Ezilenlerin Sosyalist Partisi Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, Gezi Parkı direnişi ile yayılan halk ayaklanmasını ETHA'dan Arzu Demir'e değerlendirdi. Halkın güçlü ayak seslerini duyduklarını belirten Yüksekdağ, halkların aynı zamanda korku duvarını yıktıklarını belirtti. Devrimin güncelliğinin soyut olmaktan çıkarak somut olarak kendisini gösterdiğine dikkat çeken Yüksekdağ, devrimcilere yönelik başlatılan saldırıların da buradan değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
İnsanlar niye sokağa döküldü, halklar niye günlerce taksim’de direndi. Akp zulmüne karşı nasıl baş ettiler ve bu hareket bundan sonra nasıl ilerleyecek?
Önce hareketi tanımak istiyoruz. Nasıl bir hareketti? Polis şiddetine karşı nasıl dayandı, nasıl direndi, ne istedi? Öncelikle bunların yanıtını almak istiyoruz.
31 Mayıs-1 Haziran tarihinde başlayan büyük halk ayaklanması, bizim Haziran ayaklanması olarak tarif ettiğimiz toplumsal hareket, elbette ki öncesiz bir hareket değildi.
Hareket, kendi içerisinde, halkın kendiliğinden sokağa çıkmasını içeren faktörler ve veriler taşır, ancak Kürt halkının 30 yıla dayalı politik özgürlükler mücadelesi, yine aynı yıllara denk gelen Türkiye’nin batısındaki emek ve özgürlük hareketinin deneyimi ve birikimi,
Haziran ayaklanması dediğimiz süreci mayalamış, oluşturmuş ve inişli çıkışlı bir seyir izleyerek 1 Haziran’a denk gelen bir ayaklanmayı açığa çıkarmıştır.
Aslında 31 Mayıs’ın bir hafta öncesine baktığınızda bile bu hareketin öncü ve güçlü ayak seslerini çok güçlü bir biçimde görebilirsiniz. Bunlardan birisi 2013 1 Mayıs’ıydı. Taksim 1 Mayıs yasağıyla karşı karşıya kaldı emek ve özgürlük güçleri. Bunun karşısında sokakta verilen güçlü bir yanıt vardı. 2013 Taksim Meydanı’nda emek ve politik özgürlük mücadelesi veren bütün güçlerin birleştiği, sokakta hakkını aradığı, söz söyleme hakkını, eylem yapma hakkını; yani bütün politik özgürlük hakkını sokakta aradığı bir süreç başladı. Taksim yasağından sonra, İstiklal Caddesi, adliyelerin önü, THY işçilerinin grev yaptığı grev meydanı ve sayısız mekan eylemlere ve gösterilere yasaklandı. 6 Mayıs, Denizlerin anmasında sokak çarpışmasına dönüşen bir hareket söz konusu oldu, 18 Mayıs’ta ve THY işçilerinden tutalım da eylem yapan, harekete geçen bütün kesimlerin örgütlediği sokak mücadelesine dönük kapsamlı saldırılarla karşı karşıya kalındı. Bu, tabii ki AKP Hükümeti cephesinden bir saldırı konseptinin devreye sokulması anlamına geliyordu. İşte Gezi direnişinin tam da bu sürecin arkasından devreye girmesi kesinlikle tesadüf değildir.
AKP Hükümeti’nin iktidar gücü olarak kendisini konumlandırdığı 10 yıl boyunca bastırılan bütün talepler, geriye itilen, ezilen, polis güçleri ve güvenlik politikalarıyla ortadan kaldırılmaya ve bertaraf edilmeye çalışılan bütün talepler ve kuvvetler, Gezi direnişiyle kendisini ortaya koydu. Bu açıdan bakıldığında, Haziran ayaklanmasının kesinlikle anlık bir öfkenin patlaması olduğunu söyle -yemeyiz. Taksim Gezi direnişine ve Türkiye’nin birçok meydanını direniş alanına dönüştürmüş bu harekete yönelik olarak geride bıraktığımız dönemde de, yani çadırların zorla söküldüğü dönemde de sayısız saldırı gerçekleştirildi. Bunun karşısında çok güçlü ve kapsamlı direnişler ortaya konuldu.
AKP iktidarı 10 yıllık süreci boyunca, ‘dediğim dedik çaldığım düdük’ tavrını sürdürdü. 10 yıllık hükümet dönemini devirdim diyen, hatta 2023 planlarını, o da yetmedi 2071 planları yapmaya başlayan, kendisine bu kadar güvenen, devlet içerisinde kurumsallaşmasını gereğinden fazla abartan, bunu kibirliliğe, küstahlığa, aşağılamaya kadar götüren bir hükümet dili ve politikası söz konusuydu. Kurdukları korku karargahlarını, kalelerini, karakollarını o kadar güçlü sanıyorlardı ki, bunun karşısında bir direniş gelişmez, insanlar özgürlük talepleriyle harekete geçmez fikri, AKP iktidarını saldırgan politikalar konusunda motive eden temel unsurdu.
Taksim Gezi direnişi, onur ve özgürlük isyanıdır. Net olan budur. Geride bıraktığımız süreçte Türkiye’deki ezilen halklar gösterdi ki, özgürlük ve insanlık onuru sizin hegemonyanızdan, sizin üstünlük kibirlerinizden ve saldırgan politikalarınızdan daha üstündür. Korkuyu yener, korkuyu aşar ve bir daha dönmemek üzere o korku karakollarını terk eder. Türkiye halklarının verdiği mesaj bu olmuştur.
İsyan başladığında en çok görülen ulusalcıların o alandaki varlığıydı. Ulusalcılar, sosyalistler ve antikapitalist Müslümanlar nasıl bir araya gelmişti. Özellikle Kürt özgürlük hareketinin de gördüğü şey buydu, ulusalcıların varlığıydı. Nasıl bir araya geldiler, bu kadar farklı politik kesimler?
İtici faktör, AKP iktidarının kendisidir. Varlığı ve söylemidir. Kendisi dışındaki her kesimi, kendisine düşman haline getirme gibi bir becerisi var bu hükümetin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın kullandığı söylemler itibariyle. Elbette ki Taksim direnişinde, Taksim’in tetiklediği bütün Türkiye’ye yayılan direniş sahalarında ulusalcı karakterler, daha önce AKP iktidarıyla çelişkiler yaşayan ve hala çelişkilerini sürdüren ulusalcı kanat da onların bilinçli öncü politik kesimleriyle ve aynı zamanda ulusalcı ve şovenist kesimin sosyal tabanı da bu direniş içerisinde kendisini ortaya koymuştur. Ancak yanıltıcı olan faktör şu: Bu hareketin toplumsal patlama olduğu ve patlamanın öncülüğünü, toplumsal patlamayı karakterize edecek temel unsuru ulusalcılar olarak tanımlamak çok önemli bir yanlışlıktır. Daha öncesinde bu, Türkiye’de emek ve özgürlük hareketinin antifaşist, antişovenist toplumsal potansiyelinin eksik analiz edilmesinden kaynaklı bir sorundur bu. Sadece Kürt yurtsever hareketin değil, solun da eksik tespitleri söz konusudur bu süreç içerisinde.
Bu hareket içerisindeki devrimcilerin varlığı, ulusalcı ideolojik düşüncelerin ve anlayışların yönlendirmesi etkisi altında olmayan antifaşist kitle, gençlik kitlesi eksik analiz edilmiştir. Taksim’de bunu çok somut gördük. Taksim’e akan milyonlarca insan, yüz binler değil, artık milyonlardan bahsediyoruz, ulusalcı olgular, yaklaşım ve empoze edilmiş şovenist fikirlerden daha ziyade, bu hareket içinde birleşenlere değer verdi, onlara sarıldı. Çok tipik başka bir örnektir, tarihimizde yaşanmış bir şey değildir, Taksim Meydanı’nda milyonların gelip aktığı bir meydanda Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’la KCK bayraklarıyla, sosyalist partilerin bayrakları, derneklerin yöre örgütlerinin bayraklarıyla, Türk bayraklarıyla bir arada bulunabildi. Çok küçük çaplı hezeyanların, kışkırtma çabalarının dışında o bayraklar, flamalar, semboller aynı alanda yan yana durmayı başardı. Bu, hareketin başarısı ve kazanımıdır. Bize çok temel başka bir şeyi söyler: Eğer bütün Türkiye halklarının, Kürdistan halkının politik taleplerini, bütün özgürlük taleplerini sahiplenmeyi ve o talepler arkasında dimdik durmayı başarırsanız, bu Türkiye toplumuna şovenizmin etkisi altında kalmış topluma, o alana sırtında Türk bayrağıyla, elinde Mustafa Kemal bayrağıyla gelmiş insanlara, Kürt sorununu ve Kürt halkının taleplerini anlatabilirsiniz. Barış ve halkların uzlaşma zeminini yaratabilirsiniz.
Devrimci sosyalist iradenin müdahale ettiği yerlerde ulusalcı ve şovenist etki, neredeyse etkisiz hale getirilmiştir. Ama bu irade ve müdahalenin zayıf olduğu yerlerde, ulusalcı ve şovenizmin etkisi altında kalmış politik görüşler ve tutumlar ön plana çıkmıştır. Bu bize ders vermeli, bir şey anlatmalı.
Bu özgürlük ve onur isyanı, müzakere sürecini nasıl etkiledi?
Kitleler, kendisinin de dışında olduğu mücadelelere, aslında bizle-rin düşündüğü kadar ilgisiz değildir. İnsanlar, doğrudan içinde olmasalar bile o hareketin sonuçlarını, verilerini, görüntülerini bunların her birisini kaydederler, bireysel hafızalarına ve kendiliğinden bir biçimde toplumsal hafızalarına. 30 yıl boyunca Türkiye’de bir şekilde demokrasi kaygısı olan, zulme karşı sorusu olan insanların hafızalarına Kürt halkının mücadelesi kaydedildi. Bu mücadelenin çıkardığı değişik biçimler kaydedildi, yapılan çağrılar, her şeyden önce barış çağrısı kaydedildi. İşte bu bireysel ve toplumsal hafıza birikimi, belli bir aşamada Türkiye’de yaşanan baskı ve zulmün doruğa ulaştığı noktada, Türkiye halklarının batıda cephesinin kendi deneyiminin açığa çıkarmasına yol açtı.
Onur ve özgürlük isyanı hareketi de müzakere sürecini etkileyecek. Ama olumsuz biçimde değil. Emin olunmalı ki olumlu biçimde etkileyecek. Müzakere sürecinin başarıya ulaşabilmesi için Kürt halkının, Kürt siyasi hareketinin her şeyden önce Türkiye’deki değişik uluslardan işçi ve emekçi kesimlerle bağ kurabilmesi gerekiyor. Çözüm sürecine bu halkları kazanabilmesi gerekiyor. Çünkü müzakere ve Kürt halkının demokratik taleplerinin kazanılması denilen şey, hükümetle müzakere masasından ibaret görülemez. Kürt halkının en önemli iki garantisi vardır müzakere süreçlerinde. Birincisi; kendi özgür iradesi ve hareketi, o diridir, yerindedir, sürmektedir. Ama ikincisi; Türkiye halklarının bu sürece kazanılmasıdır. İşte bu ikisi birleştirilip denklem kurulabilirse, hiçbir hükümet, devlet, oluşan bu gücün karşısında duramaz. Bakın, biz koskocaman demokratik halk hareketi isyanı içerisinde de bu çözümün ögelerini gördük. Somut olarak gördük. Onlar da gördüler ve korkuyorlar. Başbakan Erdoğan ne diyor Taksim isyanını eleştirirken; “Bölücü başının posteriyle Mustafa Kemal’in bayraklarını yana yana asıyorsunuz, utanmıyor musunuz bundan” diyor. Aynı zamanda çok ciddi korkuya kapıldığını gösteriyor. Bu zamana kadar AKP Hükümeti ve iktidarı, Kürt halkının iradesini temsil eden o flamaların ve bayrakların asla girmesini istemediği yere o bayrak ve flamalar girdi. Bu isyan süreci içerisinde girdi. Şovenizm etkisi altında bu semboller taşındı. Kıyamet kopmadı. Hükümet saldırdı, alan dağıldı. Abdullah Öcalan bayrakları için değil, KCK bayrakları dalgalandığı için değil. Bu bayraklarla beraber yaşamayı öğrendi, başardı ve bizzat bir deneyime dönüştürdü Taksim’deki milyonlar. Demek ki bu bayraklarla, iradeyle beraber yaşamayı başaramayan, tahammül edemeyen siyasi iktidardır. O nedenle müzakere sürecine, tam tersine demokratik halk isyanının, ayaklanmasının pozitif katkıları olacağını tespit etmemiz, bu gücü büyütmemiz gerekiyor.
Partinizin ve sizin açıklamalarınızda devrimin güncelliği vurgusu sıkça dikkat çekiyor. Bu gelişmeler, bu isyan nasıl bir veri sunuyor devrimin güncelliği açısından?
Dün de devrimin güncel bir gerçek olduğunu iddia ettik elbette ama, İstanbul’dan bakınca çok güncel görünmüyordu. Hatay’dan bakıldığında, Ankara’dan bakıldığında düne kadar, yakın zamana kadar aynı durum geçerliydi. Çünkü devrimin güncelliğine inanması için kitlelerin devrime dokunması gerekir. Soyut olarak devrimin güncelliğine inanabilirsiniz ama somut olarak devrim başka bir şeydir. Değiştirir ve o devrimci değişim, devrimin gerçekliğinin somut ilanı ve geleceği anlamına gelir. Geride bıraktığımız 27-28 günlük süreç içerisinde devrimin güncelliği çok daha somut bir karakter kazanmıştır. İnsanlar devrime dokunmuş, onun parçası haline gelmiştir. Elbette söz ettiğimiz devrim, devrimci demokratik bir iktidar yaratacak bir devrimci irade, devrimci demokratik yönetimsel bir değişiklik yaratacak bir irade ve sonuç açığa çıkarmamıştır. Ama şimdilik diyoruz. Bu sonucun yaratılabilmesi bakımından çok güçlü bir dinamik açığa çıkmıştır.
Süreç içerisinde düpedüz toplumsal altüst oluş yaşanmıştır. Yani, sokağa çıkmayan milyonlarca insan sokağa çıkmıştır. Hayatında polis şiddeti görmemiş, polise karşı bir slogan atmamış, bir tutum tavır geliştirmemiş insanlar, doğrudan radikal bir mücadele içerisinde ön saflarda kendini ortaya koymuştur. Bunların her birisi bireysel yaşamlarda ortaya çıkan, insanların bireysel duruşunda ortaya çıkan ama hareketin yapısı gereği toplumsal devrimci durum, bir altüst oluştur. Bu açıdan baktığımızda devrimin sadece Kürdistan bakımından değil, Türkiye halkları bakımından da güncellik kazandığını söylemek gerekir. Ama devrim, bizim milimetrik tarif edebileceğimiz, bizim haritasını, tablosunu çizeceğimiz bir şey değildir. Devrimin nasıl bir şey olacağını halk çizer, çünkü devrimi halk yapar, kitleler yapar. Şu an Türkiye halkları da, kendi özgünlüklerine, kendi gerçekliklerine göre bu devrimin haritasını çiziyorlar. Önemli olan bu haritayı iyi okuyarak ve anlayarak, bu haritaya aynı zamanda yeni yollar kazandırarak tahkim etmeyi başarabilecek miyiz? Yanıtlanması gereken esas soru budur. Artık kitleler, yerinde oturarak değişim istemekten kendisine demokratik değişim vaat eden partilere gidip, sadece sandıkta oy vermekten ibaret olmadığını, bu değişimi istiyorum, demokratik özgürlükçü bir değişim istiyorum, bunun için sokağa çıkacağım, bu değişimi yaratacağım demiştir. Tam da bu nedenle devrim günceldir.
Taksim gezi parkı’nda 18 gün bizim gördüğümüz, paranın olmadığı günlük ilişkiler yaşandı, ortak mutfaklar kuruldu, ihtiyaçlar değiş-tokuş yöntemiyle karşılanmaya çalışıldı. Bir sosyalist olarak oradaki tablo duygularınızı nasıl etkiledi?
Taksim Gezi Parkı’nda ve daha geniş bir alanda, 18 gün boyunca bir komün yaşamı sürdürüldü. Paylaşımın, dayanışmanın esas olduğu, paranın tedavülden kalktığı, çıkarın tedavülden kalktığı; bunların yerine sevgi ve dayanışmanın, değiş-tokuşun, yeme-içme ve olanak değiş-tokuşun aldığı yeni bir düzen kuruldu, küçük çaplı komün yaşamıydı. Biz o sürecin doğrudan içerisindeydik, yaşadık, gördük, parçası olduk. İlk hissettiğim duygu şuydu: Hayallerimiz gerçek oldu. Bu zamana kadar bir komün yaşamını, devrimci ortamlarımızın mütevazı komünlerimiz dışında, bu kadar kitlesel bir komün yaşamı, deneyimi yaşayabileceğimizi söyleselerdi, çok yakın bir ihtimal gibi gelmezdi bize. Bir hayalin gerçeğe dönüşmesi anlamına geliyordu. Biz devrimciler, sosyalistler elbette ki bu hayale her zaman inandık. Bu hayalin her zaman gerçekle bağını kurduk, payımıza düşen ne kadar gerçeklik boyutu varsa o kadarını yaşadık. Ama bizim bakımımızdan bu hayalin somut ve net bir biçimde gerçeğe dönüşmesi anlamına geliyordu. Başka bir yanı da şuydu, biz bir hayale inandık, bu hayalin gerçeğe dönüştüğünü gördük. Ama bu hayale inanmayanlar bu gerçeği yarattılar ve yaşattılar. Bizim gibi bilinçli ve sistematik olarak komüne, komünizme inanan milyonlar veya yüz binler değildi, orada o komünü yaşayanlar, bir parçası olanlar. Ama onlar da doğrudan bir parçası olarak o komünü yaratarak, insanların bir komün içerisinde bir araya gelme idealinin ve hayalinin gerçeğin ta kendisi olduğunu gösterdi. Bu zamana kadar ezilen insanlığa güvenmeyen, inanmayan düşünce ve değer yargılarının da bence berhava olması anlamına geldi, bu 18 günlük ve daha fazla devam eden komün deneyimi. Demek ki hiçbir zaman insandan umudumuzu kesmemek gerekiyor. İnsana inanmak gerekiyor. Ezilenlerin bir araya gelme ve belli bir anda o komünü o insana yaraşır ve yakışır değerleri yüceltebilme yeteneğini görmemiz, buna yüksek bir inanç duymamız gerekiyor. Biz inancımızın boşuna olmadığını gördük, bu komün deneyimi boyunca. Bu inancın gücünü gördük. Gerçekle buluşma noktasını gördük.
Gezi parkı’ndan çıkıldı, anmalar yapılıyor. Değişik meydanlarda yapılıyor bu eylemler fakat istanbul’un mahallelerindeki parklarda forumlar düzenleniyor. Bundan sonra bu hareket nasıl gelişiyor, pratik olarak nasıl örgütlenecek?
Bir Gezi Parkı vardı önceden, şimdi yüzlerce park var. Şimdi buralarda süren bir hareket yaşanıyor. Aynı zamanda hareket, yeni biçim ve kanallar açarak gelişmeye yüz tuttu. Daha önce halk iradesini ön plana çıkaran, kitle iradesini ön plana çıkaran duruş şu an her bir bölgeye, ilçeye yayılmış olarak forumlar biçiminde, halk meclisleri olarak tarif edebileceğimiz, halk konseyleri olarak tarif edebileceğimiz forumlar biçiminde varlığını sürdürüyor. Biz o forumlarda görüyoruz ki, konuşan ve kendi talebini, mücadelesini, deneyimini tartışan bir halk kendisine daha iyi hedefler konusunda hiçbir sıkıntı yaşamıyor. Daha aydınlık bir fikir, daha açık bir bilinçle yoluna devam etme kararlılığını üretiyor.
Çünkü bu hareket, onur ve özgürlük hareketidir. Talepleri ortada. Taksim Dayanışması’nın ortaya koyduğu dört talepten ibaret değil sadece. O dört talep çıkış noktasıdır. Onun dışında politik haklarını isteyen, özgürlük isteyen; söz söyleme özgürlüğü, eylem özgürlüğü, Alevilerin özgürlük talepleri, Kürtlerin özgürlük talepleri, kadınların özgürlük talepleri, gençlerin, işçilerin, LGBT bireylerin, köylülerin, çevrecilerin her kesimin özgürlük talebi, bu halk hareketinin içerisindedir. Bu talepleri söküp atamazlar, yok farz edemezler. Her yok farz ettikleri ve bastırmaya çalıştıkları aşamada bu talepler ve mücadele gücü yine aynı görkemiyle, belki de gücünü daha da artırarak bu iktidarın karşısına dikilecektir.
Gezi parkı’na polis saldırısının hemen arkasından partinize yönelik polis operasyonu gerçekleştirildi. Bu operasyonda neler oldu ve neler yaşandı?
Partimize dönük gözaltı ve tutuklama saldırılarının amacı çok açık elbette ki. Bu, onur ve özgürlük isyanı karşısındaki tahammülsüzlük ve intikam saldırısının bir sonucu. Hükümet aslında kendisinin kimyasını ve dengesini bozan bu isyanla karşı karşıya kaldıktan sonra hemen ilk günlerde hem hareketi bölmeye hem de gerçeğini kırmaya dönük, sosyalistleri, devrimcileri hedef göstermeye dönük söylemler ortaya koymaya başlamıştı, saldırı politikalarının sinyalini ortaya koymaya başlamıştı. Önce çapulcular dedi. Çok güçlü bir yanıt verildi. Bütün Türkiye toplumu biz çapulcuyuz diye sokaklara çıktı. Sonra marjinaller, flama taşıyanlar dendi. Bunun karşısında başta Taksim olmak üzere bütün alanlarda marjinalse sadece devrimciler değil, hepimiz marjinaliz, hepimiz flamalara sahip çıkıyoruz denildi. Bu politikalarla devrimcileri bu hareketten ayrıştırma politikalarının hiçbiri tutmadı.
AKP iktidarı, en baştan itibaren hedef gösterdiği sosyalistlere başta partimiz olmak üzere kapsamlı gözaltı ve tutuklama saldırısı geliştirdi. SDP’yle başlayan saldırı konseptiydi, onun arkasından partimize dönük saldırılar gelişti. Türkiye’nin değişik kentlerinde yine başka sosyalist yapılara, oluşumlara dönük gözaltı ve tutuklama operasyonları da yaşandı. Bu süreçte partimizin daha özel anlamda özel hedefe alındığını söylemek gerekir. Bunların bir kısmı genel başkan yardımcılarımız, MYK üyelerimiz, parti meclisi üyelerimiz, il yöneticilerimiz ve ilçe yöneticilerimiz, partimizin bütün kademelerinde yer alan yoldaşlarımız bu süreç içerisinde gözaltına alındı ve tutuklandı. Bunlar bizim beklemediğimiz yaklaşım değildi. Hareketin gerek gelişim sürecinde, gerek belli aşamasında karşı karşıya kalacağımızı öngördüğümüz bir durumdu. Bu saldırıyla karşı karşıya kaldıktan sonra çok net bir yanıt verdik. Şunu söyledik, bu hareket sosyalistler, gözaltına alınan ve tutuklanan sosyalistler olmasa bile kendi yolunu bulmuş, kendi yoluna girmiş bir harekettir. Ve sosyalistleri tutuklayarak kurtulamayacaksınız bu hareketten. Kendi karanlık geleceğinizden sosyalistleri ekarte ederek kurtulamayacaksınız. Üstelik sosyalistler başta partimiz olmak üzere, bu tip saldırılar karşısında deneyimlidir, güçlüdür. Bu saldırılar karşısında kendimizi yeniden ortaya koymayı, kendimizi yeniden üretmeyi başarabilecek güçteyiz. Bu güce de güveniyoruz. Bizim bu gücü özellikle isyanın açığa çıkardığı dinamiklerden aldığımızı, bu saldırıyı gerçekleştirenler de çok iyi bilmeli. Daha yüksek bir enerjiyle kendimizi üretme gücünü bu isyanın dinamiklerinden alıyoruz. O nedenle bu zamana kadar gelişen saldırılar da, bundan sonra karşımıza çıkabilecek saldırılar da sosyalistlerin bu hareket içerisindeki varlığını, inisiyatifini, iradesini kesinlikle ortadan kaldıracak, buna yetecek saldırılar değildir. Ama aynı zamanda başka bir şeye de işaret etmiştir bizim bakımımızdan. Hareketin içerisinde sosyalistlerin oynadığı role de dikkat çekmesi bakımından önemli bir veridir. Bakın milyonlarca insan harekete geçti bu süre içerisinde, bu tabi ki başka bir çelişkidir. Tutuklanan, hedef tahtasına oturtulan sosyalistler. Bu bir tesadüf değildir. Aynı zamanda sosyalistlerin bu isyan süreci içerisinde tuttuğu yeri, oynadığı rolü ortaya koyması bakımından önemli veridir. Bunu neden söylüyorum, bu gerçeğin altını çizmek bakımından da söylüyorum.
31 Mayıs hareketi bir park direnişiyle başladı. Bu hareketin ilk başladığı noktada yine sosyalist kimliğiyle bilinen HDK vekillerimizden Sırrı Süreyya Önder vardır. Hareketin ilk başladığı noktada. Ondan sonraki süreçte 1 Haziran direnişinde başta partimiz olmak üzere yaklaşık bin kişilik devrimci, sosyalist ekibin yürüttüğü mücadele, sokaktaki tavrı belirleyici olmuştur, bu alana girilmesinde. Alanı tutan, alana girilmesini sağlayan öncü güç pozisyonunda yer alan sosyalistlerdir. Partimizin özellikle İstanbul’daki parti yöneticilerimizin bu kadar özel bir hedef haline getirilmesindeki neden odur. Biz elbette ki bundan sakınmıyoruz, gocunmuyoruz, bundan gurur duyarız. Bu hareket içerisinde dün nasıl bir rol oynadıysak, yarın yine karşımıza çıkabilecek bu tip anlar söz konusu olduğunda sosyalistler olarak en önde olmaya, en kararlı durmaya, ön açmak için kendimizi ortaya koymaya devam edeceğiz. Buna gücümüz var, irademiz var.