“Sosyalizmin şiddet ve terörle hiçbir ilişkisi yoktur...” Roni Margulies söze böyle girmiş 7 Aralık 2011 tarihli Taraf gazetesindeki makalesinde... Meramını dolaysız anlatan bir “saptama” bu. Başkaca bir şey söylememiş olsaydı da bu “saptama”nın anlam ve içeriği hakkında bir tartışma yürütebilmek için yeterli malzemeye sahip olacaktık. Ama yazar işimizi bu anlamda kolaylaştıran başkaca “saptama”larda da bulunmuş.
“Şiddet kullanmak sosyalist topluma ulaşmanın siyasi bir yönetimi değildir ve olamaz”
“Şiddet eylemleri emekçi kitleleri dışlayan, kendi eylemlerine değil başkalarının kahramanlığına güvenmelerine yol açan eylemlerdir. Sosyalizme ise ancak büyük emekçi kitlelerin eylemi yoluyla ulaşılabilir.”
Ayrıca bir de, tartıştığı konunun genel anlamının dışında özel/kişisel pozisyonunun okur tarafından “saptanması”nı isteyen bir bilgilendirme yapma gereği de duymuş: “siyasi bir yöntem olarak şiddet eylemleriyle işim olmaz.” Ne diyelim. Demek ki var bir derdi ve bildiği!
Margulies yazısında “saptama”lar yapmakla yetinmemiş. Tarihsel ve güncel olgu/olaylara atıflar üzerinden yorumlar da yapmış. “Şiddet, terör ve sosyalizm” hakkında. Zaten makalesinin başlığı da bu. Onlardan da meramını yansıtan bazı örnekler alalım...
“Demek ki, genel grev, devrim, kitlesel mücadele süreci (yani farklı düzeylerde şu anda Mısır’da ve Yunanistan’da yaşanan süreç) sosyalizme ulaşmak açısından rolü iyi olur” bir süreç değil, olmazsa olmaz bir süreçtir.
“Bu süreci yaşamayan bir sınıfa, kahraman öncüler, korkusuz kır/kent gerillaları, Guevaralar, bilmem ne kurtuluş orduları, ilerici subaylar filan tarafından sosyalizm sunulamaz. Sunulursa o sunulan şey sosyalizm değildir.”
Yorumlar meselesi de esasen bu minvalde...
Peki ya “kanıt”lar? Olmaz mı? Onlar da “ağırlıklı” olarak Troçki’den ve “hafifçe” de Marx’tan... Lakin köşesinin yarısından fazlasını kapsayan bu alıntı “kanıt”larını buraya aktarmamızın olanağı yok. Anlamlarına gerektiği kadar değineceğiz...
Biz de sözümüzün esasına Che Guevara’ya ait veciz bir “saptama”yla girelim... Der ki Che: “Devrimcinin işi devrim yapmaktır” ve sanırım Margulies bildiği bu sözle ne zaman karşılaşsa entelektüel dünyasında “yasak alarmları” duyulmaya başlar otomatik olarak... Yazdıkları da bunu doğrular niteliktedir zaten.
Neden doğruluyor? Anlaşılıyor ki yazarın sosyalizm kavrayışında devrim, “yapılan” bir şey değildir. Adeta nedensiz bir sonuç gibidir, ya da öznesiz yüklem... “Genel grev”, “devrim” (hatta), “kitlesel mücadele” gibi kavramlar belli ki onun akıl yürütme sisteminde, “yapılan-yapılması gereken” pratik şeylerin gerçek karşılığı değil, yalnızca “olan” şeylerdir. Olan şeyler de olacaktır zaten bir gün ve mutlaka! “Başkaları”nın bunları “ayrıca”da yapması/yapmaya kalkışması da nereden çıkıyor? Bu düpedüz bozgunculuktur, maceracılıktır, tarihin sosyalizme giden tekerine taş koymaktır! Devlet, şiddet mi uyguluyor işçilere, emekçilere, onlar zaten buna “kitlesel mücadele” yoluyla karşı koyacaklardır... Hatta gerekirse kitlesel şiddetle devlete ve sömürücülere hadlerini bildireceklerdir bir gün ve mutlaka! “Ulaşılacaksa sosyalizme” böyle ulaşılacaktır, başka türlüsü olamaz! Eşek değil ya bu devleti yönetenler ve burjuvalar, devirlerinin bittiğini, yolun sonuna geldiklerini er geç anlayacaklardır bu “genel grev” ve “kitlesel mücadele”nin gücü karşısında. Pes edeceklerdir sonunda, en azından canlarını kurtarma pahasına!
Olması gereken olacaktır yani sonuçta... Zaten bu bir “süreç”, olmakta olan bir “süreç”. Baksanıza Yunanistan’a ve Mısır’a... Ama işte şu “devrim yapıcıları” olmasa, şu “başkaları” şiddetle ve terörle sürece müdahale edip devletin ve diktatörlerin ekmeğine yağ sürmese, ellerine koz vermese, devlet terörü ve şiddetinin daha güçlü örgütlenmesine meşruiyet kazandırmasa, kışkırtmasalar militarizmi, devrimse devrim olacak neredeyse kazasız belasız, sosyalizme de ulaşılacak mutlaka!
Roni Margulies’in “sosyalizme ulaşma” tasavvurlarının yukarıdaki türden açıklamalarla dolu olduğundan hiç kuşkumuz yok... Zihniyet dünyasının ideolojik - politik kumaşı buna oldukça uygun çünkü... Başkaca yazılarından da takip edilebilecek bir mantık sürekliliğinden biliyoruz ki Margulies, politik olarak giderek “sıkı”laşan bir liberal, ideolojik olarak da giderek “gevşeyen” bir sosyalizm savunucusudur... “Marksist kırması” liberal aydınların bir türü olarak Marguliesler de böyle “oluşuyor” ve gelişiyor işte süreç içinde. Ne sosyalizmden vazgeçiliyor “kafa” olarak, ne de liberalizmden pratik olarak. Bir tür “suni denge” oluşuyor “kafa” ile “el” arasında, diyalektik olarak! Ama işte, devrim ve sosyalizm örgütlü, politik öznelerce süreç olarak “yapılan” pratik bir faaliyet olduğu için, Margulies türü aydınların “gelecek teorisi” giderek de hep “sağ”a çekmek zorunda kalıyor. Sosyalistliğin sağı, liberalliğin solu oluyor. Politik duruşlarını belirleyen temel olgunun “pratik” olarak liberalizm olması nedeniyledir bu “denge kayması”... Sınıfsal diyalektiğin dengesini bulması mı diyelim yoksa?
Ve bu nedenle Margulies’in “şiddet” ve “terör”ün geçmişi ve bugünü hakkında “sosyalizm adına’ yazıp çizdiklerinde bir “ilke dengesi” bulmak da olanaksızlaşıyor. O Marksizmin ve devrimciliğin başta gelen politik-pratik ilkelerinden birinin, tarihin komünizme doğru ilerleyiş, “oluş” güzergahlarının önünün örgütlenmiş devrimci zorla/şiddetle de temizlenmeye çalışılması, kolaylaştırma çabası olduğundan habersizdir. Ya da biliyordur da, belki entelektüel bünyesi kaldırmıyordur böyle bir gerçeklik diyalektiğini! Yazısında “kahraman öncüler, korkusuz kır/kent gerillaları, Guevaralar, bilmem ne kurtuluş orduları, ilerici subaylar filan...” dediklerinin işleri üzerine ahkam keserken liberalizmin bildiğimiz “sırça köşkü”nün içerisinden konuşmaktadır Margulies. “Terör” yaftasını yapıştırıvermektedir, andığı politik öznelerin devrimci şiddet de içeren eylemleri ve tarihsel hareket tarzlarına... Daha da ötesi “bireysel terör” kategorisi içinde değerlendirmektedir esasen bu öznelerin işlevini...
“Kanıt” olsun diye Trokçi’den yaptığı uzun alıntının içeriğinden anlıyoruz kurduğu bağıntının mantığını ve meramını... Oysa söz konusu alıntıda Troçki’nin söylediği şeylerin (1911 yılında) özü özeti şudur: bireysel terör eylemleri komünistlerin amaçlarına ulaşmak için benimseyebilecekleri bir yöntem değildir. Ve bunu, terör eylemlerinin kitlelerin örgütlenmesi ve savaştırılmasının yerine ikame edilemeyeceği fikrini de ekleyebiliriz. Troçki’nin zamanında bu söylediklerinin Marksizmin soruna ilişkin genel yaklaşımı açısından bir aykırılık taşımadığı da açıktır üstelik. Ayrıca Lenin, daha 1905 Rus Devrimi öncesinde ve sürecinde “bireysel terör” ve “terörizm” sorunuyla ilgili olarak hem ilkesel ele alış açısından, hem de sorunun Rusya somutundaki görünümlerinin politik anlamı ve önemi açısından oldukça aydınlatıcı görüşler geliştirmiş ve analizler yapmıştır.
Lenin’in söylediklerinin özü özeti de şudur: Bireysel terör ve terörist eylemler sömürülen ve ezilen halk yığınlarının baskı ve zulme karşı nefretlerinden, intikam isteklerinden ama aynı zamanda çaresizlik hissi içerisinde bulunuyor olmalarından, maddi olarak kendiliğinden biçimde doğarlar ve örgütlenirler. Bunlar ağır ve derin sınıf çelişkileri altında parçalanan toplumsal yapının kaçınılmaz ürünlerinden, zorunlu görünümlerinden biridirler. Ve böyle olduğu için komünistler bu eylem biçimlerini küçümsemezler, onları kullanan kitlelere sırtlarını dönmezler ve hele de kategorik olarak “devrime karşı” bir misyon asla atfetmezler. Yapmaya, başarmaya çalıştıkları şey, sınıf savaşımı biliminden ve pratik bilincinden henüz ve doğal olarak habersiz bu kitlelerin önüne doğru hedefler koyarak, aydınlatmak, eğitmek, onların objektif olarak bireysel terör ya da terörizm biçimini alan yıkıcı enerjilerini partili/devrimci sosyalist örgütlenmenin ve kolektif faaliyetin yapısı içine katmaya çalışmak, Lenin’in ifadesiyle, bu eylemlerini “soylulaştırmak”tır. Yani siyasal-toplumsal devrimin aynı zamanda kurucu gücü haline getirmeye çalışmaktır.
Roni Margulies’de böyle sağlam ve derin bir maddi dayanağa sahip tarihsellik görüş açısının izlerini aramak boşunadır. Ve böyle olduğu için, o, Marksizmin, Che Guevara’nın adında sembolize olan siyasal askeri stratejik çizgi içinde üretilişine ve “yapılışı”na da tümüyle uzak kalmaktadır, “kafası” basmamaktadır. Kendi türünden aydınlarda olduğu gibi, Margulies de, “soyut tarihselci”liğin teorik/düşünsel kofluğuyla yaklaşır devrime, devrimin somutluğuna. Bu körlük onu, örneğin Küba devrimi için bir program ve strateji hazırlayan kurucu önder kadrolarının baştan itibaren bir kitlesel mücadele çizgisi geliştirme perspektifine ve pratik yönelimine sahip olduklarını, haliyle Marksist devrimciliğin siyaset felsefesinin pratik ilkesine bağlı kaldıklarının inkârına kadar götürür.
Margulies de, evet, Küba’da devrimin “olmuş” olduğunu “saptayacak”tır mutlaka “tarihsel” olarak! Her şey olup bittikten sonra “saptayacak”tır, ama işte tam da bu nedenle anlamayacak, anlayamayacaktır... Anlayamaz, çünkü Küba devriminde onun teorik dünyasında yeri olmayan bir “somut”luk vardır: Küba’da da devrim, devrimci etkin özneler tarafından “yapılmış”tır, “süreç” olarak! Devrimi pratik olarak yapanlar olduğu için, devrim “tarihsel” olarak da olmuştur. Guevaralar’ı, “bilmem ne kurtuluş orduları” da vb. olduğu için Küba’da devrim yapılmıştır. “Yapılmayan” devrim dünyanın hiçbir yerinde olmamıştır, şimdiye kadar. Öncüsü/önderleri olmayan devrim de olmamıştır, olmaz! Öncüleri savaşmayan, devrimci şiddeti örgütlemeyen devrim, kitlelerin şiddetini örgütleyemez, onları savaştıramaz, etkin öznelere dönüşmelerinin koşullarını yaratamaz, yapılamaz ve olmaz!
Sözde Marksizme, tarihsel materyalizm teorisine ne kadar sadık olduğunu kanıtlamak için olsa gerek Margulies, “sosyalizm kitlelerin kendi eseri olacaktır” gibi devrim-kitle diyalektiğine dikkat çeken genel doğruları da dile getirmekte yazısında. Aklınca “ilke dersi” veriyor “kahraman öncüler”den, “Guevaralar”dan vb! sosyalizm için beklenti içine girecek olan kitlelere! Sakın ha diyor emekçilere, devrim sizinle “olacak”, sosyalizme de siz ulaşacaksınız, sizin dışınızda zor araçlarını, şiddeti kullanmaya kalkan “başkalarını” işin içine karıştırmayın... Yoksa sosyalizme sittin sene ulaşamazsınız, ona göre!
Belli ki devrim ve sosyalizm hakkında kendi “kafa”sının çok çalıştığına inanan yazar, kitleleri de bu konularda “kafa”sız sanıyor! Ve sanıyor ki, kitleler devrimi ve sosyalizmi “kafası çok çalışan” aydınlardan ve “önder”lerden öğreniyor ve hatta onlardan bekliyorlar. İlişki tek yanlı ve pasiftir. Yani, bu anlamda bile... Oysa devrim ve sosyalizm mücadelelerinin bütün tarihi gösteriyor ki, kitlelerin kafaları, gerçek önderlerini yalnızca “kafası çalışan”lar arasından seçmemek gerektiğini bilecek kadar iyi çalışır. Ve esasen “elleri” de iyi çalışanları arar, “kafa”sı “elleri”yle birlikte devrime ve sosyalizme adanmış olan “iyi çalışan”lardır, kitlelerin önderlik beklediği insanlar. Margulies’in sandığı gibi onlar, “başkaları” da değildir kitlelerin gözünde ve aklında. Çünkü onları kitleler, kitlelerin mücadelesi yaratmıştır özünde... Onlar kitlelerin “kafa”sıdır aynı zamanda ve kitleler de onların eli... İlişki her zaman çift yanlı bir bütündür... “Kafa”sında devrim olanın “el”inde zor araçları da olmak zorundadır... “El”inde zor araçları olanların da, kafası aydınlık olmak zorundadır... Kafasında devrim ve elinde birkaç silah olan bir avuç devrimci Küba dağlarında geleceğe tutunduklarında önlerindeki karanlık derindi. Ama o karanlığın içinde halk/ kitleler de vardı, yani tutunacak eller. Bunu kavramak, Margulies’in teorik dünyasını aşıyor belli ki. Ama bu onun sorunu, devrimin, sosyalizmin ve kitlelerin değil!
Che Guevara, Margulies’in “başkaları” dedikleriyle kitleler arasındaki ilişkinin kendi somutluklarında nasıl kurulduğunu anlatan çok özlü bir deneyim aktarır: “kitleler bize bilgeliklerini öğrettiler, biz de onlara isyancılığımızı öğrettik.” Küba’da devrim böyle yapıldı, yeni bir topluma buradan ulaşıldı, Bay Margulies’e duyurulur.
Margulies’in adlarını zikrettiği Mısır ve Yunanistan’daki güncel deneyimin “şiddet, terör ve sosyalizm”le ilişkisinin ne olduğu meselesine gelirsek, buralardaki halk/kitle isyanlarının ve devrimci süreçlerin sosyalizm mücadelesinin geleceği bakımından barındırdığı, açığa çıkardığı olanaklarla ilgili, olumlu anlamda bir dizi şeye dikkat çekilebilir ve çekilmelidir de... “Devrimci iyimserlik” bilinci esasen gerçeğin bu yanına bağlanmayı da zorunlu kılar. Gelecek bu zeminde kalınarak kurulabilir çünkü devrim ve sosyalizm davası bakımından... Lakin Mısır ve Yunanistan deneyiminin bugünkü düzeyi bize, “devrimci iyimserlik” bilincinin olgunlaşmış bir halini sunmaktan uzak olduğunu, bu yönüyle henüz sürecin başında olduğumuzu göstermektedir.
Böyledir, çünkü bir devrimci sürecin ilerleyişinin “kader tayini” bakımından belirleyici olan “devrimci iyimserlik” ölçüsünün en objektif ve maddi karşılığı devrimin önderlik gücü ve niteliğidir. Bu anlamıyla çubuğu bilinçli olarak “olumsuz” görünen yanına doğru bükerek söylersek eğer; Mısır ve Yunanistan devrimci kitle süreçleri kendi özgünlükleri içinde neredeyse “önderliksiz” bile kabul edilebilirler. Bu “sağlama”mız devrimci iyimserliğimizin maddi temelini ortadan kaldırmaz ama Mısır ve Yunanistan’nın “Guevaralara”, “bilmem ne kurtuluş orduları”na vs. ihtiyaçları olduğunu gösterir.
Bunu anlamayan/anlayamayan aklın devrimcilik adına tarihten öğrenebileceği pek bir şey yoktur. Haliyle Margulies’in yazıp çizdiklerinden genel olarak emekçilerin, özel olarak da Mısır ve Yunanistan’daki kitlelerin öğrenebilecekleri bir şey de yoktur esasen... Ve onun gibi düşünenler devrimcileşen ve devrimi daha bilinçli, kararlı istemeye yönelen kitleler için kelimenin gerçek anlamında “başkaları” olarak kalmaya mahkum olacaklardır... Bu da tarihin pratik derslerinden biridir...