(TDKP ve TİKB Eleştirisi)
Grupçuluk Uğruna Kaçak Dövüş
Birlik Kongresi belgelerinin bildirdiği gibi; Türkiye'de komünist hareket MLKP-K, TKP/ML YİÖ, TİKB, TDKP olmak üzere belli başlı birkaç örgütten oluşmaktadır. Komünist gruplar arasında temel ya da tali bir dizi konuda düşünce ve yönelim farklılıkları bulunuyor. Ve yine son dönemde TDKP ve TİKB'nin, MLKP-K'ya yönelttiği ve yoğunlaşarak artan hırçın bir ideolojik mücadele sürüyor. Tüketilen kağıt, kalem ve nefes niceliğinden ayrı olarak, esasen ayrılıklar içerisinde en önemli yeri tutanın ve dolayısıyla ideolojik mücadelenin en önemli ve önde gelen konusunun da komünistlerin birliği sorunu olduğu bizce açıktır. Taraflar arasında ideolojik mücadelenin doğrudan doğruya komünist hareketin kimlerden oluştuğu ve komünistlerin tek bir öncü parti olarak örgütsel birliği üzerinde yoğunlaşmıyor görünmesi (görünümü), kimseyi yanıltmamalıdır. Üzerinde fırtınanın koptuğu asıl sorun budur ve özünde bütün diğer eleştiri, tartışma ve polemikler, bu sorun etrafında dönmektedir.
Komünistlerin tek bir öncü parti olarak birliği üzerinde şiddetli bir mücadelenin patlak vermesi, her şeyden önce bir nesnelliğin yansımasıdır. Bugün işçi sınıfı ve emekçi yığın hareketinin devrimci gelişiminin en yaşamsal sorunu, devrimci bir önderlikten yoksun olmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların parça parça, ya da belli dönemlerde dalgalar biçiminde kendini gösteren mücadele girişimleri ve ileri atılışlarının ortaya çıkardığı büyük enerji, devrimci bir önderlik altında birleştirilip daha ileri sıçrayışlara temel oluşturamardığı için, eriyip kaybolmaktadır. İşçi sınıfının devrimci gelişiminin sorun ve ihtiyaçlarını anlamak ve yanıtlamak sınıfın değil, onun adına kendine öncü sıfatını layık görenlerin sorunudur. Evet, politik öncü kurmayını yaratmak, sınıfın ve sınıf bilinci en fazla gelişmiş, en kararlı ve savaşçı, en fazla deneyim sahibi devrimci işçilerin dolayısız politik bir görevidir. İşçi sınıfının politik bir parti olarak örgütlenme yeteneğine sahip olduğundan kuşku duyulmaz. Öncü politik partisini yaratmanın, sınıfın dolayısız bir görevi olması, kendini proletaryanın toplumsal kurtuluşu davasıyla özdeşleştirmiş öncü bir örgütün varlığını gereksiz kılmaz, bilakis zorunlu bir ön koşul olarak varsayar. Çok açıktır ki, işçi sınıfının devrimci gelişiminin can alıcı sorununu çözmekle yükümlü, gelişmenin mayası olacak komünist devrimci güçlerin parçalanmış olması bu güçlerin varlık hakkı ve nedeni ile çatışmaktadır. Sözkonusu güçlerin bir bölümünün bunun bilincine vararak sıçrama yaratması, bu ivedi sorunun çözümünde hemen ve doğrudan yapılabileceklerin en fazlasını yapmaları, komünist hareket içinde yeni ayrışmaları getirmekte ve farklı konumların şekillenmesini dayatmaktadır. Bilinç sıçraması, eylem onunla tutarlılık içinde geliştiği ölçüde konum farklılaşmasını getirmekte; eski-yeni; geçmiş-gelecek; devrimcilik, statükoculuk; gelişen ve gerileyen biçiminde bir çatışma ve mücadeleyi, farklılaşıp ayrışmayı doğurup geliştirmektedir. Teori, program, strateji, taktik, ya da örgüt sorunlarındaki önemli veya önemsiz, temel veya ikincil bütün ayrılıklar, bütün farklılıklar bu zemin üzerinde veya daha doğrusu bu eksen etrafında somut ve özgül pratik politik bir anlam kazanmaktadır.
Birlik sorunu üzerinde süren şiddetli mücadelenin geri planındaki nesnellik; proletaryanın devrimci gelişiminin en acil, en yaşamsal gereksiniminin, kendine Marksizm-Leninizm adına işçi sınıfının öncüsü sıfatını layık gören gerçekten de teorik ve pratik olarak marksist-leninist çizgide birleşen güçlerin devrimci bir tarzda ve devrimci bir sıçramayla, sorunun önem ve aciliyetine yanıt verebilecek bilinç, irade ve cüretle yanıtlama yönelimi ile bunu anlamamazlıktan gelme, bu soruna sırtını dönme ve ilgisizlik olarak tarif edilebilecek yerinde sayma, geçmişe, kendi nesnelliğine saplanıp kalma biçimindeki gerileme arasındaki temel yönelim farklılığıdır. Devrimci diyalektik bize nedenin sonuca, sonucun da nedene dönüştüğünü öğretir. Komünist hareketin bazı parçalarının yaşadığı bilinç sıçraması, komünistlerin bir tek öncü parti olarak birliği yolunda mücadeleyi getirir. Bilinç ve irade dediğimiz bu özellik, yaşamın devrimci ilerleyişine yanıt verdiği için, uğruna savaşılan bir şey olmaktan çıkar, elle tutulur somut, maddi bir güce dönüşür, kuvveden fiile geçer. Ve artık kendisi nesnel bir unsur olduğu için; bütünde sürecin nesnelliği de o andan itibaren değişmiştir. TKP/ML Hareketi ve TKİH, (daha sonra TKP/ML YİÖ) bir bilinç sıçraması yaşar; kendi durumlarını, öz statükolarını aşarlar. Birilerine çok ters gelip sinirlendirse de -ki, zaten farklı bir tepki anormal olurdu- bu bir devrimdir ve hemen şiddetli bir mücadele başlar. TİKB ve TDKP, TKİH ve TKP/ML Hareketi'nin yürüttüğü birlik çalışması ve mücadelesine savaş ilan ederler. Kendi statükolarına sarılırlar ve bu onları ideolojik ve siyasal olarak tutuculaştırır. İlerleyen, gelişen ve bugün içinde geleceği temsil edene karşı bir direniş, karşı koyuş ve savaş, eskiye, geçmişte kalana, çürüyene sarılmayı koşullandırır. Birinci perde de yeni henüz zayıftır ve yenilmiş gibi görünür. Derin bir nefes alır statükocu güçler ve şöyle ya da böyle yeniyi tamamen tasfiye edecek bir mücadele sürer. "Dememişmiydik", "böyle olacağı baştan belliydi", "ne zaman başınız sıkışsa, zora gelseniz birlik diyorsunuz", "birlikçilik gerilemenin, tasfiyeciliğin tezahürüdür" vb. vb. şeklinde bir propaganda, eskinin haklılığı ve meşruluğu için, yeninin olanaksızlığına inandırma umutsuz çabası olarak; ama siyasal bakımdan tamamen karamsar, nitelik olarak tutucu ve gerici bir mücadele sürer gider. Fakat yeni, onların tahmin bile edemeyeceği kadar sağlam, direngen ve yaşam doludur. Geçici yenilgiye aldırış etmez. Yeniden ve daha güçlü, bu defa başarmak üzere yenildiği yerde eskiyle ikinci bir mücadeleye girer. Ve geri dönülmez bir biçimde mücadeleyi kazanır. Görünüşe göre, TİKB ve TDKP bu mücadelenin doğrudan muhatapları ve tarafları değillerdir. Ne de olsa, marksist-leninist olan yalnızca kendileridir! Dil ucuyla komünistlerin birliği gibi bir sorundan sözettikleri olsa da, komünist örgütler ve bunların birliği gibi bir dertleri yoktur. Fakat hey hat, yeninin kazanmasında kendi yenilgilerini görürler! MLKP-K, MLKP olduğu ölçüde; komünist hareketin yeni nesnelliği belirginleşir ve bu yeni nesnellik içinde çok kesin bir çatışma halinde bulunan konumlanış farklılığı; eskisinden çok daha sert bir mücadele olarak açıkça patlak verir. Tarafların bugünkü durumlarına geliriz. Roller değişir.
Birlik Kongresi komünist hareketin tarihinde bir dönemi kapatır. Yeni, kazanmanın, başarmanın haklı onuru ve güveniyle tarih sahnesine yürür. Yeni bir nesnelliğe ulaşılır. Eski, yani yenilmiş olan, yeninin şahsında eski formuyla yaşam ve varlık hakkının meşruiyetinin sorun haline geldiğinin sezgi ve kavrayışıyla umutsuz bir mücadeleye tutuşur. Fısıltı gazetesiyle bir fesat kampanyası yürütülür. Yeniye ömürler biçilir. "İki ay sürer", sonra dört ya da altı aya çıkarılır biçilen ömür.
Yeni gümbür gümbür kendi varlığını pratik olarak ortaya koymaktadır. MLKP-K'yı oluşturan güçlerle hiçbir organik bağı ve birlik mücadelesi sürecinden hiçbir doğrudan bilgisi olmayan, Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) kendi yayın organında, Türkiye'de iki komünist örgütün birleştiğini sevinçle selamlayarak duyurur. Ama bizimkiler ne duymuş ne de görmüştür. Kör, sağır ve dilsizi oynuyorlar. TKİH ve TKP/ML Hareketi'nin Birlik Kongresi'nde birleşip MLKP-K'yı kurmalarının ve MLKP-K'nın kendilerine birlik çağrısı yapmasının görünüşe göre bunlar için hiçbir önemi yoktur. Yayınlarında eleştirmek amacıyla dahi olsa bahsetmeye değer bulmazlar başlangıçta, hatta daha da ileri gitme cüretini gösterirler.
"Röportaj"dan beri kendi içerisinde açık parti için hazırlık yapan TDKP, merkezi yayın organı Devrimin Sesi'nin Ocak 1995 tarihli sayısında (yani MLKP-K'nın kurulmasından 4-5 ay sonra) sola karşı yönelttiği ideolojik ateşinde, MLKP-K'dan bahsetmez bile. Şöyle yazılabilir: "Sadece SBP, İP, TSİP, KSP ve Dev-Yol gibi düzen içindeki örgütler değil; PKK, Dev-Sol, TKP/ML ve TKP/ML Hareketi ve TKİH ve TİKB gibi 'silahlı mücadeleci' ve 'proleter sosyalizm' savunucusu parti ve örgütler de, sınıf hareketi karşısında reformist, parlamenterist ve sendikalist bir platform üzerinde bulunmaktadırlar." Fakat önemli olan yalnızca MLKP-K'dan sözedilmemesi değildir. Dahası 4-5 ay önce, süre gelen formlarında kendi varlıklarına son veren TKİH ve TKP/ML Hareketi, yani olmayanlar eleştirilmektedir! Okuyucularını aptal yerine koyan Devrimin Sesi onlara, TKP/ML Hareketi ve TKİH devam ediyor, MLKP-K diye bir varlık ve birlik gibi tehlikeli bir salgın yoktur, böyle zararlı şeylere kafanızı yorup, canınızı sıkmayın bilincini aşılamaktadır. Okurun, "belki de TDKP'nin Birlik Kongresi'nden haberi yoktur, MLKP-K'nın kuruluşundan bilgisi olmamıştır" şeklinde düşünme hakkını da kabul ediyoruz. Eğer bu doğruysa, "iyi ama bu TDKP nerede yaşıyor?" sorusunun da bir yanıtı olmalıdır.
Muhatapları, açık ve devrimci yöntemlerle mücadeleyi göze alamadılar, ama mücadele etmekten geri durmak bir yana, MLKP-K'ya ateşi yoğunlaştırdılar. Açık basın giderek berraklaşan mücadelenin aracı olarak ön plana çıktı. O arada ekleyerek dikkat çekmeliyiz ki, tamamen kendi özel çalışmaları olan "Emeğin Kurtuluşu Kurultayı" "projesi" ve İstanbul İşçi Kurultayı karşısında takındığı tutum ekseninde veya bu sorunlardan kalkarak, Emekçinin Alınteri gazetesinin politika tarzı ve TDKP'nin açık parti anlayış ve yönelimi Marksist-Leninist komünistler tarafından ideolojik mücadele konusu yapılarak eleştirildi. Bu ideolojik hücumların, muhataplarında oldukça önemli rahatsızlık yarattığı biliniyor.
Komünist hareket içinde yoğunlaşan ideolojik mücadelenin önde gelen can alıcı konusu olarak komünistlerin tek bir partide örgütsel birliği sorununda, muhattaplarımızın takındığı tutumun dolaysız yansımalarına daha yakından bakalım. Fakat öncelikle kısmen tekrar olması pahasına özellikle şuraya dikkat çekme zorunluluğu var: Sorunun doğrudan muhatabı olmayan az-çok sorumluluk sahibi devrimci her işçinin veya sağduyu sahibi her devrimcinin "dışarıdan" bakışıyla, MLKP-K kurucu kongresi, TKP/ML YİÖ'nün yanısıra, komünistlerin birliği sorununun çözümünün muhatapları arasında gördüğü ve onlara eleştirel biçimde birlik çağrısı yaptığına göre, TİKB ve TDKP'nin olumlu ya da olumsuz, ama ciddi ve sorumlu bir tavır takınması gerekmez miydi? Akıl ve izan sahibi herkesin, bunun böyle olması gerektiği üzerinde birleşeceği şüphe götürmez. Oysa muhataplarımız, kaçak dövüşme yolundan yürümüşler, fakat yeni, onlara kendi varlığını dayatarak açık mücadele sahnesine çıkmak zorunda bırakmıştır. Onlar için bu, ikinci bir yenilgi olarak kabul edilmelidir.
Muhataplarının MLKP-K gerçeği ve eleştirel birlik çağrısı karşısında, daha baştan sorumlu ve düzeyli bir tavır göstermemeleri, devrimci gelişmenin gerekleri karşısında aldıkları tutucu ve statükocu, açıkça dar grupçu gerici tavır; yukarıda bazılarına değindiğimiz bir dizi olumsuzluğu da koşullandırmıştır. Devrimci Proletarya (DP) dergisinin Kasım 94 tarihli 35. sayısında yer alan şu satırlar ilginç olduğu kadar ibret verici ve düşündürücüdür.
"... Anti-faşist olma iddiasındaki bazı çevreler tehlikeyi 'küçümsemekte'; diğer yandan bazıları ise, sanki yepyeni bir durumla karşıkarşıyaymışız gibi bir "abartma" içindedirler. Faşizmi, büyük ölçüde MHP'den ibaret gördükleri için, bazıları 27 Mart seçimlerinden sonra uyanır gibi olmuşlardır. Bu yüzden, 'yükselen' ya da 'tırmanan' faşizme karşı mücadele sorununu, hala MHP'ye karşı tavır çerçevesinde tartışmaktadırlar. Örnekleri ise, ya bir 'seçim ittifakı'dır (Aydınlık), ya sözde sosyalist dergahlarda 'birleşmek'tir (BSP, Toplumsal Dayanışma) vb., vb. Başka birileri de (MLKP-K) hala propaganda, ajitasyon, teşhir aşamasındadır".(S.8)
MLKP-K'nın sivil faşist harekete ve faşist diktatörlüğe karşı mücadeleye yaklaşımı ve pratiği bakımından, burada söylenen ve iddia edilenler tamamen gerçek dışı ve demagojiktir. Arzu eden Birlik Kongresi Belgeleri'ne (S.161-166) başvurabilir. Anlama yeteneğini koruyan herkes MLKP-K pratiğine de bakabilir. DP'nin ideolojik mücadele tarzı MLKP-K sözkonusu olduğunda bütünüyle keyfi, sorumsuz ve zorlamadır. Ama şimdilik bizi daha çok ilgilendiren DP'nin bu vesileyle MLKP-K ve birliğe ilişkin tavrını da yansıtmasıdır. DP yazarı, entellektüel yeteneklerin kötüye kullanılmasının ibret verici bir örneğini sunuyor. Anti-faşist mücadelede bazı güçlerin sınıflandırılması gibi bir çabaya giren yazar, "bir biçimde" aynı katagoride gösterdiği Aydınlık, BSP, Toplumsal Dayanışma ile MLKP-K'nın adını yan yana yazma başarısıyla övünebilir. Ama o arada görüldüğü gibi, öylesine bir ifadelendirme yolu tutturuyor ki, okurda, MLKP-K'nın anti-faşist savaşımda önerdiği "çözümün" "sosyalist dergahlarda birleşmek" olduğu izlenimini de uyandırıyor. Sanki komünistlerin birliği, işçi sınıfı hareketinin en yaşamsal sorununu, proletarya partisini yaratma yolunda muazzam bir adım değil de, anti-faşist mücadele birliği gibi sunuluyor. Birliğe karşı ilk tavırın düzeyi bu. Böyle bir metoda başvurmanın bir acizlik ve zorlama ürünü olduğu açıktır. Eğer birliği mahkum ederken doğru ve haklı olduğunuza inanıyorsanız ve eğer başkalarını da ikna edebilecek gerekçeleriniz varsa, kendinize güven içerisindeyseniz, entellektüel yeteneklerinizi kötüye kullanmak gibi ideolojik mücadelede kirli savaş yöntemlerine tenezzül etmeniz gerekmezdi. Komünistlerin ve devrimcilerin grup çıkarları uğruna, tartışma ve ideolojik mücadele kültür ve sorumluluğunun olmazsa olmaz değerlerini hiçe saymaları kabul edilmez bir şeydir, hoşgörülebilir bir yanı da yoktur.
Her komünist bilmek zorundadır; devrimci olan herhangi bir şeye tavır alış, devrimcilik bakımından bir gerilemedir ve grupçulukta ısrarın, devrimciliği erezyona uğratması kaçınılmazdır. TİKB ve TDKP grupçuluk uğruna en bayağı yöntemlerle, komünistlerin birliği düşüncesine ve bu uğurdaki ilerleme ve atılıma karşı tavır alarak, devrimci bir gelişmenin karşısına dikiliyorlar; karalamaya çalışıyorlar. Bu uğurda, ideolojik mücadelede, başvurdukları kirli savaş yöntemleri, devrimcilik erezyonun somut, elle tutulur bir biçimidir. Yığınlara, devrimcilere doğruları açıklamak, birliğin devrimci bir ihtiyaç olduğunu söylemek zorundasınız. Söylemekten kaçınırsanız bugünkü durumun içine düşersiniz. İfade saygısızcaysa da MLKP-K için burada herhangi bir sıfat kullanılmadığını kaydetmek isteriz. "Öncülük Ve Kuyrukçuluk" başlıklı makalede, DP'nin birliğe karşı tavrını daha belirgin yansıtan şu satırları okuyoruz:
"Yine yeni Atılımcılardan Emeğin Bayrağı da, bu yönde diğer oportünist akımlara bir su damlası gibi benzeşir." (S.48)
DP yazarları Atılım'la değil de, Atılım öncesiyle uğraşmayı ve bizi oraya çekerek, birliğe karşı yıkıcı bir tartışmayı geliştirecek olacak ifadeler yaratmak için Türkçeyi amuda kaldırma başarısını gösteriyorlar. Ne Emeğin Bayrağı ve ne de bir başka yayın organı Atılım'cı olmadı. "Yeni Atılımcılar" da neyin nesi, bu icadın kalibresi ve kıymet-i harbiyesi ne? Görünen o ki, Atılım adı, DP yazarlarının birlik karabasanına yakalanmalarına neden oluyor. Komünistlerden daha aklı başında davranmalarını, enerjilerini böyle saçma sapan çirkin ve kirli çabalar yolunda harcamamalarını ve dahası kendilerini tanımlarken kullandıkları sıfatlara layık olacak sorumluluk ve ciddiyeti göstermelerini isteme ve bekleme hakkına sahibiz.
TDKP ve TİKB'nin veya Özgürlük Dünyası, Emekçinin Alınteri, Devrimci Proletarya gibi komünist yayın organlarının MLKP-K'yı mahkum etmeleri beklenmedik bir gelişme ve sürpriz sayılamazdı. Kendilerini, evet ayrı ayrı yalnızca kendilerini, komünist olarak gören bu örgütler ve yayın organları, dar grupçu olduğu kadar dar ve sekter görüş açıları nedeniyle kuşkusuz ki MLKP-K'yı mahkum edecekler ve onun birlik çağrısını, grupçuluğu yükselterek yanıtlayacaklardı. Fakat ciddiyet ve sorumluluktan bu kadar uzak, düzeyi bu kadar düşük tarzda hareket edebilecekleri yine de beklenmiyordu. Özgürlük Dünyası, Emekçinin Alınteri ve Devrimci Proletarya dergileri, MLKP-K'yı mahkum edebilmek için ona karşı umutsuz ve canhıraş bir ideolojik mücadele başlattıklarına göre, MLKP-K hakkında okurlarını bilgilendirmeleri gerekirdi. Öyle ya, herhalde okurlarının MLKP-K hakkında doğru ve sağlıklı bir düşünceye sahip olmasına itiraz etmeyeceklerdir. Muhataplarımızın böyle bir zorunluluklarının olmadığını, MLKP-K'nın kuruluşunun kendi değerlendirme kriterleri ve yayın politikaları bakımından okurlarını bilgilendirmeyi gerektiren bir gelişme olmadığını vb. iddia edebilirler. Gerçekten böyleyse, o zaman MLKP-K ile mücadele etmek için bunca kalem ve kağıt tüketmelerinin de bir izahı olmalıdır. Birlik sorununda ve MLKP-K'ya karşı veya her hangi bir sorunda istediğiniz gibi tavır takınma özgürlüğünüzü kabul ediyoruz. Fakat, kendilerini tanımladıkları sıfatlara ve yine ilan edilmiş iddialarına uygun davranmalarını istemek ve beklemek de bizim hakkımız. Böyle "ciddi" ve sıkı bir mücadeleye tutuştuğunuza ve MLKP-K'yı "sağ oportünist", "küçük burjuva", "sol oportünist" vb. olarak tanımladığınıza ve takdim ettiğinize göre, en azından okurlarınızı ikna etmek, tehlikeli birlik salgınına karşı aydınlatmak, neden MLKP-K'nın birlik çağrısının dikkate alınmaya ve üzerinde durmaya bile değmez bir şey olduğunu göstermek ve izah etmek sorumluluğunu duymalısınız. Sorumluluk sahibi olanlar, Marksizm-Leninizm adına kendini proletaryanın öncü politik birliği olarak ilan ve iddia edenler, MLKP-K hakkında verdikleri mahkumiyet hükmünün dokularına işlemiş kör ve dar grupçu önyargıların ve geleneksel kronik sekterizmin tezahürü değil de; teori, program, strateji, taktik, örgütlenme ve bir bütün olarak kendini sınıflar mücadelesinde ortaya koyuşunun materyalist analizinden ulaşılan sınıfsal/siyasal bir sonuç olduğunu göstermek, kanıtlara dayalı olarak doğrulamak zorundadırlar.
MLKP-K'yı Özgürlük Dünyası'nın "sol oportünist", "küçük burjuva" ve iradeci, Alınteri ve Devrimci Proletarya'nın "sağ oportünist", "ekonomist-kendiliğindenci" şeklindeki değerlendirmelerinin siyasal bakımdan tamamen farklı; taban tabana karşıt tespitler olmasına karşın, bu çevrelerin MLKP-K gerçeğinden yer ile gök kadar uzak değerlendirmelerini, sözde kanıtlarken kullandıkları yöntemin tıpa tıp aynı oluşu ilginç olmanın da ötesinde hazindir. ÖD sözde MLKP-K'nın "sol oportünist", "küçük burjuva", iradeci vb. olduğunu söylerken, DHKP; DP de "sağ oportünist", "ekonomist- kendiliğindenci" olduğunu sergilerken, "Aydınlık-İP ve TDKP" eleştiri ve değerlendirmelerinden yararlanma yolunu tutuyor. Ayrı ayrı her birinin durumuna yakından bakalım. 36. sayısında DP şöyle yazıyor:
"Ekonomik taleplerin siyasal taleplere, her türden güncel talebin devrim ve sosyalizm talebine bağlanması, sınıf mücadelesinde temel bir ayrıdediciliği olan, devrimci bir ilkedir. Soruna oportünist yaklaşımlar Türkiye'de asıl olarak iki ana uçta toplanmaktadır. Birincisi ve esas olanı, hareketi ekonomik-sendikal taleplerle sınırlayan, 'siyasal' talepler adına da 'hükümete karşı siyasal mücadele' çizgisinde yürüyen reformculuk -en kaba haliyle ekonomizm- ve devrim ve sosyalizm hedef ve propagandasının bulanıklaştırılmasıdır." (S.46)
"Birinci akımı Aydınlık-İP hainleri başta olmak üzere TDKP, MLKP-K gibi sağ oportünist örgütler ... temsil etmektedir." (S. 47)
İddialarını doğrulamaya girişen DP, bu uğurda 47, 48 ve 49. sayfanın üçte ikisini Aydınlık-İP eleştiri ve teşhirine ayırıyor. Bolca alıntılar yapıp, kanıtlar sunuyor. Sonra TDKP'ye geliyor sıra, 49. sayfanın üçte biri ve 50. sayfa bu işe ayrılıyor. Eleştiriler özünde doğru olmakla birlikte, TDKP'nin "sağ oportünist" olduğu vargısı zorlama ve yanlış. Başka bir yanlış da, Aydınlık-İP karşıdevrimci oportünistleriyle, TDKP ve MLKP-K'nın yan yana yazılması, işçi sınıfının mücadelesi karşısında aynı ekonomist-sendikalist pozisiyonda durduğu saçma iddiasıdır.
DP daha sonra ikinci akımı oluşturduğunu söylediği Kızıl Bayrak dergisi ve Ekim çevresinin eleştirisine geliyor. 51. sayfa ve 52. sayfanın aşağı yukarı yarısı bu işe ayrılmıştır. Yukarıya aldığımız iddianın yer aldığı, "İşçiler Ne İstiyor" alt başlıklı bölüm burada bitiyor. Aydınlık-İP, TDKP ve Ekim çevrelerine yönelik iddialarını kanıtlamak için yoğun bir çaba harcayan DP yazarı, MLKP-K'ya yönelik iddiasını doğrulamak için en ufak bir zahmete girmiyor. Yazar böyle bir çabanın boş olduğunun bilincine erebilmişse, sözkonusu iddiayı ortaya atmama sorumluluk ve iradesini gösterebilmesi de gerekmez miydi? İster grupçu sekterlik nedeniyle ve isterse teorik-siyasal kavrayış yetmezliği nedeniyle olsun, DP yazarı MLKP-K gerçekliğini anlamaktan fersah fersah uzaktır. Derin bir subjektivizm içerisinde kafasında yarattığı bir "MLKP-K"yı değerlendirmektedir. Esasen bir değerlendirmeden bile sözedilemez. Yapılan olsa olsa yazarın kendi hayal aleminde kurduğu bir şeyi siyasal sıfatlarla mahkum etmesidir. İşçi hareketi karşısında kimin hangi pozisyonda durduğu sorununu ayrıca ele alacağız; ama şu kadarını söyleyebiliriz ki, MLKP-K'nın hareketi ekonomik-sendikal taleplerle sınırladığı, siyasal talepler adına da hükümete karşı siyasal mücadele çizgisinde yürüdüğü kanıtlanamaz iddialardır ve doğal olarak sahibini yaralar.
ÖD yazarı, MLKP-K'nın "sol oportünist" ve iradeci olduğu iddiasını sözde kanıtlarken DP yazarıyla aynı yöntemi kullanıyor, ama kobayı farklı. Yazar;
"MLKP-K'nın TİKKO ve Devrimci Sol'a, Devrimci Sol'un PKK'ye 'benzemeye' çalıştığı ve kimin daha fazla 'molotoflama' yaparsa, o daha fazla devrimcidir mantığı ile ..." (Haziran-Temmuz 95, Sayı 78, S.36) hareket ettiklerini iddia ediyor. MLKP-K'nın "TİKKO ve Devrimci Sol'a" "benzeme" gibi bir iddia ve yöneliminin olmadığı biliniyor. Bu gülünç iddiayı ciddiye alacak değiliz. Fakat, ÖD yazarının MLKP-K'yı "küçük burjuva", " sol oportünist", iradeci ilan ederken uyguladığı metodu teşhir etmeyi gerekli görüyoruz. Bu yazıyı dikkatli okuyan herkes yazarın bu iddialarını kanıtlamak için iki şey yaptığını görecektir. İlki, DHKP'nin küçük burjuva devrimciliğinin ve öncü savaş anlayışının vb. eleştirisidir. Yazar, DHKP kaynaklarından uzun alıntılar vermek, Lenin'in yazılarıyla karşılaştırmak vb. zahmetlere severek katlanır. İkincisi ise, Lenin'i özetlemek ve Lenin'den mücadele biçimleri konusunda alıntılar yapmaktan ibarettir. İşte yazar tastamam bu metodla MLKP-K'yı küçük burjuva, oportünist vb. ilan etmektedir. "Proletarya ve devrime karşı sorumluluk taşımayanlar devrimin güçlerine saldırıda da pervasız olurlar." (S.27) diyen yazarın bu sözleri kendisine yöneltilmelidir. Kullandığı metoda ilişkin olarak DP yazarına yöneltilen eleştirilerin geçerli olduğunu hatırlatmakla yetinelim.
Subjektif zorlamalarla kötü bir MLKP-K karikatürünü çizmekte ısrar eden ÖD ve DP-Alınteri yazarlarının vargıları üzerinde durmak gerekiyor. İlk olarak ÖD yazarları bütün devrimci ve komünist örgütlerin sağında durmakta ve MLKP-K'yı da bu mevziden eleştirmeye çalışmaktadır. Bu pozisyon TDKP'nin siyasal gerçeğidir. Şimdilerde sınırların daha da belirginleştirilmesi için özellikle radikal mücadele biçimlerinin eleştirisi ön plana çıkarılıyor; bu uğurda Marksizmin devrimci özü bir yana bırakılarak, olabildiğince lafzına sarılma yolundan kaba bir kitabilik ve dogmatizm sergileniyor. MLKP-K'nın sağında duran ÖD, onu sol oportünizm, öncü savaş, iradecilik vb. ile "eleştirir"ken DP yazarı da kendini MLKP-K'nın soluna yerleştirerek onu "sağ oportünizm"le, "ekonomizm-kendiliğindencilik"le mahkum etmektedir. DP-Alınteri yazarlarının kendilerini MLKP-K'nın solunda göstermeleri çok tartışma götürür bir durumsa da, bu çizginin kitlelere karşı geleneksel ve çok belirgin doktriner ve sekter yaklaşımı bilinmektedir. Kuşkusuz MLKP-K henüz inşa aşamasında bulunan ve hızla partileşmek gibi bir sorunu olan yeni, ama yalnızca çok genç olması nedeniyle değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, komünist ve devrimci hareketin kendini geleneksel üretiş tarzını aşma yönündeki bilinçli ve iradi çabası, bu yoldaki gelişimi nedeniyle tam anlamıyla yeni komünist bir örgüt olmasına karşın komünist hareketin odağında durmaktadır. ÖD ve DP-Alınteri yazarlarının değerlendirmesi bunu gösteriyor. Bu noktadan bakıldığında, TDKP'nin MLKP-K'ya ve radikal sol örgütlere karşı yürüttüğü savaşım, onun sağa doğru gidişatının ve bu yolda daha da ileri gitme eğiliminin bir belirtisiyken, TİKB'nin MLKP-K'ya karşı sözde soldan yürüttüğü mücadele onun doktrinerizm ve sekterizminin göstergesidir. Ama TİKB'nin kendi pozisyonundan sola doğru hareket halinde olduğu, böyle bir eğilim sergilediği söylenemez. Bu nedenle TİKB'nin sürdürdüğü mücadelede gerçek siyasal bir temelden çok, grupçu rekabet ve derin subjektivizm ön planda gelmektedir.
TDKP, Marksizm-Leninizm adına öncünün, devrimci iradenin rolünü oldukça sınırlayarak, neredeyse reddeden bir pozisyona yürürken ister istemez kendiliğindenliği yücelterek teorize etmeye yönelmektedir. İşçi sınıfı hareketinin devrimci dönüşümünü, sosyalist siyasal bir hareket düzeyine yükseltilmesi sorununu anlamamakta, işçi sınıfına yönelimi, belirgin devrimci/dönüştürücü bir rol oynamamaktadır. Zulmün ve sömürünün, haksızlığın her örneğini siyasal teşhir kampanyasına dönüştürme, politik kitle ajitasyonunu örgütleme ve benzeri devrimci görevlerden çok belirgin biçimde uzaklaşmakta, hatta bu görevlerden kaçışın teorisini yapmaktadır.
TİKB'nin durumu çok daha farklıdır. Hiçbir zaman aşamadığı dar grup yapısı, devrimci hareketin kendi koşulları içerisinde hiçbir zaman kitleselleşememiş olması, devrimci ve komünist hareketin bir bütün olarak siyasal gelişmeleri etkileyen bir kitle gücünü ifade etmiyor olması gerçekliği içinde bile, kitlesellikten en uzak gruplardan biri olmasının yarattığı açmaz onu dönemsel grupsal gelişme stratejileri izlemeye ve imaj peşinde koşmaya, devrimci ve komünist örgütlerle rekabeti ön plana çıkarmaya koşullandırmakta, kısacası en sivri biçimde kendi durumunun politikasını yapmak gibi bir saçmalığın girdabında boğuşmaktadır. Kitleler karşısındaki geleneksel doktrinerizmi ve sekterizmi bu durumun teorik zemini olmaktadır. TİKB, halen kendini üretme tarzıyla tarihsel olarak aşılan ve siyasal olarak tükenmekte bulunan grupsal politika tarzının tipik bir örneğini sunmakta ve bu anlamda geçmişte yaşamaktadır.
Görüldüğü gibi devrimci iradenin ve öncünün rolü sorunu, süren ideolojik mücadelede çok özel bir yer tutuyor. Gerçektende bu, komünist hareketin ve onun ayrı ayrı parçalarının gelişim çizgisini, önümüzdeki dönemde ve gelecekte, sınıflar mücadelesinde alacakları konumları belirleyici en temel sorunudur. Komünist örgütlerin her birinin tarihsel şekillenişleri, kendilerini üretme ve politika tarzları, devrimci iradenin ve öncünün rolü konusundaki yönelimlerini gösteren veriler sunmaktadır. Açıklamalar, laflar da bir değer taşımakla birlikte, gerçeklerin daha önemli olduğuna kimse itiraz etmeyeceğine göre, öncünün ve devrimci iradenin rolü, tarafların gerçekleri temelinde tartışılmalıdır.
Öncünün, Devrimci Iradenin Rolü
Burada tartışılan sorun, biçtiğimiz değer nedeniyle TDKP'nin 15 yıldır kongresini toplama iradesini gösterememesi ve yine TİKB'nin bir kez olsun kongre toplayacak bir düzeyi bile yakalayamaması çok somut bir veridir. Ki bu, örgüt kitlesine ve örgütün kendisine yaklaşımının çok önemli bir göstergesi olması nedeniyle, bu iki örgütün kitleye yaklaşımı bakımından da önemli bir ipucu niteliğindedir.
Kitleye yaklaşım, devrimci iradenin ve öncünün rolü konusunda tartışmanın, taraflarının pozisyonlarının değerlendirilmesinde ana noktayı oluşturmaktadır. TDKP'nin güçlerini fiziki olarak işçi sınıfına yöneltmesi, sınıf tutumu açısından önemli bir veri olarak kabul edilmelidir. Fakat sınıfa yönelik çalışmanın niteliği, bu çalışmanın kapsam ve içeriğine bakarak materyalist analizin konusu yapıldığında görülmektedir ki, TDKP gitgide kaba materyalizm mevzisine kaymakta, öncünün, sınıfın devrimci dönüşümünün mayası ve öznesi olma yönünde devrimci iradesini kullanmak yerine, sözde sınıfla bağlanmak adına sınıfın geri bilinci önünde eğilmektedir. Sınıfı kendi düzeyine çıkarma hattında yürüme yerine, öncüyü sınıfın geri bilinci düzeyine çekmektedir. Özellikle son bir kaç yıllık dönemde sınıf hareketinin devrimci gelişimi bakımından, rutin ve alışılmış şeylerin ötesinde, sınıfın devrimci gelişimine kaldıraç teşkil edebilen kendi gücünü ve olanaklarını kullanmak, kendini ortaya koymak bakımından özel olarak dikkate değer bir tek örnek gösterilemez. Lenin'in "Ne Yapmalı?" adlı yapıtında parlak biçimde açıkladığı politik kitle ajitasyonunun, politik teşhir kampanyası biçiminde yürütülmesi bakımından da bu tamamen geçerlidir. TDKP'nin kendini işçi sınıfı içindeki tek devrimci odak ve akım olarak lanse ettiği de dikkate alındığında, TDKP'nin çok özel etkisi olan esasen az çok önem taşıyan bir tek işçi kitle eyleminden dahi söz edilmeyecek oluşu ayrıca belirtilmeye değer. Öncünün, yığınları kendi öz politik deneyimleri temelinde kazanabileceği gerçeği, eğer öncünün devrimci iradesini kullanmasının önem ve gerekliliğini dışlayıcı tarzda kavranırsa, pekala kendiliğindenciliğe gerekçe yapılabilir ve zaten TDKP'nin yapmakta olduğu da budur. TDKP, suçluyu suçüstü yakalayan kitle ajitasyonunda, yığınların politik sınıf bilincini uyandırmanın, onları sarsarak harekete geçirmenin, en etkin yolunun kitlesel politik teşhir kampanyası tarzında örgütlenmesiyle olanaklı olduğunu açıklayanın Lenin olduğundan haberi yokmuş gibi, politik teşhir kampanyalarını "gürültücülük" olarak suçlayabilmektedir vb.
TDKP'nin sınıfla bağlanma, politika tarzında sözde gürültücü küçük burjuva zihniyetle arasına sınır çekme adına ve yığınların kendi öz politik deneyleri temelinde eğitimi temel sorununu, öncünün tamamen pasif ve edilgen kalması şeklinde algılaması ve yorumlamaya çalışması, mücadele biçimleri sorununda bugün yığın hareketinin ortaya çıkardığı en ileri biçimlere iflah olmaz bir kitabilik ve sağ doktrincilikle karşı çıkması, onu her gün daha çok işçi sınıfı ve emekçi yığınların en ileri mücadele pozisyonlarından uzaklaştırmakta ve geleneksel TKP çizgisi mevzisinde konumlandırmaktadır. Sistematize olarak derinleşen bu yönelim, bugünkü politik durumun sunduğu, işçi sınıfı ve emekçi yığın hareketinin sahip olduğu devrimci olanakları anlayamayan, durumu olduğundan çok az devrimci gören, politik bakımdan karamsar değerlendirme ve yaklaşımlarla birleşen bir "barışcıl hazırlık stratejisi"ne yöneltiyor.
Ayağımızı bastığımız toprakta öylesine patlayıcı maddeler birikmiştir ki, gerçekte politik hareketsizlik veya uzun barışcıl bir hazırlık dönemine denk düşebilecek taktikler, proletaryanın uzun süreli barışcıl bir hazırlığını öngören stratejiler bütünüyle geçersizdir. Bunlar, açık çalışma ve mücadele olanaklarının değerlendirilmesi, legal ve illegal çalışmanın birleştirilmesi ve benzeri olarak da sunulamaz. Örneğin Mengen'de asker barikatlarına dayanan ve geriye dönmek zorunda kalan işçilerin, bir dahaki sefere barikatları nasıl aşacaklarının gösterilmesi, bunun gerektirdiği siyasi, teknik ve örgütsel hazırlığın bir bütün olarak ortaya konması ve öncü tarafından yürütülmesi gerekir. Eğer, emekçi memur hareketinde başat mücadele biçimleri, bu hareketin en acil talepleri olan toplusözleşme ve özellikle grev hakkını elde etmeye yetmiyorsa, yani mevcut mücadele biçimleri hareketin gelişiminin ve sonuca gitmesinin araçları olmaktan çıkıp, oyalanma ve devrimci enerjinin tüketilmesinin araçlarına dönüşüyorsa öncü, yığınlara yeni mücadele biçimleri göstermek ve hareketi ileri sıçratmak için bu uğurda kendi güçlerini enerjik biçimde kullanmak zorundadır. Ankara'ya akın eden emekçi memurlar neden barikatlar kurarak Gazi emekçilerinin yolunu izlemesin? Kıyıma uğrayan işçiler neden işyerlerini işgal etmesin? vb. Bütün bunların yığın hareketinin gündeminde bulunduğu ve hiç de barışcıl olmayan bir yol olduğu, çok kesin çatışmaları getirebileceği ve getirdiği açıktır. Faşist rejimin toplumsal eylemin gündemine girmiş sorunlara hiçbir çözüm bulamadığı, işçi sınıfının, emekçi memurların, kent yoksullarının; ulusal ve dinsel toplulukların saflarında patlayıcı maddelerin muazzam ölçüde biriktiği, beklenmedik anlarda çakan ufak kıvılcımlardan çok sert çatışmaların doğduğu koşullar altında, 1. emperyalist paylaşım savaşı öncesinde 2. Enternasyonal partilerinin izlediği gibi uzun bir barışcı hazırlık stratejisi öngörmek, günün devrimci görevlerinden yan çizmekten başka bir şey değildir. TDKP'nin pozisyon ve yönelimi en açık biçimde kent yoksulları içinde devrimci çalışmanın örgütlenmesi ve kent yoksullarının proletaryanın yedekleri olarak mücadeleye seferber edilmesine karşı gösterdiği ilgisizlikte görülebilir. Hatta ilgisizlikten de öte bir durumla karşı karşıya bulunduğunun vurgulanması abartma değildir. TDKP'nin mücadele biçimlerine yaklaşımı, devrimci iradenin ve öncünün rolü konularında, onun yönelimini gösteren çok önemli bir sorun olarak ayrıca ele alınmayı hak etmektedir.
Devrimci iradenin rolüne vurgu yapan, bu bakımdan devrimci harekette 72 yenilgisinden sonra gelişen devrimci kendiliğindenciliği aşmaya çalışan TİKB ne yazık ki, bu olumlu yönelimini doktrinerizm ve sekterizme yuvarlanmak şeklindeki diğer bir uç noktaya süreklenmekten sakınmayı başararak sağlam bir temele oturtamamış, özgül durumu, örgütsel oluşum koşulları ve dönemin özel tarihsel dezavantajları ve kuvvet yetmezliği vb. gibi nedenlerin yanı sıra, asıl olarak, daha baştan 75-80 döneminin devrimci kendiliğindenciliği ve egemen halkçı mantığıyla araya sınır çekme olumlu yönelimi içinde geliştirdiği doktriner ve sekter zihniyet nedeniyle, yığınların arkasından sürüklenen bir çizgiden kurtulmayı başarmamış, yığınların devrimci önderi olmak yerine "militan", "savaşçı" olmayı tercih etmiştir. Militan savaşçı olmayı bir ölçüde başarmış ama yığınların devrimci önderi olma yolunda gelişememiştir. Araç ve yöntemlerinde, çalışma biçimlerinde (ki bugün daha çok kuvvet yetmezliği nedeniyle, esas olarak çalışmalar bir legal gazete etrafında yürütülme düzeyine gelmiştir.) değişikliklere yönelmesine karşın, doktriner ve sekter zihniyetini değiştirmeyi başarmadığı için kitlelerin peşinden sürüklenmektedir. Kendiliğindenliğin, kitlelerin peşinden sürüklenmenin yalnızca "sağ oportünizm", "ekonomizm-sendikalizm" kaynaklı biçimlerde tezahür ettiği düşünülemez. Teoriyle, ilkelerle, kitabi doğrular ve klişelerle kendi devrimciliğinizi güvenceye alabilirsiniz ama bu yoldan yığınların dışında kalınacağı, patlak veren her hareketin peşinden koşarak sürüklenmek gibi bir pozisyondan ileri geçilemeyeceği de açıktır. TİKB pratiği bunun tipik bir örneğini sunar.
Yığınların öncüyü kendiliğinden izleyeceğini beklemek saçmalıktır. Yığınların kendini öncünün sloganlarına göre ayarlayacağını zannetmek, böyle yanılsamalı bir beklenti içine girmek, yığınların devrimci eğitimini ve mücadele mevzilerine yerleştirilmesini hiç anlamamaktır. Öncülük iddiasında olanlar, öyle hareket etmeyi başarmalıdırlar ki, yığınların devrimci eğitiminin ve gelişiminin kaldıracı olabilsinler. Burada, öncünün kendi ruh halini yığınların durumunun yerine geçirmesi, "sağ oportünizm, ekonomizm ve sendikalizm" kadar tehlikelidir. Eğer öncü küçük bir propaganda grubu olmaktan kurtularak, devrimci yığın hareketinin mayası, örgütleyicisi ve önderi olmak istiyorsa; doktrinerizmden kesinkes sakınmak, yığınlardan sekterce kopmamayı başarmak zorundadır. Bizim "geleneksel grupsal politika tarzı" diye tanımladığımız şey esasen yığınların devrimci önderi olma iddiasının terk edilmesi, öncünün kendini yığınların yerine koyarak, yığınlar adına, yığınlar dışında hareket etmesi, ama aynı zamanda yığın hareketi nerede patlak verirse oraya koşmak biçimindeki kendiliğindenciliğe sürüklenmedir.
İşçi sınıfının ve emekçi yığınların devrimci hazırlığı çok somut bir sorundur ve kesinlikle ilkeleri somut durumun yerine koyarak, Marksist teorinin mutlak doğruları ve kitabi formüllerin tekrarıyla çözülemez. Öncünün bilgeliği, yığınların en ileri eğilimlerini eleştirel biçimde sahiplenmesini gerektirir. Yığınların devrimci hazırlığı ve eğitimi, pedagoji ile karıştırılmamalıdır. Yığınlar, devrimci eğitimi çok somut mücadeleler ve hareketler içinde; ama eğer bu sosyalist sınıf bilinci olacaksa komünist öncünün propaganda, ajitasyon, örgütlenme, eylem bütününde sürekli ve sistemli yardımıyla başarılabilir. Yığınlardan kendinizi tecrit ederek, yığınların devrimci dönüşümünü başarma olanağınız yoktur. Bırakınız ortalama bir işçi ve emekçiyi öncünün düzeyine yükseltmeyi ve saflarına çekmeyi, ama ileri devrimci işçi ve emekçileri bile öncünün düzeyine yükseltmek ve saflara çekebilmeniz için, öncüyü günlük çalışma ve eylem içinde sınamasını, tamamen anlamasını, güven duymasını; öncüyü, kazanmayı, önderlik etmeyi, peşinden sürüklemeyi istediği ve hedeflediği yığınları sürecin bütününde yan yana getirerek, işbirliğini sağlayacak bir hareket tarzı zorunludur. Var gücünüzle kendinizi yığınlara empoze etmeye çalışarak alacağınız sonuç 15-16 yılda aldığınızdan çok farklı olmayacaktır. Öncü, günlük hareket tarzını, kendi devrimciliğini kanıtlamak, kendi varlığını, kendine biçtiği rol ve ilan edilmiş iddialarından kopuk biçimde sürdürme üzerine kuramaz. Programınızın temel hedef ve amaçlarını kaybetmeksizin, her güncel soruna yanıt veremiyorsanız, eğer yığınları anlamayı ve sıkı bağlar kurmayı başaramıyorsanız, yani yığınlara öncülük edemiyorsanız, ilkelerinizi ve teorinin saf gerçeklerini istediğiniz kadar tekrar edebilirsiniz, ama size hiçbir zaman kitlelerin devrimci önderi olamayacağınız, yığınların devrimci hazırlığını yürütme yeteneğinden yoksun olduğunuz hatırlatılacaktır. Dahası öncü ile onun gerisindeki unsurlar arasında temas, ortak iş yapma ve işbirliği yönelimine oportünizm diye saldırmayı, öncülüğün zorunlu bir gereği ve üstünlüğünüz olarak görüyorsanız, yığınların dışında kendi dünyanızda yaşamaya ve yığın hareketinin peşinde oradan oraya sürüklenmeye mahkumsunuzdur.
Yığınların düzene karşı devrimci hareketinin büyümesinin, işçi sınıfı ve emekçi yığınların devrimci eğitim ve hazırlığının, mücadele mevzilerine yerleştirilmelerinin bütün gereklerinin tutarlılıkla yönlendirildiği politika tarzı yerine, grupların dikkatlerinin odağına kendilerini koyarak, en dar anlamda kendi varlıklarını idame ettirmeyi her şey haline getiren (bu esasen yığınların öncüsü olma, devrimi örgütleme büyük iddiasının unutulmasından, hiçe sayılmasından başka bir anlama gelmez) bir hareket tarzı, öncünün ve devrimci iradenin rolünün bir başka şekilde inkarından başka bir şey değildir.
Özet olarak, komünist hareket bakımından şunu söyleyebiliriz; öncünün, devrimci iradenin rolünü vurgulamaya çalışan TİKB, doktrinerizmin getirdiği sekterizmle, yığınları hiçe sayan dar grupçu bir politika tarzını ve zihniyeti ısrarla sürdürmektedir; TDKP ise öncünün, devrimci iradenin rolünü yadsıma, kendiliğindenliği teorize etme, öncüyü yığınların düzeyine çekme yöneliminde ısrar etmekte ve oportünizm yolunda yürümektedir. MLKP-K'ya gelince, henüz onun pratiği çok kesin bir şekil almamış olmakla birlikte, yalnızca TİKB ve TDKP şahsında değil; aynı zamanda kendini var eden komünist örgütler dahil olmak üzere, bir bütün olarak devrimci ve komünist hareketin ulaştığı düzeyi, teorik ve pratik olarak aşmayı hedeflemekte ve bu yönde ilerlemektedir.
MLKP-K'nın bu yönelimi her şeyden önce, onu var eden güçlerin yaşadığı bilinç sıçramasına bağlıdır. Komünist hareketi oluşturan örgütlerden her birinin ayrı ayrı kendini tek komünist örgüt olarak görmesi, kendini ve kendi pratiğini idealize etmesi sekterizm ve grupçuluk olduğu kadar, yığınların devrimci önderliğini yadsıyan politika tarzını da şekillendirmiş, parti sorununda, yani devrimci iradenin ve öncünün rolü konularında çok açık ve kesin bir çarpıklığı da kendinde somutlaştırmıştır. Kendi tarihsel varlıklarına ve komünist hareketin süregelen gidişatına müdahale, önce birlik mücadelesi ve eylemi çerçevesinde, giderek devrimci politika ve örgütlenme sorunlarının bütün alan ve düzeylerine uzanarak çok daha genel bir çerçevede, Marksizm-Leninizmin öncünün, devrimci iradenin rolüne ilişkin teorik yaklaşımının kavranışında ve bu bakımdan devrimci ve komünist hareketin gelişiminin ve deneyimlerinin eleştirel analizi yolundan bir bilinç sıçraması yaşamıştır. Tarihsel şekillenişleri ve grupsal varlıklarının evriminin TİKB ve TDKP için ayrı ayrı hazırlayıp koşullandırdığı yön ve gelecek, açıktır ki, kendini oluşturan güçlerin yaşadığı açık ve söz götürmez bilinç sıçramasının, tamamen iradi ve sistematik biçimde kendi varlıklarına müdahalenin bir ürünü olarak doğan ve yine kendi tarihini ve var oluşunu, geleneksel olanı aşma yolunda inşa eden MLKP-K için çok farklı olacaktır. TİKB ve TDKP her şeyden önce kendilerinin ve komünist hareketin durumunun "doğru" bilincine ulaşamamakta ve süregelen durumlarının kendiliğinden koşullandırmasına boyun eğerek devrimci irade ve öncünün rolü konusunda, her birinde farklı biçimlenen kendiliğindenliğe boyun eğmektedirler.
Eğer bu ülkede yığınların devrimci hazırlığını yürütmede, devrimin önderliğini örgütlemede ısrarlı iddia sahibiysek, bu uğurda kendimizi ortaya koyuşumuzun, varolma ve yeniden üretişimizin bütün alanlarında, bütün yön, boyut ve düzeylerinde devrimci iradeyi konuşturmayı başarmak, "iradeci" olmak zorundayız. TDKP'li yoldaşlar paniğe kapılmasın, hayır, "iradeci" davranmakla, ne kendimizi kitlelerin yerine koymayı, maceracı küçük burjuva öncü savaşçılığını ve ne de yığın hareketinin ve yığınların devrimci gelişiminin ve örgütlenmesinin ihtiyaçlarından kopuk silahlı bir eylem hattı öngörüyoruz. Ama örneğin polisin Kenan Bilgin'i veya herhangi bir devrimciyi kaybetme yolundaki çabasını, zulmün bu kadar açık bir örneğini (ki Kürdistan'da yıllardır yüzlerce örnek yaşandı), suçluyu suçüstü yakalayan tarzda, olanaklı ve uygun bütün araçları kullanarak siyasi bir teşhir kampanyasıyla yanıtlayacak bakış açısına, devrimci irade ve enerjiye de sahip olmalıyız. Kürdistan'da ikibin civarında köyün boşaltılması gibi milyonlarca insana uygulanan bu vahşi zulmü, Batı'da işçi sınıfı ve emekçi yığınların nezdinde açığa çıkarmak için komünist ve devrimci örgütlerin öncülük adına sergiledikleri pratikle övünülebilinir mi? Sayısız örnek üzerinde durulabilir; ama şu herkes için açık olmalıdır; devrimci ve komünist hareketin mevcut durumu ve düzeyi her bakımdan aşılmak zorundadır ve burada devrimci irade çok belirleyici bir söz söyleyecektir. MLKP-K'nın devrimci iradeye sarılmak iddia ve yönelimi bırakın eleştirilmeyi, olsa olsa takdirle selamlanabilir. TDKP'yi çok rahatsız eden radikal mücadele biçimleri ve hareketin mevcut düzeyinde devrimci şiddetin kullanımı ve örgütlenmesine ayrıca değinmek gerekecektir.
Devrimci Irade Ve "Birlik"
İlkesel bakımdan ele alındığında, bütün ülkelerin deneyimi, komünistlerin tek bir öncü partide örgütsel birliğinin proleter devrimin hazırlığı ve zaferinin zorunlu ön koşulları arasında en ön sırada yer aldığını gösterir. Komünist hareketin ihmal edilmez düzeyde ayrı örgütler olarak bölünmüşlüğünün, toplumsal devrimin önderliğinin parçalanmışlığı gibi vahim bir siyasal durumu yansıttığı apaçıktır. Bu parçalanma, devrimci hazırlığı köstekleyen, ileri sıçrayışları önleyen çok açık zaaflı örgütsel ve politik bir durumdur; ama bu temel bir zaaf olarak da kalmaz. Sürekli, yeniden ve yeniden parçalanmış güçler arasında rekabet ve mücadeleyi koşullandırıp üreterek de devrimci hazırlığı baltalar. Proleter devrimin zaferi, proletaryanın bütün devrimci güçlerinin sermaye egemenliğinin politik kuvvetlerinin yığılma ve merkezileşmesini aşan düzeyde bir yığılma ve merkezileşmeye ulaşması yoluyla, sermayeyi yere serecek kuvvet birikimi ve gerilimine, devrimci vuruş gücüne ulaşmasını zorunlu kılar.
Sorun siyasal olduğu kadar teorik bakımdan da nettir. Marks ve Engels Komünist Manifesto'da komünistlerin işçi sınıfının çıkarları dışında "özel" çıkarlarının olmadığını; komünist partisini diğer işçi sınıfı partilerinden ayıran şeyin, işçi hareketinin yerel, bölgesel vb. değil, ulusal ve dünyasal ölçekte genel çıkarlarını temsil etmek olduğunu vurgulamışlardır. Marksizm-Leninizme devrimci sadakat, onu küçük burjuva ve burjuva dünya görüşleriyle kirlenmemiş tarzda ve bütünlüklü olarak kavramayı, toplumsal ve siyasal gerçeklere "tam" bir tutarlılıkla uygulamayı gerektirir. Bizde komünist grupların en dikkate değer zaaflarından birisinin, grupsal varlıkları, resmiyetleri ve grupsal önyargıları ve çıkarları uğruna, Marksizm-Leninizmi olaylara, olgulara uygulamada küçük burjuvaca kararsızlıklar göstererek feda edebilmeleridir. "Teorik-ideolojik" sağlamlık ve bağlılık sorunu bireyler ve örgütler bakımından her şeyden önce Marksizm-Leninizmin bütünlüklü kavranışı, şu veya bu sonuçtan kaçınmak kaygısına kapılmaksızın, devrimci tarzda tutarlı uygulanmasında aranmalıdır. Oysa eğilip bükülmeler bir gerçektir. İrade kırılması ve zaafının buradan başladığı muhakkak belirtilmelidir. Marksizm-Leninizmin ideolojik-teorik bütünsel kavranışı ve uygulama yeteneğinin en belirgin ve en büyük sıklıkla bozulduğu alan, komünist örgütlerin birbirlerini değerlendirmeleridir. Komünist örgütler, komünist hareketin gerçekliğinin "doğru" bilincine ulaşmakta müthiş zorlanmakta, tamamen suni ve subjektif, olmadık "açıklama" ve yorumlamalara kolaylıkla gidebilmektedirler.
Bu durumun açıklanmasında iki ana neden üzerinde durulabilir. İlki, Marksizmin kavranış ve uygulama yeteneğindeki uluslararası komünist hareketin deneylerini anlama ve özümlemedeki sınırlılıklar ve tek yanlılıklardır. Bunun belirleyici olduğu durumların, öğrenme, inceleme, eleştiri ve tartışma yolundan aşılması aklın ve mantığın gereğidir. Bu anlamda, grupların birbirlerinden öğrendiklerinin şu veya bu ayrılığı aşabildiklerinin kaç örneği vardır? Hastalıklı bu durumu görmemek, anlamamak için, kör ve sağır olmak da yetmez; kasıtlı olmak gerekir.
İkinci neden, bu hastalıklı durumu da açıklamaktadır. Ayrı ayrı örgütlerin varlığı, farklı grupsal çıkarların oluşmasının nesnel temelidir. Bu nesnelliğin bilinçte devrimci dönüşüme uğratılarak aşılamaması, materyalist devrimci eleştirinin sorgulama ve yargılamasından kaçırılması, özel olarak bu işi yapanların komünist hareketin ve onu oluşturan ayrı ayrı örgütlerin "doğru" bilincine ulaşmasında Marksizm-Leninizmin, diyalektik materyalizmin yani teorinin feda edilmesini getirmekte, bu yolda yürüyen grupları sözcüğün geniş anlamıyla siyasal bir hizip olarak şekillendirmektedir. Proletaryanın genel çıkarlarının yansıtılmasının yerini grubun özel çıkarlarının at gözlüğü takmış kör bekçiliği almaktadır. Politik örgüt içinde örgüttür hizip; ama ayrı ayrı örgütler, aynı sınıfın sözcü ve temsilcisi olarak kendilerini ortaya koyduklarında söz konusu sınıfın genel çıkarlarına karşı direndikleri ölçüde anti-parti bir nitelik ve siyasal hizip karakteri kazanırlar. Marksizm ve sosyalizm adına parti teorisi (ve pratiği) yerine bir hizipler teorisini geliştirip savunan, idealleştirerek, bunu sosyalizmin dertlerine derman olarak sunan güçler olduğu biliniyor. Burada hak ettikleri için gırtlağına kadar reformizme batan "Kurtuluş" teorisyenlerini anmalıyız. TİKB ve TDKP böyle bir teorik sapma içerisinde değiller. Fakat, komünistlerin tek partide örgütsel birliği söz konusu olduğunda durdukları pozisyon özünde hizipçidir. Ve söz konusu anti-marksist teorilere meşruluk kazandırmaktadır.
Komünistlerin tek ve bölünmez politik bir parti olarak birliği, nesnel olarak Maocu revizyonizmin reddiyle birlikte, yani bizde komünist hareketin ayrı örgütler biçimindeki parçalı oluşumuyla birlikte gündeme girmiştir. TİKB'nin devrimci ve komünist hareketi oluşturan diğer örgütlere bakışı, kendine bakışındaki aşırı subjektivizm nedeniyle baştan itibaren "çarpık"tır. Bilindiği kadarıyla, onun çok tipik dar örgüt dünyasına ayrı ayrı komünist örgütlerin varlığı gerçeğine dayanan bir temelde komünistlerin birliği sorunu veya tartışması girmemiştir. Türkiye ve Kürdistan'da komünist hareketin anlaşılması ve açıklanmasına uygulanması söz konusu olduğunda TİKB, Marksist diyalektik materyalizmden fersah fersah uzaktır, felsefi idealizmden ve subjektivizmden kurtularak devrimci bir irade ve bilinç sıçraması gösterememektedir.
TDKP'nin bazı dönemlerde, kendi içinde komünist örgütlerin birliği sorununu tartıştığı bilinmektedir; ama onlar daima sonuçta grupçulukta karar kılmışlardır. Bir çok durumda TDKP "birlik" için fedakarlık yapmaya hazır olduğunu "ima" etmiş, fakat hiçbir zaman, ayrı komünist grupların varlığını kabul ve ilan etmeye yanaşmamıştır. Burada uluslararası komünist hareketle var olan ilişkilerinin ve uluslararası komünist hareketteki sekter görüş açısının çok önemli bir etkisi vardır. Sonuç olarak, kuşkusuz komünist hareketin ayrı örgütlerden oluştuğu gerçekliği karşısında O da idealist bir mevzidedir. Onun, şu veya bu ölçüde yansıttığı, ima ettiği, ama açık açık ortaya koyma cüreti göstermediği esas sorun, birliğin kendisinin etrafında gerçekleştirilmesi gerektiği yolundaki ödün verilmez gördüğü düşüncedir. TDKP, komünistlerin birliğinin nasıl gerçekleştirilebileceği sorununun, komünistlerin birliği konusuna göre ikincil bir sorun olduğunu çok iyi bilmektedir. Belli dönemlerde komünistlerin birliği temel sorununa değil de, buradan kaynaklı birliğin nasıl geliştirileceği tali/ikincil sorununa kafa yoran TDKP, '90 başında birlik defterini kapatmaya, komünistlerin birliği mücadelesine cepheden tam grupçu bir tavır geliştirmeye karar vermiştir. TDKP'nin komünistlerin birliği yolundaki bütün çabaları "anti-parti girişimler" olarak damgalayıp cepheden saldırmasının kaynağı buradadır.
Nedenleri ve açıklaması ne olursa olsun, asıl sorun şudur: TDKP ve TİKB kendi nesnelliğini aşamıyor. Kendi nesnelliklerine teslim olarak, proletaryanın genel çıkarları mevzinde değil, gruplarının özel çıkarlarını savunmada siperleniyorlar. Onların, komünistlerin birliği karşısındaki statükocu ve gerici bu direnişi, birlik sorununu gündemden çıkarmıyor. Yalnızca çözümünü zorlaştırıyor; uzun ve sancılı bir yola sokuyor. Diğer yandan, komünistlerin birliği ivedi sorununun devrimci çözümünü önlemek için sürdürülen direnişin, kaçınılmaz olarak söz konusu örgütlerin ideolojik ve siyasal evrimlerini koşullandıran çok önemli bir unsur olarak işlediğini ayrıca kaydetmek gerekiyor.
Özet olarak, MLKP-K, komünist hareketin var olan (ama geride kalan) nesnelliğine iradi devrimci bir müdahalenin eseridir. Komünist hareketin tarihinde yeni aşamayı belirleyen de bu devrimci iradedir. TİKB ve TDKP ise komünist hareketin nesnelliğine boyun eğişi ifade eder; bu onlar bakımından devrimci ve komünist harekette var olan geleneksel irade zayıflığına eklenmiş yeni bir halkadır.
Komünist örgütlerin birbirlerine ilişkin değerlendirmeleri (Marksist-Leninist komünistlerin geride kalan yıllık dönemde teorik ve siyasal olarak aştığı değerlendirmeler) subjektivizme ve felsefi idealizme dayanır. Burada farklılıkların, ayrılıkların öne çıkarılması, birlik yanlarının, benzerliklerin karartılıp geri plana itilerek unutulması biçimindeki göz çıkaran tek yanlılık diz boyudur. Tipik olan ağaçlarla uğraşmak, ormanı görmemek/yok saymaktır. Bu yaklaşım kendi doğrultusunda daha da ileri gider. Farklılıklar, ayrılıklar öne çıkarılmakla kalmaz, onların olduğundan çok büyük ve çok önemli gösterilmesi için de elden gelen yapılır. Bu yoldan idealist analizlere dayanaklar, kanıtlar yaratılarak meşruluk ve inandırıcılık kazandırılır! Aşağıda başka örnekler üzerinde de duracağız, ama Özgürlük Dünyası'nın şu değerlendirmesini, bunun ilginç bir örneğini oluşturduğu için burada sunmalıyız.
"Marksistlerle küçük burjuva 'sosyalist'leri arasındaki görüş ayrılığı, yalnızca herhangi tekil olaylara ve gelişmelere ilişkin 'taktik' ayrılık değil, devrimin temel sorunlarına, devrime ve temel sınıflar mücadelesine ilişkin temel bir ayrılıktır. Devrimi, emek sermaye çelişkisinin belirlediği bu toplumsal yapının yıkılması ve yeniden kuruluşunun projesi ve bir siyasal eylem süreci olarak ele almayan bu gruplar, değişim ve yeniden kuruluşun, ancak 'emek ürünleri üreticisi' sınıfın, halk yığınları desteğindeki eylemiyle gerçekleşeceğini de kavrayamamaktadırlar." (ÖD 78 Sf.24)
"Küçük burjuva sosyalistleri" ile (bunlar ister devrimci isterse reformist olsun) Marksistler herşeyden önce temelden farklı dünya görüşlerine, ideolojilere dayanırlar. Keza kuşkusuz, siyasal platformları, program ve stratejileri de temelden farklıdır. Küçük burjuva sosyalizmi son çözümlemede burjuva ideolojisinin bir türevidir. Aradaki farklılıkları "görüş ayrılığı" ile ifade etmenin olanağı yoktur. İyi de bu ülkede kimler "küçük burjuva sosyalistleri" kategorisinde değerlendirilebilirler? Örneğin MLKP-K ve TİKB, TDKP'nin iddia ettiği gibi bu kategoriye konulabilir mi? ÖD yazarlarının kendini müthiş zorladıklarını görüyoruz. Bu ülkede, TKP/ML (örgütsel olarak parçalanmış iki kanadı da), ve DHKP gibi örgütler devrimci "küçük burjuva sosyalizmi" kategorisinde ele alınabilirler ve alınmalıdırlar. Kurtuluş, Emek gibi çevreler ise reformist "küçük burjuva sosyalistler" olarak değerlendirilebilirler. Fakat, MLKP-K'yı, TİKB ya da TDKP'yi bu kategorilerden herhangi birisinde mütala etmeye çalışmak, ÖD yazarlarının Marksizm bilgisine yakışmayan tamamen boş ve subjektif çabadır. Onların derin subjektivizimlerini ve grupçuluklarını sergiler. Grupçuluk uğruna marksist materyalizmi hiçe sayabildiklerini gösterir.
Aktardığımız pasajda ÖD yazarları kendi kendilerini ya da itiraz eden birilerini "ikna etmek", bastırmak için açık ve kesin bir zorlamaya giriyor, inandırmak için yemin billah etmenin sınırına geliyorlar. Onlar rahatlıkla Marksizm-Leninizme dayanarak, DHKP'nin halkçılığını, maceracılığını teorik ve pratik verileriyle sergiliyor, aradaki ayrılıkları, "temel olaylara ve gelişmelere ilişkin 'taktik' ayrılıklar değil, devrimin temel sorunlarına, devrime ve sınıflar mücadelesine ilişkin temel bir ayrılık" olduğunu kanıtlıyorlar. Doğrusu "temel bir ayrılık" değil, Marksistlerle küçük burjuva sosyalistleri arasında temel ayrılıklardan ve ideolojik-teorik, siyasal/sınıfsal uçurumlardan söz etmek gerekir ve gerçek durum da böyledir. ÖD yazarlarının "temel bir ayrılık"tan söz etmeleri, küçük burjuva sosyalistleri ile, proletarya sosyalistleri arasındaki "ayrılıklar"ı küçültmeleri tesadüf değildir. Onların asıl amacı MLKP-K ve TİKB'yi DHKP, TKP/ML kökenli örgütler ve hatta PKK ile aynılaştırmaktır. Bu kasıtlı grupçu aynılaştırma çabası aradaki uçurumu örtbas ederek kapatmayı, böylece sözde TDKP ile MLKP-K ve TİKB arasında bir uçurum yaratmayı amaçlamaktadır. Marksizm, grupçu çıkarlar uğruna eğilip bükülmekte, materyalizm hiçe sayılmaktadır.
Bizim görüşümüz biliniyor. Komünist hareket MLKP-K, TKP/ML YİÖ, TİKB ve TDKP'den oluşmaktadır. Her biri proleter sosyalizmin unsurlarıdır. Genel olarak konuşacak olursak, aralarında, teori, program, strateji, taktik ve örgüt sorunlarında var olan ayrılıklar, bugün bunlardan herhangi birini proletarya sosyalisti ve Marksist-Leninist olmanın kapsamı dışına düşürecek düzey, ölçü ve kapsamda değildir. Var olan ayrılıkların süreç içinde aşılıp aşılamayacağı, bu örgütlerin her birinin gelişiminin hangi yönde ilerleyebileceği, daha önce değindiğimiz sorunlardır. Fakat TDKP ve TİKB'nin saplanıp kaldıkları ve aşma yeteneği gösteremedikleri malum geleneksel zaafları nedeniyle bugün için aradaki ayrılıkları/farklılıkları olduğundan büyük göstermek için, ellerinden geleni yaparak büyük bir sorumsuzluk sergiledikleri ve bu yolda her birinin yalnızca kendini Marksist -Leninist ve proletarya sosyalisti olarak gösterdikleri, bu kapsamda her biri diğerine ve birlikte MLKP-K'ya karşı grupçu-gerici bir ideolojik mücadele yürüttükleri açıktır. Bizzat bu ideolojik mücadele kendileri bakımından ayrılıkları büyütücü bir rol oynamakta, MLKP-K'yı da aynı şeyi yapmaya zorlamakta ve bir ölçüde koşullandırmaktadır. Fakat daha önemlisi özellikle TDKP'nin belirginleşmekte olan siyasi yönelimi ve bunu söylem olarak savunma, gerekçelendirme çabalarıyla bağıntılı olan Marksizmin devrimci özünü boşaltma ve lafzına sarılma yönelimidir. Farklılıkların, ayrılıkların hangi yönde gelişeceği sorunu, bu örgütlerin proletarya ve emekçi yığınların savaşımında, önümüzdeki dönemde ve ilerleyen süreçlerde nasıl konumlanacaklarıyla ilgilidir ve bu zemin üzerinde ele alınmalıdır. Marksist materyalizmin emri ve gereğidir bu. Büyük öğretmenimiz Lenin'in, eğer küçük ayrılıklar ön plana çıkarılırsa, eğer onların üzerine yoğunlaşılırsa, kökleri, dalları, budakları vb. araştırılırsa, onların gerçekten büyük ayrılıklara dönüşebileceğine dair uyarısını da aklımızdan çıkarmayalım.
Patlama Var Yenilgi Yok Mu?
Devrimci Gazi'nin analizi ve buradan çıkarılan sonuçlar, mücadele biçimleri üzerine sayfalar dolusu genel laflar etmekten ve yine Marksizm-Leninizmin mücadele biçimlerine dair ileri sürdüğü ve sayısız deneylerle açığa çıkan genel doğrularının soluk ve cansız özetlemelerinden daha ilerletici olacaktır. "Mücadele biçimlerine yaklaşım" söz konusu olduğunda komünist hareket içerisinde iki temel eğilimin belirginleşmekte olduğu ve bu eğilimlerin giderek billurlaşacağı söylenebilir ve söylenmelidir.
Özgürlük Dünyası, "Gazi olayları"nın değerlendirmesinde, devrimci ve komünist güçlere "göstericilik" vb. eleştiriler yöneltmiş olmakla birlikte, esasen "genelde devrimci" grupların olumlu rolüne vurgu yapmıştır. ÖD, Nisan-Mayıs 1995 tarihli 77. sayısında, "İçeride ve Dışarıda Daha Çok Şiddet" başlıklı yazıda "Gazi olaylarını" şöyle değerlendiriyordu:
"Girişilen provokasyona karşı asıl olayların geliştiği Gazi Mahallesi'nde tepkinin patlak vermesinden sonra süreçte genelde devrimci grupların mücadelenin radikalleşmesi ve taleplerin öne çıkarılmasında oldukça olumlu bir rol oynadıkları görüldü. (a.ç. PD.) Ama yığın tepkisinin gelişmesi, mücadelenin uzamasıyla birlikte bu grupların bazılarında (a.ç. PD) küçük burjuva ruh hali depreşti; her şeyden çok birlik ihtiyacının öne çıktığı anda grup pankartları öne çıkarılarak o onulmaz hastalık yeniden hortlatıldı... Bu pankart yarışı daha kitle hareketinin ikinci gününden itibaren gruplar arası rekabeti kışkırtan, mücadeleyi bölen bir rol oynamıştır." (sf.9)
ÖD'nin "birlik ihtiyacını" vurgulaması doğrusu pek iğreti duruyor, ama yine de "pankart yarışı" yapanları isim vererek teşhir etmesini yeğlerdik. Bizce örgütlerin kendi bayraklarını açmalarında hiçbir sakınca yoktur; ve hatta bu tamamen gereklidir. Bunun bir yarışa dönüştürülmesi siyasi bir hafifliktir. ÖD, bu olumlu rolü oynayan grupları vermeliydi. Bizde merak konusu olan diğer bir şey de, "Gazi olayları" öncesi ve sonrasıyla Türkiye'nin "Bolşevik Partisinin" (ifade kendilerinindir) ne yaptığıdır? Özgürlük Dünyası'nda bunu da bulamadık. Fakat okurun dikkatini burada ÖD'nin 77 ve 78. sayılarında, gerek "Gazi olayları"nın ve gerekse de onunla bağıntılı tarzda devrimci grupların rolünün değerlendirilmesindeki önemli farklara ve hatta açık bir çark edişin varlığına çekmeliyiz. 78. sayıda, burada özel olarak üzerinde duracağımız "küçük burjuva solculuğunun yığın hareketindeki tasfiyeci pratiği üzerine" başlıklı makale, "Gazi olayları"na tekrar tekrar değinir, "genelde devrimci grupların", taleplerin öne çıkarılması ve hareketin radikalleşmesinde "oldukça olumlu bir rol oynamalarından" değil, çok büyük zorlamalarla yığın hareketindeki "tasfiyecilikleri"nden söz edilir. Fakat biz daha çok "Gazi olayları"nın değerlendirilmesiyle ilgiliyiz. 77. sayıda yazdıklarını adeta unutan ÖD yazarları, 78. sayıda "Gazi olayları"nı değerlendirirken şunları yazıyor:
"Gazi'de, ne bir ayaklanma olmuştur, ne de devrim başlamıştır. Bütün diğer benzerleri gibi, emekçi semt halkı faşist saldırılara tepki gösterip sokağa dökülmüş, polisle çatışmaya girmiştir." (Sf.31)
"Sonradan başlayanlar, öncekileri 'geçme' telaşıyla daha fazla şamata çıkarıyorlar. MLKP-K adlı grubun, İstanbul-Gazi olaylarını ele alışı bunun en bariz örneklerinden biridir. Faşist provokasyona karşı halk tepkisini 'ayaklanma' olarak ilan edip, kendilerinden geçiyorlar." (Sf.41)
"Bu bayların, son zamanlarda hamasi nutuklar atmaları ve örneğin Gazi Mahallesinde diktatörlüğün faşist provokasyonun iç yüzünü teşhir ve burjuvazinin 'Alevi-Sunni' karşıtlığını körükleme çabalarını açığa çıkarma, buna karşı kitleleri uyarma yerine, bu olayların üzerine balıklama atlama ve adeta çığırtkanlık yaparak, salt içinde bir kaç yandaşları da yer aldı diye, 'Gazi ayaklanması' üzerine şamataya varan değerlendirmeleri, küçük burjuva kendinden geçmenin diğer bir örneğini gözler önüne sermektedir. Alevi mezhebinden yoksul semt emekçilerinin, diktatörlüğün generallerini 'polise karşı bir güç' gibi görüp, bir nevi sahiplenmesini ciddi bir yanılgıya değil de, 'devrimci ayaklanmaya' işaret sayma sorumsuzluğu olsa olsa, MLKP-K gibi, yaşamlarında hiçbir ayaklanma görmedikleri gibi, Marksizm-Leninizmin devrim ve ayaklanma üzerine tezlerinden de habersiz ya da bilinçli olarak bu tezleri görmezden gelenler tarafından gösterilebilir." (Sf. 29)
- sayısında ÖD, devrimci başkaldırıyı sıradan bir anti-faşist protesto gibi göstermek için elinden geleni yapar. Onu, mümkün olduğu kadar, küçültür ve ayaklanma olmaktan çıkartır.
"En keskin 'taktik'ler, en uç noktada sınıf güç ve ilişkilerinin abartılı değerlendirmesi ile belirlenir. Kitlelerin gücünün hesaba katılmadığı, ya da bilinç ve örgütlenme unsurlarının abartıldığı durumlar bir aradadır. Bu tahlillerde örneğin bir polis saldırısına direnç gösteren semt emekçilerinin bu eylemi 'ayaklanma' olarak görülür, ya da, ekonomik-kendiliğinden işçi hareketinin önünde secdeye varılır." (Sf. 25)
Devrimci Gazi'nin değerlendirilmesi söz konusu olduğunda, ÖD yazarları tam bir kafa karışıklığı içerisindedir. Esasen, "Gazi olayları"na hiçbir tanımlama getirmemeleri dikkat çekicidir. Ama, 77. sayıda yazdıklarından fena halde pişmanlık duyduklarını söyleyebiliriz. 78. sayıda yazılanlar yıllardır hazırlığı yapılan ve artık bir çok unsuruyla açıkça seslendirilen barışcıl hazırlık stratejisinin görüş açısına dayanıyor. Bu nedenle, 78. sayıda, ÖD yazarları, "Gazi'de yaşanılanın lokal bir ayaklanma" olduğu değerlendirmesine karşı mücadele etmeyi özel bir sorun olarak kabul ediyorlar. Ayaklanma olmadığını söylüyorlar, ama ne olduğunu söylemiyorlar, "direnç"ten, "direniş"ten, "polisle çatışmadan" vb. söz ediyorlar; ama 77. sayının ruh haline rastlanmıyor. Oysa bakın 77. sayıda neler yazmışlardı:
"Mart ayında yaşanan Gaziosmanpaşa Gazi Mahallesi halkının direnişi hiç kuşkusuz 12 Eylül'den bu yana yaşanan kitle eylemlerinin en radikaliydi. Panzer ve polis kurşunu karşısında göğsünü açarak ilerleyen gençler, gençlere taş çıkartırcasına kavgaya atılan yaşlılar, erkeklerden hiç de geri kalmayan kadınlar, hatta kavganın en kızıştığı anda bile Filistinli yaşıtlarını anımsatırcasına (burada yazar devrimci Gazi'yi Filistin intifadasıyla kıyaslıyor) çatışmaya giren çocuklarıyla Gazi Mahallesi halkı ve onları desteklemeye gelen değişik semtlerden emekçiler, devrimciler üç gün boyunca direndi..." (Sf. 15 aç. PD)
"...Olayların hemen başından itibaren mahalleye giren muhabirler göstericilerin sloganları ve konuşmalarından anlamışlardı ki, olay bir Alevi başkaldırısı değildi...(burjuva basında) İki gün boyunca olay bir Alevi başkaldırısı olarak propaganda edilmeye devam ediyordu." (Sf. 6)
"Batı basını da böyle bir propaganda için hazırdı. ...Çoktan beridir baskı altında olduğu bilinen Alevilerin ayaklanmış olması pek doğaldı ve belli başlı gazeteler ve tv. kanallarının ortak tezi Türkiye'de Alevilerin ayaklandığı biçimindeydi." ( Sf. 6)
Görüldüğü gibi ÖD'nin "ayaklanmaya" bir itirazı yok, fakat doğru olarak bunun bir "Alevi ayaklanması" olarak sunulmasını teşhir ediyor. İlk alıntıda çizilen tasvir ise zaten lokal bir ayaklanmadan başka bir şey anlatmıyor. Hayatında "hiç ayaklanma görmeyen" MLKP-K yanılıyor olabilir, ama sayısız ayaklanma deneyimi yaşadığı anlaşılan ÖD yazarlarını, ÖD'yi ikna etmek ve okurlarını aydınlatmak için tanık gösterebiliriz. 77. sayıdan okumaya devam edelim;
"Ya da provokasyon karşısında semt halkının en duyarlı kesimleri tepki gösterir, bu tepki güvenlik güçleri tarafından bastırılır ve 'örgütsel operasyonlarla' semt baskı altına alınır. ... sonuçta istenilen amaca varılır... Ama böylesi ayaklanmaya varan bir tepki hesap edilmemiştir." (S.7-aç.PD)
Bitmedi, dinleyin:
"Provakatörlerin somut niyetleri ne olursa olsun, bu provokasyonlardan bekledikleri asla Gazi halkının bir ayaklanmaya dönüşen tepkisi değildi. Tersine onlar cansız ve yakınma düzeyinde bir tepki bekliyorlardı. Ama gelişmeler beklenenin ötesinde olunca, tepkiler önce Alevi başkaldırısı gibi gösterilmek istendi. Bu tutmayınca doğrudan devrimcilere, ilericilere yönelik bir kampanya başlatıldı. Tepki gösteren halk değil, bir avuç aşırı solcuydu vb."(S.8-aç.PD)
"Ve denilebilir ki, ilk kez bu ölçüde öfkeli bir emekçi kitlesi, daha sokağa çıkar çıkmaz, devlete ve düzene açıkça karşı çıkan bir tutumla hareket etmiştir." (S.8)
"Gazi Mahallesinde emekçiler kendilerine karşı yapılan saldırıya hemen, açıkça ve kendi tarzlarında yanıt vererek bir örnek sunmuşlardır." (S.8, aç. PD)
"Gazi Mahallesi başta olmak üzere değişik bölgelerdeki eylemlerde eyleme katılanların polise karşı taş, sopa kullanarak direnmesi ya da kimi dükkan vb. yerleri tahrip etmesi hükümetten kimi aydın ve sendika çevrelerinden uzanan kesimlerce kınandı. ... Kendisine devrimci, hatta sosyalist diyenlerin bu yüzden halkı kınaması elbette anlaşılır olmamalıdır. Çünkü, bırakalım başka şeyleri, tarihin her döneminde tarihi yapanların devrimci eylemlerinde amacından taşan kimi yanlış şiddet eğilimleri de görülmüştür. Buna bakarak, yığınların genel şiddet eylemini suçlamak, devrimi laboratuvarda gerçekleşen bir deneyle eleştiren aydınların tutumu olabilir." (S.8-9)
Ve 77. sayının son sözü:
"Zorbalığın yolunu kesmenin tek yolu (abç) ise, Gazi emekçilerinin açtığı yoldur." (Çok doğru! S.11)
"Gazi olayları"nı lokal, anti-faşist bir ayaklanma olarak tanımlayıp değerlendirdiğimiz için, ÖD'nin 78. sayısında bize yöneltilen bütün ipe sapa gelmez suçlamaların, ÖD'nin 77. sayısı için de geçerli olduğunu, öncelikle vurgulamalıyız. Peşpeşe çıkan iki sayısı birbirini tekzip eden kafa karışıklığı içindeki ÖD'nin, okurlarına, 77. sayıda yapılan analizlere ve ulaşılan sonuca inanmasını salık veriyoruz. Yalnız bunların da çok önemli bazı eksiklikler taşıdığına da işaret etmeliyiz.
İlkin, ÖD'nin sözde sosyalist legal partilerin, Gazi ayaklanması karşısındaki tavırlarını es geçmesi, bir unutkanlığın, bir dikkatsizliğin eseri görülmemelidir. Açık "sosyalist" partiler sokak karşısında iflas etmişler, düzen içi parlamenter araçlar oldukları açık-seçik görülmüştür. Yıllardır, saklı-gizli açık parti hazırlığı yapanların, tam da pratik adımlar atma aşamasına gelmişken; devrimci sokak karşısında açık "sosyalist" partilerin iflasını sergilemeleri beklenemezdi. Böyle durumlarda, en iyisi "solculuğu" eleştirmektir!
İkinci olarak, ÖD'nin bu sayıda, ayaklanan Gazi emekçilerinin orduya karşı takındığı tavrı eleştiri konusu yapmaması diğer dikkate değer bir olgudur. Oysa MLKP-K bu noktayı ciddiye almış, eleştirel analizlerine konu etmiş ve buradan sonuçlar çıkartmıştır. ÖD yazarının itirazlarını dikkate alarak; sözkonusu bölümden bir pasajı buraya aktarmak yararlı olacak:
"Gazi başkaldırısının sunduğu veriler içerisinde polisle ordu arasında net ayrım gözeten, bir yandan katil polis sloganı altında faşist diktatörlüğün polisiyle çatışırken bir yandan da aynı faşist diktatörlüğün kan dökücü, zorba ve faşist ordusuna güven sergileyen ve alkışlayan kitle tavrı dikkate değerdir. Burada kitlelerin askerleri kazanma amacı güden taktik zekasının bir payı olsa da, ilerici anti-faşist yığınlarda ordu hakkında varolan hayal ve yanılsamaların derinliğini ve şiddetli bir çatışma anında kitlelerin güvenecek bir dayanak arayışını ya da diğer bir anlatımla özgücüne güven eksikliğini sergilemektedir. Ezilen kitleler, politik sınıf bilincini mücadele okulunda alırlar. Fakat emekçi yığınların hafızalarındaki zayıflığın sorumluluğunda komünist ve devrimci öncü güçlerin önemli bir payının olduğu da unutulmamalıdır." (Partinin Sesi, Sayı 33)
Üçüncü olarak; ÖD yazarları 77. sayıda da, Gazi emekçilerinin karakolu hedeflemelerini, bir çok kez hesap sormak için semt karakoluna (semtteki devlet demek abartma mı?) hücüm etmelerine değinmiyor bile. Bu, Gazi ayaklanmasının yalnızca savunmacı değil, aynı zamanda saldırı unsurlarını da taşıdığını çok net olarak gösterir. Hiç değinilmeyen barikatlar da böyle bir yön taşır. ÖD yazarları "barikatları" da hiç anmıyorlar!
Dördüncü olarak; ÖD yazarları, devrimci Gazi'yi '80 öncesinden de ayıran çok önemli bir başka unsuru daha gizliyorlar. Emekçi yığınların başkaldırısı karşısında çaresiz kalan diktatörlüğün "sıkıyönetim" ilan etmek zorunda kalması, fakat ayaklanan Gazi'nin "sıkıyönetimi" tanımamasını atlayarak geçiştirmeye çalışıyorlar. Oysa bu, "ayaklanma" gerçeğinin çok önemli bir öğesidir.
Beşinci olarak; ÖD'nin "tepkinin neden bu ölçüde kitlesel ve sert olduğu" sorusunun yanıtı eksiktir. Evet, semtin sosyal yapısı ve diktatörlüğün 15 yıldır estirdiği terör önemli faktörlerdir. Ancak semtteki devrimci ve komünist etkiyi dikkate almak zorundasınız. Bu etki olmasaydı, ne tepkinin bu ölçüde "kitlesel ve sert" oluşunu ve ne de "genelde devrimci grupların mücadelenin radikalleşmesi ve taleplerin öne çıkarılmasında oldukça önemli bir rol oynadıklarını" izah edemezdiniz.
MLKP-K'nın salt içerisinde "bir kaç yandaşı" yer aldı diye, herhangi bir anti-faşist direnişi veya polisle çatışmayı "ayaklanma" olarak tanımlayabileceğini iddia etmek ya da düşünmek çocukça bir hafifliktir. Böyle bir iddianın akla getirdiği, merd-i kıpti şecaat arzederken sirkatın söyler halk deyişidir. Fakat biz, ÖD yazarlarının "ayaklanma" değerlendirmesinden çark etmesinin nedeninin daha sonra orada "yandaşlarının" olmadığı şeklinde bir bilgi edinmeleri olduğunu iddia etmeyeceğiz.
- sayısında "Gazi'de halkın ayaklanması" diyen, "ayaklanmaya varan" tepkisinden sözeden ÖD'de ne değişti de 78. sayısında Gazi'de yaşanılanın lokal anti-faşist bir emekçi ayaklanması olduğu gerçeğine ve bu gerçeği yansıtan analizlere karşı özel bir mücadele başlatma ihtiyacı duydu? Asıl sorun bu. Çünkü Gazi'de yaşananın anti-faşist bir ayaklanma olduğu "herkes" için çok açık. ÖD de bunun tanığı. Evet, fakat ne oldu, neden çark ettiniz yoldaşlar? Bu neyin "alameti"? Bu soruların yanıtının "çizgide" aranması, spekülatif ve subjektif değerlendirmelerden kaçınmanın emin bir yolu olarak kabul edilmelidir.
ÖD yazarları, ilk değerlendirmelerinde henüz, Gazi emekçilerinin ayaklanmasının devrimci gelişmenin seyri ve devrimci hazırlık bakımından gösterdikleriyle, kendi yönelimleri arasındaki bağıntıyı daha doğrusu çatışmayı görememişlerdir. İlk değerlendirmeler, son dönemde yoğun propagandasını yaptıkları ve çok somut bir hazırlık çalışması yürüttükleri "barışçıl hazırlık stratejisi"nin görüş açısından yapılmamıştı. Önce çizgiyle bağıntısı dışında, kendi başına değerlendirdiler, Gazi'de yaşananın ayaklanma olduğu sonucuna gittiler. Her yerde benzer patlayıcı maddelerin biriktiğini ve ateş almaya hazır olduğunu görmemek için kör olmak gerekirdi. ÖD yazarlarının önünde iki şey vardı; ya Gazi örneğinden genel sonuçlar çıkararak süregelen barışçıl hazırlık stratejisi yönelimini terk edecekler ve yeni bir yönelim benimseyeceklerdi, ya da barışçıl hazırlık stratejisine prangalanarak, "çizgiye tutunma", "çizgiye saplanma" marifetiyle politik bakımdan kör ve sağırı oynayacaklardı. İkinci yolda yürüdüler. "Birlik" gibi tahammül edilemez bir durumun üzerine bir de "ayaklanma" gibi çılgın bir analiz binince, siyasal süreç içerisinde ağırlığı ve bir adım öne çıktığı gerçeklerini de hesaba katarak, MLKP-K, ÖD'nin umutsuz saldırılarının hedef tahtasının odağına oturdu. Ayaklanma analizine saldırı başlatarak o malum yolda daha da ileri gitmek "cüret" ve "gücü" kazandılar.
TDKP'nin devrimci Gazi'ye ilişkin son analizleri uzun süreli barışçıl hazırlık stratejik yönelimine uygundur. Devrimci Gazi, devrimcilere ve komünistlere "daha çok devrimci irade", "daha çok devrimci cüret" diye seslenmiştir. Bu çağrıya evet diyen devrimci ve komünist güçler, ilerleyen süreçte öne çıkacaklardır ve çıkmaktadırlar. Hayır, daha çok nesnellik, daha çok kendiliğindenlik, uzun sürekli barışçıl bir hazırlık diyenler, yanlızca yığınların devrimci hareketinin dışında kalmayacak, onun gelişiminin önünde nesnel olarak ayakbağı da olacaklardır. Ayaklanma analizinden çark edişin, durumun devrimci analizine karşı başlatılan ideolojik mücadelenin siyasal önemi ve mahiyeti buradadır. ÖD'nin 78. sayısında yazılanlar bunun yeterli kanıtlarıyla doludur.
Üzerinde ayrıca durmayacağız, fakat geçerken Alınteri'nin Gazi'deki lokal ayaklanmanın reddine (ve kavranmasına) dayalı analizlerinin ÖD ile dikkate değer bir benzerlik gösterdiğini belirtelim. ÖD kadar hararetli olmamakla birlikte Alınteri de ayaklanma saptamasına karşı mücadeleyi gerekli görüyor. 48. sayının başyazısında Alınteri, devrimci Gazi'yi de katarak yığınların durumunu tahlil ederken yaptığı genellemede "Bu, ne sağ oportünistlerin iddia ettikleri gibi bazı olaylara özgü gelip geçici bir durum; ne de küçük burjuva solculuğun iddia ettiği gibi bir ayaklanmanın 'ruh hali'dir" diyor. Oysa Gazi ayaklanması ve devrimci Gazi'de ayaklanma ruh hali yadsınamaz gerçeklerdir. Tabii asıl sorun bu gerçeklerin anlaşılamaması ve ardında yatan nedenlerdir. Şu kadarını söyleyelim ki, Alınteri'nin Gazi analizlerinde benimsediği bu tutum, ister istemiz, siyasal durum ve günün devrimci görevlerine sağdan yaklaşanları güçlendirmekte, onların değirmenine su taşımaktadır.
"Fakat biz geçmişten biliyor ve şimdi de görüyoruz ki, sadece kitle hareketinin yeni biçimleri, ya da yığınların yeni kesimlerinin uyanarak bağımsız bir mücadeleye atılmaları hepimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu gerçekten kabartabilir." (Lenin, Örgütlenme Üzerine. Aktaran ÖD.)
Evet, şahane Gazi ayaklanması karşısında her devrimcinin büyük bir sevinç ve coşku duymasından daha doğal bir şey olamaz. Bunu "kendinden geçmek" diye mahkum etmeye kalkmak, yalnızca oportünist yönelimlerin bir belirtisidir. En sivri örnek olarak MHP ve Türkeş'i düşünün. Milliyetçi Çizgi'nin o dönem çıkan yazılarına bakın. Polisin ve devletin, yığınlar karşısında yenilmesine nasıl da hayıflandıklarını, kin ve intikam ateşiyle tutuştuklarını göreceksiniz. Evet, ayaklanma şahane bir şeydir. Devrimcilerde müthiş, inanılmaz bir coşku ve moral yaratır; kavga arzusunu büyütür ve onları sevince boğar. Asıl; devrimcilik, öncülük, Marksizm-Leninizm ve sosyalizm adına bunları hissetmeyenler, yaşayamayanlar, devrimci diriliklerini yitirmekte olduklarını, oportünizmin kendilerini çürütmekte olduğunu görmeye çalışmalıdırlar.
77 ve 78. sayılarda yapılan analizler birlikte ele alındığında ÖD'nin tam bir şaşkınlık(*) ve kafa karışıklığı yaşadığı görülüyor. Sendeliyor, zikzaklar çiziyor, çark ediyor. Peşpeşe çıkan iki sayıda yapılan, birbiriyle taban tabana karşıt Gazi değerlendirmeleri bunu sergiliyordu. Şu satırlara da muhakkak değinmeliyiz. "Atılım"ı eleştirirken şöyle yazıyor ÖD:
"Her şeyden önce ortada bir 'yangın' durumu yok, olsa olsa kitle hareketinin patlamalı sönmeli durumundan söz edebiliriz. Kitle hareketinin ortaya koyduğu şey istikrarsızlık içinde yükseliştir."
"Patlama" var, "sönme" var, ama "yangın yok"! Sözcüklerle oynamayalım arkadaşlar! Siz bile söyleyecek başka bir şey bulamıyorsunuz. Dahası şaşkınlık içinde, ne yazdığınızın farkında değilsiniz. Eleştirmek, saldırmak istiyorsunuz; ama yeterli silahlardan yoksunsunuz.
Yazar, ne dediğinin, yazdıklarının ne anlama geldiğinin farkında değil. Yangın durumu yok, ama patlama var diyor. Hareketin istikrarsızlığına haklı olarak dikkat çekiyor. Fakat her nasıl oluyorsa yangın olmadan "patlama" ve "sönme" oluyor. ÖD'ye hatırlatmak zorundayız. "Yangın" ille de istikrarlı bir yükselişi ifade etmez. Devrimci gelişmenin eşitsizliği/dengesizliği nedeniyle hareketin gelişiminde kafanızdaki gibi bir istikrarı boşa aramayın. Devrimci gelişme kendini kimsenin kafasındaki şemalara uydurmuyor. En iyisi kafaları hareketin gelişiminin diyalektiğine uydurmaktır. Yoksa hareketin gelişimine ayak direyen gerici pozisyonlara yuvarlanmak kaçınılmazdır. Gazi yangındır ya da patlamadır. Sizin kabul edip etmemeniz onu değiştirmez; ama sizi belli bir yönde yürümeye koşullandırır ve koşullandırmaktadır.
ÖD yazarları, Marksizmin lafzının gölgesinde yatma yöneliminden vazgeçerlerse, Gazi ayaklanmasının analizinde pekala ortak bir görüş açısına ve sonuçlara varabiliriz. Bu açıdan yararlı olabileceğini düşünerek Lenin'e başvuralım. O, Moskova ayaklanmasını şöyle anlatıyor:
"Aslında, Ekim'den sonra yaratılan nesnel koşulların baskısı sonucunda, grev, bir ayaklanma durumuna geliyordu. Bir genel grev artık hükümeti gafil avlamıyordu: Hükümet artık karşı devrimci kuvvetler örgütlemişti, bunlar askeri hareket için hazırdılar. Ekim'den sonra bütün Rus devriminin gelişimi ve Aralık günlerinde Moskova'daki olaylar dizisi Marx'ın derin önermelerinden birini açıkça pekiştirmektedir: Devrim, kuvvetli ve birleşmiş bir karşı devrim doğurarak ilerler, yani düşmanı daha aşırı savunma çarelerine başvurmaya ve bu yolda daha güçlü saldırı araçları bulmaya zorlar.
Aralık 7 ve 8: Sakin bir grev, sakin kitle gösterileri. 8 Aralık akşamı: Akvaryum'un kuşatılması, 9 Aralık sabahı: Strastanya Meydan'ındaki kalabalığa süvarilerin saldırısı. Akşam: Fiedler binasına baskın. Kafalar kızıyor. Örgütlenmemiş sokak kalabalıkları kendilerinden çekine çekine ilk barikatları kuruyorlar.
Aralık 10: Barikatlar daha bir düşünülerek kuruluyor; artık şurada burada değil, gerçekten geniş ölçüde. Bütün halk sokaklarda, şehirin başlıca yerleri bir barikat ağıyla çevrili. Gönüllü çarpışma birlikleri birkaç gün askerlere karşı inatçı bir gerilla savaşı veriyorlar, onları büyük kayıplara uğratıp, Dubasov'u (Moskova Askeri Genel Valisi) takviye istemek zorunda bırakıyorlar. Ancak 15 Aralık'ta hükümet kuvvetleri üstün duruma geçip, 17 Aralık'ta Semyonovsky Alayı ayaklanmanın son kalesi olan Presnya Bölgesini eziyor.
Grevden ve gösterilerden tek tek barikatlara, tek tek barikatlardan kitlelerin kurduğu barikatlara ve askerlere karşı sokak savaşlarına geçildi. Örgütlerin ilişiği olmadan, geniş işçi sınıfı mücadelesi bir grevden başlayıp bir ayaklanmaya ulaştı. Rus devriminin 1905 Aralık'ında sağladığı en büyük tarihsel kazanç budur, bütün önceki kazançlar gibi bu da büyük fedakarlıklar pahasına kazanıldı. Hareket genel bir siyasal grevden daha yüksek bir aşamaya ulaştı. Devrime karşı koymada gericiliği sonuna dek gitmeye zorladı; böylece, devrimin de, saldırı araçları uygulamakta sonuna dek gideceği anı, daha bir yaklaştırdı. Gericilik, barikatları, kalabalıkları bombalamaktan ileri gidemez; ama devrim, Moskova gönüllü çarpışma birliklerinden çok daha ileri gidebilir, enine boyuna çok daha ilerilere. Devrim Aralıktan bu yana çok ilerledi. Devrimi doğuracak buhranların temeli ölçülmeyecek kadar genişledi; artık bıçağın adamakıllı bilenmesi gerekiyor." (Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler, Marksizm'de Gerilla Savaşı, Sf.94-95)
İsteyen herkes bir karşılaştırma yapabilir. Kıyaslarken birkaç noktaya dikkat edilmelidir, Moskova'da şehir çapında bir ayaklanmadır sözkonusu olan. İkinci olarak, ayaklanmanın odağında proletarya vardır. Üçüncü olarak, öncüler "daha" hazırlıklıdır. Asıl olan şu; Moskova'da şehir çapında, Gazi'de ise semt çapında, yani kent içinde lokal bir ayaklanma sözkonusudur. Bu gerçeğin yerine bilgiçliğin geçirilmesi oportünizme doğru çok önemli yeni bir adımdan öte değer taşımaz.
Kontrgerilla güçleri tarafından kahveler taranır. Ölü ve yaralılar vardır. Semtteki komünist ve devrimci güçler anında harekete geçer. Öfke dalga dalga semte, kente ve ülkeye yayılmaktadır. Semtte yüzler, binler dakikalarla sayılan bir zaman kesitinde sokağa dökülür. Hızla biriken yığınların hedefi, yıllardır süren faşist terörü, işkenceyi, zorbalığı cisimleştiren karakoldur. Karakola hücum eden silahsız kitlenin önü polis barikatıyla kesilir. Kitle ile polis arasında sokak çatışmaları patlak verir. Kitleler sokaklara barikat kurar. Sonra tekrar karakola yürünür; göğüs göğüse çatışmalar olur, silahsız halk onlarca şehit ve yüzlerce yaralı verir. Diktatörlük çaresizlik içinde sıkıyönetim ilan eder. Kitleler barikatların başında bekler, sıkıyönetimi tanımaz, taleplerinin gerçekleşmesini ister ve kararlıdır. Sonunda taleplerin önemli bir kısmı elde edilir. Yığınlar siyasal bir zafer kazanmış, diktatörlük ve devlet rezil olmuştur. Bir anda kahraman polis imajı yerini katil polise bırakmıştır. Gazi'den bütün ülkeye dalga dalga devrimci moral yayılır; diktatörlüğün psikolojik üstünlüğü çok ciddi bir darbe yer.
Karakola yürüyüş ve hücum... Sokak çatışmaları... Barikatlar... Tanınmayan sıkıyönetim... Gazi'de üç gün boyunca diktatörlüğün hükmü sökmez. Burada yaşanan lokal anti-faşist ayaklanmayı göremeyenler ya kördür, ya da kasıtlı. ÖD 78. sayısında hem kasıtlıdır ve hem de bunun sonucu kör. Bu politik körlük, kasıtlılıktan kaynaklanır. Ve barışçıl hazırlık stratejisinin oportünizmi nasıl koşullandırıp ürettiğinin elle tutulur, somut, ibret verici bir görüntüsünü sunar.
Siyasal durumun analizi bakımından olduğu kadar; örgüt, mücadele biçimleri ve devrimci hazırlık görevleri bakımından da devrimci Gazi'den neler öğrenebiliriz? Eğer devrimci gelişmenin izleyeceği seyir ve mücadele biçimleri üzerine sayfalar dolusu yazıyor, ama somut olarak, en küçük bir şey söylemiyorsanız size, Marksizmin lafzına sarıldığınız ve onun devrimci özünü iğfal ettiğiniz söylenecektir. ÖD'nin pozisyonu tamı tamına budur. İsteyen herkes, ÖD'nin 78. sayısını dikkatle okuyup inceleyebilir.
Devrimci gelişmenin seyri, somut olarak mevcut durumda (çok genel olarak değil, yığın hareketinin ve gelişiminin bugünkü düzeyinde), mücadele ve örgüt biçimleri bakımından Gazi "direnç"inden hangi sonuçlar çıkarılabilir? Mücadele ve örgüt biçimleri üzerine bilgiçlik taslamak, genel doğruları özetleyip tekrar etmek yerine somut "bir şeyler" söylemek gerekir. ÖD yazarları bundan ısrarla kaçınıyorlar. Bize "baylar" diye hitap etmekten büyük bir zevk duyan, hatta "kendinden geçen" ÖD yazarlarına tekrardan soruyoruz; evet yoldaşlar, somut olarak mücadele ve örgüt biçimleri için, yığın hareketinin mevcut düzeyinde ne diyorsunuz; devrimci Gazi'den çok somut olarak hangi sonuçlar çıkarıyorsunuz? Neden somut tek şey söylemeye yanaşmıyor ve genel doğruları özetleyip, durmaksızın tekrarlamakla yetiniyorsunuz?
Gazi başkaldırısı, anti-faşist kitle hareketinin ulaştığı en yüksek düzeydir. '87 Netaş direnişinden günümüze, kitle hareketinin gelişimi incelendiğinde bu çok açık bir tarzda farkedilecektir. Sivas katliamı protesto gösterileri, hem siyasal niteliği ve hem de mücadele biçimleri bakımından daha geridir. İşçi hareketinin gelişimiyle de kıyaslayabilirsiniz. '89 bahar atılımı ve Zonguldak madencilerinin kitle greviyle birleşen gösteri ve protestoları, görkemli Ankara yürüyüşü tamamen "barışçıl" olduğu gibi, net siyasi talep ve hedeflere de sahip değildir. Zonguldak madencilerinin direnişinin ekonomik taleplerle başlayan, siyasal bir nitelik kazanan, ancak Mengen'de asker barikatlarından geri dönüşüyle tekrar ekonomik-sendikal başlangıç noktasına dönen hareket, işçi sınıfının mücadelesinde varılan bir düzeyi ifade eder. Emekçi memur hareketiyle de kıyaslayabilirsiniz.
Öncelikle, Gazi, ne barışcıldır ne de yasal. Böyle olsaydı bir ayaklanmadan sözetmek olanaksız olurdu. Gazi ayaklanması; kitleselliği itiraz kabul etmez bu hareket, sokak çatışmaları ve barikatlar gibi çok somut mücadele biçimleri yaratmıştır. Barikatlar ve sokak çatışmaları, milis örgütlenmesi sorununu çok somut olarak gündeme getirmiştir. Şimdi soruyoruz: proletaryanın öncü politik kurmayının, yığın hareketinin mevcut düzeyinde, Gazi'nin ortaya çıkardığı mücadele ve örgüt biçimlerini kendiliğindenlikten kurtarma görevlerini kabul ediyor musunuz? ÖD yazarlarının Lenin'den alarak bize yönelttikleri pasajları kendilerine yöneltiyoruz.
"Baştan başlayalım. Mücadele biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksistin isteyeceği başlıca şeyler nelerdir? Önce hareketi belli özel bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayrılır. Her çeşit mücadele biçimini kabul eder; onları "icat" etmez, sadece genelleştirir, örgütler, hareketin akımı içinde kendiliğinden doğan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler verir. Bütün soyut kalıpların ve öğreti reçetelerinin can düşmanı olan Marksizm, hareket geliştikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, iktisadi ve siyasal buhranlar keskinleştikçe sürekli olarak yeni değişik savunma ve saldırı yöntemleri doğuran ilerleme halindeki kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tavır alınmasını gerektirir. Bu yüzden Marksizm kesinlikle hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm hiçbir şekilde kendini yalnız belli bir anda var olan mümkün mücadele biçimleriyle sınırlamaz; bunu yaparken, toplumsal durum değişince o anda içinde olanların bilmediği yeni mücadele biçimleri doğmasının kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu bakımdan Marksizm, kitlelerin deneyinden öğrenir denebilir; hiçbir zaman "sistemciler"in çalışma odalarının ıssızlığında icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretmeye kalkmaz. Sözgelimi, Kautsky toplumsal devrim biçimlerini incelerken şöyle diyor: Yaklaşan buhranların şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri ortaya atacağını biliyoruz.
"İkinci olarak, Marksizm çarpışma biçimleri sorununun somut tarihsel bir incelenmesini gerektirir. Bu sorunu, somut tarihsel durumdan ayrı olarak ele almak, diyalektik maddeciliğin esaslarının yeterince kavranmadığını gösterir. İktisadi evrimin değişik aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel, canlı koşullardaki değişmelere bağlı olarak değişik mücadele biçimleri ortaya çıkar, bunlar başlıca çarpışma biçimleri olurlar; bununla ilgili olarak ikinci derecede, tamamlayıcı mücadele biçimleri de değişir. Evrimin belli bir aşamasında belli bir hareketin somut durumunun ayrıntılı bir incelemesini yapmadan bazı özel mücadele araçlarının kullanılıp kullanılmayacağı sorusuna "evet" ya da "hayır" diye karşılık vermek Marksist görüşten büsbütün ayrılmak demektir." (Marksizm'de Gerilla Savaşı-Lenin sf.102-103, aç. PD)
Mücadele Biçimlerinde Marksizmin Devrimci Özünü Boşaltma Çabası
Çok şey yazıp hiçbir şey söylememek, konunun etrafında dönüp durmak, ama özü/esası üzerine bir şey söylememe yeteneği göstermek; oportünist bir yöntem olduğu kadar, ideolojik ve siyasal bir çürümenin, oportünizme gidişin belirtisidir. Mücadele ve örgüt biçimleri üzerine sayfalar dolusu yazan, genel doğruları durmadan özetleyip tekrarlayan, Lenin'den yaptığı alıntılarla bizleri bilinçlendiren ÖD yazarı, Türkiye ve Kürdistan'da devrim ve karşı-devrim güçleri arasındaki savaşımın, işçi sınıfı ve ezilen yığınların kitle hareketinin mevcut düzeylerinde belli başlı mücadele ve örgüt biçimlerinin neler olduğunu, hangilerinin aşıldığı veya aşılmakta olduğu, yeni biçimlerin neler olduğu vb., hiç ama hiçbirini somut olarak tartışmıyor. Karşımızda duran sanki bir devrimci eylem adamı değil, yaşamın ve yığın hareketinin çok uzağında bulunan, kütüphanesine kapanmış bir kitap kurdu. Sayfalarımıza acımadan ve okurun hoş görüsüne sığınarak ÖD'nin yazdıklarına başvuralım.
"Mücadele biçimleri, taktikler ve eylemler sınıf mücadelesinin gelişim seyrine, işçi hareketinin nesnel durumuna, toplumsal, ekonomik ve politik koşullara bağlıdırlar ve iradi olarak belirlenemezler. Bu bakımdan herhangi bir mücadele biçimi, önsel olarak ne reddedilebilir ne de mutlaklaştırılır." (ÖD Sayı 78 sf.32)
Doğru! Peki devrimci Gazi için bu görüş açısından ne diyorsunuz? Mücadele ve örgüt biçimleri bakımından mevcut yığın hareketinin gelişiminin son sözü olan Gazi ortaya ne koydu? Devrimi kimler yapar?
"Bu soruya verilen cevap mücadele biçimlerini de kapsar. Devrimi kitlelerin eseri olarak ele alan bir örgüt ya da parti, tüm mücadele ve eylem çizgisini kitlelerin eylemine dayandırmayı, kendiliğinden kitle hareketi içinde yer alma yoluyla, kitlelerin aydınlatılması, eğitilmesi ve örgütlendirilmesini eyleminin esası sayar. Parti, siyasal bir örgütün, grubun ya da bir sınıfın, iradesine tabi olmayan, doğrudan doğruya sömürü ve baskı sisteminden kaynaklanan ve zorunlu olarak sınıf karşıtlıkları ve çatışmalarının yaşanmasına yol açan kitle hareketlerine katılır, onun ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini, bilinçle ele alıp, örgütler, geliştirip genelleştirir." (agy. sf. 33-34)
Evet, Gazi hangi mücadele ve örgüt biçimlerini ortaya çıkardı. Türkiye'nin "Bolşevik Partisi", Gazi'den kalkarak hangi örgüt ve mücadele biçimlerini "bilinçli ele alıp", "örgütleyip" "geliştirip genelleştirmeyi" öngördü, öngörüyor?
"Koşullara bağlı olarak ortaya çıkabilecek biçimler dikkate alınır; eskiyen biçimler terk edilir; kitle pratiğinin gündeme getirdiği yeni biçimlerin geliştirilip-genelleştirilmesi için çaba gösterilir." (agy, sf. 35)
"Devrimi, öncü, yani proletaryanın politik partisi, yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele ve örgüt biçimlerini aralarındaki ilişkilerden hareketle genelleştirerek, her somut durumda, sınıf ilişkilerini ve toplumsal koşulları irdeleyerek ve mücadeleyi geliştiren, kitlelerin örgütlülüğünü güçlendiren taktikler izleyerek, devrimi ilerletmelidir." (agy.sf. 40)
Bunlar gibi onlarca alıntı yapabiliriz. ÖD yazarı durmaksızın Marksizm-Leninizmin mücadele ve örgüt biçimlerine teorik yaklaşımını özetliyor, tekrarlıyor. Fakat çok bilinçli bir biçimde ısrarla ve inatla özetlediği doğru teorik yaklaşımın görüş açısından somut durumun analizine girmiyor, somut, işe yarar hiçbir şey söylemiyor. Lenin'in Marksizmin somut koşulların somut tahlili olduğunu boşa söylemediğini bir kez daha anlıyoruz! Bir kez daha sırtını Marksizme yaslayıp, onun devrimci özünü boşaltma çabasının ne demek olduğunu görüyoruz!
ÖD yazarlarının bütün bilgiçce açıklamaları çok özel bir amaç ve sonuca bağlanmıştır. Bugün silahlı mücadele biçimlerine başvurmak "halkın mücadelesini sabote etmektir". ÖD'nin bu temel savı, kitle hareketinin çok somut gelişiminin materyalist analizinden elde edilen bir vargı değildir. Sonuçta Marksizmin, ölü, cansız, kitabi, doktriner ve bilgiçce kavranışı ile bağlantılı olsa bile, ÖD yazarlarının ve TDKP'nin durumunu buradan açıklamak politik saflık olur. Asıl olan TDKP'nin yaşamakta olduğu ideolojik ve siyasal gerilemedir; onun saflarında derinleşmekte olan ideolojik ve siyasal tasfiyeciliktir. Bu Marksizmin devrimci özünün boşaltılması çabası olarak da somutlaşmaktadır. Muhataplarımız Marksizmin lafzına sıkı sıkıya sarılırken, onun devrimci özünü boşaltma yolunda ilerlemektedirler. Günün devrimci görevlerinden adım adım yan çizmekten başka bir şey olmayan, uzun süreli barışçıl hazırlık stratejisi bunu gerektirmektedir. ÖD'nin devrimci hazırlığa nasıl yaklaştığına bakarak da bunu görebiliriz.
"Proletaryanın ekonomik-kendiliğinden hareketin sınırları içinde siyasal iktidar bilincine ulaşması ve bunun aracı olan politik örgütlenmeye ulaşması olanaklı değildir. Bunun için proletarya, burjuvaziden bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeli, diğer ezilen kesimlerin desteğini de kazanmalıdır. O, sosyalizm teorisiyle buluşmadan, sosyalizm ile işçi hareketinin birliği sağlanmadan, baskı, zor ve suistimalin her biçimine karşı mücadele içinde, sosyalizm bilinciyle donanmadan iktidar savaşı yürütemez. Marksistlerin temel görevi proletaryanın bu bilince ulaşması, burjuvaziyle çıkarlarının uzlaşmaz karşıtlığını, kapitalist sistem içinde sömürülen sınıf olma durumunun onu, burjuva iktidarına ve kapitalizme son verme (ve bunun için toplumun tüm ezilen sınıflarının başına geçme) tarihsel görevi ile yükümlü olduğunu kavramasına yardımcı olmaktır. Bu ise, sınıf ve emekçiler içinde kesintisiz politik çalışmayı gerektirir." (ÖD 78 sf. 36 abç)
"Baskı zor ve suistimalin her biçimine karşı mücadele"yi iktidar mücadelesinin kendisi olarak görmeyen yazar, önce mükemmel bir tablo çiziyor ve sonra karşısına geçip, iktidar mücadelesi yürütmekten ne kadar uzağız, iktidar mücadelesi için propaganda ve ajitasyondan mütevellit uzun barışçıl bir hazırlık çalışması yürütmeliyiz diyor. Yazar "politik çalışma"yı büyük ölçüde ve esas olarak propaganda ve ajitasyon çalışması olarak kavrıyor. Yer yer, örgütlenmeden, partinin örgütlenmesi olarak ve mücadeleden de söz ediyor. İncelemeye devam edelim.
"Lenin, yığınların devrimci eğitimi için kapsamlı bir siyasal teşhir ve ajitasyonun zorunluluğuna dikkat çekiyordu. İşçi sınıfı, toplumun hangi kesimini etkiliyor olursa olsun, 'baskı, zor ve suistimalin her çeşidine karşı sosyalist açıdan tepki gösterecek' denli siyasal yönden gelişmemiş ise, kapitalizme ve gericiliğe karşı toplumsal başkaldırının başını çekemez. Sınıf ve emekçi kitleler, devrimci sosyalist bilinci, ancak kesintisiz bir sosyalist propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla edinirler." (agy. sf. 39, aç.PD)
"Lenin tarafından siyasal bilincin geliştirilmesinin ve kitlelere siyasal bilinç verilmesinin yolu böyle gösteriliyor. Bütün sınıfı ve geniş emekçi yığınları kazanmak için, yaygın ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütülmeli ve bunun sonucu, yığınlar kendi siyasal deneyimleriyle siyasal 'öncü'nün şiar ve taktiklerini görüp, bunun etrafında birleşmek gerekliliğini hissetmeli, kavramalıdırlar." (ÖD 78 sf.40)
ÖD yazarlarının Lenin'i çok iyi ezberlediklerine, özellikle de bugünlerde "Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı" isimli yapıtını hiç teklemeden su gibi tekrar edeceklerine iddiaya girebilirsiniz. Ne var ki, çok iyi ezberlemiş olmaları Lenin'i anladıklarının ve Leninizmin özüne sadık kaldıklarının delili sayılamaz. Gerçekten de politik kitle ajitasyonu ve bunun politik teşhir kampanyaları biçiminde örgütlendirilmesi, yığınların politik bilincinin uyandırılması ve mücadeleye seferber edilmelerinde büyük bir öneme sahiptir. Bunun üzerinden bilgiçlik taslamanın kimseye bir yararı olmaz. Daha önemli olan şunlardır: İlkin, bu politik kitle ajitasyonu gerçekten devrimci ve gerçekten sosyalist olmalıdır. Yığınların devrimci enerjisini uyandırmalı, devrimci moral gücünü pekiştirmeli ve daha ileri gitmeye yüreklendirmelidir. ÖD'nin 78. sayısında Gazi değerlendirmelerinde bunların izini göremiyoruz. Dahası, Gazi'de emekçiler ayaklandığında hangi ajitasyonu yürüttünüz? Boş verin onu bunu, Kenan Bilgin'i faşist diktatörlüğün kaybetme saldırısı karşısında hangi ajitasyonu, hangi teşhir kampanyasını yürüttünüz? Kürdistan'daki sömürgeci zulmü teşhir etmek ve evet, ulusal kurtuluşçu devrimi güçlendirmek, yüreklendirmek için ne yapıyorsunuz? "Tanrı aşkına", gerçekten devrimci ve gerçekten militan hangi politik kitle ajitasyonunu yürütüyorsunuz? Bunları, "Biz gürültücü gruplardan değiliz" diye mi yanıtlıyacaksınız? Böyle mi ikna ediyorsunuz kendinizi?
İkinci olarak; Bu politik kitle ajitasyonunun gerçekten örgütlenmiş olması gerekir. Hasbel kader durumu idare etmekten söz etmiyoruz. Siz örneğin kent yoksulları arasında "Türkiye'nin Bolşevik Partisinin" politik ajitasyonundan söz edebilir misiniz? Onları proletaryanın yedekleri olarak nasıl kazanmayı düşünüyorsunuz? Anti-faşist savaşımın örgütlenmesi sizi, "Türkiye'nin Bolşevik Partisini" hiç mi ilgilendirmiyor?
Üçüncü olarak; burada, esasen bütün bunlardan daha önemli olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların politik eğitimi sorununun daha çok propaganda ajitasyon çalışmasından ibaret görülmesidir. Yanılıyorsunuz arkadaşlar, yığınları mücadele eğitir. Doğrudan doğruya kendi eylemleri içinde eğitilir yığınlar. Bu temel olmaksızın, ihmal edilemez olan devrimci ve sosyalist propaganda ve ajitasyon kendi başına çok özel bir rol oynayamaz. Buradan şu sonuç çıkar ki, proletaryanın öncü politik partisi eylem partisidir. Öncü olacaksa, bu, salt kendi partili güçlerinin diktatörlüğe ve sermayeye karşı eylemi olamaz. Eğer öncü olacaksa, muhakkak yığın hareketine dayanmalı, yığınları arkasından sürükleyebilmelidir. Hayır yalnızca kendi dışında gelişen kitle hareketleri içinde yer almasından söz etmiyoruz, bizzat öncünün politik önderlik ve örgütleme gücünü kullanarak, devrimci iradesini konuşturarak yığınları, bütün fırsatlardan yararlanarak uygun örgüt ve mücadele biçimleriyle harekete geçirmesinden sözediyoruz. Aşağıdaki satırlarda devrimci bir eylem partisinin tasvirini değil, bir bilgiçler topluluğunu görür gibi oluyoruz.
"Marksist partinin görevi, proletarya ve emekçilerin burjuvazi, gericilik ve kapitalizme karşı mücadelesini, bu mücadele içinde yer alarak, yığınları, toplumsal koşullar, sınıf ilişkileri, sınıf mücadelesini ve toplumların tarihinin gelişme yasaları konusunda aydınlatma yoluyla geliştirmektir. Parti, bu görevini, hiçbir mücadele biçimini baştan ve peşinen reddetmeden, ama, iradi olarak kitle hareketine dışardan sokmaya da çalışmadan, kitle hareketini siyasi iktidar hedefine yöneltmeye çalışarak yerine getirir." (ÖD 78 sf.41 aç. PD)
ÖD yazarları büyük bir özenle propaganda ve ajitasyona, aydınlatma çalışmasına vurgu yapıyorlar. Marksist-Leninist komünistler, bu noktada ÖD ile aynı görüşteler. Ne var ki, ÖD ve TDKP daha çok ve esas olarak bununla yetinmeyi düşündüğü için örgütlenme ve eylem sorunundan özellikle kaçınıyor. Eylem söz konusu olduğunda, ya yığınların kendiliğinden eylemine katılmaktan söz etmekle ya da en fazla mücadele ve örgüt biçimleri üzerine Marksist teorik genellemeleri, tekrar etmekle yetiniyor. Yığınları eğiten mücadele okuludur. Ama bunu başlıca olarak yığınların kendiliğinden hareketine indirgeyenler; devrimci iradenin, öncünün rolünü reddetmekte ve kendiliğinden hareketin peşinden sürüklenmenin teorisini yapmaktadırlar. İşçi sınıfının öncü politik kurmayı, devrimci eylem partisidir. O, proletaryanın siyasal ordusunun devrimci hazırlığını yönetir. Parti, yığınların en ileri taleplerini sahiplenmekle, mücadelenin en ön saflarında konumlanmakla kalmaz, yığın hareketinin gelişimine bağlı olarak her belirli döneme denk düşen, ama hareketin gelişen ihtiyaçlarını, ilerleyişini muhtemel bir sonraki evresini de hesaba katan örgüt ve mücadele biçimleriyle, yığınları harekete geçirerek ilerletmeyi, devrimci mevzilere yerleştirmeyi temel alır. Bu olmaksızın yığınlar partiyi nasıl sınayacaktır? Nasıl olacaktır da kendi öz politik deneyimleri ile komünist partisinin etrafında birleşmeleri gerektiğini anlayacaktır? Bırakınız bunları, eğer parti devrimci hazırlık sürecinde, sayısız yığın eylemlerinin örgütlenmesi deneyiminden geçmezse, nerede, ne zaman ve nasıl kitle hareketinin en şahanesi, en karmaşığı ve en büyük çaplısı olan, sayısız mücadele ve örgüt biçiminin iç içe geçtiği, milyonların ve on milyonların zincirlerini kırarak ayağa kalktığı bir devrimi yönetmeye hazırlanacaktır? Bakın, "..bu grupların eyleminin içeriği çizgilerinin ekonomik, tasfiyeci anti-Marksist özünü gözler önüne sermektedir" şu beylik laflarınız hiçbir şey ifade etmiyor:
"Küçük burjuva grupların en karakteristik özelliklerinden biri, işçi sınıfının ve halk yığınlarının devrim yapabileceklerinden kuşku duymalarıdır. Kuşkusuz, kendine devrimci ya da Marksist adını yakıştıran bu grupların hiçbiri, inançsızlığı ve kuşkuyu açık olarak dile getirmez. Ama, kitle hareketi karşısında alınan tutum ve izlenen siyasal çizgi, onların inançsızlığını gözler önüne sermektedir. Bu grupların en çok kaygısını duydukları şey, grupsal varlıklarının ispatıdır!" (ÖD 78 sf.25 abç)
Eğer bu tespit bütünüyle doğru olsaydı, Çin'de, Nikaragua'da, Küba'da ya da bir başka yerde, küçük burjuva devrimci parti ya da örgütlerin devrimlere önderlik etmesini anlamak, açıklamak olanaksız olurdu. Çin'de yüzmilyonların devrimci hareketini yöneten küçük burjuva ÇKP'nin işçi sınıfına güvenmediği doğrudur; ama genel olarak "halk yığınlarına güvenmediğini" ileri sürmek yanlıştır. Küçük burjuva örgütlerin, halka güvenmedikleri yanlıştır; halka duydukları güven "küçük burjuvaca"dır. "Halka", kitlelere yaklaşımları da, Marksist ve proleterce değil, yine "küçük burjuvaca"dır. Bu güven küçük burjuva sınıf tavrıyla damgalanmıştır. Keza bunların genellikle yığınların devrimci hazırlığına yaklaşım tarzları, Marksist ve proleterce değildir. Çoğunlukla kendilerini yığınların yerine koyma eğilimi duyan burjuva, küçük burjuva aydının halka güvensizliği, (seçkinciliği ile) devrimci küçük burjuva örgütlerin halka küçük burjuvaca güvenleri arasına eşit işareti koyularak bir ve aynı şey gibi sunulamaz.
Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz asıl sorun farklı. Özellikle '75-80 döneminde, '71'in devrimci maceracılığını yadsıyan, bugünkü komünist hareketin tarih öncesi olan Maocu örgütler, içerisine yuvarlandıkları devrimci kendiliğindenciliği Marksizm-Leninizm olarak sunmak için, bu türden pasajları belki de kelimesi kelimesine onlarca kez yazdılar. Bunlar Marksist bir görüş açısından değil, kaba materyalizme dayanan devrimci kendiliğindenciliğin yansımalarıydı. '71'in devrimci maceracılığı reddedilirken, devrimci iradenin, öncünün rolünü yadsıyan, kendiliğindenciliği yücelten diğer uca sürüklenildi. Çok gecikmiş olsa bile komünistler öncünün, devrimci iradenin rolünü yerli yerine oturtmak zorundadır. MLKP-K'nın bilinçli ve dikkatli tarzda bunu yapmaya çalıştığı görülmelidir. Bu, onun komünist hareketin bir yükünü, olumsuz bir mirası kaldırıp atmakta olduğunu gösterir. Oysa TDKP, bilinen geleneksel tarzda derinleşmeye çalışmaktadır.
Evet biz, ÖD'nin yukarıya aktardığımız pasajına itiraz ediyoruz. Bunu istedikleri kadar, küçük burjuvalığımızın bir belirtisi olarak kabul ve lanse edebilirler. Burada yazılanlar "işçi sınıfının ve halk yığınlarının", kendiliğinden, yani devrimci bir partinin önderliği olmaksızın "devrim yapabilecekleri" anlamına geliyor. Bizce ÖD'nin bu satırlarında işçi sınıfı ve halka güvenden çok, gerçekten devrimci bir partinin gerekliliğine inançsızlık sinmiştir. Zaten tasfiyeciliğin türediği temel veya ana kaynaklardan birisidir bu. Uluslararası komünist hareketin saflarında öteden beri, işçi sınıfı ve halk yığınlarının kendiliğinden hareketine, nesnelliğe ve yine diğer yandan "devrimci iradeye", "öncü partinin rolüne" vurgu yapan, çubuğu bu tarafa ya da diğer tarafa büken eğilimler varolmuştur. Çubuğu, kendiliğindenliğe, nesnelliğe büken partilerin zaferle tamamlanan devrimlere önderlik edebildiklerine tanık olunmamıştır. Diğer bir anlatımla, öncünün, devrimci iradenin rolüne vurgu yapan, ama yığın hareketiyle de sıkı sıkıya bağlı olan partiler, muzafer devrimlerin hazırlayıcısı ve önderi olmuşlardır. Bolşevikler, gerek Rusya'da ve gerekse uluslararası düzeyde volantarizmle (iradecilik) eleştirilmişlerdir. Biz, Lenin'in sadık öğrencileri de aynı yoldan yürüyerek, iradecilikle eleştirilmeyi hak edeceğiz.
Daha önce vurguladığımız gibi, öncünün ve devrimci iradenin rolü, süren bu ideolojik mücadelenin en önemli siyasal sorunudur. Burada teorik kavrayıştan ziyade, tarafların siyasal ve pratik yönelimleri en önemli noktayı oluşturur. Mücadele ve örgüt biçimleri üzerine büyük gürültülerin kopması rastlantısal değildir. Birlik sorununun yanısıra, genel bir teorik kavrayış farklılığından ziyade, esasen pratik politik bir sorun olarak mücadele ve örgüt biçimlerinde, tarafların pozisyonları daha net biçimde ortaya çıkmakta ve sert bir mücadeleye tutuşmalarını koşullandırmaktadır.
ÖD yazarlarının mücadele ve örgüt biçimleri üzerine bıkıp usanmadan yaptıkları bilgiçce açıklamaların özel bir amaç ve sonuca silahlı mücadele biçimlerinin pratik olarak reddedilmesine bağlandığına işaret etmiştik. Bunu açmamız, somut örneklerle göstermemiz gerekiyor. ÖD, bolşeviklerin devrimci hazırlığını şöyle özetliyor:
"Bolşevikler işçi sınıfı içinde, fabrikalarda ve sendikalarda hücreler biçiminde örgütlenerek ve geniş işçi ve emekçi yığınlarıyla kopmaz bağlar kurarak devrimci bir örgüt çalışması yürüttüler. Günün koşulları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci ayaklanmasını doğurduğunda da, sınıf içindeki örgüt bu ayaklanmanın başarısı için gerekli olan araçlara sahip bulunuyordu. Bolşevikler bu güce proletarya ve emekçiler içinde kesintisiz bir politik faaliyet yürüterek, en geniş yığınlar içinde propaganda ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla bilinçlendirme görevini yerine getirerek ulaşmışlardı." (ÖD. 78, sf.35)
ÖD yazarları, Bolşeviklerin "işçi sınıfı içinde, fabrikalarda ve sendikalarda hücreler biçiminde örgütlenerek", "en geniş yığınlar içinde propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla bilinçlendirme görevini yerine getirerek", devrimci hazırlık çalışmasını yürüttüklerini iddia ediyorlar. Eylemden, yığınların mücadele örgütlerinden vb. söz bile etmiyorlar. Fakat daha önemlisi, ÖD yazarının tasvir ettiği çalışmayla, "günün koşulları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci ayaklanmasını doğurduğunda da, sınıf içindeki örgüt(ün) bu ayaklanmanın başarısı için gerekli olan araçlara sahip bulunduğu" iddiasıdır. Bolşeviklerin yürüttüğü devrimci hazırlık, ÖD'nin tasvir ettiğinden ibaret bir çalışma olsaydı, böyle bir çalışma içindeki partinin ayaklanmayı hazırlayabilmesi, ayaklanmaya hazırlanabilmesinin olanağı var mıdır?
Kitlelerin kendi öz politik deneyimlerinden öğrenmesinin devrimci anlamı boşaltılarak, kendiliğindenciliğin ve günün devrimci görevlerine sırt çevirmenin gerekçesi yapılıyor. Yığınların devrimci şiddetinin mevcut kapitalist düzenin ve faşist diktatörlüğün yıkılması için zorunlu olduğunu, yani şiddete dayanan devrim fikrini teorik bakımdan kabul etmek ve savunmak yetmez. Bunu proletarya ve emekçi milyonlara propaganda ve ajitasyonla açıklamak, siyasal olayların çok somut seyri içinde canlı delillerini sunmak gerekir. Bu koşulla birlikte, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar ancak kendi mücadele deneyleriyle, diğer mücadele biçimlerinin yetmediğini, faşist rejimi ve işbirlikçi kapitalizmi yere sermek için silahlı ayaklanmanın gerekli ve kaçınılmaz olduğunu anlayacaklar; Marksist-Leninist komünist partisinin çizgisinin doğruluğuna inanacaklardır. Silahlı ayaklanmanın ne zaman ve nasıl başlayıp gelişeceğini önceden kestirmek olanaksız olduğuna göre, işçi sınıfı ve emekçi milyonların silahlı başkaldırısının hazırlığı –şimdilik yalnızca aydınlatma çalışmasından propaganda ve ajitasyondan ibaret (ki, onun da ne kadar yapıldığı tartışma götürür)– bilinmez bir geleceğin sorunu mudur? Yığınların silahlı başkaldırısının hazırlanmasının bugüne (ve düne) uzanan pratik ve örgütsel unsurları yok mudur? ÖD yazarına inanacak olursak yoktur. Bunlar tamamen yarının ve bilinmez bir geleceğin sorunlarıdır. Bu, genel olarak olduğu gibi, Türkiye ve Kürdistan'ın somut siyasal gerçekleri bakımından da tamamen yanlıştır. Kitlelerin siyasal savaşımın gelişim diyalektiği içerisinde, grevlerden genel greve, protestolardan kısmi yerel ayaklanmalara vb. savaşımlar içerisinde silahlı ayaklanmaya hazırlamak gerekir. Ama bu hazırlık en genelde silahlı ayaklanma hazırlığı, öncü partinin hemen önünde duran güncel devrimci görevlerden dikkatini uzaklaştırmamak kaydıyla, yığınlara silahlanma çağrısı yapmaktan (kendi imkanlarıyla, en ilkel biçimlerde olsa bile silahlanmaları) öncü partinin güçlerinin askeri eğitimini, askeri-teknik donanımını yükseltmeyi, yığınak yapılmasını vb. kapsayan bir dizi eğitsel, örgütsel, teknik ve pratik hazırlığı kapsar. Keza, bu hazırlığa, daha baştan, parti örgütlenmesinin yerel ve merkezi düzeyde bir ayaklanma planını gözetmesi gerekliliği de dahildir. Silahlı ayaklanma tayin edici çarpışma biçimi olacağına göre başka türlüsü düşünülemez. Bunlara, burjuva karşı devrimci ordu içinde örgütlenme ve devrimci çalışmayı da eklemeliyiz. Eğer kendinizi ciddiye alıyorsanız, eğer çılgınca devrimci hayalleriniz varsa ve eğer devrimci cüretiniz varsa, devrimci iradenizi bu yönde kullanmalı, yığınları iktidar savaşımına sokmalı ve tayin edici çarpışmalara hazırlamalısınız.
ÖD yazarlarına şunu açıklıkla söyliyelim, çizdiğiniz Bolşevizm tasviri, Bolşevizmin kötü bir karikatürü bile değildir. Hayır, Bolşevikler ayaklanmayı tamamen kendiliğinden gelişmenin bir sonucu olarak görmediler, onun somut olarak hazırlanması gerektiğini düşünüyorlardı, öyle de yaptılar. Ama hiçbir zaman kendilerini, öncü partiyi yığınların yerine de koymadılar, ayaklanmayla vb. oynamadılar. Kendilerini komploculukla eleştirenlere de kulak asmadılar. Şunu da unutmayın, artık emperyalist burjuvazi ve işbirlikçi egemen sınıfların devletleri, emin olun 20. yüzyılın başındakinden çok daha iradeci davranıyorlar. Aynı şey proletaryanın devrimci partileri için niçin geçerli olmasın!
Türkiye'nin "Bolşevik Partisi"nin yöneliminin net biçimde ortaya çıkarılabilmesi bakımından şu uzun pasajı da aktarmamız gerekiyor.
"Öncelikle, Türkiye'de halk yığınlarının 'devrimci şiddetin gerekli olduğu anlayışından' söz etmek için, ülke gerçeklerinden, proletarya ve emekçilerin bugünkü bilinç ve örgütlenme düzeyinden habersiz olmak gerekir. Bugün işçi sınıfının çoğunluğu, burjuva partilerine ve devlete büyük bir güvensizlik duymasına ve bir kopuş sürecini yaşamasına karşın, henüz çıkarlarının burjuvazi ve kapitalizmle tam bir uzlaşmazlık içinde olduğunun bilincine ulaşma ve buna uygun bir örgütlenmeyi sağlama durumunda değildir... Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi kitleler, eğer devrimci şiddetin gerekliliğini kendi siyasal pratikleriyle kavramış olsalar, kuşku yok, küçük burjuva grupların kendi varoluş nedeni haline getirdikleri ve kitle mücadelesinde sabotörlükten başka bir şey ifade etmeyen eylemleri 'ıskartaya çıkarır' ve kitle coşkunluğu ve kitlelerin devrimci şiddetiyle, diktatörlüğün iktidar burçlarına karşı saldırıya geçerler. Kitleler, silahlı mücadelenin gereğini, 'gürültü grupları'nın eylemlerine bakarak, ya da bu tür eylemlerin onları 'politize etmesi' sonucu değil, bizzat kendi tecrübeleriyle, burjuvaziye karşı çok çeşitli mücadele biçimlerini deneyerek, onun karşı devrimci şiddet kurumu ve uygulamasını, ancak karşı şiddetle, devrimci kitle şiddetine, silahlı ayaklanmaya başvurarak etkisiz kılabileceklerini anlayarak, kavrayabilirler." (ÖD 78, Sf.39)
Evet doğru, "işçi sınıfının çoğunluğu ... henüz çıkarlarının burjuvazi ve kapitalizmle tam bir uzlaşmazlık içinde olduğunun bilincine ulaşma"mış ve "buna uygun bir örgütlenmeyi sağlama durumunda değildir". İyi de burjuvazinin egemenliği koşullarında, komünist partilerin, bunlar eğer gerçekten devrimci partilerse, "işçi sınıfının çoğunluğunu" kendi saflarında örgütlediğinin kaç örneğini biliyorsunuz? Lenin'in sizi ikna edebileceğini varsayarak ona başvuralım:
"Aslında işçi kitlelerinin durmaksızın baskı ve sömürü altında bulunduğu ve yeteneklerini geliştiremediği kapitalizm döneminde, işçi sınıfı politik partilerinin en belirgin özelliği, sınıflarının ancak çok küçük bir azınlığını içinde barındırabilmeleridir. Herhangi bir kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincinde olan işçiler tüm işçilerin ancak azınlığını nasıl oluşturuyorlarsa, bir politik parti de bir sınıfın ancak en bilinçli azınlığından oluşabilir. Bu nedenle ancak sınıf bilincine sahip olan bu en ileri azınlığın geniş işçi kitlelerinin öncülüğünü yapabileceğini ve onları yönlendirebileceğini kabul etmek zorundayız." (Lenin, 3. Enternasyonal Konuşmaları; Sf. 57)
Hiç kuşkusuz ayaklanmayla oynanmaz. O tayin edici, sonucu belirleyici "çarpışma" biçimidir. Ama yığın hareketinde, devrimci şiddet unsurlarının ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağına dair bir reçete de sunulamaz. Yığın hareketinde devrimci şiddet unsurlarının açığa çıkması ve bunların öncü parti tarafından örgütlendirilmesi ve genelleştirme doğrultusunda yaygınlaştırılması için "sınıfın çoğunluğunun" komünist partide örgütlenmiş veya "çıkarlarının burjuvazi ve kapitalizmle tam (evet tam, yani eksiksiz!) bir uzlaşmazlık içinde olduğunun bilincine ulaşması ve buna "uygun bir örgütlenmeyi (bu örgütlenme her neyse) sağlama durumda olması" gerekmez. Gerekir mi? Örneğin diğer bütün direnme olanakları sömürgeci bir ulus tarafında yok edilen; başka herhangi bir şekilde kendini ifade etme olanağı kalmayan, ulusal varlığı, ulusal yaşam hakkı tanınmayan bir halk, "yabancı" düşmana karşı hemen ve doğrudan; yani bir dizi barışcıl mücadeleden geçmeksizin, silahlı direnişe başvurabilir. Tarihte bunun pekçok örneği vardır. İşçi sınıfının ve emekçi yığınların mücadelesinin gelişmesinin çok düzenli bir seyir izleyebileceğini zannetmek kapitalist gelişmenin eşitsizliğinden ve yığınların siyasal bilincinin gelişim diyalektiğinden hiçbir şey anlamamaktır. Kapitalist gelişmenin eşitsizliği, bizim gibi emperyalizme bağımlı işbirlikçi tekelci kapitalizmin egemen olduğu ülkelerde, çok daha bariz ve çarpıcıdır. Bu durum proletarya ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenmesinde olduğu gibi, işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin gelişmesinde de kendini gösterir. Az çok düzenli bir gelişmeyi olanaklı görmek, beklemek, öngörmek daha baştan pusulayı şaşırarak, devrimci rotayı kaybetmektir. '60'lardan günümüze Türkiye ve Kürdistan'da işçi sınıfı ve emekçi yığınların hareketi de, mücadelenin gelişiminin eşitsizliğini bariz biçimde gösterir.
Sorun çok pratik olarak da ele alınabilir ve alınmalıdır. Ankara'ya yürüyen ve yolu Mengen'de asker barikatlarıyla kesilen Zonguldak madencileri ne yapmalıydı? Böyle bir olasılığın varlığını önceden kestiren (ve öngörmesi gereken komünist öncü ile hareketin önderliğini yapan devrimci işçiler) nasıl bir ajitasyon yürütmeli, veya hazırlanmalı, kitleyi hazırlamalıydılar. Örneğin asker barikatlarını aşma öngörüsünün devrimci şiddet unsurlarını, silahlı mücadele biçimlerini hesaba katması gerekmez miydi? Sendikal örgütlenme nedeniyle işten atılan, işlerini ve sendikalaşma haklarını savunmak için yasadışı grev eylemine başvuran Cemtaş işçileri, patronun faşist uşaklarının silahlı saldırıları karşısında ne yapmalıydı veya kargo işçileri ne yapsınlar? Sınıfın devrimci öncü partisi, onlara hangi mücadele biçimlerini önermelidir, önerebilir? Hemen her grevde ortaya çıkan, grev kırıcılarına karşı, yalnızca konuşup tartışarak, ikna ederek vazgeçirme çabasıyla sınırlı bir mücadele mi izlenmelidir? Gebze Belediyesi'nde işten atılan işçiler, direnişlerine saldırıldığında -böyle bir saldırının olacağını görmek, beklemek hiç de zor değildir- ne yapmalıdırlar ve nasıl hazırlanmalıdırlar? Devam edelim, sendika ağa ve bürokrasisi her yolla, devrimci işçileri, muhalif unsurları sindirip, tasfiye ediyorlarsa, sendikalarda devrimci ajitasyon yürüten devrimci ya da komünist işçiyi, üzerine yürüyüp susturuyor ve dahası atıyorlarsa, sınıfa ne önerir, ne önermelidir onun öncü politik kurmayı? Sivil faşist güçler tarafından yurtları, okulları basılan, faşist terörle sindirilmeye çalışılan üniversiteli gençlik ne yapmalı, nasıl karşı koymalıdır? Polis-mafya işbirliği ile emekçi semtlerinde terör estiren faşist çeteleri tarafından sürekli taciz edilen, onuru, namusu ayaklar altına alınan, terörize edilip haraca bağlanmak istenen emekçi yığınlar ve esnaf ne yapmalı? Yığınların öncüsü olmak iddiasındaki güçler ne yapmalı, yığınlara ne önermeli, vb.? Faşist diktatörlüğün, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-şeriatçı kutuplaşmalarını kışkırttığı, milliyetçi ya da şeriatçı güçlerin saldırı tehdidi altındaki ilerici anti faşist yığınlar ne yapmalı? Evet Gazi halkının yaptığının çok daha bilinçli, örgütlü ve hazırlıklısını yapmalı diyebiliyor ve buradan "Türkiye'nin Bolşevik Partisi"nin önüne devrimci görevler koyabiliyor musunuz? Beş yıldır; sayısız mücadele biçimini tanıyan, en son Ankara'da görkemli bir şekilde birleşen emekçi memurlara, başvurageldikleri mücadele biçimleri hareketin gelişimi ve amaçlarına ulaşması bakımından yetersiz hale geldiğine göre, Kızılay Meydanı'nda barikat kurarak devrimci Gazi'nin açtığı yoldan yürümeyi önermek ve olabildiğince her bakımdan hazırlamak, çok mu çılgınca, maceracı ve Marksist teoriye aykırı oluyor?
Hayır arkadaşlar, devrimci şiddetin "kitle şiddeti ve silahlı ayaklanma" dışında da biçimleri vardır. Dahası silahlı mücadeleden çok, silahlı mücadele biçimlerinden söz etmek gerekir. Diğer bütün mücadele biçimlerinde olduğu gibi, silahlı mücadele biçimlerinin doğup gelişmesinde de öncünün, onda somutlaşan devrimci iradenin önemli ve hatta bazı durumlarda belirleyici bir rolü vardır. Herhangi bir kitle grevinin, direniş, gösteri ya da protestosunun, en basit bir kitle toplantısının örgütlenmesinde öncünün devrimci iradesinin rolü nasıl inkar edilmezse, aynı durum, silahlı mücadele biçimleri içinde geçerlidir.
Kuşkusuz, masa başında mücadele biçimleri, mücadele sistemleri üretmek Marksist-Leninist komünistlerin işi değildir. Küçük burjuva devrimciliği daima böyle bir eğilim taşır. Fakat, diğer ülkelerin devrimci deneyimlerinden öğrenmemek, işçi sınıfı ve emekçi yığınların devrimci hareketlerinin ortaya çıkardığı veya yeni tarzda ve yeni unsurlarla güncelleştirdiği mücadele ve örgüt biçimlerini hesaba katmamak yalnızca ulusal dar görüşlülük değil, politik bakımdan da aptallık olur. Arjantinli anaların mücadelesinden pekala öğrenebiliriz. Aynı şey Etiyopya Devrimi, Güney Afrika'da halkın politik özgürlük savaşımı, Filistin intifadası, Kürdistan'da ulusal kurtuluşçu hareketin gelişimi vb,vb. için niçin geçerli olmasın? Enternasyonalizmin böyle bir boyutu da yok mudur?
Bırakalım Kürdistan dağlarındaki binlerce gerillayı ama, hareketin Batı'daki gelişimi de evet, kendiliğinden ve sayısız örnekte devrimci şiddet unsurlarını açığa çıkarmakta ya da gündeme getirmektedir. Açlık grevleri örneğinde olduğu gibi silahlı mücadele biçimlerinin de yersiz, zamansız ve hatta amaçsızca kullanıldığı örnekler vardır. Devrimci Sol'un bir kaç yıl önce yenilgiyle sonuçlanan, DHKP'nin şimdi yeniden güncelleştirmeye çalıştığı "silahlı mücadele çizgisi", politikleşmiş askeri savaş stratejisine dayanan küçük burjuva devrimci maceracı bir çizgidir. DHKP'nin, Devrimci Sol'un politik düelloya dönüşen silahlı mücadele çizgisinden ne kadar ders çıkardığını göreceğiz. Fakat Marksist-Leninist komünistlerin kitle hareketlerinin ortaya çıkardığı ya da gündeme getirdiği silahlı mücadele biçimlerini, milis ve müfreze örgütlenmelerini, Devrimci Sol'un silahlı mücadele çizgisiyle aynılaştırmak tamamen kasıtlı bir çabanın ürünüdür. TDKP'nin yanılgısı en başta, silahlı mücadele biçimlerinin ancak yığın hareketinin genel gelişiminin en ileri düzeylerinde ortaya çıkabileceği şeklindeki sağcı doktriner anlayışıdır. Dahası silahlı mücadele biçimleri sorunu MZD'nin reddi ile başlayan on-onbeş yıllık tarihinde, komünist hareketin, '75-80 döneminden devraldığı olumsuz mirası aşmakta çok zorlandığı, sağa sola yalpaladığı, teorik, politik ve pratik olarak zaaflı olduğu bir sorundur. MLKP-K'nın teorisi, politik yönelimi ve pratiğiyle bu zaaflı durumu aşma çabası selamlamayı hak eder, komünist hareket bakımından değerli bir kazanım ve gelişmedir.
Demagojinin de bir
sınırı olmalı
Bizce ideolojik mücadelede içerik kadar tarz ve yöntem de önemlidir. Lenin "Demagoglar proletaryanın en kötü düşmanlarıdır" derken çok haklıdır. Onbeş yıldır kongresini toplama becerisi ve iradesi göstermeyen TDKP gibi ÖD yazarları da devrimin gelişme çizgisi ve devrimci strateji üzerine genel geçer şeylerin ötesinde çok somut şeyler söylememekte büyük bir direnç sergiliyorlar. Stratejiyi sınıfların çok genel mevzilenme planından ibaret gördükleri, içerisinde çok ciddi Maocu ve ÜDT'ci yanılgılar da barındıran TDKP programında söylenenleri olduğu gibi korumalarından ve bunun dışında sorunu somut olarak ele alma ihtiyacını duymamalarından anlaşılıyor. ÖD yazarları "bir vesile" devrimin gelişim çizgisinin ve devrimci stratejinin bir sorununa değiniyor; ama heyhat demagojiden fırsat bulamadıkları için sorunun kendisini tartışma yeteneği göstermiyorlar. "Sorun" "Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Laik-Şeriatçı" "çelişkisiyle" ilgili. Öncelikle konuyu MLKP-K Kurucu Kongresi'nin nasıl ele aldığını görelim. ÖD yazarlarının belgeleri okuma zahmetine katlanmadıklarını da dikkate alarak, "Birlik Kongresi Belgeleri"ne başvuralım. "Stratejik Planımızın Ana Özellikleri" başlıklı bölümden okuyoruz:
"Batı'nın kent esnafı, zanaatkarı vb. küçük burjuva kesimleriyle esasen küçük üreticilerden oluşan geniş kır küçük burjuvazisi devrimimizin çok önemli bir temel gücü ve yedeği olmasına karşılık, henüz güçlü bir anti-emperyalist, demokratik eylem ve geleneğe sahip değildir. Son otuz yıllık süreçte, iki devrimci yükseliş döneminde -gerek 1965-'71 gerekse 1974-'80 dönemlerinde- işçi sınıfının ve kentlerdeki devrimci hareketlerin gelişimiyle yüzlerini belirli ölçülerde devrime dönmüşlerse de, bu kesimler, bugün için ilerici bir hareketlilikten önemli ölçüde uzaktırlar ve yedeklenmeleri şimdilik zayıf bir olasılıktır. Aksine bu kesimler, bugün önemli ölçüde gericiliğin her türünün oy deposudurlar ve daha kötüsü, faşist diktatörlüğün ırkçı ve şeriatçı faşist güçler eliyle kışkırttığı Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Şeriatçı-Laik vb. renkler taşıyan iç savaş girişiminin önemli bir yedek gücü olma riskini taşımaktadır. Stratejimizin en önemli zaaf noktalarından birisi budur ve bu zaaf noktasını devrimci eylemin ve taktiğin stratejiyi güçlendirici etkisiyle aşmanın biçimlerini bulmak gereklidir. Bu biçim, kentlerdeki devrimci eylemi daha da güçlendirmekte ifadesini bulmaktadır." (sf. 71)
"Son otuz yıllık süreçte, stratejiye konu olan bu toplumsal güçlere yeni güçler, dolaysız yedekler eklenmiş ya da bu doğrultuda yeni potansiyeller oluşturulmuştur.
"Ulusal ve dinsel/mezhepsel azınlıklar, bu yeni güçlerin başında gelmektedir. Ezilen, baskı altında tutulan bir mezhep olarak Alevilerin, her iki devrimci yükseliş boyunca ilerici bir rol oynadıkları ve bu yüzden faşizmin ve gericiliğin boy hedefi haline geldikleri açık olmak yanısıra, bugün de esasen demokratik bir temel üzerinde güçlerini topladıkları görülmektedir. Bu hareket güçlü tarihsel köklere sahiptir ve Alevi kitlelerinin tüm bir anti-emperyalist demokratik devrim boyunca ileri bir rol oynayacakları açıktır." (sf. 72)
"Anadolu topraklarında yüzyıllar boyu hakim olmuş ve bugünlere dek gelmiş dinsel/mezhepsel ayrılıklar ve bunun yarattığı karşılıklı ön yargılar da, sınıf mücadelesinin gelişimini frenleyen önemli bir etkendir. Tarihsel kökleri bulunan Alevi-Sünni karşıtlığı, bugün laik-şeriatçı karşıtlığıyla da birleşerek önemli bir toplumsal ve siyasal bölüntü meydana getirmektedir. Faşist diktatörlük bunu Türk-Kürt karşıtlığıyla da birleştirerek, ulusal hareketi ve toplumsal muhalefeti bastırmaya, bunu başaramadığında da bir iç savaş yoluyla ezmeye çalışmaktadır. Anadolu'nun orta kısımlarındaki geniş bir alan, bugün kontgerillanın bu yönlü faaliyetinin odağı durumundadır. Kontrgerillanın kurmaya çalıştığı Türk-Sünni-Şeriatçı hattın güçlü tarihsel, toplumsal, kültürel ve siyasal kökleri olduğu, stratejimiz tarafından hesaba katılmalı; özellikle de devrimimizin olası gelişme çizgisi saptanırken bu unsura dikkat edilmelidir." (sf. 76)
"Örgütsel planın stratejik planımızın ilk aşamasını teşkil ettiği tespiti ile aynı anlama gelmek üzere stratejik planımızın öncelikli hedefi, işçi sınıfı içinde gerçek bir çekim merkezi haline gelmek, komünist partisini inşa etmek, devrimci bir işçi hareketi yaratmaktır. İlk öncelik budur. Stratejinin diğer tüm sorunlarını ancak buna bağlı olarak çözümleyebiliriz.
"Kürt ulusal devrimine ilişkin görevlerimizin sadece kelimenin dar anlamıyla bir yedekleme sorunu olmadığı, bunun da içinde yeraldığı daha genel bir sorun olarak, başlamış bulunan, fakat dengesiz ve bölgesel bir biçimde gelişen anti-emperyalist demokratik devrimimizi ilerletmek, Batı'ya taşımak, yaygınlaştırmak ve başına geçerek zafere ulaştırmak sorunudur. Zira Kürt ulusal devrimi, anti-emperyalist demokratik devrimimizin Kürt ulusal sorunundan patlayarak gelişmesinin somut bir biçimi ve temel bir bileşenidir." (sf. 79)
"Bu çerçevede ve yukarıdan beri yapılan sıralamaya bağlı olarak, başta Aleviler olmak üzere dinsel azınlıkların ve Anadolu'da yaşayan tüm ulusal azınlıkların, bugünkü rejimin baskısını doğrudan yaşadıkları ve önemli bir demokratik potansiyel taşıdıkları görülmeli; bu potansiyeli devrim lehinde savaşa katabilmek için özel bir çaba harcanmalıdır.
"Aleviler bakımından bunun zaten güçlü bir temeli vardır. Osmanlı dönemi deneyleri kadar, son 30 yılın devrimci tecrübesi de, bu kesimin ilerici bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Dahası, Aleviliğe, sadece dinsel (mezhepci) bir azınlık ve bunun yarattığı demokratik tepkinin temsilciliği olarak bakılamaz. Alevilik aynı zamanda, tüm tarih boyunca halk hareketlerinin Anadolu'daki en yaygın ve somut biçimi olmuştur. Bunun yarattığı ilerici bir gelenek söz konusudur. Her ne kadar cumhuriyetle birlikte ilan edilen laiklik, Alevileri reformcu bir hareketsizliğe ittiyse de özellikle '70'li yıllarda sivil faşistlerin Alevilere karşı giriştiği katliamlar ve devletin kışkırttığı Alevi-Sünni çatışması, bu kesimin örgütlenmesine ve mücadele etmesine yol açmıştır. Hiç kuşkusuz, bu dönemde Alevi potansiyelin devrimci hareketin geneli içinde bir ifade biçimi olmasına rağmen, 1980 sonrasında bir çok faktörün bir sonucu olarak, özgül demokratik bir Alevi hareketinin geliştiğini söylemek gereklidir. '80'li yıllarda bir yandan Aleviliği yedeklemeye çalışan faşist diktatörlük öte yandan da, ulusal hareket ve toplumsal muhalefetle baş edemeyince klasik oyununu yeniden devreye sokmuş ve ırkçı-şeriatçı sivil faşist güçler eliyle yeni katliamlara ve Alevi-Sünni kışkırtmasına girişmiştir. Sivas katliamı, Alevilerin yeniden toparlanmasına, örgütlenme çabalarını geliştirmelerine ve hatta yer yer silahlanma eğilimine girmelerine yol açmıştır. Alevi hareketi içinde mücadele edilmesi gereken gerici, devletle uzlaşmacı bir eğilim de bulunduğu açık olmasına rağmen, bu hareketin esasen ilerici bir eğilim taşıdığı kuşkusuzdur. Stratejik ve taktik önderliğin bu eğilimlerden yararlanması gereklidir." (Birlik Kongresi Belgeleri Sf. 83-84)
Bu analizlerden sonra devrimin gelişim çizgisi bakımından diğer şeylerin yanısıra özellikle şu önemli sonuçlar çıkarılıyor:
"Strateji, aynı zamanda düşmanın ve proletaryanın genel davranış özelliklerini, bu güçlere savaşın gidişine ve bizatihi savaş alanının kendisine etki edebilecek maddi, manevi, lehte olduğu kadar aleyhte, bilinebilir tüm unsurları hesaba katarak hangi ana hatta yürüyeceğini belirleyebilir. Stratejik önderlik bu hattı döşemekle yükümlüdür. Devrimin olası gelişme çizgisi denilen şey de, zaten budur. Bu faaliyetin, hiçbir iniş ve çıkıştan, acil ve güncel gelişmeden etkilenmeyecek, uzun vadeli ve nihai çarpışmayı ilgilendiren genel yönleri bulunduğu gibi; doğrudan iniş ve çıkışlara, tek tek muharebelere bağlı olarak taktik tarafından gerçekleştirilecek ve güçlendirilecek yönleri de mevcuttur. Dahası, strateji yine nesnel ve öznel bir dizi verinin ışığında, bütün savunma ve saldırılardan, tek tek çarpışma ve kuşatmalardan sonra gelecek nihai çarpışmayı -ayaklanmayı- görmek, buna göre hazırlanmak ve buna varıncaya kadar yaşanacak tüm gelişmeleri bu yöne doğru kanalize etmeye çalışmakla da görevlidir.
"... Bu genel hatları şu biçimde özetlemek mümkündür: Birincisi, Türkiye'yi anti-emperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun, burjuvazi-proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve siyasal karşıtlıklar yanısıra, fakat bunlardan daha çok, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişeceğidir. Kürt ulusunun faşist diktatörlüğe karşı açık mücadelesi olarak Kürt ulusal devriminin gelişimi -ki bu gelişim, Kürt ulusunu da kendi içinde hainler ve yurtseverler olarak bölmüştür- bugün Türkiye'yi hızla bu kavşağa doğru götürmektedir. İkincisi, devrimin kaderini tayin edecek nihai çarpışmalar kentlerde verilecektir. Kentlerin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaşamdaki yeri kadar, Türkiye'deki mücadele geleneklerinin kendisi de, kentlerin esas ve belirleyici bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Kürt ulusal devriminin bugün ulaştığı denge aşamasında takılıp kalması ve Kürdistan ölçeğinde bile devrimi ilerletmenin yolunun kentlerden geçtiğinin görülmesi de bu gerçeğin bir başka ifadesidir. Kentlerin bu rolü, devrimci proletaryaya, nihai bir saldırı için, topyekün bir kent ayaklanmasına hazırlanma görevi yüklemektedir. Bunu öngörmek, bugünden kentleri ve kentsel ayaklanmaları esas alan bir hatta örgütlenmemiz ve ilerlememiz gerektiğini de ortaya koymaktadır. Üçüncüsü, fakat ne bu ayaklanma tek bir çarpışmadan ibaret olacaktır, ne de gelişme düz bir çizgi izleyecektir. Kürt ulusal devriminin bugünden kanıtladığı gibi, devrimin dengesiz biçimlerde gelişmesi, bir çok ayaklanma ve iç savaşlardan, bunlar arasındaki "nefes molaları"ndan vb. geçerek gelişmesi, güçlü bir olasılıktır. Bu nedenle de devrimimizin nispeten uzun süreli bir karakter taşıyacağını şimdiden söyleyebiliriz.
"Devrimin belli başlı bazı özgün karşıtlıkları üzerinde iç savaşlar serisi halinde ve nispeten uzunca bir zaman dilimine yayılarak gelişmesi, dengesiz bazı özellikler göstermesi, özellikle Batı'da merkezlerden çevrelere doğru bir gelişme eğrisi çizmesini belirleyen başkaca faktörler de söz konusudur. En başta, Alevi-Sünni, laik-şeriatçı, Türk-Kürt vb. karşıtlıklar, devrime olduğu kadar karşı-devrime de önemli yedekler sunmakta; bu da karşı-devrimin, bu yedeklerle nispeten uzun süre manevra yapabilmesini ve güçleri dengede tutabilmesini sağlayıcı bir faktör oluşturmaktadır. Özellikle de Anadolu'nun tahıl ambarı olma özelliği taşıyan genişçe bir bölgesinin uzunca bir süre gericiliğin cephe gerisi olması güçlü bir olasılıktır. Aynı şekilde, faşist ordunun sayısal ve askeri gücü kadar, Kürdistan'da gerilla savaşımı konusunda edindiği deneyimleri, artan savaş kabiliyetini vb. de savaşı uzatıcı bir faktör olarak düşünmek gereklidir. Ve nihayet, bugünkü emperyalistler arası çelişkiler, bölgesel karşıtlıklar devam ettiği sürece, Anadolu'nun jeo-stratejisinin de savaşı uzatıcı bir rol oynayacağı düşünülmelidir. Zira, bu koşullar altında, hem emperyalistlerin birbiriyle rekabetinin birbirleri aleyhine bu savaşa müdahale çabaları, hem de devrim güç dengelerini bozmaya başladığında emperyalizmin müdahalelerini açık bir işgale dönüştürme olasılığı nedeniyle -ki bu koşullarda bölge ülkelerinde durumun kendisi büyük önem kazanır- savaşın daha da uzaması ve genişlemesi güçlü bir olasılıktır. Bugün emperyalizmin Kürt ulusal devrimi karşısındaki pozisyonu açıktır ve bu devrimin Batı'ya taşınarak yaygınlaşması durumunda olacaklara/olabileceklere ışık tutmaktadır." (Birlik Kongresi Belgeleri Sf.90-91)
Anlama kabiliyetini yitirmeyen herkes için söylenenler açıktır. Fakat ÖD yazarları farklı düşünüyorlar. Düşünsel etkinlik emek ve çaba gerektiren, çok ciddi ve sorumluluk isteyen bir iştir. Birlik Kongresi Belgeleri'ni okuma zahmetine katlanmadıkları her hallerinden belli olan ÖD yazarları, bunları özellikle dikkate almalıdır. Okurun rahatca kıyaslaması ve "doğruları" bulabilmesi için, bütün katlanılmazlığına karşın, ÖD'nin yazdıklarını genişçe aktaracağız.
"Emekçi Sınıfların Çatışmasından 'Devrim' Beklentisi Ya Da Türkiye Devriminin 'Atılım'cı Yolu!"
"Bütün bu (devrimci Gazi kastediliyor –PD) gelişmelerin 'Atılım'ca yorumu ise, kendi 'öngörüleri'nin 'doğrulandığı'dır! Övünerek sundukları tespitleri şöyle; "Kuruluş Kongremizin inşa ettiği stratejinin öngördüğü ve dikkat çektiği, devrimimizin bariz dengesiz gelişeceği öngörüsünü devrimci Gazi deneyimi bütünüyle doğrulamıştır. MLKP-K Kongre Belgeleri'nde devrimin olası gelişme çizgisi şöyle konmaktadır; 'Birincisi, Türkiye'yi anti-emperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek yolun, burjuvazi ve proleterya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve sosyal karşıtlıklar yanısıra, fakat bundan daha çok Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişecektir..." (8-15 Nisan 95 tarihli 27 Sayılı Atılım Gazetesi, Aktaran ÖD. aç PD.)
"Proletarya ve emekçi kitlelere 'komünist öncü' diye sunulmaya çalışılan MLKP-K'nın Kongre'sinde 'devrimin olası gelişme çizgisi' işte böyle çiziliyor. Ve bu tahlil sahipleri kendilerini komünist olarak reklam ederlerken, en küçük bir sıkıntı duymadan proletaryanın devrimci-komünist partisini, liberallik ve yasalcılıkla suçlayabiliyorlar. (aç-ÖD)
"Toplumsal çelişkilerin devrimci ele alınışı, sürecin devrimci çözümü içindir. Çelişki iki kutupludur ve kutuplardan birinde devrimin güçleri bulunur. Örneğin, kapitalist toplumun temel çelişmesi olan emek-sermaye ya da bunun siyasal sınıfsal plandaki ifadesi olan, proletarya-burjuvazi çelişmesinde durum budur..."
"Devrimin teorisinden ve proletaryanın uluslararası mücadele pratiğinden az çok öğrenmesini bilen herkesin kolaylıkla görebileceği gibi, MLKP-K belgelerinde çelişmenin devrimci olmayan yorumuyla karşı karşıyayız. Keskin slogancılığın altından, üç-dünyacı sağ oportünizm başını uzatıyor. Türkiye toplumunun devrimci tahlilinde, 'Alevi-Sünni, Kürt-Türk' çelişkisinden söz etmek, burjuvaziyle proletaryayı aynı kampa dahil etmek burjuvazinin bir potada eritme(!) anlayışını ele verir. Burada burjuvazinin 'Alevi-Sünni' ya da 'Türk-Kürt' çelişkisi yaratarak, toplumu sınıf uzlaşmazlığı temelinde değişimini geciktirmeye ya da engelleme taktiği değil, (Buna inanalım mı? Gerçekten böyle mi?) toplumsal gelişmenin hangi çelişkiler temelinde olacağı ele alınıyor.
"Kullanmayı sevdikleri tasfiyeci tanımını fazlasıyla hak eden bu oportünist 'gürültücü grup' şeflerinin mantığına bakılırsa 'Alevi-Sünni çelişkisi'nin devrimci kutbunda, Alevi mezhebinden burjuvazi, emekçiler ve proletarya birlikte yer alıyor! 'Türk-Kürt çelişkisi'nde de, Kürtler topluca ilerici-devrimci, Türkler de tüm sınıflarıyla gerici, karşı-devrimci(!) ilan edilmiş oluyorlar. Burada sınıf tahliliyle değil, sınıfların mezhep ve milliyet kategorileri içinde 'uyumu' teorisiyle karşı karşıyayız. Aydınlık oportünizminin ideolojik platformu üzerinde bulunanların, ona küfretmelerinin bir işe yaramayacağı bir kez daha açıklık kazanıyor.
"Dikkatli bir okur, Türkiye'de 'Alevi-Sünni', 'Türk-Kürt', 'laik-şeriatçı' çelişkisinden en fazla sosyal demokratlar denilen, CHP-SHP çizgisindeki burjuva kesimlerin söz ettiğini, bu gibi kesimlerin burjuva-faşist ve gerici siyasal sistemi "laik devlet" propagandasıyla aklamaya ve sözde "şeriatçılığa karşı", aralarında, yukarıdaki satırların yazarlarının da yer almaktan kaçınmayacağını sandığımız (eğer, 'devrimin olası gelişme çizgisi', örneğin 'Alevi-Sünni' 'laik-şeriatçı' çatışması biçiminde olacaksa bu çelişmenin bir yanında yer almak zorunludur. Başka türlü devrimci olunamaz.) 'Laik bir cephe' yaratmaya çalışıyorlar. MLKP-K yazarları, komünizm adını lekelemek pahasına, 'laik-şeriatçı', 'Kürt-Türk' çatışmasını, demokratik devrime götürecek yol olarak görmektedirler. Bu anlayışın Gazi olayını onca abartmasının ve dahası, geri bilinçli kitlelerin de gerisine takılarak, laiklik adına farklı mezheplerden emekçilerin birbirlerine karşı saldırıya geçmelerini desteklemelerinin nedeni buradan kaynaklanıyor.
"MLKP-K teorisyenleri 'devrimi zafere götürecek yolun', yoruma yer bırakmayacak tarzda, (Çok doğru, "yoruma yer bırakmayacak tarzda", fakat bütün bunlar yorum değilse nedir? –PD) Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-şeriatçı çatışmasından geçtiğini söylüyorlar. Devrimci bir örgütün 'devrimci' niteliğinin tartışılır hale gelmesi için, çelişkinin bu tarz yorumu yeterli bir nedendir. Proletarya ve emekçilerin mezhep ve milliyet farkı temelinde çatışmasını, devrimin yararına görmek için, kişinin ya da kişilerin aklını yitirmesi gerekir." (ÖD 78 sf. 29-30-31 abç )
Birilerinin "aklını yitirme"se de öyle olmasına ramak kaldığı kesin. Bunun, Marksist-Leninist komünistlerin hedefi tam 12'den vuran, uzun süreli barışcıl hazırlık stratejisi ve tasfiyecilik eleştirilerinin yanısıra "birlik devrimi" ve "Gazi ayaklanması" gibi çok esaslı nedenleri var. Tahrif ve demagoji kesinkes zayıflığın, acizliğin sonucudur. Haklılığından, doğruluğundan emin ve başkalarını ikna edecek gerekçeleri olanların bu oportünist yöntemlere başvurduğu görülmemiştir. Başkalarından öğrenme ve yanılgılarını düzeltme yeteneği olanlar da böyle kirli, yüz kızartıcı ve düzeysiz yöntemlere tenezzül etmezler.
Okurun kolayca göreceği gibi, ÖD yazarları sabır ve irademizi esaslı bir sınava tabi tutuyorlar. Varsın olsun. Biz yine de devrimci bakımdan anlamlı ve kimbilir belki de, ÖD yazarlarının devrimci akıl ve "sol duyu"sunu uyandırabilecek bir tartışma yürütmenin daha çok işe yarayabileceğini düşünüyoruz.
Birinci soru şu; Anadolu coğrafyasında yüzyıllardır süregelen belirli tarihsel koşullarda oluşmuş "Alevi-Sünni" çelişkisi toplumsal bir gerçek midir, değil midir? Bu toplumsal gerçekten ne kaçarak, ne demagoji yaparak ve ne de bundan "en fazla sosyal demokrat denilen, CHP-SHP çizgisindeki burjuva kesimlerin söz ettiğini" belirterek kurtulabilirsiniz. İkinci olarak; Aleviler Osmanlı İmparatorluğu dahil, Anadolu'da yüzyıllardır ezilmekte midir? İster Osmanlı ister cumhuriyet döneminde olsun, Alevilik, Sünni mezhebiyle özdeşleşen devlet (her iki dönemde de devlet Sünni mezhebini kendince yorumlamıştır, resmi, devlet dini olarak uygulatmıştır. Cumhuriyetin laikliği de bu kapsamdadır.) tarafından baskı altında tutulmuş, ezilmiş, katliamlara maruz kalmıştır. Diğer yandan tarihin belli dönemlerinde Anadolu'da köylülüğün yerel ve merkezi otoriteye başkaldırısının ideolojisi olmuştur Alevilik. Sünni-Alevi çelişkisi toplumsal bir gerçektir ve kökleri tarihin derinliklerindedir. MLKP-K iradeye vurgu yapmaktadır. Ama haddini de biliyor; kendinde durup dururken Sünni-Alevi çelişkisi ve kutuplaşması yaratacak yüzyıllık tarihin gücünü görmüyor. Fakat bu tarihi hiçe sayarak, yaşadıkları toprakların gerçeklerinden bi haber gibi demagoji yapanlara ne demeli?
Devam edelim. Demek ki birinci veri, Alevi-Sünni kutuplaşması toplumsal bir gerçektir. İkinci veri, cumhuriyetin laikliği, "doğrudan doğruya devletin finanse ettiği, Diyanet İşleri Teşkilatı aracılığıyla dayattığı, Sünni mezhebinin 'devletlü' yorumuna dayanan bir çeşit devlet dini olarak 'laiklik', devleti yönlendiren temel ilkelerden birisi"dir. (Birlik Kongresi Belgeleri s. 39) Demek ki Alevi mezhebi devlet tarafından resmen tanınmamakta ve sayısız biçimlerde baskı altında tutulmaktadır. Üçüncü olarak, gerek Osmanlılarda ve gerekse Osmanlı'nın devlet yönetme birikiminin mirasçısı cumhuriyet döneminde egemen sınıfların baskı ve yönetim aygıtı olarak devletin, böl ve yönet politikasını daima uyguladığı, akla gelmeyecek yöntemlere ve oyunlara başvurduğu bilinmektedir. Cumhuriyet döneminde devlet, "laiklik" paradigmasıyla Aleviliği asimile etme (Sünniliği de çağın-burjuva gelişmenin koşullarına uyarlama) yolundan "ulusal birliği" sağlamaya çalışmıştır. Bununla birlikte çıkarları gerektiğinde Alevi-Sünni bölünmesini kışkırtmış, bu tarihsel çelişmeyi keskinleştirerek halk arasında mezhepsel kutuplaşmayı derinleştirmekten kaçınmamıştır. Bu, burjuvazinin hiç de ulusal olmayan yönetme tarzıdır. Devlet, bölme yöntemlerine yer yer açıkça başvursa da, genellikle ve kural olarak gizli ve dolaylı yöntemler kullanmaktadır. Bu, yığınlar karşısında masumiyetini korumak için gereksinim duyduğu kadar; ve hatta ondan daha da çok amacına ulaşmak için gerekli ve zorunludur. Önce Alevi-Sünni kutuplaşması kışkırtılır, bu kontrollü, denetimli bir çabadır; sonra kıvamına getirildiğinde müdahale edilir. Devlet düzeni sağlayan, kan dökülmesini önleyen, can ve mal güvenliğini sağlayan "baba" rolüne girer! Devlet, Alevi-Sünni kutuplaşmasını özellikle devrimci gelişmenin önünü kesmek, farklı bir yöne kanalize etmek ihtiyacı duyduğunda kullanmaktadır. Özellikle son 5-10 yıllık dönemde, Kürdistan'daki ulusal kurtuluşçu devrimi bölmek için buna ihtiyaç duymuştur. '75-'80 döneminde ise anti-faşist devrimci gelişmenin önünü kesmek için kullandı. "Laik-şeriatçı" kutuplaşmasını geliştirmeye çalışan devlet; günümüzde, radikal islami hareketleri denetimi altında tutabilmek için ihtiyaç duyuyor. Devlet kendi denetimi dışına çıkan veya çıkmaya yönelen toplumsal bir akım oluştu mu, onun karşısına onu dengeleyebilecek karşıt bir akım çıkarıyor. Toplumsal bölünmelerle oynuyor, kendine stratejik yedekler yaratmak ve taktik manevralar yapmak için kullanıyor. Bilginiz olsun diye burada yazalım; İstanbul'da yapılan sorgulamalar, sorgucu polis şeflerinin açıklamaları genel olarak Alevilerin değil, devletin değerlendirmelerine göre özel olarak 5 milyon civarında Alevinin, hizaya getirilmesinin gerekli olduğunun planlandığını ortaya koyuyor. Bu, genel olarak Aleviler hedeflenmeden başarılamaz. Acaba devlet buna neden ihtiyaç duyuyor?
MLKP-K Belgeleri'nde vurgulanan demokratik Alevi hareketi bunu açıklamaya yetiyor. Soruyoruz; demokratik Alevi hareketi toplumsal/sınıfsal bir gerçek midir? Demokratik Alevi hareketi (ÖD yazarları bir inanç sistemi, dinsel bir mezhep olarak Alevilik değil de, var olan toplumsal ve siyasal bir hareketten söz ettiğimizi herhalde anlıyorlardır), değişik toplumsal sınıfların oluşturduğu heterojen sosyal yapısı nedeniyle iki değişik eğilim biçiminde bölünüyor. Alevi burjuvaları -böyle bir sınıf olmadığı kesin, ama Alevi burjuvaları olduğu da bir o kadar kesin- hareketi devletle uzlaşma; diyanetten masa kapma, devlet desteğinden yararlanma vb. gerici bir çizgiyi sokmaya çalışıyor. Ama hareketin ana kitlesini oluşturan kent emekçileri, devletle mesafeyi açma çizgisinde ilerici radikal bir yönde yürüyor. Marksist-Leninist komünistler Alevi hareketinin demokratik muhtevasını vurguluyor, Alevi burjuvalarının devletle uzlaşma çizgisini tecrit etmeye/etkisizleştirmeye çalışıyor ve demokratik ilerici Alevi hareketini destekliyorlar. Demokratik, ilerici Alevi hareketinin Sünni halka yönelmediği açıktır; bu bir. Demokratik ilerici Alevi hareketinin desteklenmesini Alevi-Sünni çelişkisini kışkırtmakla, Sünni emekçilere ve halka karşı Alevilerin yanında yer almakla vb. bir ilgisi yoktur. Bu tür iddiaları ancak demagojide bütün sınırları aşma, bütün rekorları kırma güç ve cüretini kendisinde görenler ileri sürebilirler; bu da iki. Üçüncüsü; Marksist-Leninist komünistler, ilerici Alevi hareketini desteklerken Alevi işçi ve emekçileri burjuvaziyi alaşağı etmek, kapitalist sömürüyü tarihin mezarlığına gömmek, sosyalizm ve toplumsal kurtuluş için kendi sınıf partisinde örgütlenmeye ve mücadele etmeye çağırmaktadırlar. Sünni işçi ve emekçilere yaptıkları çağrı da aynıdır; kaldı ki bununla da sınırlı değildir, Sünni işçi ve emekçiler, Aleviler için olduğu gibi bütün dinsel topluluklara yönelen ayrıcalıklara, aşağılama ve baskılara karşı çıkmak zorundadırlar.
Devam edelim: Sünni-Alevi kutuplaşmasını yalnızca devlet değil, istisnasız bütün burjuva partiler siyasi amaçlarla kullanıyorlar. Fakat şovenist ve şeriatçı faşist akımlar, nüfusun büyük bölümünü oluşturan Sünniler arasında siyasal bir taban yaratmak için halk arasında Alevi düşmanlığını yayıyor ve kışkırtıyorlar. Bunların devletle ve onun illegal vurucu gücü kontrgerillayla sıkı ilişki içinde olduklarını ve hatta dizginlerinin kontrgerillanın elinde olduğunu ÖD yazarlarına hatırlatmak zorunda kalmamız gerçekten dramatik değil midir? Alevi halkın devlet tarafından yönlendirilen ırkçı ve şeriatçı güçlerin katliamlarına karşı kendini savunma gibi sorunu yok mudur? Evet, ırkçı ve şeriatçı faşist katliam girişimleri karşısında Marksist-Leninist komünistler, '80 öncesinde Erzincan'da, Maraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta olduğu gibi duraksamadan fakat bu defa her bakımdan çok daha hazırlıklı ve donanımlı olarak Alevi halkın yanında yer alacaklardır. Kaldı ki, ırkçı ya da şeriatçı güçlere karşı, durum gerektirdiğinde bu tür saldırılardan caydıracak, etkili vuruşlar yapmak da dışlanamaz.
Ayrıca belirtilmelidir ki, ırkçı ve şeriatçı faşist hareketi devlet, '65-'71 ve '75-'80 döneminde olduğu gibi yeni bir devrimci atılımın karşısına dikecektir. Kürdistan'da bu yaşanmaktadır. Batı'da da gündemdedir. Her yerde, özellikle ırkçı faşistler açıkça iç savaşa hazırlanıyorlar. Bazı bölgelerde MHP ya da Ülkü Ocakları binalarının etrafını, tıpkı askeri garnizonlar/karakollar gibi kum torbalarıyla tahkim edildiğini biliyor musunuz? MHP-Ülkü Ocağı binalarının müstahkem mevkilerde, semt ve bölgeyi kontrole en uygun alanlarda, genellikle üst katlarda vb. olması dikkatinizi çekmiyor mu? Şu İstanbul sokaklarının uydurma MHP'li "seyyarlar" tarafından istila edilerek, örümcek ağı gibi şehrin bütün dokularını sarmalarının, MHP ve kontrgerilla stratejileri bakımından hiçbir özgül siyasi anlamı yok mudur? Komünistlerin, devrimcilerin bütün bunlara karşı devrimci stratejisi nedir, ne olmalıdır? Yapılması gereken, uzun süreli barışçıl hazırlık, propaganda-ajitasyon ve aydınlatma yoluyla kitleleri bilinçlendirme, ırkçı, şeriatçı güçleri teşhirden mi ibarettir?
ÖD yazarları, MLKP-K'nın "laiklik adına" parmağını bile kıpırdatmadığını görmüyorlar mı, bu kadar mı görme ve anlama yeteneklerini kaybettiler? MLKP-K asgari programı;
"30- Din işleriyle devlet işleri birbirinden kesin olarak ayrılacak, diyanet işleri teşkilatı lağvedilecek, başta Aleviler olmak üzere dinsel azınlıklar üzerindeki baskılara son verilecek, dinin kişisel bir sorun olduğu ilan edilecek, inananların ve inanmayanların inanç özgürlüğü güvenceye alınacaktır." (B.K.B. Sf. 54) diyerek cumhuriyet tarihi boyunca yerleşik laiklik kavramıyla kendi arasına açık, kesin ve berrak bir sınır çiziyor. Egemen laiklik kavramı, egemen sınıfın çıkarları tarafından belirlenmiş, burjuva ideolojisinin özgül ulusal biçimi olan kemalizmin köşe taşlarından birisidir. Öyle ki, bugün bile laiklik kavramı ilerici, anti-faşist yığınlarla devlet arasında bir köprü oluşturmakta, ilerici yığınların devlete yedeklenmesini getirmektedir. Devletle yığınlar arasındaki bütün ideolojik ve politik köprülere, bağlara olduğu gibi laiklik sloganına da, devrimci proletarya var gücüyle saldırmalıdır. Marksist-Leninist komünistlerin "laiklik adına farklı mezheplerden emekçilerin birbirine karşı saldırıya geçmelerini destekle"dikleri kanıtlanmaz bir iddia olduğu gibi, ÖD yazarlarının ifadesiyle "aklını yitirme"ktir; iddialarını kanıtlarla doğrulamayanların hangi sıfatları hak ettiğini de ayrıca belirtmek gerekmez.
Devam edelim. ÖD'nin bilgiç yazarlarına soruyoruz: "Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-şeriatçı" çelişki ve kutuplaşması, Türkiye ve Kürdistan'ın bugün, sosyal ve siyasal gerçekleri midir; değil midir? Yoldaşlar, bunları, MLKP-K icat etmedi, yaratmadı; o, sadece bir veri olarak kabul etti. Burjuvazi ve faşist diktatörlüğün bunları kendi strateji ve taktikleri bakımından nasıl kullandığını analiz etti. Devrimin gelişim çizgisi ve devrimci strateji bakımından değerlendirdi vb.
Yine soruyoruz; devletin Sünni-Alevi, Türk-Kürt, laik-şeriatçı çatışması yaratma politikası yok mu? Bunlar, devletin, ırkçı ve şeriatçı faşist güçlerin iç savaş politikaları değil mi? Ve bu iç savaş taktikleri, devrimci gelişmeyi, toplumun siyasal/sınıfsal bir temelde bölünmesini önlemeyi, komünist ve devrimci kuvvetleri ezmeyi amaçlamıyor mu?
Arkadaşlar, sizin basiretiniz bağlanmış inanılmaz bir siyasi ilgisizlik, vurdumduymazlık ve evet gaflet içerisine yuvarlandığınızı acı çekerek izliyoruz ve bu bizim devrimci vicdanımızı sızlatıyor, Marksist-Leninist bilincimizi isyan ettiriyor. Ama nedenlerini de biliyoruz.
Devam edelim: İçinde yaşadığımız son 30 yıllık tarih size ne öğretiyor? Siz, yaşadığımız coğrafyada, devrimci gelişmenin salt emek-sermaye, proletarya-burjuvazi çelişmesinden kaynaklanan çatışma ve mücadele biçimleri olarak mı ilerleyeceğini zannediyorsunuz? Biz, MLKP-K'ya yönelttiğiniz eleştirilerden böyle bir izlenim edindik. Yanılıyor muyuz? Faşist diktatörlüğün, Kürt ulusal kurtuluşçu devrimini ezme çabalarının, her yerde kışkırtılan ve tırmandırılan Türk şovenizminin, o arada PKK'nin bir kısım amaçsız, sonuçları hesaplanmamış eylemlerinin de yardımıyla, bir Türk-Kürt çatışmasının eşiğine getirdiğini görmüyor musunuz? Faşist diktatörlük ve onunla koordine içinde, ırkçı faşist güçler MHP-Ülkü Ocakları ve BBP-Nizam-ı Alem Ocakları Batı'da Kürtlere yönelik saldırı ve katliamlar düzenlediklerinde -bu çok uzak bir olasılık mı!- ne olacak? Türkeş gerekirse kan dökmekten çekinmeyiz derken bugünkünden daha fazla neyi kastediyor dersiniz, Türkiye'nin "bolşevik partisi"nasıl bir politikayla -politika laf üretmek olmadığına göre- karşı duracak?
"Türk-Kürt çatışması" esas olarak, faşist diktatörlük ve yedeğindeki ırkçı-faşist sivil güçlerle Kürt halkı arasında (ve daha çok da tek yanlı bir tarzda Kürtlere saldırı) biçiminde olacağına göre, bu devrimci proletaryanın bağımsız devrimci bir politika izlemekte o kadar çok zorlanacağı bir sorun mudur?
"Eğer' diyor ÖD yazarı, "devrimin olası gelişme çizgisi, örneğin 'Alevi-Sünni' ya da 'laik-şeriatçı' çatışması biçiminde olacaksa, bu çelişmenin bir yanında yer almak zorunludur. Başka türlü devrimci olunmaz". Eğer, TDKP ve ÖD yazarları, gündemde olanın ya da devrimimizin ilk adımının anti-emperyalist, demokratik devrim olduğu düşüncesinden vazgeçerek, hemen ve doğrudan "saf" bir proleter devrim, diğer bir ifade ile sosyalist devrim olduğu yönünde düşünmeye başlamadılarsa, (yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ÖD'nin tartışma konusu yaptığımız bu yazısı özellikle de, devrimin gelişim çizgisine dair MLKP-K'ya yönelttikleri itiraz ve "eleştiriler" böyle bir izlenim uyandırıyor) ve yine örgüt ve mücadele biçimleri sorunlarında Marksizm-Leninizmin devrimci özüne sadık kalırlarsa bu sorunların analizinde olduğu gibi, devrimci proletaryanın bu sorunlarda yürüteceği politikalarda da kolaylıkla ortak sonuçlara gidebilir, düşünce birliğine ulaşılabilir.
Türkiye'nin anti-emperyalist demokratik devrim aşamasında olması devrimci gelişmenin salt emek-sermaye, proletarya-burjuvazi karşıtlığı çerçevesinde açıklanamayacağı anlamına gelmektedir. Kürdistan'da patlak veren ulusal kurtuluşcu devrim bunu doğrulamaktadır. Demokratik Alevi hareketi aynı şeyi doğrulamaktadır. İnsan hakları mücadeleleri, aydın girişimleri bunu doğrulamaktadır. Bu ülkede, siyasal gündemin merkezinde –şu anki konjonktür anlamında değil, son yarım yüzyıllık dönem boyunca– politik özgürlük sorunu durmaktadır. Bu işçi sınıfı bakımından böyle olduğu gibi, kır ve kent emekçileri ve genel olarak küçük burjuva yığınlar, gençlik, kadınlar, aydınlar, emekçi memur yığınları bakımından da böyledir. Kürt ulusu ve baskı altında tutulan ulusal ve dinsel topluluklar için de durum aynıdır. Emperyalist baskı ve sömürüyü, sayısız toplumsal sorun, çelişki ve çatışmayı bir kenara atarak, devrimci gelişmeyi yalın bir emek-sermaye, proletarya-burjuvazi karşıtlığı içinde izah etmek anlamak ve açıklamak olanaksız olduğu gibi, Marksizm-Leninizmle bağdaşır bir yanı da yoktur. Fakat yukarıda ifade ettiğimiz izlenime, biz de "sol hareket"in tarihsel bir gerçeğini eklemeliyiz. Son 30 yılda milliyetçi sosyalizmin -burjuva sosyalizminin piri kabul edebileceğimiz Aybar'ı saklı tutarsak- açık particiliğe ve uzun süreli barışcıl hazırlık stratejisine yönelenlerin bu yönelimlerinin yalın bir emek-sermaye, burjuvazi-proletarya karşıtlığına dayanan sosyalist devrim platformuna meyletmeyle de el ele gittiğidir. Acaba, yine mi benzer bir durumla karşı karşıyayız? Aynı yazgıyı paylaşmaya mı yöneliyor TDKP? Acaba!
Fırtınalı "gürültü"ler koparmaya gerek yok. Eğer, Türkiye'de devrimci gelişmenin izleyeceği seyir hakkında, hareket tarzınızda veri olarak alacağınız ve proletaryayı ona göre hazırlayacağınız somut bir öngörünüz varsa bunu açıklayın. Bakın MLKP-K, şimdiden devrimin nisbeten uzun süreli bir karakter taşıyacağını öngörüyor. Temel ve belli başlı özgün karşıtlıklar, kutuplaşmalar üzerinde iç savaşlar serisi halinde, nisbeten uzunca bir zaman dilimine yayılarak gelişebileceğini, eşitsiz gelişeceğini, Batı'da merkezlerden çevreye doğru bir gelişme eğrisi çizeceğini söylüyor. Mücadelenin gelişimi ya bunları ıskartaya çıkaracak ya da doğrulayacak, düzelterek zenginleştirecektir. Asıl sorun devrimci gelişmenin seyri üzerine MLKP-K'nın öngörü ve analizleridir; ama ÖD yazarları demagoji ve hır çıkararak bunları tartışmaktan kaçıyorlar. Yoldaşlar, bırakın bu küçük-burjuva yöntemleri, vazgeçin kaçak dövüşmekten, düşünceleriniz varsa açık açık söyleyin, herkes bilsin. Yine soruyoruz, sizi oldukça sinirlendirdiği anlaşılan, TDKP'nin uzun süreli barışcıl hazırlık stratejisine yöneldiği eleştirisine niçin yanıt veremiyorsunuz? Eğer bu eleştiri gerçek dışıysa, niçin TDKP'nin gerçekleriyle yanıt veremiyorsunuz? Özellikle düşüncelerinizi açıklamaya kışkırtmak için vurguluyoruz, oportünist yönelimlerinizde suçüstü yakalandınız ve evet bunların altında ideolojik olarak ezildiniz. Şimdi, kendinizi güçlü gördüğünüzü sandığınız konularda saldırı düzenleyerek, ideolojik bakımdan altında kaldığınız eleştirilerin yarattığı etkiyi, yatıştırmaya çalışıyorsunuz.
Soruyoruz; Kürdistan'da ulusal kurtuluşçu bir devrim yaşandığı gerçeğini reddetmenize rağmen, çünkü burada bunun bir önemi yok, hiç değilse Türk devletinin sınırları içinde en azından Kürdistan'da bir savaş, (ister iç savaş deyin, ister ulusal kurtuluşçu savaş deyin) sürmüyor mu?
Soruyoruz; Gazi'de yaşanan, bir iç savaş görüntüsünün kendisi değil mi? İstanbul'da, 13-14-15 Mart'ta yaşananlar için de aynı şey geçerli değil mi?
Soruyoruz; Sivas'ta şeriatçı faşistlerin Madımak Oteli'ni ateşe verip, ilerici aydınları canlı canlı yakmaları bir iç savaş "parçası" değil mi?
Türkiye'de zaten süregiden bir iç savaşın olduğunu söylesek bu ne düzeyde bir abartma olur?
"Sünni-Alevi" çelişkisi üzerine ahkam kesip bilgiçlik taslayarak, sorunun kendisinden kaçıyorsunuz. Eğer bu ülkede yaşıyorsanız, bu sorulardan, bu sorunlardan kaçma şansınız yoktur. Son otuz-kırk yıllık tarihte ortaya çıkan sayısız veri, bu topraklarda uzun süreli barışcıl hazırlık stratejisinin geçersiz olduğunu sergiliyor. Gelin en iyisi siz bu iddianın geçersiz olduğunu gösterin, kanıtlarla doğrulayın!
Hayır, ÖD yazarları tasa etmesin kimsenin aklını kaçırdığı yok. Çılgınca devrimci düşler görüyoruz. Devrimin geleceğin bir sorunu değil, güncel bir sorun bundan da öte Kürdistan'da somut bir gerçek olduğu saplantısı içerisindeyiz. "Patlamalar", "sönmeler" varsa yangın da vardır! Batı'da da yer yer fırtına kopmaktadır. Uzun süreli barışcıl hazırlık stratejisi, yalın kat emek-sermaye, proletarya-burjuvazi çelişmesine dayanan bir devrim beklentisi sınanmış, ıskartaya çıkmış ham bir hayaldir. Bütün diğer çelişki ve çatışmalar, devrimin nispeten uzun süreli bir iç savaş yolundan ilerleyişi vb. ne olursa olsun anti-emperyalist demokratik devrimin zaferini, ve sonucu belirleyecek savaşı, elbette proletarya verecektir. Ama, birazcık Marksizm bilgisi olan herkes, Gazi halkının devletle çelişkisinin yol açtığı siyasi çatışmanın, ya da Kürt ulusal hareketinin gösterdiği gibi, proletarya-burjuvazi çelişmesi diğer bir dizi toplumsal çelişmeye göre bugün siyasal düzeyde daha keskin değildir. Marksizm adına hareket eden her kim ki, buradan kalkarak, asıl güçlerini proletaryaya yöneltmezse, proletaryayı stratejisinin merkezine koymazsa kaçınılmaz olarak halkçılığın ve küçük burjuva sosyalizminin çukuruna yuvarlanır. Ama Lenin'in Ne Yapmalı'da açık seçik belirttiği gibi, acil özgürlük ve demokrasi sorunlarına ilgisiz kalanlar, sırtını dönenler, ağzıyla kuş tutsalar bile Marksizm-Leninizm ve devrimci sosyalizm mevzisinde kalamazlar. Teorik pozisyonları ne olursa olsun, politik oportünizme yuvarlanmaları kaçınılmazdır.
Proletarya ve emekçi yığınların devrimci birliğini kurmak, stratejik önderliğin temel bir sorunu ve görevidir. Tarih uluslar ve dinsel topluluklar üzerindeki boyunduruğun proletarya ve emekçi yığınların birliğini parçaladığına tanıklık etmektedir. Cumhuriyet döneminde egemen sınıfların, Türklük, laiklik vb. kemalist paradigmalarla tanımladığı fakat baskı ve zorbalıkla sağladığı "ulusal birlik" toplumun her kesiminde uyanan özgürlük özlemi depremiyle sarsılmış ve çatlamıştır. Cumhuriyetin geleneksel değerlerine sıkı sıkıya bağlı egemen sınıfın politika esnafı, asker ve sivil bürokrasisi, ölmüş atı kamçılayarak, 1.cumhuriyetin çerçevesinde "ulusal birliği" sömürgeci faşist zorbalıkla, baskı ve terörle toplumu sindirerek yeniden tesis etmek istiyor. Fakat egemen sınıf içinde bir başka eğilim daha var. YDH bunun önde gelen ve en sivri temsilcisidir. Burada esasen bunlar üzerinde değil, devrimci proletaryanın, bütün uluslardan, ulusal ve dinsel topluluklardan işçi sınıfı ve emekçi yığınların devrimci birliğini nasıl kurabileceği, bundan da öte, Kürt ulusunun ayrılmayı ya da birlikte yaşamayı tercih etmesinden ayrı olarak, devrimin "ulusal birliği" nasıl sağlayabileceğine değinmek istiyoruz. Çünkü Sünni-Alevi, Türk-Kürt kutuplaşması gibi özgürlük ve demokrasi yoksunluğunun yansımaları olan sorunların çözümüne yaklaşım bu sorularla bağıntılıdır. Marksizm-Leninizmin bu sorunların çözümü ve bu soruların yanıtı bakımından elimize verdiği anahtar tutarlı demokratizmdir. Tutarlı demokratizmin gerekleri ulusal sorunlarda olduğu kadar, ezilen, baskı gören inanç toplulukları bakımından da açıktır.
Türk ve Kürt işçisinin sınıfsal birliği ancak, ezen ulusun işçi sınıfı olarak Türk proletaryasının Kürt ulusunun varlığından başlayarak eksiksiz bütün ulusal haklarını kabul etmek yolundan, burjuva ideolojisi ve Türk şovenizminden kesinkes koparak, sınırların değişmesi sorununa yani "bölücülük tehlikesine" ilgisiz kalarak gerçekleşebilir. Bu ilk, temel ve zorunlu koşuldur. Tutarlı demokratizmin gereği diğer bütün ulusal topluluklar için de geçerlidir. Varlıklarının tanınması ve tam hak eşitliği. Tutarlı demokratizm kesinkes proletaryanın devrimci eyleminde yaşam bulmalıdır. Yani Kürt ulusu ve ulusal topluluklar, ulusal hakları için, egemen sınıfların faşist diktatörlüğünün baskı ve zorbalığına karşı koyabilmeli, özgürlük ve demokrasi savaşımının bayrağını taşımalıdır. Kürt ulusal kurtuluşçu harekete karşı ilgisizliğin devamı şovenizme hapsolmaktan ve Kürt ulusuna karşı diktatörlüğün sömürgeci savaşını desteklemekten başka bir anlam taşımıyor. Komünistler, işçi yığınları arasındaki çalışmada, özel olarak Türk proleterlerin böyle bir bilinç ve eylemlilik düzeyine ulaşması için hangi bedelleri ödediler?
Tutarlı demokratizmin gereği, ezilen mezhepler bakımından da benzer bir tavırdır. Sünni işçi ve emekçiler; eğer Sünni mezhebinin ayrıcalıklarını savunuyorlarsa, eğer Alevi ya da diğer dinsel topluluklar üzerindeki baskı ve aşağılamalara sessiz kalıyorlarsa, bırakın devrimci ve sosyalist sınıf bilincine ulaşmalarını, demokratik bilince bile ulaşamamışlardır.
Lenin bize döne döne, demokrasi okulunda okumayan proletaryanın asla sosyalist bir devrime hazırlanamayacağı ve başaramayacağını söylemiştir. Bir öznesi olduğumuz son 30-40 yılın tarihi de bunu doğrulamaktadır. Evet proletaryayı sosyalizm için eğitmek ve Marksist-Leninist komünist partisinin saflarında örgütleyerek, toplumsal devrime hazırlama görevinden bir an olsun vazgeçmeyeceğiz. Proletarya ancak özgürlük ve demokrasi mücadelesinin sonuna kadar tutarlı lideri olarak bu yolda yürüyecektir. Özgürlük ve demokrasi için faşizme ve emperyalizme karşı mücadele görevlerinin siyasal savaşımın en acil sorunları olduğu günümüz Türkiye'sinde, devrimci proletarya yalnızca ve yanlızca tutarlı demokratizm sayesinde, bütün uluslardan, bütün ulusal ve dinsel topluluklardan proletarya ve emekçi kitlelerin, egemen sınıflara ve diktatörlüğüne karşı devrimci birliğini sağlayabilir. Kürt ulusal hareketinin ve demokratik Alevi hareketinin desteklenmesi, proletarya ve emekçi yığınların devrimci birliğininin kurulmasının harcıdır. Ulusun başına geçen proletarya, devrimin "ulusal birliği" yeniden kurmasının temellerini de bu yoldan atacaktır.
Kuyrukçuluğun Başka Bir Türevi
İşçi hareketinin '89 bahar atılımının öncesi ve sonrasına denk gelen dönemde, kendi nesnelliğinin baskısı altında gençliğe yönelik politikalar geliştiren, yine bu aynı dönemde açık basının devrim ve sosyalizm mücadelesinin araçları arasına katılımına burun kıvırtıp, hafife alan TİKB'li yoldaşlarımız, ancak çok gecikmeli olarak işçi sınıfına yöneldiler. Bunlar üzerine tartışmanın bugün çok fazla bir yararı yok, fakat bazı şeylerin anlaşılabilmesi için, kaydedilmesi gerekiyor. Zihniyet, perspektif ve tarz bakımından işçi sınıfına yönelimlerinde Marksist eleştiriye konu olacak çok önemli yanılgılar var. Onlar yanılgılarını göremedikleri gibi, ihtiyatlı olmalarını gerektiren çok dikkate değer bir deneyim eksikliği içerisinde bulundukları gerçeğini de hesaba katamıyorlar. Saygı duyarak değer verdiğimiz, fakat hemen her defasında şu ya da bu biçimde bizimle "çatışmayla" el ele giden işçi eylemlerine yönelik, "dışarıdan önderlik girişimlerinin" başarısızlıkla sonuçlanmasının kendilerine ait nedenleri üzerine düşünme gereksinimi duymuyorlar, yakınıp sızlanarak şöyle yazıyorlar:
"İzmir-Ankara ölüm yürüyüşü, Kağıthane-Ankara yürüyüşü, Gebze direnişi, Adana-Ankara Yürüyüşü vb. bu eylemleri var gücüyle destekleyen Devrimci Proletarya ve Alınteri okurları dışlanmak istendi. Eylemin başarısı için getirdikleri öneriler, sendika ağalarının ve onların kuyrukçusu oportünistlerin duvarına çarptı." (Alınteri sf. 36 Başyazı'dan Aktaran Atılım s.12 "İşçi Kurultayı Hazırlıkları Sürerken Emeğin Kurtuluşu Kurultayı Niye? Kurultaylar ve Bir Polemik, başlıklı yazı)
Kendilerini eşi bulunmaz komünistler olarak görenler her nasıl oluyorsa "sendika ağalarının ve onların kuyrukçusu oportünistlerin duvarına" çarpıyorlar. Buradan tek bir sonuç çıkar, demek ki "sendika ağaları ve onların kuyrukçusu oportünistler" rollerini oynuyor, ama gel gör ki ne hikmetse 24 ayar komünistler rollerini oynayamıyorlar! Bir terslik yok mu bu işte! Burada, politika tarzından, yığınlara yaklaşımınızdan, özgün devrimci zihniyetinizden işçi sınıfına ve işçi eylemlerine yabancılığınızdan, deneyim yoksunluğundan kaynaklanan size ait nedenlerin hiç mi rolü yok? Başkalarından öğrenmeyi kendinize yediremiyorsunuz ama hiç değilse kendi deneyimlerinizden öğrenebilirsiniz.
Devrimci Proletarya'nın 36. Sayısı'nda yayınlanan "Öncülük ve Kuyrukçuluk" başlıklı yazıya başvurmamız gerekecek. İstanbul İşçi Kurultayı döneminde Atılım'ın yönelttiği eleştiriler, Alınteri ve Devrimci Proletarya'nın müthiş alınmasına ve oportünist yöntemlerle umutsuz bir ideolojik savaşa başlamalarına neden oldu. Ama "oportünist", "ekonomist-sendikalist", "kendiliğindenci" vb. değerlendirmeler bu saldırılar için daima hazır bir neden oluşturuyor.
"Bir ufuk darlığı (Atılım eleştiriliyor. PD), ideolojik kafa karışıklığı tümüyle giderilmedi. Ama komünistlerin sonradan (belirtmek yetmez, büyük harflerle yazmalıyız bu SONRADAN'ı) Emeğin Kurtuluşu Kurultayı tasarıları olarak benimsenen dönemsel programının talepleri ortaya konuldukça ve devrimci öncü işçilerin çeşitli platformlardaki etkinliğinin baskısı sonucu kimilerininki parça parça daha genişletildi." (DP. s. 36 sf. 57)
Altı ay hazırlık yapıldığı söylenen bu grup kurultayının ve de işçi hareketinde önderlik yeteneklerinin kanıtı olarak yere göğe sığdıramadıkları bu hazırlık çalışmasının ismini, önce "İşçi ve Emekçi Kurultayı" olarak ilan ediyorlar. 15 gün sonra, hiçbir açıklama ve izah gereksinimi duymadan, aynı şeyi Emeğin Kurtuluşu Kurultayı olarak sunuyorlar. "Sonradan" gerçekleştirilen bu kabul, Devrimci Proletarya'da tek kelime ("Sonradan") ile geçiştiriliyor. Yığınlara karşı sorumlu olan bir komünist önderlik için kabul edilemez bir yaklaşımdır bu. Ve tam da daha önce bu sorun üzerinde yaptığımız, yığınları/kadroları sürü görme eleştirisini doğrular.
Devrimci Proletarya, 5 Nisan saldırısından aşağı yukarı bir yıl sonra, 5 Nisan saldırısına karşı tutumları eksen alarak "öncülük ve kuyrukçuluk" üzerine bir tartışma yürütüyor. Ne var ki, bu bir yıllık dönemde o eşsiz dört dörtlük komünist önderliğin, somut hangi sonuçlar yarattığını ve bu dönemin pratiğinin sınavından nasıl sonuçlar elde ettiğini hareket üzerinde ne denli yankılandığını vb. açıklamıyor, açıklamaya girişmiyor bile. Buna döneceğiz, sürece tüm devrimci güçlerin yaşadığı dezavantajlarla girdiğini söylenen DP, "Nesnel etmenlerin yanında kitle bağlarının zayıflığı gibi bir çırpıda giderilmeyecek bir elverişsizlikle karşı karşıyaydı. Fakat kimileri gibi 'hazırlıksız yakalanmış' olmaktan yakınmayacağız! Yönümüz yalnız ideolojik-siyasal bakımdan değil, örgütsel olarak da sınıfa dönüktü." (sf.61)
Sorunun bir boyutu bu "nesnel etmenler" denilen şeylerle ilgili. "Önderlik devrimci taktikde somutlanır", o halde bu önderliğin pratik olarak işçi hareketinin belli bir durumuna dayanması, ama hareketin gelişen/ilerleyen devrimci yönüne, unsurlarına yanıt verebilmesi de gerekir. Fakat daha önemli olan şunu vurgulamaktır; taktiği laf yığını olmaktan çıkarıp gerçekten taktik yapan uygulayacak kuvvetlerin varlığıdır. Onu uygulayacak kuvvetler olmaksızın taktikten söz etmek, devrimci ve komünist örgütlerin yaygın bir hastalığıdır. Bunlarla da bağlantılı ikinci bir yan, DP yazarlarının kendileri bakımından bir çırpıda giderilmeyecek bir elverişsizlik olarak vurguladıkları "kitle bağlarının zayıflığı" sorunudur. Bu sorunun herkes için, ama herkesten çok DP için incelenmesi gereken, bu akımın bütün tarihine uzanan derin kökleri vardır. Biz, bundan çok, "kitle bağları" sorununun kavranışı ile ilgiliyiz.
Muhataplarımız bundan, daha çok, fiziki bağları, işçi sınıfı içerisindeki kadro ve sempatizanları anlıyorlar. Bu büyük ölçüde yanlıştır. Bu bağ, herşeyden önce, büyük ölçüde ve esas olarak, işçi yığınlarını ve hareketin gelişimini anlama, hareketin nabzını elde tutma, acil istem ve taleplerini anlama ve yanıtlama yeteneği olarak kavranmalıdır. Yani öncünün rolünü oynayabilmesi, işçi yığınlarının öncüden beklentilerinin karşılanabilmesidir sorunun özü. Binlerin değil, onbinlerle yüzbinlerin, ondan da öte milyonların önderi olunacaksa, öncünün kitle çalışması işçi sınıfı ve emekçi milyonların siyasal bir ordu olarak hazırlanması ve savaş mevzilerine yerleştirilmesi sorununu buradan kavraması, kadro ve örgütlerini bu hat üzerinde şekillendirmesi gerekir. Kadrolaşmaya yönelik birebir çalışma böyle bir zemin üzerinde yerli yerine oturtulabilir. Kuvvet sınırlılığı, kitle çalışmasının getirdiği sabır noksanlığı ve deneyim sınırlılığıyla da birleşerek, sekterizm, dar grupsal politika tarzını koşullandırıcı bir rol oynamaktadır. Fakat düşünmekte yarar var; sendikalarda, sendika ağalarından başka bir şey olmadığını, kendiniz dışında herkesin oportünist ve kuyrukçu olduğunu, yani sınıf içerisinde kendi dışınızda devrimci hiçbir kuvvet göremeyeceksiniz sınıf içerisindeki güçleriniz genelinde toplam olarak en kabadayısından onlarla sayılıyor olacak, işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin dikkate değer bir atılım içerisinde olmadığını değerlendireceksiniz, fakat üstelik "ücretli kölelik düzeninin sınırına" varmayı öngören bir saldırı taktiği izlemesini ileri sürecek ve sonra da başkalarını taktik yoksunluğuyla, oportünist korkaklıkla, devrimci önderlik yeteneği yoksunluğu ile vb.vb. suçlayıp "eleştireceksiniz"! Kusura bakmayın ve alınmayın, bu durumda palavracılık düzeyine varan bir devrimci lafazanlığa yuvarlanmak kaçınılmazdır.
" ... Tıpkı 12 Eylül darbesi konusunda olduğu gibi, 'Biz zaten biliyorduk' diye böbürlenen oportünizmden ayrılan temel bir yönümüz vardır: Sermayenin göstere göstere geldiği saldırısını yalnız aylar öncesinden belirlemekle kalmayıp düşünsel ve örgütsel açıdan da buna hazır olmak. 5 Nisan, sermayenin saldırısı açısından büyük bir sıçramaydı. Biz işçi sınıfı devrimcisi olarak ondan daha yükseğe sıçramalıydık. Bunun aracı, öncü devrimci taktiğimiz olacaktı." (DP, s. 36 sf.61, aç. PD)
Evet daha yükseğe sıçramasına sıçradınız da, eğer "önderlik", öncülük iddiasıysa tartışılan; ortaya çıkanların ne kadar yükseğe sıçradıkları önemli değildir. Temel sorun, o iddialarının zorunlu temel gereği olarak, yığınların daha yükseğe sıçrayışını, sıçrayıştan vazgeçtik, daha ileri bir mücadele düzeyine geçişini hazırlayıp, yönetmede gerçekten yığınların önderi olabilmeleridir. Bugün, 5 Nisan saldırısının üzerinden bir yıldan çok bir zaman geçtiğine göre, önderlik iddiası bakımından değerlendirilmesi gereken asıl sorun budur. İddia ediyoruz ki, DP, hareketin gerektirdiği sıçramayı düşüncede ve yazında değil, işçi hareketiyle ilişkilerinde, diğer şeyler bir yana, işçi hareketinin en acil ihtiyacını kavrama yeteneğinden yoksun olduğu için başaramaz; başarma şansına bile sahip değildir. İşçi hareketinin acil gereksinimi her bakımdan gerçekten öncü olan bir partidir; ve bu partiyi yaratma yolunda "işçi sınıfı devrimcileri"nin hemen ve doğrudan yapabilecekleri ve yapmaları gereken sıçrama ki bu, olanaklı olan tek sıçrama noktasıdır; komünistlerin bir tek bölünmez parti olarak birleşmeleridir. Tarihsel şekillenmelerinin yarattığı nesnel/farklılıklar, ayrılıklar ne olursa olsun, bu sorunun çözümü devrimci iradenin alanına girer. Böyle bir devrimci iradeye sahip olmayanlar, sıçrasalar da düşmeye mahkumlardır. İşçi hareketinin gelişiminin somut devrimci ihtiyaçlarının gösterdiği yönde somut bir yönelime giremezler. Evet yoldaşlar, önemli olan sizin sıçramanız değil, sınıfın hareket halindeki ya da hemen harekete geçmeye hazır yığınlarını sıçratmanızdır. Bugün için, göreli bir gerçek olarak, komünistlerin sınıf hareketini sıçratmaktan -hareketin barındırdığı devrimci imkanlardan bağımsız olarak- çok uzak oldukları bir gerçektir. Komünistlerin örgütsel birliği sorununu bir yana koyarak, bu alanda komünistlerin iradesine bağlı bir ilerleme alanı, TDKP'nin oportünist yönelimden döndürülebilmesi ise, diğeri de TİKB'nin doktrincilik ve sekterizmden kurtarılabilmesidir. Yani komünist hareketin politika tarzının düzeltilmesi çok önemli bir sorundur; ve bunun ne kadar gerçekleşebileceğini önümüzdeki süreç açığa kavuşturacaktır. Devam edelim.
"Genel ve soyut devrim ve sosyalizm sloganlarıyla bu sürece (5 Nisan sonrası-PD) yönelmek, düpedüz laf ebeliğidir". (Sf.61) Doğru, henüz temel taleplerin, taktiğin alanına girmediği, yani temel sorunların çözümü yığınların devrimci eylemlerinin gündemine girmediği devrimci hazırlık süreçleri boyunca bu bütünüyle doğrudur. Kuşkusuz devrim ve sosyalizm, propaganda sloganı olarak yine de kullanılacaktır. Fakat şunu kaydetmeliyiz ki, "devrim ve sosyalizm sloganları" ne kadar "genel ve soyutsa", "kahrolsun ücretli kölelik düzeni", "ücretli kölelik düzeninin son sınırına varmak" da bir o kadar "genel ve soyuttur". Propaganda sloganı olarak değeri açıktır, fakat somut durumun yerine geçirildiği, bir ajitasyon ve eylem sloganı haline dönüştürülmeye çalışıldığı ölçüde -ki, Alınteri ve Devrimci Proletarya'nın yaptığı budur- "düpedüz laf ebeliğidir". Sürekli vurguluyoruz ve tekrar etmekten kaçınmayacağız, devrimci ve komünist hareket içerisinde, sekterizm ve doktrincilik köklü zaafı nedeniyle "devrimci lafazanlık"la en fazla malül çevre DP'dir. Burada geçerken, taleplerin formülasyonunda Atılım'da yansıyan özensizlikleri ve yine İstanbul İşçi Kurultayı ile ilgili yayınlarında, benzer bir özensizlikle yayın çizgisine aykırı haber yorumlara yer vermiş olmasını dikkate değer hatalar olarak kabul ettiğimizi belirtmeliyiz. Öncülük iddiasının gerektirdiği duyarlılık ve titizlik sorumluluğunu göstermek zorundayız. Fakat şunu da söyleyelim ki, bunların, çok özel zorlamalarla ideolojik mücadelenin önemli sorunları olarak kullanılmasını da bir zayıflık belirtisi olarak görüyoruz. Demagoji ve fırsatçılık, komünistler arasında suni duvarlar örmekten başka işe yaramıyor. DP'li yoldaşlarımız müsterih olsunlar; somut durumların yerine genel sloganları, teoriyi, ilkeleri geçirmeye hiç ama hiç niyetimiz yok!
Esasen DP şunu açıklamalıdır: 5 Nisan sonrasını, daha öncesinden ayıran sermayenin saldırısı dışında, işçi yığınlarının bilinç, örgütlenme ve devrimci eylem yürütme yeteneğindeki hangi somut değişme ve gelişmeler nedeniyle "ücretli kölelik düzeninin sınırlarına" dayanmayı, pratik bir politika olarak ileri sürmeye kalkıyor ve bunu da sıçrama olarak sunuyorlar. Onbeş aylık dönem, herhalde bu taktiğin işçi yığınlarının hareketinde sınanması için yeterli bir süreçtir. Öyle ya, taktikten söz ediyoruz ve onbeş ay (ki, siz aylarca öncesinden düşünsel ve örgütsel hazırlık yapmak gibi bir üstünlüğe de sahip olduğunuzu iddia ettiğinize göre), herhangi bir taktiğin sınanması için yeterli bir süredir. Bilmelisiniz ki, buna taktik yapmak değil, imaj peşinde koşmak ve devrimci lafazanlık denilir.
Diğer yandan, şunu kesinlikle eklemeliyiz. Komünist ve devrimci harekette, genel şeyleri somut durumların yerine geçirme, somut taleplerin yerine propaganda sloganlarını/ilkeleri ve hatta teorik klişeleri geçirme eğilimi mevcuttur. Belirli özel koşulların dayattığı örgütlerin kendi kendilerini var etmek gibi bir çabayla büyük ölçüde sınırlı kaldıkları, dikkatlerinin odağına kendilerini koydukları dönem ve "an"lar hariç, bu eğilim bir zaaftır ve kitlelerin devrimci mevzilere yerleştirilmesi öncü çalışmasıyla bağdaşmadığı gibi, bu yöndeki girişimleri etkisizleştirir; hatta sabote eder ve etmektedir de. Bütün günlük çalışmaları, sorun ve talepleri, devrimci programın temel hedefleri ve talepleriyle bağlı tarzda, yani çatışma noktası ne olursa olsun tekil ya da genel bütün hareketleri, devrimci bir rotaya sokacak perspektif ve tarzda ele almak, talepleri bu yaklaşım içerisinde formüle etmek, örgüt ve mücadele biçimlerini buradan yakalamak gerekir. Bu sorunlar, komünist kadro ve örgütlerin acilen politik eğitimlerini geliştirmeleri gereken konulardır. Yığınların devrimci önderi olma somut çalışmasının gerekleridir. Ve bizzat yığınlara önderlik pratik çalışması içerisinde elde edilebilir. Geniş yığınların devrimci savaşımını hazırlama ve yürütmede henüz deneyimsiz olduğumuzu kabul ve itirafında gocunacak/korkacak bir şey göremiyoruz. Somut eylem sloganları ve taleplerin yerine, genel taleplerin, propaganda sloganlarının geçirilmesi, bir dar grup tarzı belirtisidir; devrimci ve komünist örgütlerin kitlelerin önderi olarak gelişmesi dar grup yaklaşımların tüm etki ve belirtilerinden çok kesin şekilde sakınmayı gerektirmektedir.
Devam edelim. DP'nin önderlik üzerine yazdıklarından belki de en doğru olanı; devrimci taktiğin "zayıf da olsa, doğmakta olan karşıt yöndeki dinamik ögelerin toplanması ve onların yeni bir eylem sürecine önderlik etmesi üzerine kurmalıdır." (Sf. 62) satırlarında yer alıyor. Peki, işçi hareketinden doğmakta olan yeni öğeler nelerdir? Talepler, mücadele ve örgüt biçimleri bakımından somut yanıt verilmelidir. Özellikle İstanbul Sendika Şubeler Platformu karşıt yönde belli bir dinamizm taşıyan, doğmakta olan yeni bir eğilim değil midir? Genel doğruları ve Marksist teoriyi somut durumlara uygulayabilmek gerekir. DP'nin doktrinciliği, sekterliği tam da bu noktada başlıyor. Taktiği "zayıf da olsa, doğmakta olan karşıt yöndeki dinamik öğelere" dayandırmayı doğru olarak öngörüyor, fakat normal olmayan şu ki, kendi dışında, somut olarak böyle bir şeyi göremiyor. Taktik, DP'li yoldaşların söylediği gibi somut olduğuna göre, onun dayandığı unsurların çok somut olarak belirlenmesi gerekir. Tekrardan soruyoruz; işçi hareketinde çok somut olarak "doğmakta olan" unsurlar nelerdir, taktiği hangi somut unsurlara nasıl dayandırmayı düşünüyorsunuz? İşçi Kurultayı ve Sendika Şubeleri Platformlarına karşı tavır sorununda DP ve Alınteri'ne yönelttiğimiz eleştirilerin bütün özü buradadır.
DP ve Alınteri çevresi, işçi hareketi karşısında yalnızca sekter ve doktrinci değil, aynı zamanda iradeci bir yaklaşıma da sahipler. Doktrincilik ve sekterizmle birleşen bu iradecilik, onları hareketin üstelik en dinamik unsurlarıyla çatışmaya itiyor; niyetlerinden bağımsız olarak bozguncu bir rol oynamalarını getiriyor. Hareketi birleştirici, güçlendirici, ileriye götürücü olamıyorlar. Dışa yönelmesi gereken hareketi içe, kendine yöneltiyor; hareketi parçalayıcı çatışmalar yaratıyorlar. DP'nin şu satırlarında katıksız bir iradecilik kurum satıyor.
"Sermayenin saldırısı politik bir saldırıdır. Bize de politik bir karşı saldırı gerekiyordu. Bir politik emek hareketi kendiliğinden doğmayacaktır. Onu iradi olarak yaratmalı adım adım örmeliydik...
"O halde savunma konumuyla, 5 Nisan kararlarını lanetlemekle kalmamalı, 'ücretli kölelik düzeninin sınırları'na dayanmalıydık." (sf. 62) Bu satırlardan hemen sonra DP yazarları "Her istem... bu yönde bir adım, bir yürüyüş olmalıdır" demeyi ihmal etmeseler de, durumu kurtarmıyorlar. Bu sonuncu satırda belirtilen çok genel bir görüştür ve her zaman geçerlidir. Oysa işçi hareketi için öngörülen politik saldırı taktiğidir, üstelik bu somut politik saldırı taktiği "ücretli kölelik düzeninin sınırlarına" dayanmayı hedeflemektedir! Herhangi bir politik saldırı değil, "ücretli kölelik düzeninin sınırlarına" dayanmayı hedefleyen bir saldırı!
Şunu hemen vurgulamalıyız; sermayenin özelleştirme saldırısı öncelikle ideolojik bir saldırıdır. Devlet kapitalizminden, devletçi uygulamalardan hareketle Çiller'in Türkiye'yi son sosyalist ülke olarak ilan ettiği hatırlansın. Kapitalist özel mülkiyet yüceltilmekte, kapitalist çerçevede bile olsa, kolektif mülkiyete hışımla saldırılmaktadır.
"Saldırı politiktir o halde gerekli olan da politik bir yanıttır" yaklaşımını ileri sürmek, keskin ama taktik bakımından hiçbir işe yaramaz bir mantığı yansıtmaktadır. Çok açık ki, politik bir saldırıya politik olabileceği gibi dolaylı bir yanıt da verilebilir. Sermayenin saldırısının biçim ve içeriği, yanıtı koşullandıran faktörlerin sadece bir kısmını oluşturur. Yanıt, genel toplamda devrimci olanakların göreli olarak sınırlarını çizdiği, öncünün iradesi tarafından belirlenir. Eğer devrimci taktik, gerçekten taktik olacaksa, yani gerçek bir hareket planıysa, o zaman kesinkes somut devrimci olanaklara dayanmak zorundadır; ama bunları artırıp çoğaltma, her durumda ileri pozisyonlara geçişi hazırlama, mücadeleyi üst düzeylere sıçratma görüş açısı ve yönelimine sahip olması da gerekir.
Böylesi bir önderlik için döneme özgü somut taleplerin belirlenmesi, örgüt ve mücadele biçimlerinin döneme uygunluğu vb. olduğu kadar, bunlarla da bağıntısı içinde hareketin gelişiminin özgünlüğünün anlaşılmasının esasını teşkil eder.
İşçi hareketinin gelişiminin özgünlüklerinin somut bir analizi bu yazının konusu değil. Fakat bu tartışma kapsamında özel olarak dokunulması gereken yönler var. İşçi hareketi siyasal düzeye sıçrayamıyor. Bu en önemli birinci sorun. Hareket korkunç bir parçalanma içerisinde ve burada sermayenin bölme/parçalama taktiklerinin yanısıra sendika ağalığı çok belirleyici bir rol oynuyor. Durumu daha da vahimleştiren işçi hareketinin devrimci mayası olan dinamiklerin de parçalanmış durumda bulunmasıdır. İşçi hareketinin bir siyasal çıkış yapamadığı açık. Hareketin sorunu taleplerin belirsizliği/muğlaklığı vb. değil. Kusura bakmayınız ama, üç aşağı beş yukarı talepler konusunda benzer şeyler söyleniyor. Burada, Rosa'nın günlük savaşımda komünistleri demokratlardan ayıran ve sosyalist yapan şeyin, program hedefleriyle günlük mücadeleler arasındaki bağ olduğu yolundaki önemli vurgusunu anımsatmak isteriz. Bu bağ, kuşkusuz taleplerin formülasyonunu da kapsar. Ancak somut olarak, bizim durumumuzda, hareketin devrimci dinamiklerinin pratik olarak birleştirilmesi, yığılması ve karşılıklı etkileşimi kendi başına büyük bir önem taşıyor. Komünistler bu yolda, tıkalı bütün kanalları açacak esnekliğe ve politika tarzına sahip olmalıdır. Hareketi devrimcileştirebilmek, bu yolda gelişmenin mayası ve dinamiği olabilmek için pratik yollar/kanallar açmak, uygun yöntemler bulmak, her olanağı ustalıklı şekilde değerlendirmek gerekiyor. Hem sınıf içerisinde kaydedilmeye değer bir güç ve etkiniz olmayacak ve hem de hareket içinde "bir biçimde" buluşabileceğiniz ve buluşmanız gereken, "bir milim" ileriye yönelen hiçbir unsur göremeyeceksiniz! Sizin dışınızda harekete dair her şey kahverengi, sarı ya da renksiz görünecek. Üstüne üstlük, "biz işçi sınıfı devrimcileri olarak daha yükseğe sıçramalıydık", diyeceksiniz ve saldırı taktiği öngöreceksiniz. Bu taktik yeteneği değil, devrimci lafazanlıktır. Aynı durum, bu, "ücretli kölelik düzenin sınırlarına dayanma", "dış borçlar ödenmesin" sloganının öngörülmesinde de çok açıktır. "Kahrolsun emperyalizm"in bir propaganda sloganı olarak değil, işçi hareketinin dönemsel ajitasyon ve eylem sloganı olarak öngörüldüğü ve bununla böbürlenmeye varan biçimde övünüldüğünü okurun dikkate alması gerekir. DP'li yoldaşların sloganların değiştirilmesi üzerine, büyük öğretmenimiz, Stalin'i hiç mi hiç anlamadığını ya da unuttuğunu da eklemeliyiz.
Biz DP'de "sol" komünistlerin zihniyet ve tarzına benzer belirti ve emareler görüyoruz. Sendika Şubeler Platformu ve İstanbul İşçi Kurultayı'na karşı tavırları bunun çok tipik göstergesidir. İzledikleri politikaya işçi sınıfının en yakıcı güncel sorun ve talepleri uğruna, sendika ağalığıyla çatışma içinde olan, fakat reformizmi bir tüm olarak aşmamış bürokratik hastalıklarla malül, şube yöneticileriyle birlikte iş yapmanın kendilerini kirleteceği, oportünizm bulaştıracağı korkusu sinmiştir. Teori, strateji ve ilkelerden farklı olarak taktikler daima ve daima az çok "fayda" gözetir. Bu, taktiklerin ilkeli olmasıyla, yani stratejiye bağlı ve stratejinin hizmetinde olmasıyla da çelişmez. Eğer şubeler platformları, işçi sınıfının ve emekçi yığınların en acil ve en yaşamsal talepleri uğruna savaşımın gelişmesine "bir şeyler" katabilecekse -'90'dan günümüze bazı durumlarda bunu başarabildiği çok somut olarak görüldü- Marksist-Leninist komünistler onlarla işbirliği yapmak, ortak çalışmalar düzenlemek, onları devrimci baskıyla ileri itmek zorundadırlar. Peki, eleştiri olmayacak mı? Elbette olacak, fakat sekter olmayacak, birlikte çalışmayı olanaksız kılan içerik ve tarzda olmayacaktır, olmamalıdır.
Açık ve namuslu biçimde kabul ve itiraf etmeliyiz ki, devrimciler ve komünistler işçi hareketinin gerisindeler. Hareket/eylemlilik bazında bu böyle. Gelişen en önemli işçi hareketinin bütün süreçlerinin içerisinde değiliz. Kenarında ya da dışındayız. Bir çok mücadelelere ulaşamıyoruz bile.
Bu DP için çok daha fazla geçerlidir. Hal böyleyken ve üstelik hareket içerisinde buluşabileceği somut "karşıt yöndeki" hiçbir "dinamik öğe" görmezken, iradi olarak bir politik emek hareketi yaratmaktan söz etmek, kendinde ilahi bir güç görmek anlamına gelir. Bir emek hareketi zaten var; görevlerimizi doğru kavrayalım; sorun var olan emek hareketinin devrimci yolda ilerletilmesi, devrimci dönüşüme uğratılması ve politik düzeye sıçratılmasıdır. Söyler misiniz, onbeş ayda iradi olarak bir politik emek hareketi yaratmanın neresindesiniz? Hangi başarıları elde ettiniz? Emeğin Kurtuluşu Kurultayı'nı ne zaman topluyorsunuz?
Temel iddiamız şu; TİKB'nin zihniyet ve tarzı -ki, bunun, sekterizm ve doktrincilikle malül dar grup tarzı ve zihniyeti olduğunu defalarca gösterdik-, onu yığınların devrimci hareketinin hazırlayıcısı ve önderi olmaya yöneltmiyor. Yığınlardan dışlıyor, çatıştırıyor ve yığınlar karşısında dayatmacı bir pozisyona itiyor. TİKB kendisi dışında herkesi "kuyrukçulukla" eleştiriyor, ama biz iddia ediyoruz ki, bütün keskinliğine karşın bizzat TİKB'nin kendisi kuyrukçu bir pozisyonda bulunmaktadır. Hayır o, "ekonomizm-sekterizm", "sağ oportünizm" vb. meyilli değildir. Ondaki, kitle kuyrukçuluğunun başka bir versiyonudur. Bütün oluşum süreçlerinde yer almadığı (ve pek çok durumda güçlerinin nesnel sınırlılığı nedeniyle yer alması da olanaksızdır), bütün gelişim süreçleri boyunca hareketin hazırlanmasında rol oynamadığı durumlarda -genel olarak bu böyledir- hareket patlak verdikten sonra; harekete katılmak, desteklemek ve önderliğini üstlenmek niyetiyle işçi hareketinin peşinde koşmakta ve fakat, hiçbir zaman işçi kitle hareketlerinin önderliğini yakalayamadığı gibi, daha kötüsü hemen her durumda çatışma ve tecriti yaşamaktadır. TİKB'nin son yıllarda yöneldiği işçi hareketinde sekterizmiyle tanınması, üstesinden kolayca gelinemeyecek bir zorluk yaratmaktadır.P
__________________
(*) Burada geçerken, şaşkın ve hafızasını kaybetmiş yazarın, devrimci gelişmenin diyalektiğini anlamadığı gibi olayların gelişiminden de bihaber olduğunun bir başka örneğine işaret edelim.
"Kürdistan'daki değil bir 'devrimci durum' yığın hareketlerinin durgunluğu, dağınıklığı, ekonomik ve politik hareketlerin geriliği söz konusudur. Kürt köyleri boşaltılmış, şehir merkezlerine biriken emekçilerin yığınsal direnişi ise henüz görülmemektedir. Bu kentlerin potansiyel patlama merkezleri olma özelliği taşımaları devrimci patlamanın, ya da onların söylemek istedikleri gibi bu devrimin bugünden başladığı anlamına gelmiyor." (sf. 28)
Devrimin bugünden başlamadığını söylemekle Kürdistan'daki gelişmeyi hiç anlamadığınızı sergiliyorsunuz. Her şeyden önce, ulusal kurtuluşçu gelişmeyi, proleter sınıf hareketi için geçerli mantık ve kavramlarla anlamaya, açıklamaya çalışmak gibi bir yanılgı içindesiniz. Onu bir yana bırakalım, '84'de PKK'nin başlattığı gerilla hareketinden sonra, Kürdistan'da ulusal kurtuluşçu uyanış ve gelişme hangi boyutlara ulaşmıştır? Evet doğru, bugün Kürdistan'da yığın hareketinde bir "durgunluk ve dağınıklık", bir yorgunluk yaşanıyor. Fakat bu durup dururken mi oluştu, buraya nasıl hangi düzeylerden geçerek gelindi? Kendinizi biraz zorlayın ve hafızanızı toplayın. '90-91'de hareketin ulaştığı düzeyi anımsamaya çalışın. Serhıldanları unutmuş olabilir misiniz? '90 ve '91 Newroz'ları, Kürdistan'da gerilla hareketiyle birleşen ulusal kitle hareketinin serhıldanlar biçimindeki kitlesel başkaldırının doruklarıdır. Vedat Aydın'ın cenaze töreni, ulusal kitle hareketinin vardığı düzeyin diğer çok önemli bir göstergesidir. Dahası '92 seçimlerinin ortaya çok net kitlesel bir tavrı çıkardığını anlamamak mümkün değildir. PKK'ye yeterince hazırlık yapmadan savaşı başlatmak gibi bilgiçce bir eleştiri yöneltmenin beş kuruşluk değeri yoktur. Tarih hiçbir zaman sizin dediğiniz gibi yapılmamış ve yapılamaz da.
Komünistlerin asgari programının temel bir talebi olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, Kürdistan'da yığınların devrimci eyleminin gündemine girmiştir. Kürdistan'da muazzam bir ulusal alt üst oluş yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. 70 yıllık sömürgeci politika, gerilla hareketiyle birleşen ulusal kitle hareketi sayesinde parçalanmıştır. Ulusal kurtuluşçu devrimin olup bitmiş bir şey olduğunu kimse söylemiyor, ama '84'de başlayan, tutunup ayakta kalmayı ve ulusun geniş yığınlarıyla kucaklaşmayı başaran gerilla hareketi, '90 ve '91 yıllarında serhıldanlarla birleşerek sömürgeci politikayı parçalayan ve tam bir alt üst oluşa dönüşen ulusal kurtuluşçu bir devrim nitelik ve boyutuna ulaşmıştır. Bunun anlaşılmamasının nedeni kafalardaki paslanmada aranmalıdır; hareketin kendisinde değil.
Ulusal kurtuluşçu devrimin düz bir çizgide hep ileriye doğru gittiğini ve gitmek zorunda olduğunu düşünmek bilgiçlikten başka bir şey değildir. '92'den sonra ulusal kitle hareketinde yorgunluk ve gerilemenin yaşandığı doğrudur. Ama henüz ulusal kurtuluşçu devrim yenilmemiştir. Özellikle kitlesel gerilla hareketi biçiminde sürmektedir. Ulusal kurtuluşçu devrim sömürgeci faşist karşı devrimle belli bir denge düzeyine gelmiştir. Her iki taraf dengeyi kendi lehine bozacak hamleler yapmaktadır. Reformizme sürüklenme tehlikesini çok ciddi bir biçimde taşıyan diplomasi cephesinde, ulusal kurtuluşçu hareket uluslararası yedekler kazanarak, dengeyi kendi lehine bozmaya çalışırken, sömürgeci karşı devrim hem diplomasi cephesindeki gelişmeleri göğüsleyip frenlemeye çalışıyor, hem de daha önemlisi gerillayı kitlelerden tecrit etmeye ve askeri olarak ezmeye çalışarak, dengeyi kendi lehinde bozmak istiyor.
Bu tablo içerisinde, sömürgeci faşist rejimin cephe gerisinde gelişmekte olan ikinci mücadele cephesi, belirleyici bir unsur olarak öne çıkabilir. Batı'da işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin devrimci atılımı, açıktır ki, bu dengeyi ve diktatörlüğün bütün hesaplarını alt üst edecektir. Ulusal kurtuluşçu devrimin Batı'da yalnızca şovenist bir reaksiyon yarattığını görmek körlük olur. Şovenist reaksiyonun yanısıra, aynı zamanda devrimci gelişmeyi mayalamakta, hazırlayıp olgunlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Marksizm-Leninizme sadık olduğunu ve proletaryanın öncü partisi olduğunu iddia edenler, Anadolu'da proletaryanın 70 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman böyle hazır bir devrimci müttefiğe sahip olmadığını, tarihte çok az karşılaşılabilen muazzam devrimci bir fırsatla karşı karşıya bulunduğunu anlamak, bu tarihsel fırsatı yanıtlayabilecek devrimci bir hat geliştirmek zorundadır. Barışçıl hazırlık stratejisi bu tarihsel devrimci fırsatın oportünistçe reddedilmesinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfına, ulusal kurtuluşçu devrim gibi hazır bir müttefiğinin olduğunu, faşist rejimi tepeleyip yere sermek için bütün gücüyle bundan yararlanması gerektiğini açıklamak yerine, "kör terör" "yeterli hazırlık yapmadan savaşa başlamak" vs. üzerine ahkam kesip bilgiçlik taslayanlar, günün devrimci görevlerinden yan çizmektedirler.
Gazi'den çok önce, Kürdistan'daki ulusal kurtuluşçu devrimci patlama devrimimizin eşitsiz gelişeceğini yeterli açıklıkla ortaya koymuştur. İki ayrı devrim mi, tek bir devrim mi; iki ayrı devrimse neden buna uygun örgütlenme türü ve mücadele platformu önermiyorsunuz vb. Bilgiçlik taslayıp korkuluklar üreteceğinize, kafanızı devrimci tarzda çalıştırmanız daha yararlı olur. Mevcut ulusal kurtuluşçu devrim yenilebilir ya da; çok küçük bir olasılık olarak bir dizi evreden geçerek ulusal bir devletle, ulusal sorunun burjuva bir çerçevede çözülmesiyle noktalanabilir vb. Fakat esas olan şu, mevcut ulusal kurtuluşçu devrimi, birleşik devriminin başlangıcı kabul ederek, batıda işçi sınıfı ve emekçi halk hereketinin devrimci sıçramasını başarma yolundan (bunun nesnel koşullarının olduğunu herhalde siz de kabul ediyorsunuzdur) yürünemez mi? Bu yolda, eğer tarihsel bir fırsat değerlendirilecek ve gelecek devrimci kuşaklara üzerinde hareket edecekleri devrimci bir deneyim bırakılabilecekse, bu uğurda, hatta ezilmeyi göze alamaz mıyız? Kongre Belgeleri'ni inceleme zahmetine katlanın, MLKP-K'nın böyle çılgınca devrimci hayaller peşinde olduğunu göreceksiniz!
"Gerçek durum bu iken (gerçeklerin çok farklı noktalardan görüldüğü açıktır), 'Kürt Coğrafyasının devrimci durumu yaşadığı' (hayır yalnızca 'devrimci durum'dan değil, bir devrimin yaşanmakta olduğundan söz ediliyor) neye dayanılarak iddia ediliyor? Ve anlaşılan o ki Atılım yazarları ve MLKP-K sözcüleri, 'devrimci durum' tespitini PKK'ya ve eylemlerine dayandırıyorlar" (sf. 28) ÖD yazarları "neye dayan"dırıldığını herhalde anlamışlardır.