Tayip Erdoğan’ın ağzından “terörle mücadele, siyasetle müzakere” olarak ifade edilen konseptin içeriği, devlet bakanlarının peş peşe gelen açıklamalarıyla ve daha önemlisi hükümetin dikkat çekici bir pervasızlıkla uyguladığı politikalarla ortaya çıkmış durumda. Bu politika,“yurtta harp, cihanda harp” şeklinde ifade edilebilecek (hem ulusal, hem bölgesel boyutları bulunan) maceracı bir militarizme, pantürkist ve panislamist bir yönelime dayanıyor. Çeşitli nedenlerle ulusal, bölgesel ve uluslararası konjonktürü elverişli, kendini de epeyce kuvvetli gören AKP hükümetinin bu maceracı yöneliminin nasıl sonuçlanacağını bugünden bilmek kolay değil; ama söz konusu konseptin öncelikle ve mutlaka Kürt ulusal hareketinin askeri ve siyasi yenilgisini amaçladığı, hatta esasen buraya yoğunlaştığı açıktır.
Arka arkaya gözaltı ve tutuklama terörü yaşanıyor, devlet bakanları en pervasız üsluplarla bunların devam edeceğini ilan ediyor, Uludere’de katledilen “sivillerin” üzerinden bile başbakan BDP’ye karşı bayağılıkta sınır tanımayan tarzda psikolojik savaş yürütebiliyor, medya hizaya sokulmuş durumda, mahkemeler tam hız cezalar yağdırıyor, Kürtler’e selam vermek dahi tutuklanma gerekçesi, bir yandan da sivil anayasa hazırlığından ve hatta “ileri demokrasi”den söz ediliyor. Peki, bütün bunlar ne anlama geliyor? Öyle görünüyor ki, Türk burjuva devleti, son yıllarda yaşadığı bazı önemli değişimlerle “muktedir olma” gücünü ziyadesiyle elde etmiş hükümeti eliyle, bir bütün olarak Türkiye toplumunu bir çılgınlığın eşiğine doğru sürüklüyor. Genellikle savaş dönemlerinde görülebilecek türden yöntemlerle, adeta cephe gerisi temizliği anlamına gelebilecek bir saldırı dalgasına girişiyor. Bunu yaparken de Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en ikiyüzlü, en riyakâr, en yalancı ve fakat geniş yığınlar üzerinde de en etkili söylemini devreye sokuyor; düzeyi ve kuralı olmayan bir psikolojik savaş yürütüyor.
“Yeni Strateji”, kendilerinin de zaman zaman açıkladığı gibi, Abdullah Öcalan’ı tecrit ederek ileride iradesi kırılmış bir müzakereci olarak bekletmek, gerillaya askeri kayıplar verdirerek PKK’nin de iradesini kırmak ve siyaset üzerindeki baskısını sıfıra yakın veya etkisi zayıf bir noktaya doğru geriletmek, KCK operasyonlarıyla Kürtlere ve dostlarına nefes aldırmamak, kısacası gözü kara, pervasız bir imha ve sindirme politikasıyla “önünü temizleyerek” Kürtleri teslim olmaya zorlamak; hiç değilse “pazarlık yapamaz” duruma getirerek pazarlığa zorlamak!.. Bu ‘strateji’yi kuranlar, gerçekten sonuç alabileceklerine inanıyorlar. Çünkü askeri açıdan güçlendiklerini, polisin ve ordunun son teknolojiyle teçhizatlandığını, resmi militarist güçler arasında eşgüdüm ve koordinasyon bulunduğunu, hükümetin ve siyasi iradenin sağlam ve homojen olduğunu, Ortadoğu bölgesinin kaosta ve dünya ekonomisinin krizde bulunduğunu biliyorlar; bütün bunların da gerillayla ve Kürt halkıyla savaşı kazanmak için yeterli geleceğini sanıyorlar. Hâlbuki bu politikanın, yani askeri ve polisiye yöntemlere dayalı “çözüm” anlayışının, Türk devletine bir arpa boyu yol aldırmadığını tarih ispatlamıştır. Buna rağmen AKP’nin imhacı ve teslimiyet dayatıcı zihniyetinde ısrar etmesinin iki nedeni vardır: Birincisi, uluslararası ve bölgesel konjonktürü ve (elbette iç siyaset dengelerini de) tamamen lehine görmektedir. Bölgesel ihtirasları bulunmaktadır ve hâlihazırdaki bir çatışma ortamını bu ihtirasları için avantaj ve fırsat saymaktadır. İkincisi de yeni ve acemi (ama diğer yandan köklerini Osmanlı’da gören) bir siyasi güç olmanın bütün ürkütücü hırsı, çiğliği ve yorulmamış/yıpranmamış olmanın kof özgüveniyle doludur; devlet adına yeni bir başlangıç yapabilecek kudrette olduğuna inanmaktadır. Bilhassa polisin ve ordunun koordinasyonuna, teknolojik teçhizatına vurgu yapmasında böylesine hastalıklı “iktidar psikolojisi”nin de etkisinden söz edilebilir.
Öncelikle bu konsept, içeride ve bölgede, 90’ların başına hiç benzemeyen bir politik konjonktürde, dolayısıyla farklı bir zeminde gündeme geliyor. “Yeni strateji” ya da konsept, “içeride” KCK operasyonlarıyla, bölgede ise Suriye’yle ilişkilerde özetini buluyor. Devlet, “içeride” ilan edilmiş özerklik durumunu fiili bir realiteye dönüşmeden engellemeye stratejik önem biçiyor; Demokratik Toplum Kongresi’nden belediyelere, sivil toplum örgütlenmeleri olarak tabir edilen çeşitli kitle örgütlerinden fiili halk inisiyatiflerine kadar birçok örgütlenme ve kurumsallaşmayı “paralel devlet” girişimi olarak algılıyor ve bu paranoyayla saldırıyor.
Kürdistan’ın ve Türkiye’nin pek çok kentinde gazeteciden yazara, müzisyenden sinemacıya, siyaset insanından insan hakları savunucusuna binlerce insanı tutuklayarak Kürt halk örgütlenmesini niteliksel zayıflığa uğratmaya, daraltmaya, güçten düşürmeye çalışıyor, direncini düşürüyor, kurumlarını işleyemez duruma getirmeye niyetleniyor. Bir yandan da askeri zafer(ler) peşinde koşuyor; çünkü “Kürt Savaşı”nın Türk askeri ve siyasi otoritelerine öğrettiği en önemli şey, bir askeri zafer ya da zaferler dizisi yaşamadan Kürt ulusal demokratik iradesini teslimiyete veya yenilgiye zorlamak imkânsızdır. Keza Öcalan üzerindeki tecrit ve baskı da bu konseptin diğer parçasıdır; bir yandan eşgüdüm ve koordinasyonu zayıflatarak siyasi karar mekanizmasını bozmak, diğer yandan Öcalan’ı adı konulmamış bir işkenceyle cezalandırıp onun da moralini bozmak, iradesini kırmak, devlet karşısında düşük profilli ve iddiasız bir görüşmeci durumuna getirmek! Ama dahası, KCK operasyonları, muhalefeti “ele geçirme” harekâtıdır. AKP Hükümeti, nasıl ki Ergenekon operasyonlarıyla, kendisine alternatif iktidar gücünün ve onunla öyle ya da böyle iliş-kilenen, (hatta ilişkilenme olasılığı bile yeterli görülüyor) herkesi “Erge-nekon” torbasının içine koyup marjinalize ve kriminalize ederek toplumun geniş kesimlerinde cuntacı gibi algılamalarını sağladıysa; şimdi de toplumsal direniş ve mücadele güçlerini parça parça “KCK” torbasının içine doldurarak toplumun algısında “bölücü” olarak damgalamaktadır. Kabul etmek gerekir ki, Ergenekon sürecinde, halkların vicdanında darbeci ve cuntacı olarak görülen birçok kişi gözaltına alınıp bazıları da tutuklanmıştı; ama bu esnada darbeci ve cuntacı kesimlerle ilgisi olmadığı halde salt AKP’ye ya da onun bağlaşıklarına bir şekilde ters geldiği için tutuklanan insanlar olduğu iddiası da bugün daha inandırıcı hale gelmiştir. Çünkü KCK operasyonları adı altında sürdürülen gözaltı ve tutuklama terörünün bir toplumsal muhalefet temizliği amacıyla yapıldığını, gözaltına alınan birçok kişinin KCK’yle ilgisi olmadığını bütün siyasi gözlemciler görebilecek durumdadır.
Peki “muhalefeti ele geçirmek” ne demektir? İktidarı ele geçirmiş, eskiden iktidar olanları alaşağı ederek kendi erkini kurumsallaştırmış AKP ve bağlaşıkları, muhalefeti neden ele geçirsinler veya niçin bu çapta geniş bir toplumsal muhalefet temizliğine girişsinler? Ayrıca muhalefeti bastırmak ve sindirmekten farklı olarak “muhalefeti ele geçirmek” ne anlama geliyor? Bunun olası üç açıklaması, ayrı ayrı veya birbiriyle ilişkili olarak, mümkün olabilir.
Birincisi, bölgesel ölçekte bir savaş ihtimaline göre bugünden pozisyon almış olabilirler, dolayısıyla bir savaş durumunda “cephe gerisi”ni sağlam tutmayı önemseyeceklerdir. Suriye’yle iplerin kopartılması kayda değer bir gelişmedir; ama İran’a karşı konuşlandığı açık olan NATO radarının bu topraklara yerleştirilmesi de öyledir. Makro politik aktörlerin mutfağında Ortadoğu için nelerin pişirildiğini bilmiyoruz, büyük fotoğrafı görebilecek durumda değiliz; fakat Arap halk ayaklanmalarıyla beraber dengelerin değiştiğini ve öteden beri “sınırları yeniden çizmek” tartışmalarının, arayışlarının varlığını biliyoruz. Türk burjuva devletinin özellikle Suriye’yle yakından ilgilendiği ise açıktır. Bunun önemli bir nedeni, resmi olarak Suriye sınırlarında bulunan topraklarda fiili bir Kürt devletleşmesinin yaşanabileceği korkusudur. Türk devleti 90’lar boyunca o zamanlar 36. paralel olarak tabir edilen Güney Kürdistan’da yaşanan “De facto” durumun zamanla nasıl “De jure” hale gelerek fiili Kürt oluşumundan resmi Kürt devletine dönüştüğünü acıyla gördü, yaşadı. Bugün aynı tehlikeyi kaos içindeki Suriye sınırlarında görmektedir; üstelik Suriye’de oluşabilecek bir Kürt iradeleşmesi, “Kuzey Irak”takinden farklı olarak, PKK’nin denetiminde olacaktır. Böyle bir ortam, açık ki Türk devletinin asla kabul edemeyeceği bir duruma denk düşer. Diğer yandan Türk devletinin Suriye’yle adeta “savaş durumu”nda kalmasının bir nedeni de, ABD ve AB’nin, BM ve NATO’nun Ortadoğu konseptinin içinde olmasıdır. Suriye’nin özellikle Libya’ya benzer bir durum değişikliği yaşayıp yaşamayacağı, buna bağlı olarak İran’ın pozisyonu ve örneğin Rusya’nın yaklaşımı gibi konular, yukarıda ifade edilen “büyük fotoğraf” kapsamındaki belirsizliklerdir ve muhtemel bölgesel çatışma, savaş ve işgal ihtimallerinin güncelliğini düşündürmektedir.
İkincisi, AKP hükümetinin muhalefeti sindirip bastırmak, toplumsal hayatın tutarlı ve etkili demokratik alanını silmek için kendince gerekli gördüğü bir neden de, kuşkusuz, doğrudan doğruya Kürt halkına karşı başlattığı yeni kirli savaşın gerekleriyle ilgilidir. Türk burjuva devleti gibi Kürt savaşında defalarca askeri ve siyasi yenilgiye uğramış yaralı bir saldırganın, son bir defa ve bu kez mutlak galibiyet motivasyonuyla, adeta bir final savaşına giriyorken Türk metropollerinde çatlak sesler duymaya da tahammülü olmadığı anlaşılıyor. Ama devlet terörüne karşı toplumun demokratik tepkisini daha baştan kırmak için de, bütün muhalif kesimleri KCK bağlantılı ilan edip hapishaneyle tehdit ediyor. İktidarlar için her daim hazır bir sermaye olan Türk şovenizminden küstahça yararlanıyor.
Üçüncü olarak ise, özellikle Kürdistan’da, içini boşalttığı toplumsal direniş ve mücadele alanlarını kendi rengiyle boyamaya, kendi kadroları ve mekanizmalarıyla doldurmaya çalışıyor. İşte “muhalefeti ele geçirme” hırsının şimdiki yoğunlaşma merkezi burasıdır. Gülen Cemaati’nin paralel devlet kurma konusundaki sıra dışı ve çarpıcı deneyiminin sağladığı birikimle davranan hükümet (ve devlet), “yeni strateji” çerçevesinde, ulusal demokratik taleplerine yüz çevirmiş bir Kürt kitlesi yaratmak istemektedir! 90’lardan farklı olarak ufkunu Kürt ulusal hareketini dağıtmakla, imha etmekle yetinmeyerek toplumsal alanda kültürel ve sosyal iktidarını kurmaya, boşluk doldurmaya yönelmektedir. Dikkat edilirse Güneydoğu İşadamları ve Sanayicileri Derneği üzerinden Kürt sermayesini, TRT Kürtçe üzerinden kültürel alanı parsellemekte, Kürdistan’da yüksek oy oranına güvenmekte, aynı anda Cemaat’in envai çeşit iktidarlaşma/hegemonyalaşma taktik ve olanaklarından yararlanmaktadır. Dolayısıyla yeni strateji, kendisinin olmayan Kürt’ü dağda öldürüp şehirde tutuklamanın yanında; kendi Kürt’ünü yaratma, onun üzerinden Kürdistan’da kurumsallaşma, Kürt toplumunu (elmayı içinden kemiren kurtçuk gibi) bir yandan da içeriden yiyip bitirme konseptidir. Bu yönelim, yine 90’lı yıllardan farklı olarak, fail-i meçhul cinayet, gözaltında işkence ve kayıp etme, ev ve sokak infazı gibi uygulamalara genellikle başvurmamayı; buna mukabil daha ziyade tutuklama terörünü, ideolojik ve kültürel araçları devrede tutmayı içeriyor olabilir; en azından şu ana değin öyle görülüyor. Fakat AKP hükümetinin demokratik söylemini bir anda nasıl savaş söylemine dönüştürdüğü, kapsayıcı gibi görünürken ayrımcılıkta nasıl pervasızlaştığı hatırlandığında, bu zihniyetin işkencecilik ve infazcılık konusunda tavır değişikliğine girmekte beis görmeyeceği de ihtimaller arasına giriyor.
AKP hükümetinin Kürt ulusal sorununda devleti yeniden soktuğu ve kararlılıkla uygulayacağını ortaya koyduğu bu savaş rotası, açıktır ki, kısa sürede sonuçlanması mümkün olmayan, üstelik yürürlükte kaldığı sürece siyasetin ve sosyal hayatın genelini ipotek altında tutacak bir durumdur. Bu yeni savaş konsepti devrede olduğu sürece, AKP’nin sandığı gibi olağan bir ekonomik, siyasal, toplumsal hayat imkânsızdır. Hükümetin ve devletin dikkat çekici bir böbürlenmeyle konuşan yeni ideologları, kendinden emin kurmayları, tuhaf bir cehalet ve cesaretle davranmaktalar. Daha önce defalarca denenmiş ve sonuç vermemiş kirli savaş konsepti, bu defa Kemalist generallerin değil de kendilerinin öncülüğünde yapılıyor diye, bazı değişikliklerle ve başka bir siyasal konjonktürde hayata geçiriliyor diye, başarılı olmayacaktır. Kürt halkının askeri ve siyasi kurumsallaşma düzeyinin, ama daha önemlisi Kürt halkının ulaştığı bilinç ve kültür düzeyinin, bu konseptin başarısını imkânsız kıldığını göremeyecek kadar deneyimsizler; tarih ve hayat cahililer. Eski yenilgileri ve hüsranları kendi deneyimleri olarak algılamıyorlar; başka bir devletin, başka bir iktidarın yenilgisi olarak gören ham bir ideolojik yaklaşıma sahipler. AKP hükümetinin çeşitli politikalarında bu ideolojik gözlüklerin, yer yer de muktedir psikolojisinin etkili olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Kürt hareketi gibi tarihsel ve yapısal boyutları olan bir mücadelenin, konjonktürün şehvetine kapılmış dar bir ufukla ele alınıyor olması, AKP hükümetinin bu maceracı serüvenini hüsranlı bir sona götürecektir. Zira konjonktür değişir, bölgesel ve uluslararası güncellik değişir, bazı geçici dengeler değişir; ama bu arada “fırsatçı”lığı AKP’yi amacına ulaştıramayacak, o tarihsel ve yapısal boyut, bütün gerçekliğiyle hâlâ ortada duracaktır. Cumhuriyet tarihinden bu yana öyle olmuştur. Daha Cumhuriyet’in kuruluşunda yaşanan tablo çarpıcıdır. 1920’lerde Kürtler’in mecliste temsil edilmesi karşılığında destekleri alınıp 1921’deki kurucu anayasada Kürt ulusal varlığına kısmen de olsa yer verildiği halde, savaşın olağanüstü koşulları ortadan kalktıktan sonra anayasanın 1924’de nasıl değiştirildiğini ve ardından ilan edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’yla Kürt muhalefetinin acımasızca nasıl bastırıldığını hatırlamak önemlidir. Zira bunlara rağmen Kürt ulusal muhalefeti varlığını Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürmüş, gelinen aşamada uluslararası düzeyde bir silahlı ve siyasi organizasyon haline gelmiştir. Yakın tarihte ise, önce “açılım” politikasıyla ikna edici bir çözüm atmosferi yaratarak Kürtlerde rehavet yaratılması, çeşitli müzakerelerle bazı hakları tanınarak silahlı gücünden arındırılması, keza siyasi ve ideolojik olarak savunmasızlaştırılması yönünde davranan AKP hükümetinin, kısa sürede, nasıl saldırganlaşarak en pespaye kirli savaş diliyle konuştuğunu hatırlamak önemlidir. Hükümetin açılım politikası, gerçekte ödün vererek çözülme sürecini başlatma, ardından da tasfiye etme politikasıydı. Oysa Kürtler, 1920’lerden farklı olarak daha örgütlü, daha bilinçli, daha deneyimliydi; en önemlisi de bu defa (politik özerklik bildirgesinde ifadesini bulan) net bir siyasi programa sahipti. Dolayısıyla devlet, yeni bir anayasa sürecinin eşiğinde, Kürtleri barışçıl yollardan silahsızlandırarak tasfiye etme, ardından gerektiğinde yeniden Takrir-i Sükûn siyasetini dayatma planını başarıya ulaştıramadı. Ya burjuva demokratik çerçevede olsa bile Kürt halkının kabul edeceği gerçek bir demokratik çözüm geliştirme, dolayısıyla anayasayı da, iktidarı da Kürtlerle paylaşma pozisyonuna gelecekti; ya da Türk devletinin ve Türk toplumunun en iyi bildiği, neredeyse ezberlediği, bu anlamda kendisi için en kolayı olan savaş pozisyonuna geri dönecekti. İktidar tadını yeni almış, üstelik bunu Kemalist generaller kliğini gerileterek elde etmiş AKP zihniyeti, iktidarı başkalarıyla, hele Kürtlerle paylaşmaya duygusal bakımdan uzak olduğu gibi, siyaseten de içine girdiği devlet kalıbının şeklini almakta gecikmedi. Devletleşti, devleti gibi şovenist, militarist, zalim, imhacı ve inkârcı oldu. Devletin kabuğunu değiştirdi, görüntüsünü sivilleştirdi, kurumlarına kendi kadrolarını doldurdu; ama o kurumlar aynı işlevleriyle işlemeye devam etti. Türkiye’de hele de 90’lardan itibaren iktidar olmak isteyen klik, bu yönelimini daima kirli savaş konseptinde aramıştır. Zira Kürt savaşı demek, askeri inisiyatifi, siyasi iradeyi, toplumsal meşruiyeti elinde toplamak demekti. Üstelik bütün partiler ve devlet klikleri arasındaki tek eşgüdüm noktası da Kürt savaşı sayesinde sağlanabiliyordu. AKP de aynı yoldan gitti, klikler mücadelesinden zaferle çıktığı halde devasa ve taze iktidar gücünü Kürtlerin üzerinde sınamaya, Kürt ulusal mücadelesini gözüne kestirmeye, Türk milliyetçiliği ve Türk devlet geleneği nezdinde iktidarını Kürt savaşıyla pekiştirme yönelimine girdi.
Şimdi mevcut siyasi, iktisadi, toplumsal güç ilişkilerini hukukileştirecek yeni bir anayasa sürecinin ön-gününde, meclisteki Kürt iradesinin varlığı bile Türk devletine fazla gelmektedir. Bir yandan da Kürtlerin iradesinin yansımadığı bir anayasanın Türkiye’de ve dünyada anlamsız karşılanacağı görülmektedir. Anayasa görüşmeleri başlayıncaya değin Kürt iradesinin olabildiğince geriletilmiş olması amaçlanmaktadır. Nihayetinde devlet iradesiyle çözülebilecek bir Kürt sorunu için Kürt halkı, Türk milliyetçiliği ve Türk İslamcı mutaassıp kesimleri arasında bir konsensüsün sağlanmış olması zorunludur. AKP bu üç sosyal kesimi de temsil edebilme, kapsayabilme iddiasında olmakla birlikte, böyle bir temsiliyet imkânsızdır. Türk milliyetçiliğinin CHP’de ve MHP’de ifadesini bulan özgün varlığı, ama daha önemlisi iradesini ancak ve sadece Abdullah Öcalan’a verecek milyonlarca Kürt gerçekliği, AKP’yi zorlayacaktır. Devlet ve rejim, AKP’den CHP ve MHP’ye değin kendi aralarında Türk tarafının bütün toplumsal kesimlerini de kapsayacak şekilde anlaşsalar bile, anlamlı bir konsensüs için eninde sonunda Abdullah Öcalan’a gitmek zorundadır. Şimdi çiçeği burnunda iktidarın ham hayaller mevsimi yaşanıyor; tarih ve hayat bilgisi kıt bir hükümet, kendi Enver Paşasını çıkarma pahasına, Tayip Erdoğan şahsında, bir Deli Petro, bir Sezar bozuntusu edalarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkiye İmparatorluğu’na dönüştürebileceğini zannediyor. Onlar ordularını yeni kurduklarını sanıyorlar ve Kürdistan dağlarında henüz bir bozgun yaşamadılar. Daha Türkiye metropollerinde halkların “artık yeter” çığlığını da duymadılar. Ve hep böyle süreceğini sanmanın gaflet ve delaleti içindeler...