ABD'de ilk kez 1939'da yayımlanan "Gazap Üzümleri", 1929-33 yılları arasındaki büyük depresyon sırasında ve sonrasında topraklarını yitiren Oklahomalı küçük çiftçilerin Batı'ya göçünü anlatıyordu. Ünlü Amerikan yazarı John Steinbeck'in en ileri romanlarından biri olan "Gazap Üzümleri"nde, daha iyi bir yaşam umuduyla Californiya'ya gelen Oklahomalı ve diğer küçük çiftçilerin orada karşı karşıya geldikleri vahşi kapitalist sömürü, ona eşlik eden polis baskısı ve proleterleşme sürecine giren bu emekçilerin bilinç ve ruhsal durumlarında yaşanan dönüşüm etkileyici bir dille aktarılır.
Siyonistlerin, Güney Lübnan'a karşı giriştikleri son askeri operasyona, sözde bu ünlü romandan esinlenerek "Gazap Üzümleri Operasyonu" adını vermeleri, tarihsel bir ironi gibidir. 200'e yakın kişinin ölümüne çok sayıda kişinin yaralanmasına ve yaklaşık yarım milyon kişinin göçmen durumuna düşmelerine yol açan bu son İsrail saldırısına, ünlü Amerikan yazarının bu romanının adının verilmesi, bir yandan da gerçekçi bir tanımlama niteliği taşıyor. ABD emperyalizminin şımarık çocuğu İsrail'in şimdiye değin akıttığı Filistinli ve Lübnanlı kanının, dünyanın bu acılı bölgesinde hasadı çok uzun sürecek gazap üzümlerinin yetişmesine yol açacağı ve açtığı kesindir.
Siyonist devletin bu son saldırısı, onun daha önce giriştiği ve adeta bir alışkanlık haline getirdiği benzer askeri operasyonları çağrıştırıyor. 12 Mart 1978'de Filistin gerillalarının bir saldırısında 32 kişinin ölmesi üzerine, İsrail, Güney Lübnan'ın Litani ırmağına değin uzanan bölümünü işgal etmiş, bölgedeki halktan ve gerillalardan 2 bin kadar kişinin öldüğü çatışmalar sırasında 250 bin kişi de evlerinden ayrılarak daha güvenli bölgelere sığınmak zorunda kalmıştı. Ancak, BM Güvenlik Konseyi'nin 19 Mart 1978 tarihli ve 425 sayılı kararının ardından bölgeden çekilmeden önce, İsrail, Lübnan'la olan yaklaşık 100 kilometrelik sınırı boyunca 8 kilometre derinliğinde bir "Güvenlik Şeridi" oluşturdu ve buraya tümüyle kendisine bağımlı Binbaşı Saad Haddad komutasındaki milisleri ("Güney Lübnan Ordusu") yerleştirdi. Üç yıl kadar sonra, İsrail'in temmuz 1981'de, Batı Beyrut'un Filistin Kurtuluş Örgütü'nün bürolarının bulunduğu Fakahani semtini bombardımanı, 300 kişinin ölümüne ve 800 kişinin yaralanmasına yol açacaktı. 3 Haziran 1982'de ise Ebu Nidal grubunun saldırısı sonucunda İsrail'in Londra Büyükelçisinin yaralanması, siyonist devletin "Galile'de Barış Operasyonu"nu başlatmasına bahane oluşturmuştu. İsrail ordusunun tüm Güney Lübnan'ı işgal etmekle yetinmeyip Beyrut'u kuşatma altına aldığı bu saldırıda 20 bin dolayında insan ölmüş, evlerinden ayrılmak zorunda kalanların sayısı 600 bini geçmişti. Filistin direnişinin yuvalandığı Batı Beyrut, bir aydan uzun süreyle bombalanmış, bu saldırılar sonucu, Arap dünyasının en uygar kentlerinden biri olan bu yerleşim birimi tam bir yıkıntıya dönmüştü. Bu arada binlerce Filistinliyi ve Lübnanlıyı gözaltına alan ve son derece kötü koşullarda zindanlara tıkan MOSSAD, FKÖ'nün, Filistin Araştırmaları Merkezi'ni de yağmalamış, burada bulunan çok sayıda değerli belgeye el koymuştu. ABD başta gelmek üzere Batılı emperyalistlerin bu eli kanlı uşakları, zaferlerini 16 Eylül 1982'de Batı Beyrut'taki Sabra ve Şatila kamplarında yaşayan büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bin kadar Filistinlinin, Maruni Falanjist milisler eliyle öldürülmesiyle kutlayacaklardı. İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron, söz konusu katliamdan önce bu milislerin komutanlarına, "teröristlerden bir tekinin bile sağ kalmasını istemiyorum" demişti.
Filistin direnişinin bu yenilgiden sonra Lübnan topraklarından uzaklaştırılması, 1975-76 yıllarında genelde İsrail ve yer yer de Suriye tarafından desteklenen Lübnan gericiliğine karşı birlikte savaşmış ve yazgıları tarih ve coğrafya tarafından kopmazcasına birleştirilmiş olan Lübnan ve Filistin halklarının ortak kavgalarının biçimini ve yoğunluğunu değiştirmekten öte bir sonuç vermeyecekti. İsrail, önemli, ama geçici bir zafer kazanmıştı. Ancak, rüzgar eken siyonist katiller çetesi yavaş yavaş fırtına biçmeye başladığını görecek ve o zamana değin İsrail'e karşı olumlu bir yansızlık politikası izleyen ve Lübnan mozayiğinin en kalabalık ve en yoksul bölümünü oluşturan Şii halkının direnişinin filiz vermesine tanık olacaktı. Şii direnişinin, Humeyni yanlısı radikal kanadını oluşturan Hizbullah daha 1982'de İsrail ve Amerikan hedeflerine karşı intihar saldırıları düzenlemeye girişti. Bu saldırıların en görkemlilerinden birinde, 23 Ekim 1983'te 241 Amerikan deniz piyadesiyle 58 Fransız askerini öldüren Hizbullah'ın Güney Lübnan'da başlattığı gerilla eylemleri, İsrail'in yavaş yavaş bu ülkeden çekilmesinde belirleyici bir rol oynayacaktı. Öte yandan, 1971'te Ürdün'de uğradığı yenilgiden (Kara Eylül) sonra güçlerini esas olarak Lübnan'a yığan Filistin ulusal hareketinin ağır bir darbe yemesine yol açan 1982 işgalini izleyen göreli sessizlik dönemi, Kasım 1987'de Gazze'de ve Batı Şeria'da bir çeşit sivil direniş olan İntifada'nın başlamasıyla sona erdi. Ciddi bir silahlı güç olmaktan çıkmış ve çeşitli fraksiyonlara bölünmüş olan Filistin ulusal hareketinin önderliği, bu dönemde daha da sağa kayar ve emperyalizm ve siyonizmle uzlaşmaya yönelir ve çeşitli burjuva ve gerici Arap devletlerine daha da bağımlı hale gelirken, Güney Lübnan'da İsrail ordusuna ve onun "Güvenlik Şeridi"nde görevlendirdiği kukla "Güney Lübnan Ordusu'na karşı savaşan Şii direnişi, Gazze'nin ve Batı Şeria'nın militan Filistin gençliğinin kişiliğinde yeni bir bağlaşık bulacaktı: Tepeden tırnağa silahlı ve en modern askeri teknolojiyle donanmış İsrail ordusuna yalnızca taşlarıyla ve yüreklilikleriyle karşı duran Filistinli gençler. Siyonist katiller tüm dünyanın gözleri önünde onlara acımasızca saldırmakta duraksamadılar. 1987'nin sonundan 1991'in sonuna kadar geçen dört yıllık süre içinde 22 İsrailliye karşılık 663 Arap öldürülecek, siyonist zindanlar yeniden Filistinlilerle dolup taşacaktı. Ama zaman ve gelişmeler, Yaser Arafat'ın sahte ve ikiyüzlü bir biçimde "benim küçük generallerim" diye övdüğü İntifada savaşçılarının "taş devrimi"nin, İsrail siyonizminin vahşi ve barbar yüzünün sergilenmesinde eşsiz bir rol oynayacağını gösterecekti.
"Gazap Üzümleri Operasyonu", Ortadoğu'da 1980'lerden bu yana pek çok şey değişmiş gözükse de, bazı temel parametrelerin değişmeden kaldığını bir kez daha ortaya koydu. 15 Kasım 1988'de, Cezayir'de "Bağımsız Filistin Devleti"ni kurarak kendisini bu "devlet"in başkanlığına getiren Y. Arafat, 13 Eylül 1993'te Washington'da 2.500 "seçkin" çağrılının huzurunda, zamanın İsrail Başbakanı İ. Rabin'le sözde tarihsel bir barış anlaşması imzaladığında, emperyalistlerden bir dizi devrimci ve komünist örgüte kadar uzanan geniş bir yelpazede, Ortadoğu'da bir "barış" döneminin açılmakta olduğu görüşü egemen olmuştu. Ekim 1993'te, yani bundan 2,5 yıl önce yazılan bir yazıda bu konuda şunlar söyleniyordu:
"Ortadoğu, henüz Batılı emperyalistlerle barışmaktan uzak olan ve Lübnan'da ve Filistin'de kendi doğrultusundaki köktendinci akımları desteklemeye devam edeceğe benzeyen İran'ı, yavaş yavaş köktendinci gruplarla Mübarek kliği arasında gerçek bir iç savaşa sürüklenmekte olan Mısır'ı, emperyalistlerin ekonomik ablukayla açlığa mahkum ettikleri, kuzeyini ve güneyini kuşatarak küçültmeye çalıştıkları ve ardı arkası gelmeyen BM kisveli ABD müdahaleleriyle şamar oğlanına çevirmeye çalıştıkları Irak'ı, farklı siyasal, mezhepsel ve etnik gruplar arasındaki uzun ve kanlı iç savaşın yaralarını İsrail'in vahşi saldırıları arasında sarmaya çalışan Lübnan'ı, ABD ve İsrail'le çeşitli anlaşmazlıklarını henüz çözmüş olmaktan uzak olan Suriye'si, birkaç yıl ömrü kaldığı söylenen Kral Hüseyin'den sonra başına nelerin geleceğini kimsenin kestirmeye cesaret edemediği Ürdün'ü, uyanmakta ve ayağa kalkmakta olan Kürdistan'ı, devrim olanaklarının artmakta olduğu Türkiye'si vb. ile, en azından orta erimde emperyalistler ve yabancı sermaye için hiç de tekin olmayan bir yer olmaya devam edecektir."
Gelişmelerin bu "karamsar" değerlendirmeleri hemen hemen bütünüyle doğruladığı belli olmuştur. Ortadoğu, gazap üzümlerinin hasadının yapılacağı, devrimci olanakların artacağı ve dolayısıyla devrimci önderlik sorununun ivedi çözüm beklediği yeni ve daha acılı bir çatışmalar, iç savaşlar, emperyalist müdahaleler, emperyalist devletler arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi ve devrimler dönemine girmektedir. "Gazap Üzümleri Operasyonu" deyim yerindeyse, Ortadoğu'da içine girildiği ileri sürülen ve asıl amacı proletarya ve halkları ideolojik ve örgütsel olarak silahsızlandırmayı ve teslim almayı ve devrimci ve ulusal kurtuluşçu önderlikleri sağa çekerek tasfiye etmeyi hedefleyen emperyalist barış sürecinin bundan böyle yeni bir çizgide, silahların denetiminde ya da baskısında şekilleneceğidir. Kısa bir süre öncesine kadar, Güney Lübnan'daki çatışmalar bir yana bırakılırsa, Lübnan'da silahların susmuş olması, Ürdün ile İsrail arasında bir barış anlaşmasının imzalanmış ve diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmuş olması, İsrail'in polis komiseri rolüne soyunmuş olan Y. Arafat ve kliğinin de desteğiyle İsrail-Filistin "barış" sürecinin ağır aksak da olsa ilerliyor gözükmesi, Suriye ile İsrail arasındaki barış görüşmelerinin, ciddi bir ilerleme sağlanamamış olmasına karşın sürüyor olması, Türk gerici egemen sınıflarının uzlaşmaz tutumuna karşın PKK'nin "siyasal çözüm" kampanyasında ısrar etmesi ve aralık ayında ilan ettiği tek yanlı ateşkesi sürdürüyor olması vb. Ortadoğu'nun bütününü kucaklayacak bir barış ağının örülebileceği yolundaki yanılsamaları ayakta tutmaya yetiyordu. Ama, tarihsel deneyimin pek çok kez gösterdiği gibi, işçilerin, diğer emekçilerin ve ezilen ulusların hedef olduğu azgın sömürünün ve dizginsiz zulmün azalmaksızın hüküm sürdüğü koşullarda gerçek bir barış olamayacağı gibi, sahte bir barışın empoze edilmesi de kolay değildi. Arafat ya da Mandela klikleri gibi, düşmanın safına geçmiş olan eski ve prestij sahibi "önderlerin" gücü ve çabası da bunu sağlamaya yetmezdi. Ancak, bunun böyle olmasının çok daha iyi olduğu tartışma götürmez. Kişiler için olduğu gibi ezilen sınıflar ve halklar için de, ayakta ölmek, her zaman dizleri üstünde yaşamaktan daha anlamlı ve değerli olmuştur. Lenin şöyle diyordu:
"Halklar iç savaş okulundan boşuna geçmiyorlar. Bu zorlu bir okuldur ve bütün programında kaçınılmaz olarak karşıdevrimin zaferleri, kudurgan gericilerin çılgınlıkları ve eski iktidarların isyancılara intikam duygularıyla verdikleri vahşi cezalar vb. vardır. Fakat halkların bu çetin okula girmelerinden olsa olsa ukalalar ve eli ayağı tutmaz bunaklar sızlanabilir." Bunun Ortadoğu'da da böyle olduğu görülmüştü ve görülecekti. Filistin'deki emperyalist barış sürecine karşı çıkan HAMAS'ın askeri kanadının İsrail'de gerçekleştirdiği bombalama eylemleri, dünyanın bu bölgesinde oluşan çıbanın patlamasına ve biriken irinin dışarıya akmasına yol açan bir iğne işlevi gördü. ABD emperyalistleri ve siyonistler Eylül 1993'te başlatılmış olan sözde barış sürecinin, kendi polis komiserleri Y. Arafat'ın tüm çabalarına karşın yürümediğini ve yürümeyeceğini çok daha önceden görmüş ve hesaplarını ona göre yapmaya koyulmışlardı. Daha 13 Mart'ta basın, ABD ile –Enver Hoca'nın deyimiyle– onun "tabancası" İsrail arasında "terörizm, istihbarat paylaşımı ve ortak savunma konularında" bugün ulaşılmış olan düzeyin daha da ilerisinde bir "stratejik işbirliği"ne gidileceğini belirtiyordu. Aynı günlerde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kalabalık bir grubun eşliğinde gerçekleştirdiği İsrail gezisi, kapsamlı bir ekonomik, siyasal ve askeri işbirliği anlaşmasının imzalanmasına tanık olacaktı. Tüm komşularıyla kanlı bıçaklı olan, Kürt ulusal hareketi karşısında acze düşen, Batı'da yükselmekte olan devrimci muhalefetin tehdidi altında bulunan, ABD ve Almanya arasında gittikçe yoğunlaşmakta olan bir nüfuz alanı çekişmesine konu olan Türkiye'de egemen sınıflar ve çeşitli burjuva klikleri arasındaki çelişmelerin keskinleşmesi ve düzenin sahiplerinin bir yönetememe krizi yaşamaları, Türkiye'nin ABD-İsrail eksenine daha sıkı bağlarla bağlanmasına yol açmaktadır. Her iki gelişme, Mısır'ın Şarm El Şeyh kentinde düzenlenen ve "Barış Yapıcıları Doruğu" olarak nitelenen ve 29 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen ABD güdümlü toplantıyla örtüştü. Daha o zamandan belli olduğu gibi, bu toplantı, esas olarak kamuoyunun ABD-İsrail bloğunun Lübnan ve Filistin halklarına karşı girişeceği daha kapsamlı saldırılar için psikolojik olarak hazırlanmasını hedefliyordu. İran ve Suriye üzerindeki baskının yoğunlaştırılması, İsrail'de güçlenen ve ABD patentli "barış" politikasına karşı çıkan Likud blokuna karşı Ş. Perez'in "İşçi" Partisi'nin konumunun korunması ve geliştirilmesi ve Türkiye'nin ve "ılımlı" Arap ülkelerinin ABD-İsrail bloğuna yakınlaştırılmaları da amaçlanıyordu elbet.
Emperyalist ve siyonist katil ve gangaster çetelerinin hesaplarının boşa çıkacağını şimdiden söyleyebiliriz. HAMAS'ın, İzzeddin el Kasım adlı askeri örgütünün gerçekleştirdiği ve İsrail'de 61 kişinin ölümüne yol açan bombalı eylemlerinin ardından, genelde Filistin halkına ve özelde HAMAS'a ve İslami Cihat'a karşı saldırılarını yoğunlaştıran ve bu örgütleri ve onların toplumsal, ekonomik ve siyasal alt yapılarını yok etmeyi amaçladıklarını açıkça dile getiren Y. Arafat kliğinin karşı karşıya kaldığı sıkışık durum, bunun işaretlerinden yalnızca bir tanesini oluşturuyordu. Siyonistler, söz konusu bombalı eylemlerden sonra, bu ülkede çalışan yüzbinlerce Filistinlinin İsrail'e giriş ve çıkışını güvenlik gerekçesiyle yasaklayıp Gazze halkını açlığa mahkum ettiğinde, Filistin halkının öfkesiyle yeni efendilerinin horgörüsü arasında manevra alanı bulamayan Y. Arafat, nisan ayı başlarında BM Genel Sekreteri Butros Gali'ye bir mektup göndererek, İsrail'in yaptıklarının, "İsrail ve FKÖ arasında varılan anlaşmaların ihlali" niteliği taşıdığını ve "barış süreci üzerinde yıkıcı etkisi olacağını" belirtiyordu. Gene bu bay aynı günlerde Arap Birliği Genel Sekreteri İsmet Abdülmecid'e gönderdiği bir başka mektupta, İsrail'in Filistin "halkına savaş ilan etti"ğinden, toplu cezalandırmalardan, İsrail ordusunun El Halil'den geri çekilmeyi reddetmesinden, önceden boşaltılan bazı bölgeleri yeniden işgal etmesinden yakınıyordu.
Nisan ayı başlarında İtalya'nın Torino kentinde yapılan Avrupa Birliği Hükümetlerarası Konferansı'na gözlemci olarak bile çağrılmayan ve emperyalist burjuvazi katında beş paralık saygınlıklarının olmadığının bir kez daha açığa çıkmasından ötürü hayli alınmış gözüken Türk gerici egemen sınıfları, İsrail'in Filistin ve Lübnan halklarına karşı güttüğü saldırgan politikayı artık daha açık bir dille desteklemek zorunda olduklarını biliyorlar. Tersi ya da hatta yetersiz bir tutum göstermeleri halinde, hiç de saygılı olmayan bir dille görevlerini yapmaya çağrılacaklarını ve bir takım hoş olmayan yaptırımlara hedef olabileceklerini de Türk Dışişleri Bakanlığı'nın İsrail'in Güney Lübnan'a karşı giriştiği operasyonu, sözümona Hizbullah terörüne karşı çıkma gerekçesiyle desteklemesi, bunun en açık göstergelerinden birisidir. ABD'nin gözetimi altında gelişmekte olan İsrail-Türkiye işbirliğinin daha anlamlı bir göstergesi ise, Türk ordusunun Lice-Kulp-Genç üçgeninde 200 dolayında PKK gerillasına karşı 30 bin kişilik bir askeri güçle giriştiği başarısız saldırının, siyonistlerin Güney Lübnan halkına karşı giriştikleri saldırıyla örtüşmesidir. PKK'nin 15 Aralık 1995'ten bu yana sürdürdüğü tek yanlı ateşkesi kabul etmeyen, ama o günden bu yana kapsamlı operasyonlara da girmeyen Türk gericiliğinin bu son saldırısı, Filistin ve Lübnan'dan Kürdistan ve Türkiye'ye değin uzanan Amerikan hegemonyasıyla mücadele edenlerden, antiemperyalistlere ve devrimci cepheye değin uzanan direniş hattına karşı bir karşıdevrim cephesi oluşturulduğunun ilanından başka bir şey olabilir mi? Bu bağlamda, PKK önderliğinin görüşlerini yansıtan Aydın Zafer'in Özgür Politika'nın 13 Nisan 1996 tarihli sayısında yayımlanan "Yeni Bloklaşmada Özgürlük Mücadelesi" adlı yazısında yer alan aşağıdaki sözlere katılmamak olanaksızdır.
"Bölge gericiliğinin de yardımıyla özellikle ABD ve İsrail'in öncülüğünde halklar karşıtı cephe genişletilmek isteniyor. Ortadoğu'da yeni siyasi dengeleri zorlayıp cepheyi genişleterek çember daraltılmak isteniliyor." O halde proletarya ve halklara ve onların militan devrimci öncülerine düşen de, emperyalistler, gericilik ve burjuvaziye ilişkin boş hayalleri bir yana atmak ve kendi birliklerini sağlamlaştırmaktır. Zafer, iliğine değin çürümüş emperyalizmin değil, savaşmaya ve kazanmaya cüret eden proletaryanın ve halkların olacaktır.