarak kullanılmasını getirdi.
Dayanılmaz hayat şartlarına ve artan devlet terörüne karşı biriken öfkeyi dağıtmak ve hedef şaşırtmak için devlet bir dizi taktiğe başvurdu. Önce devlet yanlısı laik aydınların öldürülmesi ve ardından Sivas katliamı yoluyla laik-antilaik kavgasını büyütmeye yöneldi. Gazi katliamıyla Alevi-Sünni çatışmasını gerçekleştirmek için provokasyonlar düzenledi. Çeşitli dönemlerde, asker cenazesi ya da başka nedenlerle Türk-Kürt ayrımı yaparak ulusal çelişki, çatışma ve boğazlaşmanın koşullarını hazırlamaya yöneldi. Son HA- DEP Kongresi'ndeki bayrak olayıyla bunu ayyuka çıkardı. Hedef şaşırtma, bilinç çarpıtma yönündeki bütün çabalara karşı, devlet, esas olarak amacına ulaşamadı. Dahası kimi provokasyon denemelerinde, kitleler devrimcilerin önderliğinde devlete yöneldi. Özellikle Gazi'de yaratılmak istenen provokasyon, komünistlerin ve devrimcilerin önderliğinde devlet karşıtı bir ayaklanmaya dönüştü.
Devletin halk kitlelerine yönelik sürdürdüğü devlet terörü ve iktisadi saldırılar; işçi, memur, gençlik alanlarında ve emekçi semtlerde, on binlerce insanın öfke patlamalarına yol açtı. Özellikle İstanbul'da emekçi semtleri, devrimin hızla geliştiği, devlet otoritesinin sarsıldığı, devrimcilerin güç kazandığı merkezler haline dönüştü. Yüzbinlerce işçi ve memur taleplerini haykırmak amacıyla, faşizmin yönetim merkezi Ankara'ya çıktı. Reformist önderlik nedeniyle büyük patlamalara dönüşmese bile, bu yolun açılması ve yüzbinlerin hareketi ürkütücü bir gelişmeydi. Öğrenci gençlik '96'da büyük bir atak yapmış, komünist gençliğin önderliğinde binlerce kişi ile faşizmin burçlarına yönelmişti. Hemen her cephede yükselen kitle hareketi, hem sayısal olarak hızla gelişiyor, hem de militanlaşıyordu.
Son olarak '96 1 Mayıs'ı, devrimcilerin kitleler üzerindeki etkisini açığa çıkarmıştı. On binlerce insanın devrimci örgütlerin saflarında yürümesi, reformizmin acizliği ve kitlelerin polis saldırısına karşı göğüs göğüse bir direnişe geçmesi gelişmenin yönünü gösteriyordu. Burjuvazi ve faşizm için "arka cephe" tehlikedeydi.
Emperyalistlerin ve büyük burjuvazinin tercihi olan ANAYOL hükümeti, MGK'nın zorlaması ile kuruldu. ANAYOL, devletin Kürdistan politikalarının devamı ama daha önemlisi Batı'da gelişen devrimci hareketin bertaraf edilmesi, her alanda devlet otoritesinin kurulması, savaş finansmanını işçilerin ve emekçilerin sırtına daha fazla yıkmayı amaçlayan yeni ekonomik paketin yürürlüğe konması, özelleştirmelerin hızla yapılması amacıyla kuruldu. Faşizm yeni bir saldırı dalgasının hazırlığı içindeydi. Kurulan hükümete atanan bakanlar, bunu çok açık gösteriyordu.
Ne var ki; yıpranmış iki partinin birliğini ifade eden ANAYOL hükümeti, iç dalaşmaları, çekişmeler, çıkar anlaşmazlıkları, yolsuzluklar nedeniyle uzun ömürlü olmadı. Çocuk ölü doğdu. Daha fazla sürdürmenin anlamı yoktu. Siyasi istikrarsızlık bir üst boyuta sıçramış, burjuva çevrelerde yıllardır beklenilen tek çözüm umudu üç ayda tükenmişti.
Bir erken seçim de farklı bir çözüm üretmeyecekti. Mevcut parlamento aritmetiği içinde Refah Partisi'ni dıştalayan hiçbir çözüm, hükümet kurmaya yetmiyordu. Son yıllarda erimeyen aksine gelişme gösteren, belirli bir kitle için umut olarak kalmış, tek parti Refah'tı. Demagojik ve aldatıcı propagandasıyla yoksul kesimler ile küçük burjuvazinin tutucu kesimleri ve orta burjuvazi içinde önemli bir etkinliğe sahipti. İslamcı büyük sermayenin ve kimi büyük sermaye çevrelerinin desteğini alıyordu.
Refah Partisi'nin demagojik bir dizi söyleminin yalnızca kitlelerden oy toplamanın bir aracı olduğunu burjuvazi de biliyordu. Yedekte tutulabilecek son düzen partisi olarak Refah, başka yol gözükmediği için öne sürüldü. Gerek Kürt halkı, gerekse de yoksul emekçi halkın bir bölümü üzerinde etkisi olan bu parti aracılığıyla planlanan saldırı politikası daha doğrudan ve sancısız biçimde uygulanabilirdi. Belirli bir noktada da laik-antilaik ayrışması öne çıkarılarak toplum düzen etrafında birleştirilebilirdi. Bu durum göz önüne alınarak hareket edildi. DYP ile ortaklık kaçınılmazdı. Sorunu sadece yolsuzlukların üstünü örtmek olarak görmek yanıltıcıdır. MGK, seçimlerde tercihini DYP'den yana yapmış, belli başlı kadrolarını bu parti aracılığıyla parlamentoya göndermişti. Bu kadroların kesin biçimde hükümet içinde olmasını istiyordu. Hangi hükümet kurulursa kurulsun DYP mutlaka ortak edilecekti. ANAYOL'la başlayan saldırı dalgasının yürütücü kadrolarının görevde kalması, aynı biçimde bunlara bağlı bürokratların ya da yeni atanacak olanların işlerini sürdürmeleri gerekiyordu. REFAHYOL, bu istemler dikkate alınarak kuruldu. ANAYOL'la başlayan süreç REFAHYOL'la devam ettirilecekti.
Ölüm Orucu Süreci Ve Sonuçları
Yeni topyekün karşıdevrimci saldın dalgasının temel hedefi, devrimci örgütlerle kitlelerin bağını kopartmak, öncüyü tecrit ederek, etkisiz küçük gruplar haline getirmek, aynı süreçte olmak üzere kitle hareketini şiddetle bastırmak ve kazanılmış fiili ya da yasal her türlü demokratik hakkın gasp edilmesini sağlamaktı.
'96 1 Mayıs'ı, reformistlerin, burjuva sendikacıların, liberallerin büyük katkısıyla, devletin bu saldırı planlarını en tam biçimde uygulamaya sokmasının olanaklarını doğurdu. 1 Mayıs devrimci örgütlerin kitle- selliği, militanlığı, kararlılığı, feda ruhundaki atılımı ile yalnızca burjuvaları değil, reformizme yönelen eski radikal solcuları, burjuva sendikacıları ve liberal aydınları da derinden sarstı. Korkuttu. Devlet bu durumu iyi kullandı. Ve her türlü demagojik metodu kullanarak kitlelerde bilinç kırılmasına yol açtı.
Savaş önce zihinlerde kazanılır. Devlet, devrimcilerden yana olan psikolojik toplumsal ortamı, 1 Mayıs'tan sonra tersine çevirmek için hummalı bir faaliyete girişti. Faşist devlet, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını ilan ediyordu. Karşılarına kimse çıkmasındı. Devrimciler zavallı yoksullardı. Sınıf dışıydılar. Ruhları şiddetle yüklü canavarlardı. Oraya buraya gelişigüzel saldıran serserilerdi. Bunların halka yararı olamazdı. Bu yoğunlaştırılmış, reformizm destekli MGK propagandasının ardından şiddet en yoğun biçimde devreye sokuldu. Her türlü gösteriye vahşice saldırıldı. Toplu tutuklama ve gözaltı furyası başladı.
Devletin saldırılarıyla oluşan bilinç kırılması ilk göstergesini 1 Mayıs şehitlerini sahiplenmede gösterdi. On binleri peşine takan devrimci örgütler, 1 Mayıs'ın ardından sınırlı sayıda güçleri harekete geçirebildi. Bu devleti daha da cesaretlendirdi. Şiddetin dozu arttıkça, sokağa çıkan insan sayısında büyük düşmeler yaşandı.
Komünistlerin öncülüğünde gerçekleştirilen I. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı, faşizme cepheden verilen ilk karşı cevaptı. Bütün yasaklamalara, engellemelere rağmen kurultayın başarıyla bitirilmesi ve Gazi'de Hasan Ocak ve diğer devrim şehitlerini anma gösterisinin kitlesel tarzda gerçekleştirilmesi devlete önemli bir yanıttı. HABİTAT dolayısıyla geliştirilen eylemler de komünistlerin kararlı karşı duruşa devam edeceğinin göstergesiydi. Ama bütün çabalara rağmen saldırı püskürtülemedi, gösterilere katılan insan sayısında düşmenin önü alınamıyordu. Devlet bir biçimde başarılı olmaya başlamıştı.
Cezaevlerinde devrimci etkiyi kırmak, devrimcileri "ıslah" etmek, devletin saldırı politikalarının en öncelikli hedeflerinden biriydi. Cezaevlerinin teslim alınması, öncünün etkisizleşmesi moral çöküntüsüne düşmesi açısından büyük öneme sahipti. Eski polis şefi M. Ağar, Adalet Bakanlığı'na getirildi. Senaryo açıktı. Devlet, devrimcileri ezme planına buradan başlayacaktı.
Süreç içinde cezaevleri çarpışmanın ana odağı oldu. Cezaevleri direnişi geçmişteki işlevinden çok daha önemli bir noktaya geldi. Devrimci irade ve MGK iradesi arasında çıplak bir çatışma başladı. Ya devrimciler her ne pahasına olursa olsun bu çatışmayı zaferle sonuçlandıracak, yenilgi olsa bile ölümüne bir direniş sergilenecek ya da MGK iradesine boyun eğilerek teslimiyet bayrağı göndere çekilecekti. Kitle hareketindeki etkisizleşme ve düşme, "dışarda" devrimci örgütlerin önemli ölçüde güçten düşmesi, dönemin sorumluluğunun cezaevindeki devrimcilere yüklenmesine ve direniş merkezinin cezaevleri olmasına neden oldu.
Faşizmin doğrudan savaş çağrısına devrimciler, "Bedel ödemeye hazırız ya siz?" karşılığını vererek, kararlı bir karşı koyuşa hazır olduklarını gösterdiler. Devrimcilerin biraraya gelerek Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu'nu oluşturmaları ilk ciddi ileri hamle oldu. Doğru yerde mevzilenme sağlandı. Ardından başlayan 1500 kişilik açlık grevi direnişin kitlesel niteliğini gösterdi. 45. günden sonra başlayan Ölüm Orucu ise dişe diş bir kavgaya hazır olunduğunun, teslimiyetin asla kabul edilemeyeceğinin ispatıydı. Burjuvazi çeşitli demagojiler, yalanlar, karaçalmalar yoluyla direnişi etkisizleştirmeye çalıştı. PKK'li tutsakların açlık grevlerini bitirmesi devleti daha da pervasızlaştırdı. Yeni hükümetin Adalet Bakanı Şevket Kazan, Ağar'dan devraldığı bayrağı devam ettirdi. Ne var ki; devrimciler burjuvazinin her karşı saldırı hamlesine yeni ve ileri bir hamleyle karşılık vererek tertipleri boşa çıkardılar. 12 devrimcinin SAG ve Ölüm Orucu'nda şehit düşmesi ve onlarcasının onulmaz yaralar ve sakatlıklar pahasına sürdürdüğü direniş yeni bir zaferle sonuçlandı. Burjuvazi diz çöktü. Geri adım atmak zorunda kaldı. Burjuvazi planlarını o kadar kolay uygulayamayacağını görmüştü.
Ölüm Orucu, tarihsel önemi ve siyasi sonuçları ile devrimci gelişmede büyük bir atılımın, yeni bir dönemin ifadesiydi. '71 devrimci atılım ruhunun üst düzeydeki versiyonuydu. Sorunu sadece belirli hakların kazanılması ya da mevzilerin korunması biçiminde algılamak hafiflik olur.
Ölüm Orucu toplumu derinden sarsmış, bilinçlerde sıçrama yaratmış, toplumsal sorunların çözüm yolunu göstermiştir. Bütün toplumsal muhalefet güçlerine hak almanın olası bedeller gerektirdiği, devrimcilerin bunu başarmadaki kararlılıkları ve fedakarlıkları, devrimci irade karşısında burjuvazinin, her türlü olanağı seferber etmesine rağmen nasıl diz çökmek zorunda kaldığı gösterilmiştir. Ölüm korkusunun devrimci direniş karşısındaki cüceliği, teslim olmaktan, kölece boyun eğmektense, direnmenin ve onurlu yaşamak için ölmesini bilmek gerektiğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Toplumsal yaşamda, faşizmin çoktandır dumura uğrattığı dayanışma, dostluk, onur, sahiplenme, ölümü küçümseme, vb. değerlerin temsilcisi olan devrimcilerin varlığı, halk kitleleri içinde derin bir saygı uyandırmıştır. Kimi uşak ruhlu köşe yazarlarının, reformist pespayelerin ve düzen yardakçılarının devrimcileri aşağılayan, küçümseyen propagandalarının ne denli boş ve haksız olduğu açığa çıkarılmıştır. Süreç zihinlerin, devrimciler lehine kazanılmasıyla sonuçlanmıştır. Devrimin olanaklarının düne göre birkaç misli artışına neden olmuştur. Üç yüz kişinin ölüme dalga dalga yürüyüşü, geride kalanların her an ölüme hazır oluşu ve 12 şehit verilmesine karşı bırakın kararsızlığı, faşizme karşı haykıran direniş çığlığı, kitleleri derinden sarsmış ve onlara devrimciler etrafında kenetlenmeleri gerektiğini öğretmiştir.
"Haklarımızı zorla alacağız, çünkü onlar her şeyi bizden zorla aldılar" (THKO bildirisi) anlayışı '71'deki dar grupların eylem güdüsü olurken, Ölüm Orucu ile bu çok daha kitlesel ve kararlı karşı koyuşun itici kuvveti olmuştur.
"Hepimiz hem lider hem neferiz" (Y. Arslan) bilinci, H. Demircioğlu yoldaş şahsında bütün SAG ve Ölüm Orucu direnişçilerinin hareket hattını oluşturmuştur.
SAG ve Ölüm Orucu, S. Cemgil'i ihbar eden muhtarın İbrahim Kaypakkaya tarafından cezalandırılması; Denizler'in idamlarını önlemek amacıyla yaratılan Kızıldere destanı gibi eylemlerin '71'de yarattığı devrimci dayanışma ve yoldaşlık geleneğinin, bugün daha üst biçimde gerçekleşmesidir.
"Şehitlerin şaşılası öğretileri, derinden derine kitleleri sessiz biçimde" 1971'den sonra nasıl örgütlemiş ise 69 günlük ölümüne direniş ve 12 şehit de önümüzdeki dönem çok daha kapsamlı ve ileri bir örgütleyici olarak etkisini gösterecektir.
Ölüm Orucu direnişiyle ortaya konan devrimci irade, verili koşullar içinde, öncünün nasıl belirleyici, ön açıcı bir rol oynadığını tarihsel akışın ileri ya da geriye gidişini etkilediğini bilinçlere kazımıştır.
Ölüm Orucu direnişi, hak alma ve iktidar bilincinde bir sıçrayışın ve inancın ifadesi olmuştur.
Dünya çapında yarattığı etkiler, dünya halkları nezdinde yarattığı sempati dikkate alındığında Ölüm Oruç’unun siyasal zaferinin ülke sınırlarını çoktan aştığı ve enternasyonal bir karaktere büründüğü söylenebilir.
Ölüm Orucu ile elde edilen sonuç politik yönüyle olduğu kadar ideolojik yönüyle de bir zaferdir. Emperyalistlerin, burjuvaların ve her türden gericiliğin öldü dediği, bir daha asla dirilmez dediği bir zamanda devrim ve komünizm idealleri taşıyan yüzlerce insanın ölüme meydan okuyuşu, sonu tarihin çöplüğü olan bu çevrelere sert bir tokat olmuştur. Bireyciliğin baş tacı edildiği, inançlar için mücadelenin anlamsız kabul edildiği gelecek için değil, bugün için yaşamak gerektiği gibi burjuva bilinci ve ideolojik yönlendirmesine karşı Ölüm Orucu direnişi yol açıcı bir rol oynamıştır.
Açlık grevi ve Ölüm Orucu sürecinde kitle hareketinde yaşanan düşme ve genel tepkisizlik ya da tepkilerin belirli kesimlerle sınırlı kalması bir umutsuzluk dalgası yaratmış, duygusal davranışlar ve tepkilerle kitlelere güvensizlik yer yer oluşmuştur. Süreci yeterince doğru algılayamamanın ürünüdür bu. Kitle hareketindeki düşme 1 Mayıs sonrası yaşanan bilinç kırılması ve devletin vahşi terörü nedeniyledir. Ölüm Orucu ayrıca bu her iki olgunun tersine çevrilmesi nedeniyle de özel bir öneme sahip olmuştur. Devrimciler süreç sonunda, kitleler nezdinde eskisine göre çok daha muteber bir konuma gelmiştir. Keza aydın, sanatçı çevrelerinde de devrimciler lehine bir sempati oluşmuştur. Bu çevreler, Ölüm Oruç’unun çelik iradesi karşısında şapka çıkarmış ve toplumsal rollerini hatırlamaya başlamışlardır. Denilebilir ki Ölüm Orucu toplumsal vicdanı, toplumsal hafızayı hareketlendirmiş ve erdem sahibi insanlar olmak gerektiğinin önemini göstermiştir. Artık yeni bir döneme girilmiştir. Ölüm Orucu şehitlerini, "değer miydi bunca ölüme?" diye ananlar ya da onları boş yere ölen zavallılar diye göstermeye çalışanlar ya durumu algılamakta zorlanıyorlar ya da bilinçli bir devrim düşmanıdırlar. Hayır, onlar yalnızca cezaevlerinde koşulların iyileştirilmesi için ölmediler. Devrimi birkaç adım birden yakınlaştırdılar. Devrim tarihinin en onurlu sayfalarında yerlerini aldılar.
Gazi ayaklanması, 1 Mayıs '96 ve Ölüm Orucu direnişi devrimci gelişmenin köşe taşları olmuş, safları netleştirmiş reformizm ve devrimcilik arasında turnusol kağıdı görevi görmüş, faşizme karşı şiddetli direnişin, direne direne ilerlemenin bir dizi ayaklanmalar yoluyla ayaklanmayı öğrenmenin gerektiğini ortaya çıkarmıştır.
Ölüm Orucu ile elde edilen cezaevlerindeki yaşama ilişkin kazanımlar geçici ve kaygan bir zemin üzerine oturmaktadır. Burjuvazi ve onun faşist güçleri olanaklı en kısa zamanda intikam için harekete geçeceklerdir. Cezaevleri yine gündeme gelecektir. Yapılan anlaşmanın mürekkebi kurumadan hükümetçe, gerici basın ve faşist odaklarca verilen demeçler, yazılan yazılar bunun ifadesidir. Ancak yeni bir saldırı dalgası bir daha yalnızca cezaevi merkezli bir karşı koyuşla engellenemez. "Dışarısı" bu saldırı dalgasını tersine çevirmenin ve burjuvaziyi bir kez daha yenilgiye uğratmanın teminatı olacaktır.
*) MLKP Merkezi Yayın Organı Partinin Sesi'nde yayınlanan yazıyı, kısaltarak yayınlıyoruz.