Emekçi sol hareket içerisinde 90’lı yıllardan itibaren kadın özgürlük sorunuyla ilişkide iki temel eksen belirginleşti.
Birinci eksen (ki emekçi sol hareket içinde bu eksenin öncülüğünü sosyalist kadınlar omuzladı), kadın özgürlük mücadelesini devrimci mücadelenin yarısı olarak ele alma, buna uygun teorik, siyasi, örgütsel açılımları geliştirme, süreklileşmiş siyasi faaliyetin konusu haline getirme hattından ilerledi.
Yürüyüş’ün pratik öncülüğünü, Kızılbayrak’ın sözcülüğünü üstlendiği ikinci eksen ise, statükocu ve yer yer gerici temelde mevzilendi, kadın “sorununu” devrime havale etme, kadının kurtuluş mücadelesini sermaye egemenliğine karşı mücadeleye indirgeme hattından yürüdü. Bu ikinci eksen, kavrayış olarak, kadınları devrime yedekleme geri çizgisinde dursa da, eylemsel bakımdan bu geri çizginin dahi gereklerini yerine getirecek adımlar atamadı. Kadınları örgütlemede özgün araçların, dilin ve örgütlerin geliştirilmesi sorununu bile, birinci eksenin yön verdiği kadın hareketinin sürükleyici etkisinin oldukça geç ve cılız yankıları temelinde ele almaya başladılar.
Bugün bölge, kadın özgürlük mücadelesi zemininde de Rojava Devrimi’nin kalbinde bir akkor gibi yandığı devasa gelişmelere sahne oluyor. Rojava Devrimi’nin aynı zamanda bir kadın devrimi olarak gelişmesi gibi, Kürdistan’daki direniş ve Batı’daki isyan dalgası da kadın isyanını içererek ve onun tarafından dönüştürülerek ilerliyor. Bu yeni koşullar altında, kadın özgürlük mücadelesi temelinde emekçi sol saflarda yeniden pozisyon alış, temel çizgilerin yeniden şekillenmesi kaçınılmaz.
Emekçi sol hareketin kadın özgürlük hareketiyle ilişkisinin son onbeş yılı bakımından, bir dönemin kapanmakta olduğu ve yeni bir dönemin başladığı günlerdeyiz.
Kadın Devrimi Ve Devrimi Anlamayan Devrimcilik
Bölgede ortaya çıkan kadın devrimi ve kadın isyanı gerçeği, feminist güçlerin ortaya koydukları çeşitli programların da, emekçi solun geleneksel yaklaşımlarının tümünün de pratik, gerçek bir durum olarak aşıldığı, ama aynı zamanda, komünistler başta olmak üzere, kadın özgürlük sorunuyla daha dinamik bir ilişki kuranların da yeni görevler temelinde yenilenme, örgütlülüğünü ve siyasi pratiğini geliştirme, gelişmeleri anlamlandırma ve yeniden mevzilenme ekseninde yeniden sınanacağı bir tabloyu açığa çıkarıyor.
Bu tablonun belli başlı nitelikleri neler?
Birincisi, kadın özgürlüğü sorununun toplumsallaşma düzeyidir. Kadın özgürlük sorunu, bölgede açığa çıkan devrimci dinamikler üzerinde, bugüne kadar olduğundan farklı biçimde toplumsallaşıyor. En başta da kadına yönelik şiddet, hem Kuzey Kürdistan, Rojava ve Şengal’de sömürgeci-faşist zulümle el ele, hem Batı’da, AKP öncülüğündeki burjuva devletin faşist saldırılarıyla ve erkek şiddetini aklama çabalarıyla el ele, hiç olmadığı kadar toplumsal bir konu olarak algılanır duruma geldi. Dün kadın eksenli gündemler, kadınların gündemiyken, bugün etrafında ezilen inanç örgütlenmeleri, ezilen ulus örgütlenmeleri, emekçi sol ve yer yer geniş ezilen ve sömürülen kitleleri de saflaştırabiliyor.
Kadın-erkek toplumsallığı örtüsü altındaki erkek toplumsallığı fikrinin, bunun ince ve kaba bütün görünümlerinin aşılması için en elverişli koşullar doğarken, kadın mücadelesi öncüler düzeyinde değil, kitleler düzeyinde de, toplumsal mücadelenin bir ekseni, bileşeni ve aynı zamanda da içereni olarak gelişiyor.
İkincisi, kadınların toplumsal mücadeleye katılımının kolektif kimlik, cins kimliği niteliğiyle gelişiyor olmasıdır. Dün devrimci saflara kitlesel de olsa, bir toplumsal kuvvetin, kesimin temsilcileri olarak değil de o kesime mensup tekil bireyler olarak katılan kadınlar, bugün politik-askeri alanlardan demokratik kitle örgütlenmelerine dek pek çok mücadele gündemi ve örgüt biçimi kapsamında, cins kimlikli kolektif bir güç olarak saflarda varolmanın sayısız mekanizmasını açığa çıkarıyorlar.
Özsavunma eksenli örgütlenme, kadın özsavunmasının özgül olarak tanımlanması ve bu yönde örgütlenme deneyleri, yeni dönemin en önemli eksenlerinden biri. Deneyimin bugün gösterdiği, erkek şiddetinin, sadece protestocu bir çizgide yenilgiye uğratılamayacağı, kadınların, sadece halk özsavunmasının bir yedeği, bir parçası olarak örgütlenmeyip, bizzat kendi özgül sorunları ekseninde kendi özsavunmasını örgütlemediği sürece erkek şiddetine, erkek egemen “eve dönüş” dayatmalarına vb karşı duramayacağı gerçeği.
Dördüncüsü, yeni bir toplumun, kadın özgürlükçü temelde nasıl inşa edileceğinin yeni biçimleri, girişimleri, verileri açığa çıkıyor ve pratiğin ateşten sınavına giriyor. Rojava Devrimi, “Nasıl bir yeni toplum ve kadın özgürleşmesinin mekanizmaları yeni toplumda nasıl ifade bulacak?” sorusunu kaçınılmaz olarak gündeme taşıyor ve kendi pratik deneyimlerini bölgedeki siyasal öznelerin tartışmasına açıyor. Toplumun en yerel mahalli, sokak örgütlenmelerinden merkezi yapılara, askeri mücadeleden yargı-adalet mekanizmalarına dek her cephede, bütün hücreleriyle eştemsiliyet zemininde örgütlenmesi, bugüne kadarki deneyimlerin birikimi üzerinde gelişen ve onu pek çok bakımdan aşan bir yeni toplum olasılığını gündeme getiriyor.
Rojava’da, Kuzey Kürdistan’da ve Batı’daki toplumsal mücadeleler içinde kazanılan bu yeni mevzilerle nasıl ilişkilenileceği, kadın özgürlük mücadelesinde iddiası olan bütün güçlerin sınanma alanıdır. Bugün kadın özgürlük mücadelesi etrafında gelişen yeni tartışma ve saflaşmaların merkezinde, yukarıda temel başlıklarıyla sıralanan konuların durduğu/duracağı aşikar.
Bu sürecin başlıca politik öznesi olan Kürt kadın hareketi ile, gelişen bu yeni durumla dinamik bir ilişki çabası içinde olan sosyalist kadınları tartışma bırakırsak, emekçi solun devrimci bölüklerinin, reformist kesimlerinin ve sosyalist feminist ve feminist kuvvetlerin mevcut mevzilenişlerine yakından bakmakta fayda var.
Kadın Özsavunması Ve Yürüyüş’ün Sosyalist Kadınlara Tavsiyeleri
Kadın özsavunması, demokratik kadın hareketinin yıllara yayılan mücadelesinin kazanımlarıyla, Rojava Devrimi’nin ışığıyla, kendilerini özelde kadın özgürlük mücadelesi içinde tanımlasınlar ya da tanımlamasınlar, devrimci kadınların ödedikleri bedellerle, birbirinden bağımsız sayısız kadının ölümü göze alarak boşanma, zorla evlendirmeleri reddetme, okuma vb biçimlerde özgürleşmeye attıkları adımlarla, kadın özgürlük hareketinin somut tartışma, mücadele, örgütlenme biçimleri arasında yer almaya başlıyor. Kuşkusuz mücadele ve örgüt biçimlerinde daha ileri yöntemleri gündemine alışı, kadın özgürlük mücadelesinin daha ileri bir aşamaya evrilmesinin bir sonucu. Bu gelişme karşısında, emekçi solun, kadın özgürlük mücadelesinde statükocu, muhafazakar, inceltilmiş erkek egemenliğinden en fazla muzdarip, feminizm korkuluğunu konuya yaklaşımlarının ana ekseni haline getirmiş, transfobik-homofobik ve heteroseksist kesimleri, çoğunlukla daha da geri noktalara doğru savrularak erkek egemenlikçi tutumda derinleşiyor.
Yürüyüş, dün olduğu gibi bugün de bu çizginin öncülüğünü üstlenmiş durumda.
Yürüyüş, 460. sayısında (15 Mart 2015), ESP’li kadınların özsavunma tartışmalarına dair bir değerlendirme yaparken, 20 Şubat 2015 tarihli Atılım’da yayınlanan, Rakel Asîman imzalı “Acil Görev: Yaşam Hakkı İçin Özsavunma Birimleri kurmak” başlıklı yazıya yoğunlaşmış.
“ESP’den Kadınlar İçin Erkeklere Karşı “Öz Savunma Birlikleri”: Silahlarınızı Erkeklere Değil, Yozlaşmanın Sorumlusu Düzene Çevirmelisiniz!” başlıklı bu yazıya göre, ESP’li kadınlar “erkeklere karşı silahlı mücadele verme çağrısında bulunuyor” ve “bunun yapılacağı örgütlenme şekli olarak ‘özsavunma birimleri’ gösteriliyor”. Yürüyüş’e göre bu tespitlere sorumluyu erkekler olarak gören sakat ve çarpık anlayış yol açıyor ve nedenlerin doğru tespit edilemediği koşullar altında “bulunan en ‘ileri’ çözüm” bu oluyor, ki elbette, gayet tabi ki, mutlaka, bekleneceği üzere “bu anlayış, kadın sorununun çözümünü devrimcilik yerine feminizmde gören bir anlayışın sonucudur”.
Yürüyüş, özsavunmayı, mücadele araç ve biçimlerinden biri olarak değil de, “en ileri” çözüm olarak tanımladığımızı nereden çıkarmış bilmiyoruz ama, emekçi solun statükocu kesimlerinin kadın özgürlük mücadelesiyle ilgili en yavan tezlerinin hemen hepsini bir araya doldurduğu bu yazısı, üzerinde özel olarak durulmayı hak ediyor...
Erkeklerin de tecavüz-şiddet sorunundan mağdur olduğu, sorunun erkek-kadın sorunu olmadığı yönündeki, en gündem saptırıcı, en yavan tezi bir yana bırakacak olursak, Yürüyüş’ün sosyalistlere yönelttiği esaslı eleştiri oklarından biri, kadın özgürlük mücadelesindeki militanlığını hedef alıyor. Emperyalizme karşı (sanki erkek egemenliğine vurulan darbeler emperyalizmi nezle bile yapmazmış), adaletsizliğe karşı (sanki kadına yönelik adaletsizlik, adalet sorununun parçası değilmiş!), yoksulluğa karşı (sanki kadın özgürlüğü ekseninde bu konuda hiç bir mücadele örgütlenemezmiş!) vb sıralanan bir dizi faaliyeti gerçekleştirmediğini iddia ettiği ESP’ye soruyor: “Neden kadın konusunda bu kadar cevvalsiniz?” Bu, inceltilmiş erkek egemenliğinin artık gülümseten klişelerinden biridir, sosyalist saflarda da yer yer rastlarız: “Kadın sorunuyla bu kadar ilgileneceğinize sınıf sorunuyla ilgilenin”... Yürüyüş’ün içine su serpelim: sosyalist kadınlar henüz, kadın “sorununda” olmayı hedefledikleri kadar “cevval” değiller ve sıraladığınız bir dizi gündeme dair görevlerinin yanında kadın özgürlük davası görevlerini, işlerinin, kalplerinin, ruhlarının yarısı olarak değil, ikinci görevleri olarak dahi değil, “kırkbirinci işleri” olarak tanımlayışları hiç de münferit sayılmaz. Öte yandan sosyalist kadınlar, aşmaları gereken eşikler olsa da, kadın özgürlük mücadelesinin öncü kuvvetlerinden biri ve emekçi sol saflardaki en ileri öncü teorik ve pratik tutumların sahibi olarak, cevvallik sıfatını kuşkusuz alınlarının teriyle hakettiler ve gururla taşıyacaklardır... İyi de, kadın “sorununda”, işçi sınıfının grevleri, devlet terörüne karşı savaşım, Kürt ulusunun demokratik talepleri, ezilen inanç topluluklarının mücadeleleri konusunda olduğu kadar cevval olmanın nesi hatalı, nesi marksizme leninizme aykırı? Kadın özgürlük mücadelesinde militan olmakta kusur bulmak, bunu bir eleştiri olarak yazmayı, dillendirmeyi akıl edebilmek, nasıl bir egemen erkek kibrin ürünü? Siz, ezilenlerin, baskı altına alınanların, sömürülenlerin devrimci temsilcilerinden biri olarak, kadın “sorununda” bizim kadar cevval olmamanın neresini kendinize yakıştırıyorsunuz?
Bir diğer klişe ise bu sorunun kadın-erkek değil, sistem sorunu, toplumsal sorun olduğu söylemi. Sanki kadın cinsle erkek cins arası ilişkiler sistematik değilmiş, toplumsal ilişki değilmiş de bireysel ve tesadüfiymiş gibi. Yürüyüş’te bilhassa ilginç olansa, konuyu emperyalizmin ve onun yozlaştırma saldırılarının sonucu olarak açıklaması. 5 bin yıllık kadın ezilmesinin, erkek egemenliğinin sorumlusunun, nasıl yaşı 100 yılı biraz aşan emperyalist düzen olduğunu anlamakta zorlanıyoruz demek isterdik ama hiç de zorlanmıyoruz. Kadın ezilmesi diye bir sorunu yok ki Yürüyüş’ün. O şiddeti, tacizi, kadın bedeninin alınıp satılmasını, erkek egemenliğinin kadının emeği ve bedeni üzerindeki sınırsız tahakkümünü “yozlaşma” ve “ahlak” sorunları kapsamında ele alıyor. Ahlak anlayışı, feodal yaklaşımlardan bile beslendiğine göre, yeni yetme emperyalizmin “ahlakı bozduğu”nu iddia etmesi doğal; yeni bir toplumun bozulmuş ahlakın yeniden tesisi değil, yeni ve “kadın-yanlı bir ahlak” anlayışı üzerinde var edilebileceği ise Yürüyüş’ün düşünsel ufkundan uzak. Biraz “emperyalizmin yozlaştırmasına karşı” feodal ahlak, biraz “zayıfa el kaldırmama” centilmenliği, biraz burjuva kadın-erkek eşitlikçiliği... İşte Yürüyüş’ün soruna yaklaşımı... Ve sınıflı toplum düzenlerinin her türlüsünden biraz alan bu karmaya karşılık, kadın özgürlük sorununda düzeniçi olan da biz komünistler oluyoruz!
“Silahlarımızı erkeklere değil, yozlaşmanın sorumlularına yöneltmeliyiz”. Asîman’ın yazısının, “erkeklerden” değil, “tacizci erkeklerden” ve kadına yönelik suç işlemiş erkeklerden bahsettiğini, durduk yerde erkek cinsini kırıma uğratmaktan, erkeksiz bir dünya kurmaktan sözettiğine de en azından bu yazıda rastlanmadığını, her iki yazıyı okumayanlar için vurgulayıp devam edelim.
“Özgecanlar’ı Kurban, Suphiler’i Katil Yapan Bu Düzendir” şiarıyla AKP’nin Özgecan katliamındaki sorumluluğunu teşhir ettiği 457. sayıya gönderme yapan Yürüyüş, şöyle diyor: “Emperyalizmin çürümüş, yoz kültürü halkın kültürünü, değerlerini de çürütmektedir. Eşini, çocuğunu, ailesini öldürenlerin sayıları her geçen yıl artıyor. Parçalanan aileler, yıkılan yuvalar her geçen gün artıyor. İşsizlik, açlık, çaresizlik, umutsuzluk aileleri teslim alıyor. Çözümsüzlük “cinnet haline” sokuyor. Kadın cinayetlerinin hangisi halkın yaşadığı bu sorunlardan bağımsızdır? Bu sorunların tek sorumlusu da bu düzendir.”
Yürüyüş, “Sorumluluğu katilden almıyoruz elbette ama tek başına sorumlusu da katil değildir. Onu yaratan düzenin kendisidir” deme zahmetine katlansa da, kısmi sorumluluğu tespit ve teslim edilen katilin akıbetine dair görüşleri meçhul.
İşte, düzeniçilik-düzendışılıkla ilgili yavan tekerlemeye bir kez daha rastlıyoruz böylece: Feministlerin ve feminizme sapmış oportünist solcuların bir türlü farkedemediği, kadın sorununu “düzenin yarattığı” gerçeği!
Düzenin erkek egemen karakterini teslim etmezseniz, kadın özgürlük gündemi etrafında asla düzendışı nitelikte bir mücadelenin verilebileceğini kabul etmezsiniz. Ne feministlerce, ne komünistlerce! Sorununuz feministlerin ya da komünistlerin düzeniçi-düzendışılığıyla değil, kadın özgürlük mücadelesinin kendisiyle ilgili çünkü. Daha kötüsü, düzeni böyle eksik kavradığınız için, düzeni tam anlamıyla hedef alamaz, onu erkek egemenliği halkasından da darbelemeye yönelemez ve kendiniz düzeniçi kalırsınız da, farkına bile varamazsınız!
“Suphileri düzen yaratıyor”. Ama düzen nedir ki? Neden aynı düzen, yozlaşmanın başka bir biçimini değil de, kadınların kurban, erkeklerin katil olduğu özel biçimi üretiyor? Erkek şiddeti, düzenin “yarattığı” bir sorun değil, bir yan ürün değil, düzenin ta kendisidir. Burjuva düzen, özelde sömürgeci faşist rejim, aynı zamanda bir erkek egemenliği, erkek şiddeti düzenidir.
Köy korucularını düzen yaratmıyor mu? İşbirlikçileri, muhbirleri, ajanları düzen yaratmıyor mu? Emekçi çocuklarından özel harekatçı katilleri düzen devşirmiyor mu? 19 Aralık katliamında devrimcilere işkence etmekten zevk alan katillere dönüşen askerler, Kürdistan’da kulak kesip biriktirenler, düzenin değil de uzaylıların yol açtığı afetlerin yarattığı mutant canavarlar mı? Peki ya düzen, tüm bu koruyucularıyla birlikte yoksa neyle var?
Bu erkek egemen burjuva düzen, burjuvazinin ve burjuva devlet aygıtının yanı sıra ve onlar adına, erkek egemenliğinden gelen ayrıcalıkları uğruna kadına şiddet uygulayan, ezilen ve sömürülen sınıflardan erkeklerce de üretilip korunmuyor mu?
Peki bu durumda, “düzeni” kim savunmuş oluyor? Erkek egemen suçları, erkek şiddetini hedef almamayı öğütleyen Yürüyüş mü? Düzenin kendisine, tüm baskı aygıtlarına ve bekçiliğini üstlenenlere karşı, düzen mağdurlarının silahlı savunmasını her cephede örgütlemeye yönelen sosyalistler, marksist leninist komünistler mi?
Aynı Yürüyüş, haklı olarak, “işkencecileri katil yapan bu düzendir”, “devrimcilere kurşun sıkanları karşıdevrimci yapan bu düzendir” deyip de katillere, işkencecilere af çıkarmıyor... Ama Atılım, “kızıl sopalarımız, tacizci erkeklerin başında gümbür gümbür patlamalı” deyince, namlularınızı erkeklere değil düzene çevirin, onları suçlu yapan düzendir diyor. Sosyalistler hangi erkekleri hedef gösteriyor? Yürüyüş, hangi erkekleri savunuyor?
Ama dahası var! Aynı Yürüyüş aslında, düzenin yarattığı tacizcilere de af çıkarmıyor! Kefiliz ki bu günahtan muaftır! Sorun tacizcilerin cezalandırılması değil, sorun, tacizcilerin ne adına, kim tarafından cezalandırıldığı.
Yürüyüş’ün 13 Aralık 2015 tarihli 499. sayısında yer alan, “Mahallemizde Tacizci Barındırmayacağız” başlıklı haberi ele alalım:
“Alibeyköy’de 2 Aralık akşamı saat 23.00 sularında Cengiz Topel Dörtyol’da Cepheliler devriye attığı sırada 2 genç kadını huzursuz ve rahatsız gördü. Bu durum karşısında yanlarına giderek kendilerini tanıtan Cepheliler, sorunun ne olduğunu sordu. Kadınlar olayın şoku ile; Siyah BMW aracını kullanan birinin yaklaşık 15 dakikadır kendilerini takip ettiğini, yanlarına yaklaşıp ahlaksız şekilde arabaya davet ettiğini söyledi. Bunun üzerine Cepheliler tacizci BMW aracını kullanan adamı suçüstü yakalamak için kadınları 20 m uzaklıkta yürütüp, tacizci adamın ortaya çıkmasını beklediler. Daha kadınlar 5 m. yürümemişlerdi ki tacizci BMW arabasıyla, kadınların yanına yaklaşıp yine en başında söylediklerine benzer ahlaksız cümleler kurdu. Bu sırada arabanın dört tarafını saran Cepheliler adamı suçüstü yakalayıp, arabanın kapısını açmaya çalıştıklarında, adam neye uğradığını şaşırdı ve hızlıca arabanın gazına basıp kaçtı. Bunun üzerine arabayı taş yağmuruna tutan Cepheliler arabanın camlarını kırdı. Bu olay üzerine mahalle esnafına ve çevrede toplanan halka bu durum anlatılıp mahalleye sahip çıkılması gerektiği konuşuldu.”
Demek ki, tek tek erkekler, “düzen” tarafından yaratılmış bile olsalar, mahallenin namusuna göz dikiyorlarsa, “emperyalizmin yozlaştırma” saldırısıyla mücadele kapsamında cepheli ahlak zabıtalarınca cezalandırılabilirler, tıpkı bedenini satmak zorunda kalan kadınların tokatlanması, yerlerde sürüklenmesi, teşhir edilmesi gibi... Sorun, kadın özgürlüğü, kadın cinsin korunması değildir çünkü, erkek egemen “ahlakın” korunmasıdır.
Cepheliler yozlaşmaya karşı silahlanınca, aynı tacizciyi, aynı taciz nedeniyle dövmeleri devrimcilik oluyor, ama haberde bahsedilen “huzursuz ve rahatsız” kadınlar, sosyalistlerin öncülüğünde kendileri silahlanır ve huzursuz ve rahatsız olmayı bırakıp, “cevval” ve cazgır olmaya karar vererek, aynı taciz olayı karşısında aynı tacizciyi dövme eylemine bizzat girişirlerse o zaman bu kuşkusuz, feminist sapkınlık oluyor! Mahallede ahlak zabıtalığı toplumsal bir devrimci görev, kadın devrimcilerin mahalle kadınlarını erkek şiddetine, tacizine karşı sopayla, biber gazıyla silahlandırması ise feminist düzeniçilik oluyor!
Neden? Bir işe erkek eli değince mi devrimci olunuyor? Kadınlar yapınca o iş düzen içi mi oluyor? 8 Mart’larda tartışmaları, erkek egemen burjuva düzene, erkek egemen faşist rejime karşı hangi mücadele şiarlarının yükseltileceğine değil de, erkekli miting dayatmasına indirgerken de aynı “erkek elinin devrimci sihri” değil miydi savunduğunuz?
Peki neden Yürüyüş bu kadar çelişki içinde? Ya da onun görüşlerini iç tutarlılığa kavuşturacak geri kavrayış, kadın “sorununun” hangi biçimde tanımlanmasına dayanıyor? Yürüyüş sayfalarında, Halk Cephesinin politik tutumlarında bu soruya bir dizi yanıt bulabiliriz, her ne kadar Yürüyüş sayfalarında “kadın” kelimesi kendisine çok sınırlı yer bulsa ve Halk Cephesi’nin bu konuyla ilgili pratik politik tutum aldığına nadiren rastlansa da...
Örneğin, 505. sayıda, Halk Meclisleri bünyesinde oluşan sorun çözme komitelerinin görevleri, önüne çıkan sorunlar, neler yapılması gerektiği tartışılıyor ve şunlar söyleniyor: “Bu sorunlar neler oluyor genellikle? Aynı apartmanda oturan iki ev kadınının, balkonundan benim çamaşırlarımın üstüne halı silkeledin kavgası, eşler arasında anlaşamama, kocanın eve sarhoş gelmesi, eşini dövmesi, küfür etmesi, alacak verecek sorunu vb... Yani genellikle iki kişi arasında yaşanan sorunlardır.” (abç)
Yani ev içi erkek zulmü, “eşler arasında anlaşamama”dan ibaret olup, kadına yönelik erkek şiddeti, dayağı, küfrü, tıpkı bir alacak verecek sorunu gibi, “iki kişi arasında yaşanan sorunlardır”. Kadın özgürlük sorunu, sadece 8 Mart’larda feministlere ve ESP-SKM’li kadınlar gibi feminizmin batağında boğulan sapkın oportünistlere ders vermek gerektiğinde toplumsaldır. Kadın “sorunu” sadece, kadınlar bu konuda öncülüğe soyunduklarında, onlara sınırlarını hatırlatmak ve erkeğin müdahale özgürlüğünü garantilemek için “toplumsaldır”. Ama kadın sorununun tek tek her gündemi, şuradaki taciz, buradaki dayak, oradaki hakaret sorunu ise hep iki kişilik sorunlardır... Kadın sorunun toplumsallığı, bu tek tek olguların tümünün, toplumsal düzenle bağı demek değildir; erkeklerin konuya eşit (hatta daha eşit!) müdahale hakkı demektir. Toplumsallık, “erkekli”liktir, çünkü toplumsal, dünyasal, makro konular, erkek işidir.
Kadın Özgürlük Mücadelesinin Yeni Döneminde Feministler Ve Emekçi Solun Reformist Bölükleri
Feminist güçlerin kadın özgürlük mücadelesine düşünsel ve pratik katkıları ortada. Dahası, bu yönlü arayışları, feministlerin azımsanamayacak bir kesimini, Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere değişik toplumsal mücadelelerde ileri bir tutum almaya da yöneltegeldi.
Öte yandan, bölgede yaşanan hızlı siyasal gelişmeler tablosunda, kadın cinsin kazanımlarını sahiplenme ve ilerletme bakımından feminist hareketin kendi reformcu sınırlarına dayanarak ciddi bir apolitizm içine girdiğini söylemek de yanlış olmayacak. Bu durumu sevinçle karşılamadığımız gibi, feminizmin miadını doldurduğu ya da ilerici barutunu tükettiği iddiasında da değiliz. Öte yandan, feminist güçlerde kadın özgürlük zemininde bir silkinmenin zorunlu olduğu da açık.
Feminist örgütlerle, neden kadın özgürlük sorunu merkezli örgütlendikleri, neden diğer toplumsal konuları temel mücadele ekseni olarak ele almadıkları etrafında bir tartışma yürütecek değiliz. Bu, tıpkı bir ulusal kurtuluş örgütünün neden proletarya diktatörlüğünü hedeflemediğine odaklanmak gibi, abesle iştigalden öteye geçmez. Feminist örgütlerin, kendi ifadeleriyle feminizm(ler)in varlık nedeni, bütün akımlarıyla, kadın eksenli siyasettir. Ama pekala bu örgütlerin tümüne, bölgedeki gelişmelerle, tam da kendi varlık zeminleri olan, kadın eksenli siyaset temelinde, kadın cinsin somut kazanımlarını sahiplenme, ilerletme temelinde neden daha militan bir ilişki kurmadıklarını sorabiliriz. Neden, örneğin kadın cinsin konumu ve durumu bakımından kuşkusuz faşist sömürgeci rejimden de, Suriye gerici rejiminden de daha ileri bir durumun ifadesi olan Rojava devrimiyle, kadının örgütlü gücüyle elde ettiği ve savunduğu kadın cinsin kazanımları uğruna daha militan bir ilişki kurulmuyor? Örneğin YPJ saflarında, Rojava Devrimi’nin kadın özgürlüğüne anlamlı katkılarından dolayı vb savaşan feminist aydınlar göremediğimiz gibi, Batı’da, Rojava devriminin ve kadın eştemsiliyetinin ve özsavunmasının büyük bir emekle var edildiği Bakure Kurdistan özyönetimlerinin anlamlı bir sahiplenilişi, eylemsel düzeyde savunuluşu söz konusu olmuyor.
Bırakalım bölge devrimini, Batı’da kadın özsavunması gündemiyle nasıl bir ilişki kuruyor feminist hareket? İFK, özsavunma raporu yayınlamaya başladı. İyi de yaptı. Kuşkusuz bu bir katkı, hizmetti. Ama neden İFK ya da çizgisel muadilleri ve devamcıları, sözcülüğünü yaptıkları bu çizginin öncülüğünü yapmaya yeltenmiyor? Nevin Yıldırım kişisel olarak özsavunma yapıyor ve müebbet hapisle bedelini ödüyorken, neden feminist kadınlar bu türden bedelleri göze almıyor?
Beşbin yıllık bir toplumsal düzeni, bir toplumsal ilişkiyi yerle bir edeceksiniz ama bunun için ağır bedeller ödemeyeceksiniz. Ya da tek tek kadınlar, teke tek mücadelelerde bu bedelleri ödeyecek (geceleri sokağa çıkma hakkını kullanıp saldırıya uğrayan kadınlar, boşanma hakkını kullanıp canıyla ödeyen kadınlar, özsavunma hakkını kullanıp müebbetle ödeyen kadınlar), ama onlar adına söz söyleme iddiasında olanlar bedel ödemeyecek! Böyle bir toplum değiştirme biçimi nerede görülmüştür ki!
Kadın özgürlük davasına adanmak, kadınlar için, kadınlar adına ve kadınlar hakkında risk almak, bedel ödemek... Buraya gelince hemen hemen tüm güçlerin tutumu eşitleniyor. Emekçi solun devrimci bölüklerinin önemli bir kısmı, her konuda risk alırken, özelde bu sorunda risk almayı gereksiz görüyor, ne toplumsal gericiliğin göğüslenmesi, ne örgütsel kayıplar verilmesi, ne de siyasal yenilgiler alınması risklerine giriliyor. Reformist bölüklerse (ki bunlara tüm kesimleriyle feministler de dahil) genel olarak mücadelede risk almaktan kaçınıyor. Ama sonuçta, risklerle, bedellerle yürünmesi gereken bir mücadele, kimse bedel ödemeye, risk almaya, radikal kararlar ve bu kararların sorumluluğunu almaya hevesli olmadığı sürece, büyütülemiyor.
Bu durumlar, feminist akımları, çevreleri, kadın özgürlük sorununda reformist, toplumsal sorunların kadın özgürlük gündemi dışındaki konuları karşısında ise çoklukla apolitik tutuma koşulluyor. Bu kuşkusuz, sadece kadın eksenli mücadele bakış açısıyla dahi savunulamaz bir durum.
Reformist solun diğer kesimleri özsel olarak feministlerle benzer bir pozisyon içinde. EMEP’li kadınlarsa, özsavunma söyleminin adını sahiplenirken, içeriğini, on kişiye onbeş kişiyi ekleme, genel dernekleşme-örgütlenme ile anlamlandırarak boşaltıyor.
Bu cephede en ayrıksı ve ileri tutum ise, pratik-politik bakımdan canlı, mücadeleci bir çizgiden ileri gelen arayışlarının ürünü olarak, gerek Kürt ulusal demokratik mücadelesi, gerekse kadın özgürlük mücadelesi bakımından gelişen, dinamik bir mevzilenme içerisindeki Halkevci kadınların sokak eksenli hareket tarzı ve arayışları.
***
Dünya çapında kadın özgürlük mücadelesinde yenilenme ve sıçramanın en ışıklı odağını oluşturan bölgemiz koşullarında kuşkusuz ki kadın özgürlük mücadelesi, politik özneleri, öncüleri şahsında bölgedeki kazanımlarla ve yeni görevlerle buluşmayı başaracaktır.
8 Mart Kadın Mitingi Tartışmalarından Bugüne
2000’li yıllar boyunca emekçi sol hareket içinde kadın özgürlük mücadelesi üzerindeki saflaşmasının başlıca zemini 8 Mart eylemleri olmuştu. Emekçi solun önemli bir bölümünün sorunla sadece 8 Mart’tan 8 Mart’a ilişkilendiği, günlük siyasi mücadelenin konusu haline getirmediği koşullarda başka türlü de olamazdı zaten. Tam da bu yüzden, tartışmalar, erkekli-erkeksiz miting noktasında yoğunlaşsa da, saflaşmanın ana ekseni, kadın eksenli gündemlerle mücadelenin 8 Mart’tan 8 Mart’a mı, günlük siyasetin eksenlerinden biri olarak mı ele alınacağı sorunuydu. Aynı anlamda bu saflaşma, kadın özgürlük mücadelesi ile emekçi sol saflardaki erkek egemenliği arasındaydı. Zira, bir kesim 8 Mart dışında kafasını kaldırıp demokratik kadın hareketine bir göz atmadığı için gündeminden, gelişiminden bihaber olsa da, birinci ekseni bir araya getiren, 8 Mart’a erkeksiz katılımda ortaklaşmaları değil, kadın eksenli mücadele hattının, toplumsal mücadelenin bir bileşeni olarak süreklileşmesi temelinde (gözaltında tecavüze karşı mücadeleden, emperyalizmin Afganistan ve Irak işgallerine karşı duruşa, Kürt kadınlarının barış talebini sahiplenmeden, erkek egemen yasal hükümlerde değişiklik talepli mücadelelere, F tipi tecrite karşı kadın eylemlerinden kadına yönelik şiddete karşı mücadeleye) ortak politika yapış yeteneğinin gelişmesi, ittifak kültürünün olgunlaşması oldu. “Kadın mitingi” pozisyonu, iddianın aksine, bu ortaklaşmanın çıkış noktası değil, ürünü olarak gelişti.
Diğer yandan ise, Devrimci 8 Mart Platformu’nun ayrışmasında belirleyici olan, erkek egemen burjuva düzene karşı hangi talep ve şiarların yükseltileceği, nasıl mücadele edileceği konularındaki farklı yaklaşımlar olsaydı, başka bir deyişle bu girişim, 8 Mart Kadın Platformu’nun erkek egemen düzene karşı mücadelede bıraktığı tek bir boşluğu doldurma başarısını gösterseydi, kavrayıştaki geriliklere, devrime indirgemeci yaklaşımlara vb. rağmen, kuşkusuz ki kadın özgürlük mücadelesini geliştirici bir rol oynardı. Platform bileşenlerinin “feminist sapma içerisinde olduğunu” saptadığı sosyalist kadınlara ya da kendisini feminist olarak ifade eden güçlere karşı da gerçek bir ideolojik hegemonya ve eleştiri zemini olurdu. Ancak, erkeklerin katılımı dışında, diğer platformun düzeniçiliğine kanıt olarak sundukları ya da sunacakları bir içerik ayrışması yoktu. Devrimcilik-düzeniçilik denklemini basitçe, kadın sorunu devrim sorunu olduğuna göre, kadın-erkek mücadelesi sorunudur, 8 Mart da bunun kürsüsüdür indirgemesi üzerine kuruyordu. Platform erkek egemenliğine karşı, kadın özgürlük mücadelesi için kurulmuş bir zemin değil, bizzat kadın özgürlük mücadelesine karşı, devrimci saflardaki inceltilmiş erkek egemenliğinin sözcülüğü zemini oldu. Bu nedenle de kadın özgürlük mücadelesi adına zırnık kazanımı yoktur. Bu platformun devrimci mücadele adına da kazanım sayılabilecek tek başarısı, bileşeni olan devrimci güçlerin ittifaklaşma yeteneğini geliştirmesi olmuştur, ancak bunu da bu güçleri daha ileri politik tutumlarda değil daha geri politik tutumlarda birleştirerek yapmıştır. Kadın özgülünde oynadığı başlıca rol, kadın özgürlük mücadelesini devrimci ya da reformist, kısmi ya da bütünsel, sürekli ya da kesintili biçimde, velhasıl değişik düzeylerde omuzlayan kuvvetler üzerinde gerici bir basınç oluşturması olmuştur. Kendi doğal tabanını oluşturan kadın kitlesini mücadeleye seferber etme ve bilinçlendirmede dahi sınıfta kalmıştır. Bu nedenle, kadınları erkek egemen kapitalist düzene, sömürgeci faşizmin kadına yönelik baskı ve boyunduruğuna, erkek şiddetine karşı mücadeleye seferber etmede en cılız, feminizme karşı mücadelede en atak biçimde mevzilenerek, “8 Mart’ın sınıfsal ve tarihsel özünden boşaltan”, DSMP bileşenleri oldu. Bugünden geriye bakıldığında da, gerek erkek şiddetinden, işçi kadınların çok çeşitli gündemlerine dek kadın eksenli talep ve gündemlerde, gerekse F tipi tecritten Kürdistan’da sömürgeci boyunduruk ve ilhaka karşı çıkmaya kadar birçok toplumsal gündemde özel bir kadın duruşu geliştirmede pratik kazanımların tümü, 8 Mart Kadın Platformu etrafında toplanan güçlere aittir.
Kadın Özgürlük Mücadelesinin Yeni Dönemine Açılan Dönüm Noktaları
Emekçi solun kadın özgürlük mücadelesiyle ilişkisinde dönüm noktalarından ilki, DSMP’nin sönümlenmesi oldu. DSMP’nin miadını doldurduğunun başlıca göstergesi, gerek bütün bir tartışma sürecinin, gerek Kürt kadın hareketinin kazanımlarının, gerek HDK’nin yeni bir ittifak ve siyaset aracı olarak emekçi sol saflardaki siyaset tarzını dönüştürücü etkilerinin, gerekse de kendi iç dinamiklerinden doğan devrimci arayışların sonucu olarak önce YDK’lı, sonra DKH’lı kadınların DSMP’den ayrışması, özgün bir örgütlenme ve çalışma ekseni kurma, kadına yönelik erkek şiddeti, ev emeği, lgbtiler gibi emekçi sol bakımından soruna yaklaşımın en sorunlu boyutlarına dokunma ve giderek canlı, dinamik bir siyasi mücadele hattına girme yönünde ilerlemesiydi. Emekçi sol cephesinde kadın özgürlük mücadelesi bağlamında pozisyon yenilemenin son yıllardaki en sevindirici gelişmesi olan bu ayrışma, DSMP’nin diğer bileşenlerini de erkek egemen, statükocu çizgide kemikleştirici bir rol oynadı.
İkinci dönüm noktası, HDP/HDK süreciyle, emekçi sol bakımından geleneksel siyaset tarzının, ittifak biçimlerinin dönüşümü, toplumun ilerici birikiminin önemli ölçüde HDP etrafında cepheleşmesidir. HDP-HDK, örgütlülük bakımından en zayıf olduğu alanlardan biri olmasına rağmen kadın özgürlük mücadelesi cephesinde de, yeni türde bir ittifak zemini oldu. Özellikle 7 Haziran seçimlerinde çok belirgin bir niteliğe dönülen özgül çalışma, kadın seçim programı, kadın seçim büroları, kadın kitlelerinin talep ve özlemlerini yanıtlamadaki çeşitlilik ve somutlama yeteneği, parti ve kongre içinde kadın inisiyatifini geliştirmede devreye konan, eştemsiliyetten fermuar sistemine somut mekanizmalar, burjuva düzen partileri dahil bütün siyasi güçlere kadın özgürlük sorununda kendi ölçülerini dayatır oldu. Erkek egemen siyaset anlayışının, tarzının, hatta erkek egemen düzenin devamlılığının dolaysız savunuculuğunun saflarındaki ve eylemindeki azımsanamayacak etkilerine, özellikle seçimlerde aday listelerinin belirlenmesi gibi “kritik” konularda kadın cephesinin kazanımlarının kolayca gözden çıkarılması eğilimlerine vb rağmen HDK-HDP deneyiminin bugüne kadarki kazanımları, emekçi sol için bir çıta oluşturdu.
Üçüncü olarak, Haziran ayaklanmasıyla patlak veren Batı’daki devrimci durum, kadın özgürlük mücadelesinin yeni döneminin başlayışının etmenlerinden biri oldu. Kadınların ve lgbti hareketin isyan günlerindeki etkin mevzilenişi, hareket içerisinde şovenizmi zayıflatan, demokratik bilinci yükselten etkileriyle, kadın özgürlük mücadelesinin yıllardır biriktirerek getirdiği zeminin nitel bir sıçrama dönemine girmesini getirdi.
Bu sıçramanın ilk göstergesinin bir kadın isyanı olarak patlak vermesi gecikmedi. Haziran ayaklanması sonrasında çok çeşitli gündemler etrafında boyveren iri ufaklı toplumsal patlamalardan biri olan Özgecan isyanı, kadın eksenli mücadele gündemlerinin toplumsal mücadelenin diğer dinamikleriyle buluşmasında yeni bir düzeyi, siyasi gündemi belirleme gücünü açığa çıkarıyordu. Dahası, kadın özsavunması fikrinin, mücadelenin fiili-meşru temelde ve şiddet içeren araç ve biçimlerinin kadın özgürlüğü ekseninde devreye girişinin, Batı’da ilk kez bu denli yaygın ve meşru bir şekilde gündeme gelişi, kuşkusuz kadın hareketinin o güne kadarki kazanımlarıyla ve bu kazanımlara dayanarak yeni bir sıçrama eşiğine varışıyla ilgiliydi.
En önemli dönüm noktası ise, bir kadın devrimi olarak da gelişen Rojava Devrimi’nin, tüm bu gelişmelerle iç içe, bölgede kadın özgürlük mücadelesi bakımından da yeni bir siyasal saflaşmanın koşullarını ortaya çıkarmasıydı.
Yalnızca DSMP ekseninde toplanan güçlerin değil, kadın özgürlük mücadelesiyle daha etkin ilişki içindeki siyasi öznelerin de gerek ittifaklar düzleminde, gerekse tek tek bazı bileşenleri nezdinde bir dağınıklık dönemini yaşamakta oluşu, biraz da bu yeni gelişmelerden okunmalıdır.