Brüksel'den Dublin'e

PKK Genel Sekreteri Abdullah Öcalan, kasım 1994 başlarında AGİK (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı)’na üye çeşitli emperyalist ve gerici burjuva devletlerinin başkanlarına gönderdiği üç sayfalık bir mektupta; “Dünyada Kürt sorunu kadar acil müdahale gerektiren önemli bir sorun yoktur” dedikten sonra, “Dış dünyanın (yani, emperyalist ve gerici burjuvazinin -PD) atacağı bütün adımları, yapacağı bütün girişimleri desteklemeye” (abç) söz veriyordu. Öcalan, 6 Aralık 1994’de Budapeşte’de toplanan AGİK doruğunda biraraya gelen emperyalist ve gerici burjuva devlet yöneticilerine yönelik olarak Özgür Ülke’ye telefonla ilettiği açıklamasında ise şunları söylüyordu:

“Bizim Türkiye’den istediğimiz bir siyasi diyaloga imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye’yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan’ı deseler kabul edemeyiz. Çünkü bizim uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlemesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor… Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye’yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi söz konusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye’nin birliği ya da bütünlüğü değildir… Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. Özal da söyledi, Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye’nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilinir” (Özgür Ülke, 6 Aralık 1994). Öcalan aynı açıklamada, soruna barışçı bir çözüm bulunabilmesi için Kızılhaç’da içinde olmak üzere bazı gözlemci kuruluşların devreye girmesini istediklerini ve PKK’nin Cenevre Konvansiyonu’na uymayı yükümlendiğini de belirtiyordu. Kuşkusuz bu, yeni ya da şaşırtıcı bir tutum değildi. Daha öncesine gitmeye gerek yok. A. Öcalan, mart 1994’de Brüksel’de toplanan “Uluslararası Kuzey Kürdistan Konferansı”na gönderdiği mesajda şöyle diyordu:

“Biz, tüm çözüm önerilerini, bu kınuda devletlerin veya uluslararası kuruluşların yapacağı girişimlere açık olacağız.

“5. en önemlisi de, konferansta çözüme ilişkin alacağınız kararları kabul edeceğimi şimdiden tahaahhüt ediyorum. Siyasi çözüm ve serbest siyasi faaliyetler için zemin oluşturulursa silahlı savaşın tamamen sona erdirilmesinin önünü açacağımızı da açıklıyorum” (Özgür Ülke, 15 Mart 1994, abç)

Aralık 1994’te gerçekleştirilen PKK 5. Kongresi, Kürt ulusal kurtuluş hareketi önderliğinin, ulusal sorunun emperyalist-reformist çözümü doğrultusunda yeni adımlar atmasına tanıklık edecekti. Özel girişimin desteklenmesinin, PKK’nin bayrağından orak-çekiç sembolünün çıkarılmasının, ‘Genel Sekreter’ ünvanın yerine ‘Genel Başkan’ ünvanının geçirilmesinin kararlaştırıldığı 5. Kongre’de, reel sosyalizmin eleştirisi görüntüsü altında Marksizm-Leninizme daha açık bir biçimde saldırıya geçilir ve proletarya diktatörlüğünün modasının geçtiği ilan edilirken, Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği ve Bolşevik Partisi şöyle eleştiriliyordu:

“Bugün reel sosyalizmin çözülüşünün temelinde Lenin döneminden daha yaygın olarak Stalin döneminde geliştirilen, Kemalizm ve benzeri rejimlere karşı uygulanacak kapitalist olmayan yoldan gelişme, az gelişmiş ülkelerin burjuvazisini destekleme politikasının payı büyüktür. Sonuç, reel sosyalizmin sonu oldu.” (Serxwebun, Ocak 1995) Dünya halklarının devrim deneyimleri burjuva ya da küçük burjuva önderlikli ulusal kurtuluşçu, antifaşist ya da demokratik hareketlerin, emperyalizm ve gericilikle uzlaşmaya yöneldikleri ölçüde Marksizm-Leninizme karşı daha doğrudan bir tavır geliştirecekleri yolundaki yasanın sayısız örneğini sunmuştur ve sunmaktadır. PKK’nin de bu yasayı, bu kuralı doğruladığını görüyoruz.

5. Kongre’ye gelindiğinde, PKK önderliği, artık Kuzey Kürdistan’da bir çeşit stratejik denge durumuna ulaşıldığı, Türk gericiliğinin Kürt ulusal hareketini faşist terör yoluyla ezmesinin olanaksız olduğunun açığa çıktığı, saflarında önemli çatlaklar oluşmuş bulunan Türk gerici egemen sınıfların uluslararası arenada büyük ölçüde sergilenip yalıtıldığı, Batı Avrupa emperyalistleri başta gelmek üzere dünya emperyalist burjuvazisinin, gücünü ve kalıcılığını artık kanıtlamış bulunan PKK’ye daha “anlayışlı” ve daha “gerçekçi” bir tarzda yaklaşmasının koşullarının oluştuğu sonucuna varmış bulunuyordu. Kuşkusuz önemli bir doğruluk payı içeren bir analiz, PKK’nin reel politiker özüne dönüşünün ve daha “esnek” bir yol tutturmasının, kendisini dünyanın efendilerine -birlikte iş yapılabilir bir ortak olarak- kabul ettirme yolundaki çabalarını yoğunlaştırmasının çıkış noktasını oluşturuyordu. “Yeni Bir Süreç Başlıyor” başlıklı yazısında Ali Fırat şöyle diyordu:

“Bu özel savaş artık aşılacağa benziyor. Yapabileceğini yaptı, bütün imkanlarını kullandı. Bundan sonrası için fazla yapabileceği bir şey kalmamıştır. Gerek halkın direnme gücü, gerekse buna Özgürlük Hareketi’nin öncülük etmesi, gerillanın esas itibarıyla kendini korumayı başarması yeni bir dönemin başlangıcını teşkil edebilir. PKK’nin 5. Kongresi bu yeni dönemin başlangıcına denk geliyor. Sömürgecilik hiç şüphesiz bu topyekün özel savaşı biraz daha sürdürmek isteyecektir. Tabii ki bu eskisi gibi olmayacaktır. Bunun imkanları ortadan kalkmış durumdadır. İç ve dış koşullarda oldukça daraldığını, ekonomik, sosyal, siyasal, diplomatik çıkmazla karşı karşıya olduğunu ve haliyle özel savaşı fazla götüremeyeceğini bütün veriler, göstergeler ortaya koyuyor." (Özgür Ülke, 7 Ocak 1995) PKK önderliği bu koşullarda, esas olarak emperyalist burjuvazinin ve ikincil olarak da dünya ilerici kamuoyunun Türk gerici egemen sınıfları üzerindeki baskısını yoğunlaştırmasını hedefleyen bir diplomatik atağa geçmeyi öngörüyordu. 5. Kongre’den sonra kendisiyle yapılan bir röpörtajda, A. Öcalan, Abdulkadir Konuk’un bir sorusuna verdiği yanıtta 1995’de izlemeye yöneldikleri siyaseti şöyle anlatıyordu:

“Kamuoyunun yanıltılmasına izin vermemek için ve giderek de dış kamuoyuna gerçekleri daha iyi gösterebilmek için biz, çeşitli aralıklarla barış çağrılarına, siyasi çözüm yollarına önem verdiğimizi ve gerçekten de böyle olduğumuzu göstermeye büyük özen gösterdik. Sık sık bu çağrıları yineleyip bu yaklaşımları sergiledik. Ve en sonunda da özellikle dış kamuoyunun daha iyi netlik kazanması açısından tutumlarımızı açıklığa kavuşturduk.

“Bu çağrılara dış kamuoyundan önemli yanıtlar aldığımızı belirtebiliriz. Dış kamuoyu önemli bir baskı unsuru haline gelmektedir ve önümüzdeki süreçte bunun daha da gelişeceğini sanıyoruz.” (Özgür Ülke, 4 Şubat 1995)

PKK önderliği, “dış kamuoyunu” yani esas olarak emperyalist burjuvaziyi rahatlatmayı hedefleyen bu yaklaşımı gereği 1995 yılının ilk yarısında diplomatik atağını yoğunlaştırdı. Sürgündeki Kürdistan Parlementosu 12 Ocak 1995’de Brüksel’de kuruluş çalışmalarına başladı. 24 Ocak 1995’de PKK, Cenevre Konvansiyonu’na uyacağını açıkladı. Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu Hazırlık Komisyonu üyeleri, 20 ocakta Avusturya’da, 21 ocakta Rusya’da ve 31 ocakta Strasburg’da Avusturya, Rusya ve Fransa’nın çeşitli burjuva partilerine bağlı parlamenterlerle görüşmeler yaptılar. Batı Avrupa ve daha sınırlı ölçüde olmak kaydıyla ABD emperyalist burjuvazisi bu diplomatik atağa belirli bir destek sundular. AGİK Başkanı Dennis De Concini daha kasım 1994’de yayımladığı bir raporda,

“PKK 1993 martta yaptığı gibi tek taraflı olarak ateşkes ilan ederse, Türk hükümeti de askeri kampanyasını askıya almayı ciddi olarak düşünmelidir...

“İki taraflı ateşkes, askeri yaklaşımların tartışılmadığı ve uygulanmadığı bir ortamın sağlanması için, ilk adım niteliği taşıyacaktır.” (Özgür Ülke, 2 Aralık 1994) diyor ve Türkiye’yi Kürt kimliğini “vahşi yöntemler kullanarak baskı altına al”makla suçluyordu. ABD’nin siyasi işlerden sorumlu kıdemli Dışişleri Bakan Yardımcısı Peter Tarnoff ise, 1994’de ABD’nin dış politikasını değerlendirdiği -12 Ocak 1995 tarihli- basın toplantısında Kürt sorununun siyasal düzeyde ele alınmasından sözediyordu. Tarnoff, ABD emperyalizminin “PKK terörizmini” kınadığını bir kez daha vurguladıktan sonra şunları belirtiyordu:

“Ancak umuyoruz ki, Türk hükümeti, Kürt toplumunun sorumlu üyeleriyle diyalogu arttırmanın yollarını arar. Parlamentodaki Kürt milletvekillerinin cezaevine konulmasına ilişkin kaygılarımız olmuştu.” (Milliyet, 13 Ocak 1995) Bütün bu süre içinde, PKK önderliğinin “dış kamuoyu” olarak adlandırdığı emperyalist burjuvazi ve onunu ılımlı kanadı ya da papaz takımı rolünü oynayan liberal ve burjuva-demokratik parti, örgüt, çevre ve kişiler (sosyalistler, sosyaldemokratlar, yeşiller, burjuva aydınları, basın kuruluşları, insan hakları örgütleri, sendika bü rokratları vb.) Türk gericiliğine karşı kampanyalarını daha da yoğunlaştırdılar. Görünürde gerici Türk egemen sınıflarını yumuşatmayı ve geriletmeyi ve onların “demokratikleştirme” konusunda köklü adımlar atmalarını sağlamayı hedefleyen bu kampanya, aslında giderek daha uzlaşmacı bir konuma sürüklenen PKK’yi ve Türkiye ve Kuzey Kürdistan komünist ve devrimci hareketini tasfiye etmeyi, böylelikle Batı Avrupa ve ABD emperyalistlerinin bağlaşığı ve uşağı Türk gericiliğinin ve burjuvazisinin ömrünün uzatılmasını hedefliyor. Ortadoğu’da emperyalist devletleri ve onların İsrail siyonizmi başta gelmek üzere yerel uzantılarını en fazla rahatsız eden Filistin ulusal kurtuluş hareketi, 1980’li yıllar boyunca sürekli olarak güç yitirdikten sonra, 13 Eylül 1993’de imzalanan Rabin-Arafat anlaşmasıyla daha da geri bir konuma çekilmişti. Artık bölgedeki en önemli “istikrarsızlık” öğesi, Türkiye proletaryası ve emekçilerinin devrimci yığın hareketi ile karşılıklı bir etkileşim içinde bulunan ve esas gücünü Kuzey Kürdistan’ın emekçi yığınlarından almakla birlikte, Kürdistan’ın diğer parçalarında da etki ve otoritesi giderek artmakta olan PKK önderliğindeki Kürt ulusal hareketiydi. Bu bakımdan, patlayıcı maddelerle dolu olan bu bölgedeki sınıfsal ve ulusal çelişmelerin daha da fazla keskinleşmesine yol açabilecek/açacak ve yalnızca Türk gericiliğini değil, bir bütün olarak emperyalist burjuvazinin en yaşamsal çıkarlarını doğrudan tehdit edebilecek/edecek olan bir dizi devrimin patlak vermesinin yolu, Kürt ulusal hareketinin sopa ya da havuç yoluyla ya da her ikisinin bir bileşiminin yardımıyla bastırılarak tıkanmalıydı. Bu noktada gerek farklı emperyalist devletler ve gerekse de Türk gericiliği de içinde olmak üzere yerel gerici egemen sınıflar arasında hiçbir stratejik anlaşmazlık yoktur.

Emperyalist burjuvazinin, kadim dostu ve sınanmış uşağı Türk gericiliği hemen hemen bütün gücünü seferber etmesine, binlerce köyü yakmasına, Kürdistan’ın doğal örtüsünü tahrip etmesine, miyonlarca Kürt emekçi köylüsünü yerinden yurdunda ederek Kürdistan kırını insansızlaştırmasına, sivil halka, Kürt devrimci ve demokratlarına yönelik katliamlarını Kürdistan’ın ve Türkiye’nin kentlerine kadar yaygınlaştırmasına karşın gücünü geniş yığınlardan alan ulusal kurtuluş hareketini bastıramadı. Türk egemen sınıfları, PKK’nin, emperyalist burjuvazinin bilinen amaçlarla özendirdiği “siyasal çözüm” atağına, alışılagelmiş yöntemleriyle, yani karşıdevrimci terörü yoğunlaştırarak yanıt verdi. Kürt aydınlarına, avukatlarına, yayıncılarına ve işadamlarına yönelik saldırıları, 3 Aralık 1994’de Özgür Ülke’nin bombalanması, 1995'in mart ayında yaka-paça tutuklanan DEP milletvekillerinin, TCK’nın 168 ve 169. maddeleri (silahlı çete kurmak ve yönetmek) uyarınca DGM tarafından cezalandırılmaları, 4 Şubat 1995’de Özgür Ülke’nin kapatılması, Kuzey Kürdistan’da PKK’ye ve Kürt halkına yönelik askeri operasyonların yoğunlaştırılması, Dersim’de -ocak, şubat ve mart aylarında- köylerin sistematik bir biçimde yakılması ve boşaltılması, Adana, Mersin, İzmir ve İstanbul’un Kürt ağırlıklı yoksul ve emekçi semtlerine yönelik saldırıların yoğunlaştırılması ve cezaevlerine özelde PKK’li ve genelde devrimci ve komünist tutsaklara karşı yeni bir saldırı dalgasının başlatılması vb. izledi. Ve ardından, saflarındaki “kemalist ve “globalist” yada “ 1. cumhuriyetçi” ve “2. cumhuriyetçi” kanatlar arasındaki bölünmenin giderek derinleşmesine ve Kürt halkına karşı sürdürdükleri karşıdevrimci kirli savaşı kazanabileceklerine ilişkin umutlarının giderek sönmesine karşın[1], Kürt sorununun “siyasal çözümü” konusunda kararlı bir adım atma iradesine sahip olmadıkları gözlenen Türk egemen sınıfları, 20 Mart 1995’de Güney Kürdistan’a karşı, yakın tarihin en kapsamlı operasyonunu başlattılar. Korgeneral H. Kundakçı’nın komutasındaki, çok sayıda uçak, helikopter, top ve tankla desteklenen 35000 askerin katıldığı bu saldırı, burjuva basının da itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, amacına ulaşamadı. Kuzey Kürdistan’da girişilen daha kapsamlı, ama aynı ölçüde başarısız bir diğer operasyonla zamandaş olarak gerçekleştirilen bu saldırı, yalnızca PKK’yi değil, dolaylı olarak da olsa, Türkiye’de gelişen işçi ve emekçi halk hareketini de hedef alıyordu. Bu operasyonun hemen öncesinde, sırasında ve sonrasında, işçi sınıfının bir bölümünün (Pendik Belediyesi, Ekspres Kargo, Adana Tekstil, HAVAŞ, Cihangir ve Tuzla Deri, DARSA Tekstil,vb.) militan ve kararlı savaşımlarının, özellikle Türkiye’de yeni bir dönemin kapısını aralamış bulunan Gazi direnişinin ve ona koşut olarak içlerinde 1 Mayıs Mahallesi de bulunan bir dizi işçi ve emekçi semtinde ve Türkiye’nin diğer bazı kentlerinde meydana gelen protesto eylemlerinin, lise ve üniversite gençliğinin nicelik ve nitelik bakımından gelişen savaşımının, Nurtepe ve Okmeydanı semtlerinde yükselen barikatların ve emekçi memurların kitleselleşme ve militanlaşma be lirtileri gösteren eylemlerinin görüldüğünü anımsayalım.

Bu operasyonun bir diğer önemli amacı, Türk gerici egemen sınıfların Musul ve Kerkük bölgesine yönelik geleneksel yayılmacı emellerinin yaşama geçirilmesinin koşullarını oluşturmak ya da zorlamaktı. Daha, ocak 1991’de başlayan Körfez savaşı sırasında ve sonrasında, Türk gerici egemen sınıflarının “glo balist” ya da “2. cumhuriyetçi” kanadı, ABD emperyalistlerinin planlarıyla uyum içinde –Güney Kürdistan’ı da kucaklayan– büyük Türkiye’den yana olduklarını belli etmişlerdi. O zamanın Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın adıyla özdeşleşen ve büyük Türkiye sınırları içinde birleşecek olan Kuzey ve Güney Kürdistan halkına sınırlı bir özerklik tanıyacak olan bu proje çeşitli nedenlerden ötürü gerçekleşemedi. Bu nedenler arasında Türk egemen sınıflarının geniş kesimlerinin, kendilerine bağımlı da olsa, bir Kürt devletini anımsatan herhangi bir siyasal oluşuma ne siyasal, ne askeri ve ne de psikolojik olarak hazır olmaları, Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da gerek işçi sınıfı hareketinin ve gerekse ulusal hareketin açık bir yükseliş içinde olması, Almanya, Fransa ve Sovyetler Birliği gibi emperyalist devletlerin, İran’ın ve Arap dünyasının Türkiye’nin yayılmacı emel ve girişimlerine karşı tutumları sayılabilir. Ancak bu düş, egemen sınıfların gündeminden hemen hemen hiç düşmedi. Türk burjuvazisinin ve gericiliğin temsilcilerinin “çelik hareketi” sırasında ve sonrasında yaptıkları açıklamalarda, PKK’nin Güney Kürdistan’daki üstlerinden yola çıkarak Türkiye sınırları içinde yaptığı ileri bölge ve ya da “güvenlik şeridi” kurulması gereğinin sürekli olarak vurgulandığı görülmüştü. İsrail siyonistlerinin Güney Lübnan’da oluşturmuş oldukları “güvenlik kuşağı” örneği verilerek pazarlanmaya çalışılan söz konusu sınır “düzenlenmesi”nin gerisinde, Türk egemen sınıflarının ABD emperyalistlerinin bölgeye ilişkin planlarına daha yakın duran ve “Kürt sorunu”nun Irak’ın toprak bütünlüğünün çiğnenmesi ve bir Türk-Kürt federasyonunun kurulması yoluyla çözümünü savunan kanadının hevesleri yatıyordu. Ancak gerek bölgesel ve gerekse uluslararası koşulların uygun olmaması, böylesine “alçakgönüllü” hedeflerin bile gerçekleşmesine olanak vermedi.

Burjuva basının ve egemen sınıfların histerik ve şovenist yaygaraya karşın başarısızlıkla sonuçlandığı gizlenemeyen Güney Kürdistan operasyonu, Türkiye’nin uluslararası alanda daha da fazla yalıtılmasını sağlayarak, PKK önderliğinin “siyasal çözüm” doğrultusundaki atağının zeminin daha da güçlenmesine katkıda bulundu. 6 Mart 1995’de Gümrük Birliğine katılarak Avrupa Birliği’nin üçüncü sınıf bir üyesi haline gelen Türkiye, zaten uzun süredir Batı Avrupa burjuvazisinin “Demokratikleşme” konusundaki ikiyüzlü baskılarına hedef oluyordu. Türk gerici egemen sınıflarını ABD emperyalizminin etki alanından uzaklaştırmak ve kendilerine yakınlaştırmak için, Kürt halkına yönelik baskı ve katliamları ve Türkiye’de “İnsan haklarının olmayışı”nı bir manivela olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olan Avrupa Parlamentosu, 6 Nisan 1995’de yaptığı bir toplantıda 6 çekimser oya karşı 411 oyla Kuzey Irak operasyonunu makum etti. Avrupa Parlementosu Konseyi Parlamenterler Asamblesi ise 26 nisanda yaptığı bir toplatısında haziran ayına kadar “Demok ratikleşme” konusunda gerekli adımları atmadığı taktirde, Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki temsil hakkını askıya almayı kararlaştırdı. (Ancak ikiyüzlü Avrupa emperyalist burjuvazisinin Türkiye’den vazgeçmeyeceğinin ve böylesi çıkışların gerçek anlamı ve içeriğinin bilincinde olan Türk egemen sınıfları, bu adımlardan pek de fazla kaygılanmadılar.) Operasyona önce sıcak baktığını belirten ABD emperyalistleri, hem dünya ölçeğinde gelişen tepkiler, hem de Türk gerici egemen sınıflarının çizmeyi aşma olasılığı karşısında giderek daha “eleştirel” bir tutum benimserken, Rusya, Yunanistan, Suriye, İran gibi komşu ülkeler ve Türkiye’nin yeni Osmanlıcı yayılma hayallerinden ürken çeşitli Arap ülkeleri de bu istila eylemini kınadılar.

Bu arada, gerek ülke içindeki koşulların ve gerekse uluslararası alandaki güç dengelerinin Kürt ulusal hareketi lehine değişmeye devam ettiği yolundaki değer lendirmeden hareket eden PKK önderliği, “siyasal çözüm”ü zorlama doğrultusundaki arayışını sürdürüyordu. Mart 1995 sonlarında MED TV’nin Londra’dan deneme yayınlarına başlamasını, 12 nisanda Sürgündeki Kürdistan Parlamentosu’nun Hollanda’nın başkenti Lahey’de resmen çalışmalarına başlaması, PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın 22 nisanda MED TV’de yapılan bir açık oturumda Türkiye ile diyalog önerisini yinelemesi izledi. Mayıs başlarında, Cumhurbaşkanı S. Demirel’in “Batı Sevr’i istiyor” diyerek Avrupa emperyalist burjuvazisinin Türkiye’nin bölünmesinden yana olduğu yolundaki iddiasının ardından, dönemin Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin ve Dışişleri Bakanı Erdal İnönü’nün başkanlığında dışişleri bürokrasisinin ve çoğu Avrupa başkentlerinde görev yapan 40 büyükelçinin katıldığı bir toplantı gerçekleştirildi. Devletin, PKK’nin “siyasal çözüm” atağına karşı nasıl bir diplomatik strateji izlemesinin gerektiği konusunda tartışmaların yapıldığı bu toplantıda, Batı Avrupa emperyalistlerinin DEP’in kapatılmasını eleştirdiklerini ve PKK’yi “sivilleştirmeye” çalıştıklarını belirten büyükelçiler şunu ileri sürüyorlardı.

“DEP’in kapatılması, Avrupa’da Kürt sorununun barışçıl yollardan çözümü için var olması gereken muhatabın ortadan kaldırıldığı görüşünü hakim kıldı. Bu nedenle Avrupa, PKK’yi siyasi bir örgüt haline getirmeyi amaçlıyor.

“Savaşı kaybetme aşamasında olan PKK de Avrupa’nın bu isteğinden yararlanarak, süratle sivilleşme adımları atıyor. Daha önce kültürevi adı altında büro açan PKK’ye Avrupa şimdi ERNK’nin adıyla büro açmasına izin vermeye başladı. ERNK Danimarka’da da büro açtı. Norveç, İsveç ve Finlandiya’da da yakında büro açacak” (Milliyet, 8 Mayıs 1995). Aynı günlerde 32. Gün programında Mehmet Ali Birand’ın sorularını yanıtlayan S. Demirel şöyle diyordu:

“Şimdi Avrupalı nasıl bakıyor. Türkiye Cumhuriyeti terörle mücadele hakkına sahiptir, ama Türkiye’de cereyan eden Avrupa’nın birçok yerinde şöyle görünüyor: Sanki Türkiye’de ezilmiş bir halk var, bu halkın mücadelesini yapan kurtarıcı bir grup var.” (Yeni Politika, 11 Mayıs 1995) SKP Yürütme Konseyi, 21 mayısta yaptığı ikinci olağan toplantısında Türkiye’yi ve “uluslararası demok ratik kurum ve kuruluşları” Kürt sorununun “siyasi ve demokratik bir temelde çözülmesi” için çaba harcamaya çağırdı. Bunu, SKP temsilcilerinin haziranın ilk haftası içinde Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir dizi görüşmeler yapmaları, 14 haziranda 6 Yunan milletvekilinin PKK’nin Genel Başkanı A. Öcalan’ı ziyaret etmeleri, temmuz ortalarında 10.000 PKK’li tutsağın ve onlara Türkiye ve Kürdistan’da ve Avrupa’da destek veren güçlerin açlık grevleri ve diğer kitlesel eylemleri izledi. 14 temmuzda –Büyük Fransız devriminin 194. yıldönümünde– 14 Temmuz 1983’de Diyarbakır zindanında yakılan görkemli direniş ateşinin tutuşturulmasından tam 13 yıl sonra- başlayan eylemin istemleri şunlardı.

“1- PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan tarafından yapılan siyasi çözüm için diyalog çağrısının, bütün sorunların çözüm başlangıcı olarak açıktan benimsenmesi ve güç verilmesi.

2- Cenevre Savaş Sözleşmesi'ne uyulmasının güvence altına alınması.

3- Sivillerin katliamına, gözaltındaki kayıplara, yargısız infazlara, işkenceye, köylerin yakılıp yıkılmasına son verilmesi.

4- Cezaevlerindeki tutsaklara savaş esiri statüsü verilmesi.

5- Yürütülen askeri imha operasyonlarına son verilmesi.

6- Kirli savaşı yerinde izlemek ve cezaevlerindeki durumu yerinde görmek için Birleşmiş Milletler ve Kızılhaç tarafından heyetlerin gönderilmesi.” (Yeni Politika, 15 Temmuz 1995) Bu kitlesel açlık grevinin başlamasından kısa bir süre sonra, ABD’yi ziyaret eden SKP Yürütme Konseyi Başkanı Remzi Kartal ve Başkanlık Divanı üyesi George Aryo, bazı senatörlerle ve Demokrat Parti’den bazı yetkililerle görüştüler. Kürt sorununun ABD Senatosu’nda ele alınmasını isteyen SKP temsilcilerinin, Washington’a sunduğu belgelerde, diğer şeylerin yanısıra şunlar söyleniyordu.

“Bugün bu katliama seyirci kalmak veya daha kötüsü ona destek sunmak, ne tarihin ne de Kürt halkının affedeceği bir suçtur… Biz Kürt tarafı olarak, Amerikan hükümetine sesleniyor ve diyoruz ki: Gelin bu Türk dostluğunuzu gözden geçirin; Kürdistan halklarını tarihin çöplüğüne atmak isteyenlere alet olmayın; Türk politikacılarının kulandıkları İslami fundamentalizm oyununa gelmeyin; hep ‘inanıyoruz’ dediğiniz, Evrensel İnsan Haklarına ve değerlerine sahip çıkınız; Ortadoğu’ya barış, güvenlik ve istikrarın gelmesini istiyorsanız, Kürt sorunu hakkında gerçekçi çözüm için adım atınız” (Yeni Politika, 20 Temmuz 1995) Kürt ulusal hareketinin önderlerinin ABD ve Batı Avrupa emperyalist burjuvazisiyle flörtlerinin ve onlara ilişkin beklentilerinin daha üst bir düzeye tırmandığı bu dönemde, Yeni Politika gazetesinde ya yımlanan bir röpörtajında A. Öcalan da şunları söylüyordu.

“Eğer gerçekten ABD’de, Avrupa’da söylendiği gibi insan hakları ve demokrasi varsa, onun temel değerlerine, ilkelerine, kurumlarına bağlıysalar söylesinler: En çok demokratik haklar, insan hakları nerede ihlal ediliyor? Bir halkın kimliği, kültürü nerede inkar ediliyor… Kendini düzeltmesi gereken biz değiliz. ABD ve Avrupa’dır. Kocaman NATO’yu bize karşı kullanmaları, hangi adaletin veya insani bir ilkenin gereğidir. Neden bizi bu kadar uluslararası bir tehlike olarak görüyorlar? Bunu da anlamak istiyoruz. Eğer bizim, Kürt halkının varlığını ve çok sınırlı bazı ulusal demokratik taleplerini istemekten daha fazla bir aşırılığımız varsa onu söylesinler. Sınırları belli olmayan bazı çıkarları, Ortadoğu söz konusu ise onu da açıkça söylesinler. Görüşelim.” (Yeni Politika, 18 Temmuz 1995) Lenin, “Emperyalizm” adlı yapıtında, emperyalizmin “heryere özgürlük değil, egemenlik eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağı” olduğunu belirtiyor ve,

“Emperyalizm, hem dış, hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin bütün demokrasinin inkarıdır.” (Marksizmin bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s. 27) diyordu. 20.yy’ın sonlarına yaklaştığımız bugünlerde emperyalizmin “her planda gericilik” anlamına geldiğini unutanlar ya da Marksizm-Leninizmin ve onun temel tezlerinin eskidiği yolundaki safsatalardan yola çıkarak, genel olarak emperyalizmde ve özel olarak ABD ya da Batı Avrupa emperyalizminde ilericilik, demokratizm vb. arayanlar başlarını taşa çarpacaklardır ve çarpmaktadırlar da. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin önderlerinin, ABD ya da Batı Avrupa emperyalistlerinin Kürt halkına ve onun ulusal kurtuluş savaşımına yıkımdan başka herhangi bir şey vereceğini, dünya gericiliğinin başını çeken bu güçlerin Kürt halkının yazgısı konusunda en küçük bir adalet ya da vicdan duygusu taşıyabileceğini, onların Ortadoğu’ya ya da dünyanın herhangi bir başka bölgesine “barış, güvenlik ve istikrar” getirdiğini ve getireceğini hayal etmeleri ve kendi devrimci tabanlarını ve Kürt halkını bu hayallerle eğitmeleri bu çilekeş ve kahraman halkın çok büyük bedeller ödeyerek, kan ve gözyaşı selleri dökerek kazandığı devrimci mevzilerin göz açıp kapayıncaya kadar elden gitmesine yol açabilecektir. Kürt ulusal kurtuluş hareketinin önderleri, ABD kapitalizmi ve emperyalizminin 1880’lerde ve 1890’larda Kızılderilileri bütünüyle yok ederek yakın tarihin ilk gerçek soykırımını gerçekleştirmiş 1861-’65 iç sava şının üzerinden 120 küsur yıl geçmiş olmasına karşın “kendi” zenci halkına karşı ırkçı bir politika izlemekten hala vazgeçmemiş, 20.yy’ın başlarından bu yana kendi özel etki alanı ilan ettiği Latin Amerika’nın halklarına karşı kendi deyimiyle “büyük sopa” siyaseti izlemiş ve bu kıtada gerçek leştirdiği sayısız askeri darbeler, yaptığı askeri müdahaleler yoluyla milyonlarca işçi, köylü ve aydının kanını dökmüş, “kendi” işçi sınıfına ve emekçilerine ve ABD’deki komünist, devrimci ve antifaşist güçlere karşı sistemli bir baskı ve sindirme politikası uygulamış, 1936-’39 yılları arasındaki İspanya iç savaşı sırasında Hitler ve Mussolini tarafından desteklenen general Franko önderliğindeki faşist güçlere arka çıkmış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman, İtalyan ve Japon faşistlerinin çizmelerini giyerek kapitalist emperyalist sistemin jandarmalığına soyunmuş, sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve halk demokrasisi ülkelerine karşı sayısız karşıdevrimci komplolar düzenlemiş, 1950-’53 yılları arasında Kore halkının devrimci iradesinin yaşama geçmesini engellemek için Kore savaşını çıkarmış, 1954’deki Dien Bien Fu yenilgisinden sonra eski sömürgeleri olan Vietnam’dan apar-topar kaçmak zorunda kalan Fransız emperyalistlerinin yerini almış ve 1975 yılında kendileri de tasıtarağı toplayarak, bu ülkeden gidene kadar 1 milyondan fazla Vietnamlının ölümüne yol açmış, 1965’de Endonezya’da 500.000’ den fazla komünist, devrimci, antifaşistin öldürülmesiyle sonuçlanan faşist Suharto-Nasution darbesinin tezgahlanmasında başrolü oynamış, 1973’de Şili’de general Pinochet’in, 1976’da Arjantin’de general Videla’nın, 1980’de Türkiye’de general Evren’in vb. askeri-faşist darbelerinin ardında aktif bir biçimde yer almış, Güney Afrika’dan Pakistan’a, Filipin’lerden İran’a, Mısır’dan Brezilya’ya kadar dünyanın her yerinde proletaryanın ve halkların celladı ve kasabı işlevini yerine getirmiş ve Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan Kürt halkının çeşitli gerici ve faşist klikler eliyle ezilmesinin en önde gelen sorumluları arasında yer almış olduğunu nasıl olur da anlamamazlıktan gelebilirler? Kürt ulusal hareketinin önderleri nasıl olur da sınıfsal kurtuluş için ayağa kalkan işçilerin ve diğer emekçilerin ve ulusal kurtuluş için ayağa kalkan ezilen halkların genelde emperyalist burjuvazi ve özelde ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri tarafından her zaman “uluslararası bir tehlike” olarak görüldüklerini ve görüleceklerini, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm için ayaklanan işçilerin, diğer emek çilerin ve ezilen halkların yalnızca yerel gericilikle değil, aynı zamanda emperyalist burjuvaziyle de -dolaylı ya da doğrudan- savaşmadan kendi hedeflerine ulaşamayacaklarını anlamazlıktan gelebilirler.

Bu dönemde, emperyalist burjuvazi konusunda beslenen hayaller, kaçınılmaz olarak Türk (ve İran ve Irak) gerici egemen sınıfları konusunda beslenen hayallerle tamamlanıyordu. A. Öcalan’ın, 6 Aralık 1994’de toplanan AGİK doruğu öncesinde Özal’ın ve Karayalçın’ın söylediği tarzda ve “Türkiye’nin bütünlüğü içinde” bir federasyona karşı olmadığını “herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışıla”bileceğini söylediğini yukarda görmüştük. PKK Genel Başkanı, Yeni Politika’da 18 Temmuz 1995’de yayımlanan röpörtajında bu görüşünü dile getiriyordu.

“Herşeyden önce Ortadoğu halkları arasında uzak bir ihtimal gibi gözükse de bir federasyonlaşma mümkündür. Bugün Irak’ta gerçekleşecek bir Kürt-Arap federasyonu, yine İran’da gerçekleşecek bir Kürt ve diğer halklar federasyonu, Türkiye’de gerçekleşecek bir Kürt-Türk federasyonu eşittir bir Ortadoğu federasyonudur. Biz buna inanıyoruz.” A. Öcalan’ın federasyon ya da federasyonlaşmaya ilişkin projelerinde “küçük” bir detayın, devrimin eksik olduğu görülüyor. Türkiye’de, İran’da ya da en azından İşçi-Emekçi Sovyetlerinin iktidarı kurulmadan, Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarının güvence altına alınmasının minimal koşulları oluşmuş sayılmaz. Bu ülkelerde, Türk, Fars ve Arap gericiliğinin iktidarda bulunduğu koşullarda, bu egemen sınıflarla gerçekleştirilecek bir federasyon ilişkisi, Kürt halkının ulusal ve demokratik özlemlerine ve çıkarlarına ihanet, Kürt burjuvazisinin Türk, Fars, Arap vb. gerici egemen sınıflarıyla Kürt proletaryası ve emekçilerinin demokratik savaşımının ezilmesi için anlaşması anlamına gelecektir. Türk gerici egemen sınıflarının henüz böyle bir anlaşmaya hazır olmamaları, böylesi bir tehlikenin, ya da Kürt burjuvazisini bile dıştalayan daha kötü teslimiyetçi bir uzlaşma tehlikesinin olmadığı anlamına gelmiyor. Devam edelim.

Kürt ulusal hareketi, temmuz ve ağustos aylarında bu diplomatik atağını sürdürmeye çalıştı. SKP Yürütme Konseyi’nin 22 temmuzda Rusya’da çeşitli burjuva partilerinin temsilcileriyle yaptığı görüşmeler, SKP 2. Olağan Genel Kurulu’nun 31 temmuzda Viyana’da başlayan toplantısında 21 martı ulusal bayram ilan etmesi ve Güney Kürdistan’da sürmekte olan ça tışmaların sona ermesi için Öcalan, Barzani ve Talabani ile görüşmeyi kararlaştırması, 14 temmuzda cezaevlerindeki tutsakların başlattığı kitlesel açlık grevinin ülkede ve Avrupa’da çeşitli destek eylemleriyle beslenerek sürdürülmesi, 14 ağustosta Taksim 1 Mayıs alanında izinsiz olarak gerçekleştirilen –ve cezaevlerindeki tutsakların açlık grevine başlarken kamuoyuna sundukları istemleri içeren bir Barış Bildirisi’nin de okunduğu– barış mitingi, bu zincirin halkalarından bazılarını oluş turuyordu. Ancak, gelişmeler PKK’nin “siyasal çözüm” doğrultusunda sürdürdüğü etkinliklerin kısa erimde elle tutulur bir sonuç vermeyeceklerinin verilerini oldukça net bir biçimde ortaya koymaya başlamıştı bile. 22 haziranda kabul ettiği raporda Türk hükümetinin “sivil Kürtlere karşı şiddet” uygulamasını eleştiren ve Kürtlere anlatım özgürlüğü sağlanması ve Kürdistan’da BASK modelinin uygulanmasını savunan Batı Avrupa Birliği Parlamenter Asamblesi, bu son derece ılımlı önerilerini bile bir yana atarken, 28 haziranda toplanan Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi, daha önce almış olduğu “Türkiye karşıtı” kararı –Haziran ayına değin ‘demok ratikleşme’ve Kürt sorununun çözümü konusunda ilerleme sağlanamadığı takdirde Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki temsil hakkının askıya alınması– eylül ayına dek dondurdu. D. Tarchys, Cumhurbaşkanı S. Demirel’in, Avrupa’nın Türkiye’nin üniter yapısını bozmak istediği yolundaki eleştirileri yanıtlarken, Türkiye’nin “Avrupa ailesinin bir üyesi olarak kalma”sı gerektiğini söylüyor ve bir süredir Avrupa Konseyi top lantılarını boykot eden Türk Parlamento Heyeti’nin geri dön mesi gerektiğini hatırlatıyordu. Aylar süren çekişme ve pazarlıklardan sonra burjuva partilerinin temmuzun ikinci yarısında, 12 Eylül anayasasında bazı son derece sınırlı değişiklikler yapmayı “başarabilmeleri” de Türkiye’nin Batı Avrupa (ve ABD) emperyalist burjuvazisiyle ilişkilerinde belli bir rahatlama yarattı. Burada, Kürt ulusal hareketinin aylar boyu devam eden diplomatik atağının ve “siyasal çözüm” arayışlarının, kilit önemde iki ülke olan ABD ve Almanya’nın tutumlarında ciddiye alınabilecek hiçbir değişiklik yaratmamış olduğunun altını çizmek gerekiyor. ABD ve Almanya devlet aygıtının değişik bölümlerinden Türk gericiliğine yönelik eleştirilerin arkası hiç kesilmemekle ve özellikle de bu ülkelerin parlamenterlerinden muhalefetteki burjuva partilerinden, basınından gelen ve Türkiye’nin “anti-demokratik” uygulamalarını hedef alan eleştirilerinin dozu yer yer daha da yükselmekle birlikte, bu iki kilit ülkenin emperyalist burjuvazisinin, Türkiye’nin “stratejik önemi” konusunda herhangi bir yalpalama göstermedikleri açık olmalıdır. Türk burjuvazisi ve gericiliği, bu ülkelerin egemen sınıflarının, kendi kamuoylarının ve halklarının tüketimi için dillerinden düşürmedikleri “demokrasi, insan hakları vb.” konusundaki emperyalist demagojinin gerçek anlam ve değerinin bilincindedir. Onlar sürekli olarak, “laik ve demokratik Türkiye’nin Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Kaf kasya’ya ve Orta Asya’ya kadar tüm İslam alemine örnek olduğunun, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonraki kısa balayı dönemi geçtikten sonra -Doğu Avrupa’da, Ukrayna’da, eski Yugoslavya’da, Kafkasya’da ve Orta Asya’da giderek daha fazla karşı karşıya gelen ve- aralarındaki çekişmeler keskinleşmeye yüz tutan ABD ve Rusya arasındaki ilişkilerin yeni konumunun Tür kiye’nin önemini arttırdığının, Türkiye’nin Kafkasya, Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlar’daki Türk ve müslüman toplulukları üzerindeki “geleneksel etkisi” sayesinde ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin bu geniş ve uçsuz bucaksız bölgedeki güncel ve gelecekteki çıkarlarını zedeleyen ve ze deleyebilecek çeşitli güçlere -Rus emperyalizmi, İran gericiliği, islam fundamentalizmi ve diğer Batı karşıtı güçler- karşı emperyalist Batı’nın kalkanı ve siperi rolünü oynayabilecek biricik ülke ol duğunun propagandasını ve böylelikle Türk gericiliğinin ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri açısından “vazgeçilmezliği”nin yaygarasını yapmaktadırlar. Taşıdığı önemli abartma öğesi bir yana bırakılsa da bu değerlendirmede önemli bir gerçek payı olduğu hesaba katılmalı, emperyalist Batı’nın 1930’lu yıllardan bu yana sınanmış uşağı ve bağlaşığı olan Türkiye’den ve kendisine sıkı sıkıya bağımlı olan Türk burjuvazisiyle olan ilişkileri sayesinde sağladığı artık-değerden ve diğer ekonomik olanaklardan kolay kolay vazgeçmeyeceği ve vazgeçemeyeceği hesaba katılmalıdır. Kuşkusuz bu, söz konusu “karşılıklı bağımlılık” ilişkisi içinde asıl bağımlı olan tarafın Türk burjuvazisi ve gerici egemen sınıfları olduğu gerçeğinin gözardı edilmesini ne gerektirir, ne de olanaklı kılar. Bu yüzden onun çeşitli temsilcileri, ABD ve Batı Avrupa’nın parlamentolarında, basınında ve diğer benzeri platformlarında kendilerinin -iki yüzlü bir tarzda da olsa- sürekli olarak yargılanmalarına, aşağılanmalarına ve adeta şamar oğlanına çevrilmelerine pek de aldırmamakta, efendilerinden koparabilecekleri ekonomik, siyasal askeri vb. “yardım” için onursuzca yalvarmakta, kulis yapmakta, kendilerine yönelik hakaret ve sövgülerin dozunun kaçtığını düşündüklerinde ise -Türkiye halkını ve kamuoyunu oyalamak için- bazı göstermelik tepkiler vermektedirler.[2]

Dolayısıyla, saflarındaki tartışma, anlaşmazlık ve bölünmenin sürmesine karşın Türk gerici egemen sınıfları, Kürdistan’a ilişkin politikalarında önemli bir değişiklik yapmadan ya da yapamadan yollarına devam ettiler. Bu koşullarda onlar, Türk ordusunun 20 marttaki büyük askeri operasyonunun (Çelik Harekatı) dünya ölçeğinde tepkilere yol açmış olmasına karşın, 2-12 Temmuz 1995 tarihleri arasında Güney Kürdistan’daki PKK üslerine karşı yaklaşık 3 bin askerin katıldığı, aynı ölçüde başarısız bir başka saldırı gerçekleştirmekte duraksamadılar. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) tarafından hazırlatılmakta olduğu uzun zamandır bilinen “Doğu sorunu: Teshisler ve Tespitler” başlıklı raporun 3 ağustosta yayımlanmasının ardından “kemalist” kanattan gelen yoğun tepkiler karşısında “globalist” kanadın pasif savunma konumunda kalması hiç de şaşırtıcı değildi. Cezaevlerinde 37 gündür sürdürülmekte olan açlık grevlerinin 17 ağustosta istemlerinin hiçbirini kabul ettiremeksizin sona ermesinin ardından faşist diktatörlüğün 18 ağustosda Yeni Politika gazetesini –Türkiye’deki ve dünyanın değişik yerlerindeki demokratik kuruluşların eleştiri ve tepkilerini hiçe sayarak– kapatması da şaşırtıcı değildi.

Gelinen noktada PKK önderliğinin yeni bir durum değerlendirmesi yapması kaçınılmazdı. Nitekim temmuz sonlarında kaleme aldığı bir makale de Aydın Zafer şöyle diyordu:

“Bu koşullarda, Özgürlük Cephesi kazanma nedenlerine sımsıkı sarılırsa ve yeterince cevap verirse bundan sonrasını ve önümüzdeki yılları kazanmaması düşünülemez. Gelişme olanaklarına karşı devlet sürekli saldırı po zisyonunda olup, çok şiddetli bir savaş gelişiyor. Özgürlük ve Barış temelinde bir barışçıl formülün ancak bu kıyasıya savaşımın sonucuyla belirleneceği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır…

“Artık tarih öyle bir noktaya geldi ki, ya devlet bu finali kazanır ya da özgürlük hareketi kazanır. Dolayısıyla orta yol pek gözükmüyor. Bir orta yol için içten ve dıştan epey ses çıktıysa da, bu seslerin fazla etkili olmaması kendilerine göre askeri yöntemin tek çıkar yol olarak görülmesi ve bunun dışında nefes alacak durumlarının olmaması, bu gelişmeyi diğer yönüyle de izah ediyor.” (Yeni Politika, 28 Temmuz 1995) Koşullar PKK önderliğini, yalnızca Türk gericiliğine değil, ABD emperyalizmine ve bağla şıklarına karşı da tavır almaya zorluyordu. Daha 29 haziranda ABD Dışişleri Bakanlığı Irak-İran Dairesi Başkanı R. Deutsch Ankara’da Türk Dışişleri yetkilileriyle kapsamlı bir görüş alışverişinde bulunmuştu. Bu görüşmenin asıl amacı, o sıralar birbirleriyle savaşmakta olan ve emperyalist devletlerle, Türk faşist diktatörlüğüyle, onların istibarat örgütleriyle ve “Çekiç Güç”ün komutanlarıyla girdikleri kirli ilişkiler ve binlerce Kürt peşmergesinin yaşamına malolan –ve Güney Kürdistan halkının büyük tepkisine yol açan– ilkesiz çatış maları nedeniyle saygınlıklarını önemli ölçüde yitirmiş olan KDP ve KYB’nin aralarında kalıcı bir ateşkes imzalamalarını sağlamaktı. ABD emperyalistlerinin, bağlaşıklarının ve Türk gerici egemen sınıflarının asıl kaygısı, bu iki gerici kliğin niteliği giderek daha fazla açığa çıkan pro-emperyalist ve halk karşıtı politikalarının, Güney Kürdistan’da PKK’nin güçlenmesine olanak yaratmakta olmasıydı.

ABD diplomatlarının Türkiye’de ve Güney Kürdistan’da yaptığı bir dizi görüşmenin ardından 9-11 Ağustos 1995’de İrlanda’nın başkenti Dublin yakınındaki bir kasabada, Kürdistan Demokratik Partisi, Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Irak Ulusal Kongresi temsilcileri biraraya geldiler. ABD emperyalistlerinin gözetiminde yapılan ve Türkiye’nin de gözlemci olarak katıldığı toplantıda şu kararlar alındı.

a) Çatışmaların çerçevesinde yoğunlaştığı Erbil kenti silahlı birliklerden arındırılacak. Erbil çevresindeki askeri birliklerin sayısı azaltılacak.

b) Gümrük gelirlerinin ve diğer gelirlerin KDP ve KYB arasında “adil” olarak paylaştırılmasını güvence altına alacak düzenlemeler yapılacak.

c) Güney Kürdistan’daki bölgesel parlamento, federal meclis ve hükümete yeniden işlerlik ve meşruiyet kazandırılacak.

d) Irak’ın toprak bütünlüğü korunacak ve Türkiye’nin –Güney ve Kuzey Kürdistan’daki– “meşru” güvenlik kaygıları gözönüne alınacak.

ABD emperyalizmi ile Türk gericiliği arasında gerçekleştirilen ve KDP ve KYB’nin bir ateşkese gitmeleri ve destek vermeleri kaydıyla yaşama geçirilebilecek olan bu anlaşmanın asıl hedefleri ise şunlardı:

1- Güney Kürdistan’da KYB ve özellikle KDP aleyhine güçlenmekte olan PKK’yi yalıtmak ve etki sizleştirmek.

2- 15 Ağustos'ta Saddam Hüseyin’in iki damadı ve iki kızının Ürdün’e kaçmalarının ortaya koyduğu gibi, artık iyice zayıflamış bulunan BAAS rejimini devirmek; içinde tüm Saddam karşıtı güçlerin yer aldığı gevşek ve şekilsiz bir cephe olan Irak Ulusal Kongresi’ni iktidara getirerek ABD emper yalizminin Ortadoğu’daki konumunu güçlendirmek. Dolayısıyla, PKK önderliğinin de belirttiği gibi artık “orta yol”, yani “siyasal çözüm” olanağı kalmamıştı. Dahası, “içten ve dıştan” çıkan seslerin, yani Türk gericiliğini -ikiyüzlü bir tarzda- eleştiren ve PKK’yle ya da daha çok “Kürt toplumunun sorumlu üyeleri” ile uzlaşmaya çağıran güçlerin (esas olarak Batı Avrupa emperyalistleri ve Türk egemen sınıfların “globalist” ya da “2. cumhuriyetçi kanadın) etkili olmadığı, olamadığı ortaya çıkmıştı. Aylar boyu, Türk gerici egemen sınıflarını, ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerini Kürt ulusunun ve ulusal hareketinin meşru ve haklı savaşımlarınına destek vermeleri, Kürt ulusunun istemlerinin yerine getirilmesinin bu güçlerin stratejik çıkarlarına zarar vermeyeceğini kavramaları konusunda ikna etmek, ABD ve Batı Avrupa emperyalistleri ve Türk egemen sınıflarının saflarındaki yarıkları genişletmek için çalışan PKK önderliği, ABD (ve Batı Avrupa) emperyalistlerine karşı tavır takındı. Yeni Politika gazetesinde 18 Temmuz 1995’te yayımlanan röpörtajda;

“Sınırları belli olmayan bazı çıkarları, Ortadoğu söz konusuysa, onu da açıkça söylesinler, görüşelim” diyerek ABD ve Batı Avrupa emperyalistleriyle –herhalde Kürt, Arap, Fars, Türk vb. halklarının yararına olmayacak olan– bir pazarlığa girmeye hazır olduğunu dile getiren A. Öcalan’ın görüşlerini yansıtan “İktidar ve Devrim Süreci” başlıklı yazıda şöyle deniyordu:

“Uluslararası baş emperyalist güç ABD, özgürlük mücadelesine karşı büyük bir savaş yürütüyor. ABD’nin yaptığı son değerlendirmelerinde; ‘Bizim Ortadoğu ve Orta Asya’da stratejik çıkarlarımız var, Türkiye bize gereklidir’ diyorlar. ‘TC varsın birkaç halkı daha tarihten silsin, ne gam!’ önemli olan kendi politikalarının Orta ve Yakın Doğu’da yürütülmesi, Orta Asya’ya doğru ilerlemesidir. Bu temelde Kürdistan devrimine karşı kurulan uluslararası ittifak bu temeldedir ve değişeceğe de pek benzemiyor…

“Güney’de görünürde emper yalizm Irak rejimine karşıdır. Ama esas olarak gizli ve daha çok Kürdistan’da yükselen devrimci savaşa karşı bir Kürt işbirlikçi blokuyla bir taşla birkaç kuş vururcasına gelişmeleri kontrol altına almak istiyor. Bu, sadece Türk özel savaşımının planı değildir. Bir de emperyalizmin çok üst düzeyde ve Türk özel savaşımıyla koordineli bir biçimde yürüttüğü Kürt halkını bastırma ve tarihten silme politikasını giderek Ortadoğu’yu devrimsizleştirme ve kendi yeni nizamına uygun hale getirme biçiminde genişletmek istiyor. Bu, bugün en tehlikeli bir politika olarak, Kürt halkı başta olmak üzere, bütün bölge halklarına dayatılmış bulunuyor.” (Özgür Politika, 31 Ağustos 1995)[3]

Gelinen noktada, ABD emperyalistleriyle Türk gericiliği arasında, Güney Kürdistan ve Irak konusunda –ABD’nin daha kazançlı çıktığı– bir uzlaşmaya varıldığı anlaşılıyor. Bu uzlaşmaya göre, ABD, Türkiye’yi Kürt sorununun “siyasal çözüm”ü konusunda (büyük olasılıkla şimdilik!) sıkıştırmayacak, KDP çetelerinin de yardımıyla sınırlarını koruyabilecek ve PKK’ye karşı ortak operasyonlar düzenleyebilecek olan Türkiye, MİT’in denetimi altında bulunan Türkmen örgütleriyle özel ilişkilerini sürdürebilecektir. Buna karşılık, Türk gericiliği, hemen hemen ikibuçuk yıldan bu yana sürdürmekte olduğu Saddam Hüseyin kliğiyle ilişkileri geliştirme, Irak’a uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılması için çaba harcama, PKK’ye karşı Irak ordusuyla birlikte savaşma ve Irak’ın toprak bütünlüğünü savunma doğrultusunda yürütmeye çalıştığı ürkek politikasından önemli ödünler verdi. İçinde Irak’ın bölünmesinden yana olan çeşitli parti ve grupların yer aldığı, ABD güdümlü Irak Ulusal Kongresi ile ilk kez masaya oturması, Türkiye’nin politikasındaki değişikliğin en belirgin göstergesidir. Fakat ABD emperyalistlerinin, kendi emper yalist-reformist çözümlerini yalnızca Irak Kürdistan’ına dayatmakla yetinmeleri beklenemez. Onların İran’ı en tehlikeli ülke ve “uluslararası terörizm”in baş destekçisi ilan etmeleri, şubat 1995’te İran’a nükleer teknoloji satacağını açıklayan Rus emperyalistlerinin ekonomik yardımı kesmekle tehdit etmeleri, 30 Nisan 1995’de başkan Clinton’un –başka hiçbir ülkenin katılımını sağlayamamasına karşın– İran’a karşı ekonomik ambargo uygulamasını başlatması, geçti ğimiz aylarda Van yöresinde İran KDP’sine bağlı peşmergelerin Türk ve Amerikan askeri uzmanlarınca eğitilmesine başlanması ve Milli Güvenlik Kurulu’nda “İran’a karşı ortak operasyon” konusunun tartışılması vb., ABD emperyalistlerinin Irak’ta uygulamaya koydukları türden bir planı İran için de düşünmekte olduklarını göstermektedir. Ama bu yolun açılması, eninde sonunda benzeri bir çözümün Kuzey Kürdistan içinde gündeme getirilmesinin yolunu açmıyor mu? Irak ve İran Kürdistanlarında emperyalist reformist çözümüne rıza gösteren, hatta destek veren Türk gerici egemen sınıfları, benzeri bir çözümün Türkiye Kürdistan’ında uygulanmasının koşullarının yaratılmasına kendi eliyle katkıda bulunmuyorlar mı? Bu sorulara olumsuz yanıt verilemeyeceği açıktır.

Güney Kürdistan’daki giderek büyüyen siyasal etkisi, örgütsel etkisinden daha ya da çok daha fazla olan PKK’nin tasfiye edilmesi ya da yola getirilmesi, ezilmesi ya da evcilleştirilmesi, Pax Americana’nın yaşama geçirilmesinin olmazsa olmaz önkoşullarındandır. Türkiye’de, Irak’ta, İran’da ya da (şimdilik son derece uzak bir olasılık olmakla birlikte) bu ülkelerin tümünde oluşacak olan devrimsiz bir federasyon, şimdiden ABD emperyalistlerinin asıl seçeneği durumuna gelmiş gözükmektedir. Böylesi bir seçeneğin, diğer emperyalist devletlerin ya da Türk, Arap, Fars gerici egemen sınıflarının çıkarlarıyla stratejik bir karşıtlık içinde olacağı, bu güçler tarafından hiçbir zaman kabul edilemeyeceği düşünülemez. Bu bakımdan, PKK’nin “demokratik federasyon” olarak adlandırdığı kendi federasyon planlarıyla, gerici ve emperyalist federasyon planları arasında kesin ve kalın bir çizgi çekmesi gerekiyor.

PKK gerillalarının 25 ağustosta Güney Kürdistan’daki KDP mevzilerine karşı giriştiği geniş kapsamlı operasyonunun ardından Türk ordusunun da katılımıyla genişleyen çatışmalar, Kürt halkının ulusal kurtuluş savaşımında yeni bir evreye girildiğinin müjdesini veriyor gibidir. Güney Kürdistan’da “demokratik bir federasyon”un kurulması istemiyle girişilen bu “ikinci 15 ağustos atılımı”, emperyalizme değil, halka dayanan devrimci ve ilerici güçlerin ne denli büyük bir potansiyele sahip olduklarını bir kez daha gözler önüne sermiş bulunuyor. Ancak, Kürt işçi ve emekçilerinin yapmış ve yapmakta oldukları özverinin boşa gitmemesi için dost Kürt ulusal hareketi önderliğinin gerek Kürt ve Türk proletaryası ve halklarının ve gerekse dünya proletaryası ve halklarının demokrasi ve sosyalizm savaşımları deneyimlerinden gerçekten öğrenmesi gerekir. Emperyalist burjuvazinin ve Türk gerici egemen sınıflarının yanısıra bölge ülkeleri gerici egemen sınıflarının da Kürt halkını ve onun ulusal kurtuluş savaşımını yolundan saptırmak, elde ettiği mevzilerden geriye püskürtmek için yürüttükleri çabalar bundan böyle azalmayacak, tersine giderek artacaktır. Bu bakımdan, Kürt ulusal hareketi önderliğinin görüşlerini yansıtan Aydın Zafer’in,

“Faşist özel savaşın ve dünya gericiliğinin bu kirli savaşı desteklemekte olduğu böyle bir dönemde Kürt halkı mücadelesine amansız yüklenmek zorundadır. Mücadele amansız yürütülmediği oranda katliam politikaları daha da şiddetlenir, emperyalizm tarafından daha da onay görür.” (Özgür Politika, 7 Eylül 1995) demesi ve ERNK Avrupa Sözcüsü Ali Sapan’ın;

“Bazıları PKK’yi reformlar içerisinde eritme gibi geri bir düzeye çekme çabası içerisindeler. Avrupa’da sosyaldemokratlar PKK’nin isteği dışında, biraz da ılımlı tarzda Türkiye’nin bütünlüğü içerisinde bir çözüm amaçlamaktadırlar.

“NATO ve gerici emperyalist çevrelerde ise PKK’nin direnişini şiddet ile ezme ve Türk milliyetçiliğinin çizgisini destekleyerek, ama kamuoyunda insan hakları, demokrasi ve benzeri söylemleri dile getirerek bu amaçlarını gerçekleştirme politikası egemen.” (Özgür politika, 8 Eylül 1995) biçiminde saptaması, gözlerin ve zihinlerin Kürt halkının (ve dünya halklarının) sahte ve ikiyüzlü dostlarının gerçek yüzlerini daha iyi görecek tarzda açılmakta olduğunun belirtileri olduğu umulur. Marksist-Leninist komünistler, özelde Kürt ve Türk genelde dünya halklarına karşı halk düşmanı, antidemokratik ve karşıdevrimci tutum ve nitelikleri asla değişmeyecek olan emperyalist burjuvazinin ve Türk gerici egemen sınıflarının değişik fraksiyonlarının stratejik yaklaşımları, amaçları ve yöntemleri konusunda siyasal uyanıklığın daha da fazla arttırılması ve her türden oportünist ve reformist hayallerin bütünüyle süpürülüp bir kenara atılması gerektiği kanısındadırlar.[4] Kürt işçi ve emekçilerinin ve Kürt ulusal hareketinin, başta Türkiye ve dünya hakları ve onların bağrından çıkan militan devrimci güçler dışında dostları yoktur ve olmayacaktır. Son 1.5 yüzyıllık dünya tarihi boyunca yeniden ve yeniden doğrulanan ve doğrulanmaya devam edecek olan bu ders kafalara silinmez harflerle kazınmalıdır.

Eylül-Ekim 1995

SON SÖZ

PKK Genel Başkanı A. Öcalan, 14 Eylül 1995’de MED-TV’de yayımlanan “12 Eylül” konulu programda görüşlerini açıkladıktan sonra 19 Eylül 1995’de gene MED-TV aracılığıyla yaptığı bir açıklamada Türk gericiliğine ateşkes çağrısında bulundu.

Bu açıklamalar ve onlara eşlik eden siyasal değerlendirmeler, yazının bitiminde ihtiyatlı bir biçimde dile getirilen beklentileri bir kez daha boşa çıkarmış bulunuyor. ABD emperyalizmi başta gelmek üzere Türk egemen sınıflarının yaklaşım ve politikaları konusunda çok kısa süre önce söylediklerinin mürekkebi kurumadan PKK Genel Başkanı, adeta 180 derecelik bir dönüş yapmış bulunuyor. 31 Ağustos 1995 günkü Özgür Politika’da yayımlanan ve PKK önderliğinin görüşlerini yansıtan bir yazıda, baş emperyalist güç ABD’nin Kürt ulusal kurtuluş hareketine karşı büyük bir savaşım yürüttüğü, Kürdistan devrimine karşı kurulmuş olan uluslarası bağlaşmanın değişeceğe benzemediği, emperyalizmin Kürdistan’da yükselen devrimci savaşa karşı Kürt işbirlikçi blokuyla birlikte hareket ettiği ve Türk özel savaşıyla koordinasyon halinde Kürt Halkını ve bölge halklarını ezme ve Ortadoğu’yu devrimsizleştirme politikası güttügü vb. belirtilmekteydi. Güney Kürdistan’da, Türk ordusunun dolaylı desteğini alan KDP ile PKK arasında -Dublin anlaşmasına karşın KYB’nin yansızlığını koruduğu- çatışmaların olanca hızıyla sürdüğü koşullarda, “12 Eylül” konulu programda konuşan A. Öcalan şunları söylüyordu:

“Bu özel savaş kliği kesinlikle Türkiye halkının çıkarlarıyla, hatta burjuvazinin, gerçekten gelişmek isteyen kesimlerinin çıkarlarıyla alakası yoktur. Bir suçlu rejim olarak ömrünü uzatmak istiyor…

“Türkiye her an bazı altüst oluşlara gebedir. Bizim kurtuluş mücadelemizin düzeyi zaten her gün fitilliyor. Türkiye’de ister legal politika olsun, ister illegal olsun, birtakım adımlar atmak isteyen çeşitli güçler ve partiler somutu dikkatle değerlendirmeliler. Şunu tekrar vurguluyorum. ABD de rejimi bu haliyle fazla taşımak istemiyor. Suudi’nin tavrı da budur. Dıştan son derece tecrit olmuşlardır. İçerde de tecrit durumları var. Yapılması gereken Türkiye’de bir antifaşist blok oluşturabilmektir.

“Ben ordu da dahil olmak üzere bütün sivil ve askeri kurumlardaki gerçekten Türkiye’yi düşünen çevrelere dikkatli bir biçimde durumu değerlendirmelerini tavsiye ediyorum… Bunlar Türkiye’yi çok kötü sattılar. Türkiye halkını çok kötü kullandılar. Burjuvaziyi bile çok kötü yanılttılar. Şimdi kaçış telaşı içindeler. Bunu biraz iyi görmek gerekiyor. Bizi öcü gibi göstermek istiyorlar. Biz böyle olmadığımızı, en demokratik bir Türkiye partisi gibi rol oynamak istediğimizi özellikle belirtmek istiyoruz. Hem halkımızın buna şiddetle ihtiyacı var. Hem Türkiye’nin emekçisiyle, köylüsü, işçisi, memuruyla ve hatta sanayiide atılım yapmak isteyen çevrelerin görüşü eğer demokraside birleşiyorsa biz sonuna kadar buna varız.

“Ben, bu inançla halklarımızı ve onların değerli, önde gelen sorumlu aydınlarını, siyasi tem silcilerini, yurtsever, hatta ordu içindeki elemanları görevlerine davet ediyorum. Bizi de doğru tanımalarını bekliyorum.”(Özgür Politika, 16 Eylül 1995. abç) Abdullah Öcalan, 19 Eylül 1995’de MED-TV’ye yaptığı ve Kürt sorununun siyasal çözümü için bir ateşkes dönemi başlatmak istediklerini belirttiği açıklamasında ise,

“ABD’de son dönemlerde geliştirilen raporlarda PKK’nin durumu ve genel ilişkiler, olası gelişmeler ele alınıyor. Türkiye’nin durumu analiz ediliyor. Bu raporlardan, ABD’nin Türkiye’nin politikalarından ve pratiğinden epeyce rahatsızlık duyduğunu anlamak mümkündür. Dublin zirvesi, TC’nin büyük umutlarla sarıldığı son silahıydı. Fakat bizim bu konudaki çabalarımız ve özellikle de Güney Kürdistan’da başlattığımız atılım bunu boşa çıkarmıştır. ABD’nin TC yanlısı bir politika izlemekten ziyade bizim durumumuzu iyi değerlendirerek çözüme gitmekten başka çaresinin olmadığını belirtmek gerekir” dedikten sonra Türkiye-ABD ilişkilerinin bir yol ayrımına geldiğini, Türkiye’nin Kürt sorununun emperyalist-reformist çözümü yolunda adım atmasını isteyen ABD’nin bu beklentisine yanıt veremediğini dile getirdi. Öcalan daha sonra sözlerini şöyle sürdürdü:

“Türkiye, Özal döneminde bunu hayata da geçirmeye çalıştı. Fakat o dönemin Demirel-İnönü-Güreş kemalist ittifakı bunu önledi ve Özal’ın girişimini tasfiye etti. ABD’nin o dönemle birlikte Türkiye’de hayata geçirmek istediği bazı planlar engellenmeye çalışıldı ve bunun bir sonucu olarak da için için bir mücadele yaşandı. ABD kendi politikasına istediği gibi işlerlik kazandıramadı.” ABD emperyalistlerine ve genel olarak emperyalistlere ve Türk gericiliğine –ya da en azından onun, “globalist”/ “2. cumhuriyetçi” kanadına– ilişkin yanılsamalardan hiçbir zaman kurtulamamış olan A. Öcalan, kendi federasyon planlarıyla ABD emperyalizminin federasyon planı arasında kesin bir ayrım yapmamanın ötesinde, dünyanın efendilerinin –Türk gericiliğinin çıkarlarını da dikkate alan– federasyon planlarına sıcak baktığını şöyle dile getiriyor:

“Gelişmeler çok hızlı ve herkesi de plan yapmaya zorluyor. Birçok devletin planlarının olduğu gibi, bir dünya gücü olması itibariyle ABD’nin de bazı planlarının olması kaçınılmazdır. Saddam alaşağı edilse de edilmese de bir Kürt federasyonun ve hatta demokratik bir federasyonun gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bu federasyon Irak’ın toprak bütünselliği içinde kabul edilmek istenecektir. Ardından bu model Kuzey’e de taşırılmak istenecek. Türkiye bu modelle uyuşmak için ya Kuzey’deki Kürt gerçekliğini kabul edecek ve federasyon biçimindeki bir çözüme evet diyecektir, ya da savaşım halinde olacaktır. Savaşım halinde olması onu ABD ile mutlaka karşı karşıya getirecektir ve bu kaçınılmazdır. Çelişkinin en canalıca kısmı burasıdır. Öyle ki, bu da tam bir bağımsız gelişme yolunu zorlayabilir.”(Özgür Politika, 21 Eylül 1995. abç) PKK önderliğinin, taktiksel planlarının, ABD’nin Kürt sorunun çözümünde inisiyatifi ele aldığı ve yakın gelecekte Ortadoğu’da haritaların mutlaka değişeceği saptaması üzerinde yükseldiği giderek daha berraklaşıyor. Bunun, kaçırılmaması gereken tarihsel bir olanak olduğu, Kürtlerin bu konjonktürden mutlaka kendi devletlerini kurmuş olarak çıkmaları ve bunun için de güçlerini birleştirmeleri gerektiği yolundaki değerlendirmeler ve bu değerlendirmelere bağlı olarak, bu yıl içinde Kürdistan’daki tüm güçleri kapsayacak bir ulusal kongre önerisinin gündeme getirilmesi, hatta A. Öcalan’ın halihazırda savaşmakta oldukları KDP ile barışmaya hazır olduklarını açıklaması vb. hep bu saptamanın sonuçlarıdır. PKK önderliğinin görüşlerini yansıtan Can Gülşenoğlu, “Dublin ve Güney Kürdistan Gerçeği” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Bugün, verili koşullarda, en mukkaddes değer: DEVLETLEŞME’dir. Günümüzde dünyanın çivisi çıkmıştır. Dünya yeniden şekilleniyor. Böylesi koşullar sık sık tekrarlanmayan tarihsel koşullardır. Kürtler bu uluslararası zeminin sunduğu olanaklardan yararlanarak, bir DEVLET’le çıkmalıdır.

“Bugün dışındaki öğelerinin önemini yadsımamakla birlikte, çubuğun bükülmesi gereken ana doğrultu budur. Dünyanın önemli politik merkezleri de, artık Kürtlere dünyada bir yer açmanın gereğini kavramıştır. Ancak, bu politik merkezlerin herbirinin kendisine göre hesapları, gelecekte kendisine ne katacağı noktasında endişeleri vardır. Böylesi bir süreçte dünyanın karşısına bir ulusal otoriteyle, bir ulusal kongreyle çıkmak bir zorunluluktur” (Özgür Politika, 7 Eylül 1995) Aynı konuda yazan bir başka yazar Yalçın Küçük ise Türkiye’nin Washington eski büyükelçisi Şükrü Elekdağ’ın ABD kaynaklarından aldığı bilgilere dayanarak siyasal durumu benzer biçimde değerlendiriyor:

“… Washington Türkiye’nin karşısına iki öneriyle çıkıyor. Bir; Saddam sonrasında Kuzey’de bir devlet olacaktır ve bu devlet geriye kalan Irak’la bir federasyon yapmak durumundadır. Ancak Türkiye’nin Güneyi’ndeki bu yeni devleti Türkiye’nin üst egemenliği altında tutmak, Amerika’nın projesidir; Amerika bu devlet aracılığıyla, neredeyse bütünüyle Irak üzerinde, Türkiye’ye ‘protecteur’, hami rolü öneriyor. İlki, Saddam sonrasında Washington, Türkiye’nin 1925 yılında elinden kaçırdığını düşündüğü Musul dahil, bütün petrol bölgelerini, Irak’ın Kuzey’ini, Türkiye’nin Doğusu ile daha bilimsel sözcüklerle Irak Kürdistan’ı ile kalan Türk devletini bir federasyonla biraraya getirmeyi teklif ediyor. Üç; tekrar etmek yararlıdır, her iki öneride de, Amerika’nın bu yeni birliğin Türklerin yönetimi altına gireceğinden hiçbir kuşkusu bulunmuyor. Fakat öyle anlaşılıyor; Türk yönetenleri bundan ötürü tir tir titriyorlar.” (Özgür Politika, 22 Eylül 1995) Bu bağlamda, PKK önderliğinin 26 ağustosta başlatılan “Güneş Ülkesi harekatı"yla yapmak istediğinin, haritaların yeniden çizilmesi yolunda hazırlıkların yapıldığı Ortadoğu’daki konumunu güçlendirmek ve pazarlık masasına daha sağlam kozlarla oturmak olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. 1. Dublin doruk toplantısında “PKK’yi dıştalamanın planlarının” (Özgür Politika,12 Ağustos 1995) yapıldığını söyleyen A. Öcalan, ABD emperyalistlerine bu operasyonla, PKK’nin dıştalanamayacağını ve Kuzey ve Güney Kürdistan’da gerçek muhataplarının PKK olduğu mesajını vermektedir. Demek oluyor ki, PKK önderliğinin Dublin sonrası dönemde ABD emperyalizmi başta gelmek üzere emperyalizme karşı attığı savaş naraları tutarlı bir antiemperyalizmi ve ilkeli bir devrimci politikayı simgelememekte, tam tersine gittikçe daha fazla sağa kaymakta olan bu örgütün pekişen reel politiker niteliğini ele veren verilere bir yenisini eklenmesi anlamına gelmektedir. Geçerken, PKK’nin KYB ile olan ilkesiz ve pragmatist ilişkilerinin onun, ABD başta gelmek üzere emperyalist devletlerle uzlaşma yönelimiyle de yakından ilişkili olduğunu gösterdiğini belirtmeliyiz. PKK’yı sınırlı devrimci niteliklerinden arındırma ve emperyalizmin dümen suyuna sokma misyonunu emperyalizmin, “Bölgede ABD’siz devlet kurulmaz” diyen C. Talabani gibi sınanmış bir uşağından başka kim üstlenebilirdi? [5] Talabani kliği, Irak’ın Körfez savaşında yenilmesinden sonra mart 1991’de ayaklanan Kürt halkının savaş yorgunu Irak ordusu karşısında utanç verici bir bozguna uğramasının önde gelen sorumluları arasında olmakla kalmamıştır. Bu klik, 30 Eylül 1992’de Türk ordusunun PKK’ye karşı Güney Kürdistan’da giriştiği büyük operasyona aktif olarak katılmış ve bu savaştan sonra Türk devletinin sınırlarının korunmasında KDP ile birlikte KYB’nin de görev almasını kabul etmiş, Dublin toplantısından önceki yaklaşık iki yıllık sürede KDP ile KYB arasındaki çatışmalarda binlerce peşmerge ve sivilin yaşamların yitirmelerine ve yaralanmalarına yol açmıştır.

 

EK 1:

PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın 17 Mart 1993’de ilan ettiği tek yanlı ateşkes konusunda Berxwedan’ın 15 Mayıs 1993 tarihli 159. sayısında yayınlanan röpörtajından parça:

“Sorunuza vereceğimiz karşılık, Özal’ın ölümü, hiç şüphesiz son dönemlerde attığımız adımlarla durağanlığa yol açabilir. Özellikle bize gelen sinyallerde Özal ölmeden önce diyor ki: ‘Bazı riskleri de göze alarak meselenin çözümüne ilişkin bazı adımları atacağım.’ Ve gerçekten girişimleri başlatacakmış. Sorun hayli olgunlaşmıştı çözüme doğru –ki radikal bir çözüm olmasa bile– bazı reformlar içerse bile, bunun önemli bir adım olduğunu daha önce vurgulamıştık. Hemen yine bu konuda da şunları vurgulamakta yarar var: Bir günde bu noktaya gelinmedi. Gerek ulusal kurtuluş savaşımızın sağladığı gelişme, özellikle ‘92 yılında dayatılan imhaya karşı başarıyla çıkış yapması ve ‘93’e güçlü yönelme imkanlarını elde etmesi ve yine uluslararası alanda da mücadelemizi tasfiye etmesi için TC’ye verilen bir süre vardı. Bu süre içinde eğer bizi bitirselerdi meseleyi halledeceklerdi. Ancak görüldüğü gibi bizi imha edemedikleri gibi birçok önemli mevziyi de bize terketmek zorunda kaldılar. Verilen süre de bitti. Siyasi çözümün hemen hemen belli-başlı bütün ülkelerce dayatılması, artık bazı reformların gündeme gelmesini şart kılıyordu. Tam da bu noktada bizim ateşkesi başlatmamız, koşulları daha da elverişli kılıyordu. İşte bazı adımlar atılacaktı. Bunun yerine soruna siyasal çözümler getirmek gerektiğini vurgulamıştı. Bu, devlet bürokrasisi ve devlet yapısı içinde epey rahatsızlıklara da yol açmıştı. Özal’ın bu yaklaşımları, gelişme lerin hızlandırılması açısından olumlu bir adımdı. Sanıyorum özellikle Demirel başta olmak üzere, bazı çevreler buna tepkide bulundular ve dolayısıyla biraz daha da sağı temsil etme gibi bir durumu esas aldılar. Hiç şüphesiz gelinen nokta kişisel bir geliş değildir. Mücadelemizin ve uluslararası koşulların bir bütün olarak Türkiye devletini getirdiği bir noktadır. Özal, sadece bunu biraz daha atak -ki biraz politika yapma tarzının da bir sonucu olarak- ve hızlı bir biçimde bu işe kendini hazırlamıştı. Ki yaşamının son döneminin temel uğraşı olarak da değerlendirmişti. Özal’ın ölümüyle bu yaklaşımların biraz zayıfladığını belirtmek mümkün. Fakat gelinen nokta, bir bütün olarak uluslararası koşulların, mücadelemizin ve Türkiye’nin de artık giderek kaçınılmaz bulduğu bir noktadır.”

 

EK 2:

ERNK Türkiye Örgütü’nün Ortadoğu’da bir savaş olasılığına karşı dağıttığı bildiriden:

“Hazırlığı yapılmakta olan savaş tamamen bir petrol-dolar savaşıdır.

“Cephenin bir tarafında ABD’si, Fransa’sı, İngiltere’si, Almanya’sı ile bizzat emperyalizm tarafından, kimyasal silahlar başta olmak üzere her türlü silah verilerek, korkunç derecede militarize edilen ve tamamen patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getirilen faşist Saddam rejimi yer alırken, diğer tarafında ise cümbür cemaat bütün emperyalist devletler, onların sadık uşakları, Özal’ı, Hüsnü Mübarek’i, Kral Faysal’ı ve petrol şeyhleriyle bütün dünya ve bölge gericiliği yer almaktadır.

“Faşist Saddam rejimi, Kürt halkı üzerinde yılardır en dehşetengiz örneğini, Halepçe’de kimyasal silahlarla gerçekleştirilen 5 binden fazla -çocuk-kadın-ihtiyar-Kürt insanının jenosidinde yaşadığımız korkunç bir imha politikası uygularken; kendi halkı üzerinde de aynı şekilde koyu bir baskı rejimi kurmuş bulunmaktadır. Kuveyt’i işgal ve ilhakı ise, yayılmacı bir siyaset izleyip Körfez’de bir Arap petrol imparatorluğu kurmayı heveslediğine delalet ediyor. Bu nitelikleriyle, Saddam faşizmi Ortadoğu’da petrol üzerinde emperyalizmle çatışmaya girmesi ise, onun antiemperyalist karakterinden değil, pastadan daha büyük pay koparmak isteyen uşak olmasından ileri gelmektedir. Saddam’ı antiemperyalistlikle şereflendirmek olsa olsa küçükburjuva kafa karışıklığını yaşayan Ortadoğu’dan bihaber, ahmak kafalı bazı ‘aydınlara’ özgü olabilir.

“Ama öte taraftan Saddam rejimini bu kadar azdırıp, onu Ortadoğu halklarının, en çok da Kürt halkının başına musallat eden, başını ABD’nin çektiği emperyalizmin ve bölgedeki kuklalarının da oluşturduğu blok Ortadoğu halklarının baş, hem de can düşmanıdır. Zira Ortadoğu halklarının bölüp parçalayan, Arapları da ayrı ayrı devletlere ayıran, Kürdistan’ı kemalistlerle aralarında paylaşıp dörde bölen, İsrail’i kurdurup Filistin halkını yeriden yurdundan eden, yani Ortadoğu’ya nifak ve düşmanlık tohumları eken yine bu güçler, aynı emperyalistlerdir. Ortadoğu’nun sürekli bir kanayan yara olmasının esas sorumlusu emperyalizmdir. Onun böl-yönet politikasıdır. Bu tarihi sorumluluğun yanısıra bölge üzerinde tam bir talan ve sömürgecilik çarkı kurarak, sürekli faşist ve monarşist rejimleri iktidarda tuttuğu için de, ayrıca halklarımızın yoksulluk ve sefaletinden birinci derecede sorumludur…

“Ama, halkımızı şu veya bu gerici gücün kuyruğuna çözümünü, Washington, Bonn, Paris ve Londra gibi emperyalist metropollerde, kapalı kapılar arkasında, yapılan toplantılarda arayan bedbahtlar elbette çıkabilir/çıkacaktır. Ama bütün bunlar boşunadır. Bunlar kendi sonlarını hızlandırmaktadırlar. Çünkü halkımız, bu tür ihanetleri yerle bir edecek bilinç ve kararlılıktadır.

“Bütün Kürdistan’lı emekçileri, emperyalist ve gerici savaşa karşı çıkmaya, ARGK saflarında ulusal kurtuluş savaşını yükseltmeye çağırıyoruz! Türkiye halkı ve devrimci güçleri de, çıkması muhtemel bu savaşta faşizmin ırkçı-şoven karakterli demagojisine kanmadan, o bayatlamış ‘anavatan savunması’ aldatmacasına kanma dan barış sesini yükseltmeli ve savaşın patlak vermesi halinde ise bu haksız ve gerici savaşı devrimci savaşa dönüştürmelidir. Yani faşizmi arkadan vurmalıdır. Çünkü Türk halkının baş düşmanı kendi burjuva sınıfıdır. Ve Türk halkının öz çıkarları ne Körfez’de, ne Musul’da ne de Kerkük’tedir. Hayır, aksine onun temel çıkarı faşist diktatörlüğün yıkılıp demokratik halk iktidarının kurulmasındadır.

“Bütün Türkiyeli devrimcileri ve emekçileri emperyalist savaşı boykota, devrimci savaşı ise yükseltmeye çağırıyoruz! Sadece Kürdistanlı değil, Türkiye de faşizme mezar olmalıdır!” (Berxwedan, 30 Eylül 1990, s. 110)

 

EK 3:

PKK Genel Başkanı A. Öcalan’ın Oslo’da toplanan Kürt Konferansı’na gönderdiği mesaj dan:

“Türk faşizminin, Kürt halkının en doğal ve temel haklarını ayaklar altına aldığı, yıkım ve imha politikası temelinde 3 bin köyü haritadan sildiği, fail-i meçhul cinayetlerini devam ettirdiği onbinlerce Kürdün zindanlara atıldığı böylesi bir dönemde; insanlığın ortak sorunu haline gelen Kürt sorununa gösterdiğiniz ilgiye büyükdeğer biçiyor, bu yöndeki çabalarınızı saygıyla selamlıyorum.

“PKK olarak yaptığımız, sadece bize dayatılan bu soykırımın ortadan kaldırılması, mümkünse Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde kültürel varlığımızı geliştirme; demokratik, siyasi haklarımızı elde etme ve bunları özgürce kullanma hakkıdır. Tüm çağdaş halklar için, vazgeçilmez haklardan olan insani, demokratik, barışçıl siyasi temsil hakkımızın kabul edilmesidir.

“Halkımızın büyük fedakarlıklar ve büyük acılarla elde etmeye çalıştığı; çağdaş ülkelerde geçerli olan temel insan hak ve özgürlükleri, demokrasi ve siyasi ölçüleri, hiçbir şiddet uygulamasına başvurmadan kabul etmeye hazır olduğumuzu, bunun güvencesi verilirse; mevcut şiddet ortamını bir günde dahi sona erdirebileceğimizi saygı değer konferansınızın huzurunda taahhüt ediyorum.

“Demokratik, barışçıl ve siyasi bir çözümü koşulsuz kabul ettiğimizi; yok etme temelinde üzerimize gelinmediği takdirde herhangi bir saldırı eyleminde bulunmayacağımızı da ayrıca belirtmek isterim. Yine ülkemiz dışında, çeşitli Avrupa ülkelerinde meydana gelen her türlü terör eylemine karşı olduğumuzu, bunun için elimizden gelen her türlü çabayı göstereceğimizi ve bu anlamda yasalara saygılı olacağımızı bilmenizi isterim.”(Özgür Politika, 25 Eylül 1995)

 

Dipnotlar:

 

[1] Genelkurmay Başkanlığı’nın 1 Temmuz 1995’de basına verdiği brifingde dağıtılan raporda şunlar söyleniyordu:

“1991 yılına ‘yeniden yapılanma ve inşa’ hedeflerini belirleyerek giren örgüt, 1991 baharından itibaren bazı bölgelerde silahlı propaganda döneminden orta yoğunlukta terör dönemine fiilen geçiş yapmıştır. 1991 yılında katılımların hedeflenenden çok daha fazla olması sonucu örgüt, müteakip yıllar içinde amaçladığı hedeflerini 1992 yılı ‘Nevruz’unda elde edecek şekilde öne almış ve yaygın kitlesel eylemlerle ‘stratejik savunma safhasında’ ‘stratejik denge’ safhasına yaklaşarak, ülkemizin birlik ve bütünlüğünü tehdit eder hale gelmiştir.” PKK’nin Güney Kürdistan’daki konumuna da değinen rapor,

“Örgüt, bölgede üçüncü bir güç konumuna gelmiştir” dedikten sonra şöyle devam ediyordu:

“Özellikle 1994 yılında bölgedeki yasal partileri çalışamaz, eğitim ve öğretim kurumları ile kamu kuruluşlarını işlemez hale getirdi. Türkiye’den Kuzey Irak’a büyük göç olayı yaratarak BM’yi devreye sokmak suretiyle olaya mülteci görünümü kazandırdı. Koruculuk sistemini tasfiye etmeyi önemli derecede başardı. Tunceli bölgesini eylem yoğunluğu açısından Şırnak bölgesi seviyesine getirmeyi, Türk ekonomisine ve sosyal hayatına yönelik zarar veren eylemlerde kısmi başarılar sağladı.”(Yeni Politika, 17 Ağustos 1995)

 

[2] Milliyet gazetesinin dış politika yazarı Yasemin Çongar bir kezinde Washington’dan gönderdiği bir haber yorumda şunları söylüyordu:

“ABD Temsilciler Meclisi, Türkiye’ye 1996’da verilecek Ekonomik Destek Fonu (ESF) kredisini 25 milyon dolarlık yeni bir kesintiyle 21 milyon dolara indirirken ‘müttefik bir ülkeden çok, düşman bir ülkenin parlamenterlerinden beklenecek bir üslupta Türk hükümetini ve ordusunu eleştiren konuşmalara sahne oldu. (…)

“Konuşmalar sırasında üslup kimi zaman öyle sertleşiyor ki, Türkiye’yi savunan 6 temsilci arasında yer alan Greg Laughlin ‘Ben Türk olsaydım, kendi hükümetimden, parlamentosu bu geceki gibi konuşmalar yapan ülkeyle dostluğunu bitirmesini talep ederdim’ dedi.”(Milliyet, 30 Haziran 1995)

 

[3] Aydın Zafer, “Güney’de Yeni Devrimci Süreç” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:

“Güney’deki Çekiç Güç etrafındaki kuvvetler Kuzey’i kontrol etmek istiyor. Güney modeli Kuzey Kürdistan’a taşırılmak isteniyor. Onlar, Özgürlük Hareketi’nden daha fazla Kuzey’e müdahale etmek istiyorlar, hem de halka hiçbir şey vermeden. Bu sözümona önderlikler Ankara’da MİT elemanlarıyla, özel savaş subaylarıyla masabaşına oturarak, yine Dublin gibi yerlerde ABD öncülüğünde Kürt zirvelerini yaparak Kuzey Kürdistan’ı devrimden alıkoymanın, PKK’yi dıştalamanın planlarını yapıyorlar.”(Yeni Politika, 18 Ağustos 1995)

 

[4] A. Öcalan, “PKK 5. Kongre Tartışma Kılavuzu” adlı kitapta,

“Cem Boyner’in üslubuna bakıyorum, mükemmel. Bizden etkilenmesine bakıyorum, böyle büyük bir saygı söz konusu. Adamlar terbiye görmüşler; her sözcüğü her adımı oldukça hem ihtiyatlı, hem düşünceli ve hem de saygılı. Türk Soluna bakıyorum, hepsi saldırgan, hepsi çata-pata takımından. Neden? Çünkü sermaye üretimde olan bir sınıftır. Yaptığı işi bilir” diyordu. Evet, sermayenin yaptığı işi iyi, hem de çok iyi bildiği bir gerçektir. Ama, günlük politika ya da politik esneklik adı altında oportünist ve pragmatist bir yol izleyen küçükburjuva ya da ulusal burjuva önderliklerin yaptıklarını iyi bilip bilmedikleri, en iyimser bir anlatımla tartışmaya açıktır. A. Öcalan’ın yere göğe sığdıramadığı Cem Boyner, 29 Temmuz 1995'te Çırağan Oteli’nde düzenlenen bir yemekte yaptığı konuşmada, ‘Türkiye’nin bir toplumsal devrim’ "tehlikesi”yle karşı karşıya bulunduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“YDH, değişimin büyük sosyal patlamaya yol açmadan gerçekleşmesi için yola çıktı.” (Evrensel, 30 Temmuz 1995) Yeni Demokrasi Hareketi’nin liderinin Güney Kürdistan’da ARGK gerillalarıyla KDP güçleri arasındaki son çatışmalarla ilgili olarak da:

“Ben Türkiye hükümetinin açıkça tavır koymasını beklerdim. Kuzey Irak’ın kaderi Türkiye’siz bağlanamaz ve bağlanamayacaktır. O bölgenin terörden arınması için Türkiye’nin PKK’ye karşı olan ülkelerle birlikte hareket etmesi gerekir. Türkiye Barzaniyi yalnız bırakmamalıdır.” (Özgür Politika 7 Eylül 1995) demesi, birilerinin fena halde yanıldıklarını ve dostlarıyla düşmanlarının fena halde birbirine karıştıklarını gösteriyor.

 

[5] A. Öcalan, 17 Mart 1993’de Bar Elias’da yaptığı basın toplantısında PKK’nin tek yanlı ateşkes önerisini açıkladı. Öcalan KYB lideri C. Talabani’yle birlikte düzenlediği ve konuşması sırasında emperyalizmin bu sınanmış uşağından sıcak bir üslupla ‘Mam Celal’ (Celal Amca) diye söz ettiği, basın toplantısını;

“Çok önemli bir dönemi yaşarken Mam Celal’in de değerli tavsiyelerini gözönüne getirerek böyle bir basın toplantısı düzenlemeyi, duyduğumuz sorumluluk gereği uygun bulduk” diyerek açtıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:

“İlişkilerin yeniden düzenlenmesinin daha özgür ve eşit temelde olabileceğine inancımız derindir. Buna da biz çok hazırız, ama Türkiye’nin ise mevcut anayasal-yasal düzeni kapalıdır. Eğer bir reformlar döneminden bahsedilecekse, işte bu ilişkileri düzenlemenin tam zamanıdır diyoruz. Yaklaşımlar bu temelde olmalıdır. Anayasal düzenlemeden bahsediliyor. Biz, bu düzenlemelerde Kürtlerin de yer almasının önemini vurguluyoruz.” A. Öcalan daha sonra şunları belirtiyor:

“Güney ile ilişkilere gelince: 14 yıl boyunca biz bu ilişkilere Mam Celal’le başladık. Bugün gördüğünüz gibi tekrar ileri bir düzeyde görüşmelerimiz oldu. Birbirimize oldukça muhtaç olduğumuza inanıyoruz. Her şeyden önce Mam Celal’in kendisi bu ilişkilere büyük özen göstermiştir. Biz buna gereken karşılığı vermişiz. İnanıyorum ki, bundan sonra bir daha yıkılmamacasına bu ilişkiler kardeşçe sürer. Kuzey Kürdistan halkı da, Güney halkıyla bundan sonra daha kalıcı ilişkiler geliştirecek, özellikle onun imhasına yönelik tehditlere, baskılara karşı duracak ve onu korumaya gücü yetecektir. Yani Güney halkı tecrit edilmişti, yalnızdı, ama şimdi öyle değildir. Sonuna kadar onun varlığını korumaya ve özgürleştirmeye ilişkin elimizden geleni yapacağız. Bunun için belirttiğim gibi benden daha fazla Mam Celal çalışmıştır.” Daha aşağı da ise Öcalan şöyle diyordu:

“Uluslararası kamuoyu açısından ise şunu söyleyebilirim: TC’ye baskılar artacaktır. Benim de edindiğim izlenim, Türkiye hükümetine, bir zaman tanıma durumu vardır. Bu sürenin -tabii kesin bilmiyorum ama dediğim izlenimlere göre- sona erdiği biçimindedir. Ciddi olarak TC’yi siyasi çözüme zorlama vardır. Başta ABD olmak üzere, Avrupa’nın da TC’yi siyasi çözüme zorladıkları kanısındayım ve anormal gelişmenin bununla bağlantısı olabilir diye düşünüyorum. Ve sanıyorum bu gelişme yoğunlaşacaktır. Benim Mam Celal’den de edindiğim izlenim budur; bunun yoğun bir biçimde gelişeceğidir. ‘Bunu batı dayatıyor’ diye değil de, Türkiye’nin kendi içinde siyasi çözüme açık olması gerekiyor. Açık olmazsa, epey daraltılacaktır. Diplomatik sahada aleyhimizdeki süreç tersine çevrilecektir. Bunun da önemli bir sıkışmaya yol açacağı beklenmelidir. Bu konuda kesin veriler olmamakla birlikte, bence bu yönlü bir gelişme söz konusudur.” (Serxwebun, Mart 1993, sayı:135)

Ardından Öcalan, kendisine, Talabani’nin bir arabuluculuk rolü olup olmayacağını soran bir gazeteciye şöyle yanıt veriyordu:

“İster HEP, ister Mam Celal bu konuda bazı süreçleri başlatmışlardır veya bazı süreçleri halen yaşıyorlar.”(Serxwebun, Mart 1993, sayı:135)

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi