Organik Bunalım
İtalyan Komünist Partisi’nin önderi ve teorisyeni Antonio Gramsci; “organik hareketler” ile “konjonktür hareketleri” arasında ayrım yapar. “Konjonktür hareketleri” genellikle rastlantısal ve geçiciyken, büyük bir tarihsel anlam taşımazken, “Organik hareketler” bünyeye bağlı olan ve toplum yapısındaki onulmaz çelişkilerden kaynaklanan olaylardır. Böyle hareketler çok önemli tarihsel ve toplumsal eleştirilere yol açarlar.
Gramsci’ye göre “organik bunalım” bazen on yılı bile bulan uzun bir süreye yayılarak, toplumsal yapının özsel çelişkilerinin meydana çıkışını ifade eder. Aşılmakla karşı karşıya kalan eski siyasi güçlerin mevcut yapıyı koruma amaçlı inatçı çabaları, karşıt güçlerin örgütlenmesine zemin hazırlar. Geleneksel partiler işlevsizleşir; bunalım, partiler alanından bütün devlet yapısına yansır ve yönetici sınıfın hegemonya bunalımı içeriğini kazanır. Büyük halk kitleleri siyasal edilgenlikten etkinliğe geçmeye başlarlar. Geleneksel yönetici sınıf, kaybetmek üzere olduğu kontrolü yeniden ele geçirmek uğruna, gerekirse fedakarlık yapar. Nihayet, hasmını ezmek için yönetici sınıfın çeşitli kesimleri, sınıfın bütününün ihtiyaçlarını daha iyi temsil eden ve bir ölüm tehlikesini uzaklaştırabilecek nitelikte olan tek bir yönetimin altına girerler. Bu, “organik bunalım” için “organik bir çözüm yolu”dur.
1980'e gelindiğinde Türkiye'de “organik bunalım”, dönemin doruk noktasına varmıştı. Devletle halk, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çatışmalar tüm şiddetiyle sürüyordu. Faşist-antifaşist çelişkisi toplumun şiddetli bir kamplaşması düzeyine erişmişti. Rejim yüz yüze geldiği açmazı mevcut kurumlaşmasıyla aşmakta aciz kalmaktaydı. Burjuva parlamento ve hükümetler krizden krize sürükleniyorlardı. Türkiye ekonomisi yapısal özellikler taşıyan bir aşırı üretim krizi içindeydi. Egemenlerin ideolojik hegemonyası çözülmeye yüz tutmuştu. Ve ABD emperyalizminin bölgedeki hakimiyeti sarsıntıya uğramıştı.
İşte bu koşullar altında, 12 Eylül, Gramsci'nin sözleriyle, egemen sınıfın çeşitli bileşenlerinin bir ölüm tehlikesi uzaklaştırabilecek nitelikte tek bir yönetim altında birleştirilmesi hamlesi oldu.
Düzenin Açmazı
'74 affıyla hapishanelerden çıkan kadroların etrafında, 12 Mart faşizminin gevşemesiyle beraber, hızlı bir politik birikim yaşanmaya başladı. '71 devrimci atılımının muazzam mirasına dayanan yeni bir devrimci hareket şekilleniyordu. Öğrenciler, işçiler, ezilenler oluşum halindeki devrimci ve reformcu örgütlerin saflarına adeta 'kendiliğinden' ve kitleler halinde akıyorlardı. Hemen ardından sivil faşist saldırıların ve antifaşist direnişlerin tırmanışına geldi sıra.
Gelişen sol siyasi atmosferden beslenerek 1977 seçimlerinden yüzde 41,4 oy oranıyla önde çıkan Ecevit CHP'si, hükümet kurabilecek çoğunluğu elde edemeyince, Demirel başbakanlığında 2. Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti kuruldu. Sola ve devrimci yükselişe karşıtlık temelinde birleşmiş olan koalisyon ancak 6 ay dayanabildi ve Ocak '78'de yerini CHP hükümetine bıraktı.
Ecevit'in 1974'teki hükümeti döneminde haşhaş ekiminin yasaklanmasından ve Kıbrıs'ın kuzeyinin işgalinden dolayı ABD'yle çelişkiler ortaya çıkmış ve Türkiye silah ambargosuna maruz kalmıştı. Tekelci sermaye ve ordu da Ecevit hükümetini uygun bulmuyordu. Ecevit, '77 seçimlerinden önce, Niksar'da MHP'li faşistlerin silahlı saldırısını ve İzmir'de bir kontrgerilla suikastını atlatmıştı. Aynı yıl, devrimci/sosyalist yükselişe ve Ecevit'in olası bir seçim zaferine karşı Kara Kuvvetleri'nde hiyerarşi dışı faşist bir cunta örgütlendiği anlaşılmıştı. Bu cuntanın temizlenmesi sırasında ordunun yeni komuta kademesinin belirlenmesi, Demirel hükümeti ile emekli bir amiral olan Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk arasında siyasi gerilim konusu olmuştu. Ve parlamenter sistemle uyumlu davranacağı sanılan Ege Ordu komutanı Kenan Evren'e Genelkurmay Başkanlığı yolunu açan ironik bir çözüme bağlanmıştı bu gerilim.
Diğer taraftan, sol söylemlerle halkın “Karaoğlan umudu”nu tazelemeye çalışan Ecevit CHP'sinin, devrimci dalgayı düzen içi bir sol mecrada sönümlendirmek gibi başlıca bir misyonu vardı. Ecevit etkili bir dalgakıran olabilmek için elinden geleni yaptı. Fakat tekelci burjuvazi ve faşist generallerin baskısı ile halkın hoşnutsuzluğu arasında sıkışıp kaldı. Enflasyonun durmadan tırmanmasını, '79'da ekonominin krize girmesi takip etti. TÜSİAD gazete ilanıyla Ecevit hükümetini düşürme politikasını açıkça ortaya koyuyor, karaborsayı ve uzayıp giden alışveriş kuyruklarını yapay olarak körüklüyordu. İşçi-emekçi hareketinin önü alınamıyor, devrimci mücadele kınlamıyordu.
'70'lerin ikinci yansında grev ve grevci işçi sayısı büyük artış gösterdi. DİSK'in üye sayısı yarım milyonu aştı. 1976'da “DGM'lere hayır” eylemi, 1978’de 16 Mart Katliamının ardından “faşizme ihtar eylemi” gibi etkin ve kitlesel politik hareketler de geliştirdi DİSK. 1976’dan itibaren
1 Mayıs’lar Taksim’de kutlanmaya başladı. Bu politik hareketlerle iç içe, işçi sınıfının ekonomik ve sendikal mücadelesi önemli kazanımlar getirdi. 1979 ve ‘80'de ortalama reel ücret en yüksek noktasına varmakla kalmamış, ücret/katma değer oranında da ciddi artışlar olmuştu.
Petrol krizinin tetiklemesiyle 1975’te derin bir ekonomik krize yuvarlanan dünya kapitalizmi yapısal bir dönüşüm geçirmeye başlamıştı. Sermaye hareketlerinin önündeki engellere savaş açılıyor, bütünleşik bir dünya pazarı amaçlanıyor, emperyalist mali oligarşi yeni sömürge ülkeleri dolaysızca talan etmeye hazırlanıyordu. Yüksek borçlanma, dış ticaret açığını büyüten ithalat ve kimi fiyat kontrolleri gibi geçiştirici önlemler sayesinde dünya ekonomik krizinin Türkiye'yi sarması birkaç yıl geciktirilebildi. ‘79'da ithal petrol fiyatlarındaki şok artış Türkiye ekonomisini kaçınılmaz krize itti. Krizin ağırlığı Demirel'e “70 cent'e muhtacız” dedirtecekti.
İthalat kotalarının ve gümrük vergilerinin ardında iç piyasaya düşük kaliteli ve yüksek fiyatlı meta üretip satan, devlet eliyle aktarılan kaynaklardan beslenen işbirlikçi tekelci Türk burjuvazisinin alışageldiği aşın kar oranları düşmüştü. Talep daraldı, sermaye fazlalığı değerlendirilemez oldu, birikim tıkandı. Meşhur 24 Ocak kararları, 1979-1980 ekonomik krizinin ortasında gündeme geldi. 24 Ocak paketi ekonominin ihracat öncelikli bir modelde yapılanmasını, piyasanın serbestleştirilmesini, fiyat kontrollerinin kaldırılması, faizlerin yükseltilmesini, devlet harcamalarının kısılmasını, dış borç ödemelerinin güvencelenmesini, devalüasyon yapılmasını, ücretlerin düşürülmesini, tarım ürünleri taban fiyatlarının indirilmesini içeriyordu. Fakat işçi sınıfı ve emekçiler bu acı ilacı içmeyi kararlılıkla reddettiler.
24 Ocak kararlan Demirel hükümetinin imzasını taşıyordu. Ekim '79 ara seçimlerinde başarısızlığa uğrayan CHP'nin lideri Ecevit hükümetten çekilmiş, Demirel'in azınlık hükümeti kurulmuştu. Sivil faşist saldırılar, kontrgerilla cinayetleri ve polis terörü faşist Demirel hükümeti eliyle yoğunlaştırılmasına rağmen devrimci kitle hareketi bastırılamıyordu. Yeni ekonomik politikalar işçi sınıfının direnişine çarpıyordu. Hükümet krizinin sonu gelmiyor, gerek devrimci/sosyalist mücadelenin gerekse iç çelişkilerinin basıncı altındaki rejimin politik sarsıntıları durdurulamıyordu. 1980'de bu kez cumhurbaşkanı seçimi krize dönüştü ve parlamento 6 ay boyunca bir cumhurbaşkanı çıkaramadı.
1979-1980 yıllan Türk burjuva devletinin kaderini etkileyecek uluslararası olaylara da tanıklık etti. İran devrimi, ABD'yi Ortadoğu'daki en güvenilir işbirlikçisinden mahrum bırakırken, Sovyetler Birliği Afganistan'ı işgal ederek ABD emperyalizmini tedirginliğe itti. Ortadoğu'da Sovyet askeri üsleri açılmakta, Sovyet uçak gemileri Akdeniz'de boy göstermekteydi. OPEC petrol fiyatlarını yeniden artırdı ve ihracatı kıstı. İşte bu atmosferde ABD, Carter Doktrini'ni ilan etti. Ortadoğu'daki herhangi bir tehdit ABD çıkarlarına yönelmiş sayılacaktı. Bu durumda Sovyetler Birliği'nin dibindeki bir ülkede milyonların devrim ve sosyalizm amaçlı kaynaşmasının daha uzun yıllar sürmesi emperyalist ABD için tahammül edilemezdi.
Generallerin ve yüksek devlet bürokrasisinin sahne arkasından politik yönetimine dayanan Türk burjuva devlet düzeni, süregelen yapısı ve araçlarıyla çözüm bulması imkansız görünen büyük bir açmazla yüz yüzeydi.
Düşük Yoğunluklu İç Savaş
Devrimci/sosyalist gelişmenin önünü kesmek amacıyla uygulanan ilk kapsamlı iç savaş yöntemi '77 1 Mayıs katliamıydı. Bu andan itibaren, rejimin antifaşist halk kitlelerine ve devrimci güçlere saldırısı yeni bir niteliğe büründü.
Mahallelerde ve okullarda sivil faşist saldırılar ve silahlı çatışmalar hızla yayıldı. Artık faşist-antifaşist çatışması yaşanmayan, yaralanma veya ölümlerle anılmayan gün geçmiyordu. Faşist saldırılara ve faşist MHP'ye karşı mücadele devrimci hareket için bir tür var olma meselesi haline gelmişti. Zira devrimci hareketin önüne dikilen ilk barikat rejimin vurucu gücü olarak sahneye sürülen MHP'ydi. Ve sivil faşist saldırganlığa karşı direniş devrimci kitleselleşmenin başlıca dinamiği olmuştu. Emekçi halk kitleleri devrimci/sosyalist hareketin saflarında kendiliğinden birikerek sınıf mücadelesinin politik mevzilerine yerleşiyorlardı.
Kürt ulusal özgürlük hareketi artık Türkiye devrimci hareketinden ayrı örgütlenmelerle ilerliyordu. Kuzey Kürdistan'da irili ufaklı ulusal devrimci ya da reformcu parti ve örgütler politik etkinliklerini artırdılar. Toprak ağalarına, ulusal hainlere ve yer yer devlet güçlerine karşı silahlı eylemler yayılmaya başladı.
'77 1 Mayıs'ını başka toplu katliamlar izledi: Beyazıt, Bahçelievler, Balgat, Piyangotepe... Kontrgerillanın Sünni-Alevi saflaşması görünümünde Alevilere, ilerici ve devrimcilere saldırdığı Malatya ve Sivas katliamlarının ardından, '78 Maraş katliamı geldi. Maraş'taki faşist vahşet 13 ilde sıkıyönetime geçilmesinin gerekçesi yapıldı. Alevi-Sünni çelişkisi devletin kontrgerilla kolu ve MHP aracılığıyla Sünnilerin devrimci gelişmeye karşı faşist zeminde saflaştırılması için kışkırtıldı. 1980'de aynı faşist iç savaş tezgâhı bu defa Çorum'da kurulacaktı.
Sansasyonel faşist cinayetlerin devreye sokulması da gecikmedi. Öğretim üyeleri Bedrettin Cömert ve Cavit Orhan Tütengil, savcı Doğan Öz, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Milliyet başyazarı Abdi İpekçi, DİSK eski genel başkanı Kemal Türkler ve daha pek çok demokrat aydın faşist namluların hedefi oldu. Böylece halka ve demokrat aydınlara dehşet saçma ve yılgınlık psikolojisi aşılama planı uygulandı.
Devlet-halk çelişkisi iyice keskinleşti. Türk ulusu iç siyasi bölünmeye uğradı ve faşist-antifaşist kamplaşması baskın hale geldi. Devrimci otoritenin kuruluğu pek çok mahalle, okul ve köy vardı. Devrimci/sosyalist siyasallaşma eğilimi yayıldı, milyonları kucakladı. Varoşlarda, lise ve üniversitelerde, bazı fabrika ve işçi havzalarında, hatta kimi taşra şehirlerinde kitlesel ve radikal direnişler, işgaller ve gösteriler gerçekleşiyordu. 1980 yılı başlarında Tariş işçi direnişi polise ve askeri birliklere karşı büyük bir çatışmaya, ardından da İzmir varoşlarında patlayan bir halk ayaklanmasına dönüştü. Siyasi kamplaşma o düzeye varmıştı ki, polis teşkilatı dahi ilerici Pol-Der ve faşist Pol-Bir şeklinde bir yarılmaya uğramış, bakanlık personelinden subaylara değin her kesim içinde saflaşma örnekleri yayılmıştı.
12 Eylül'e doğru birkaç yıl boyunca yaşanan, yalnızca bir devrimci durum değil, aynı zamanda düşük yoğunluklu bir iç savaştı. Faşist-antifaşist kamplaşmasının Türkiye'yi bir uçtan diğer uca kesmesi, sayısız mahalle, okul ve köyün devrimci hegemonya alanları olarak sivrilmesi, kışkırtılmış faşist güruhların Alevi katliamlarına girişmesi, büyük kent merkezlerindeki toplu katliamlar, demokrat aydınlara sıkılan kontrgerilla kurşunları, durmadan artan sivil faşist saldırılar, silahlı eylem ve çatışmalar başlangıç evresindeki bir iç savaşın göstergeleriydi. Öyle ki, 12 Eylül'ü önceleyen haftalarda her gün 1520 kişi vurularak ölmekteydi. Devletin resmi verilerine göre, dönem boyunca siyasi nedenlerle 5 bine yakın insan öldürülmüştü.
Ordu, 1980 yılı içinde, bu düşük yoğunluklu iç savaş ortamında daha açıktan yer almaya başladı. İnciraltı katliamı veya Fatsa Nokta Harekatı gibi saldırılar doğrudan askeri birliklerce gerçekleştirildi. Fakat faşist Türk burjuva ordusu, iç savaş sahnesinin ön cephesinde durmaktan genellikle kaçındı, siyasi kamplaşmanın "sağ-sol çatışması” gibi yansıtılmasını sağladı. General Evren'in “anarşiyi ve kardeş kavgasını önlemeyen hükümet”i alenen azarladığı konuşmalar TRT'den yayımlandı.
Devrimci hareketin devletin “olağan” zoruyla yenilgiye uğratılamayacağı artık belliydi. Generaller, halkın iç savaş atmosferinde yorgun düşeceği ve kendilerinin de bu “sağ ve sol çatışması”nı bitirecek tek alternatif olarak kabul görecekleri uygun zamanı kolluyorlardı.
Devletin Ordusu ya da Ordunun Devleti
Türk burjuva devleti, 27 Mayıs '60 darbesinden beri iki kısımlı bir rejim yapısına sahiptir. Sahnenin önünde parlamento, seçim sistemi, siyasal partiler ve seçilmiş hükümetler durur. Fakat hükümet, devlet politikasının icrasındaki sorumluluğu dolayısıyla kısmi bir iktidar alanına sahipse de asla gerçek siyasi iktidar organı değildir. MGK, Anayasa Mahkemesi, Özel Harp Dairesi, kontrgerilla teşkilatı gibi devlet kurumlan aracılığıyla asıl siyasi iktidar, sahne arkasında duran ve ağırlığını askeri kanadın oluşturduğu yüksek bürokrasinin elinde olmuştur. Siyasi partiler de generaller partisiyle bir tür taşeronluk ilişkisine zorlanır. Ve bu devlet yapısını kurumlaştıran da bütün o demokratiklik makyajının arkasına gizlenen '61 Anayasası’dır. Bu tip bir devlet yapısı, ABD emperyalizminin yeni sömürgelerle siyasi bağımlılık ilişkilerini genellikle o ülkelerin orduları üzerinden sağlama alma stratejisiyle örtüşmüştür.
Türk burjuva devleti, tarihsel olarak, son derece zayıf bir burjuvazinin varlığı koşullarında, bilhassa askeri bürokrasinin iktidar tekeliyle özdeştir. İttihatçı iktidardan CHP'nin tek parti diktasına uzanan ortak bir özelliktir bu. Tek parti dönemi CHP'si, devletin kendisiydi ve iktidarın tepesinde Kuvvayi Milliye'nin eski askeri liderleri bulunuyordu. Türk büyük sermayesi pazar rekabeti şartlarında birikmiş ve böylece devleti kendi çıkarların koşmuş değildi. Tersine, devlet eliyle semirtilen, siyasetin yüksek devlet bürokrasine bağlı olan bir tekelci burjuva sınıf gelişmişti. Osmanlı'da birikmiş sermayenin ve olduğu kadarıyla burjuva kültürün taşıyıcısı konumundaki gayrimüslim azınlık burjuvalarının sermayesinin kanlı biçimde transferi yolundan, yeni ve köksüz bir Türk burjuvazisi yaratılmıştır. Bu burjuvazi, 'kendisi adına' devlet işlerini yürütecek bürokratlara, subaylara ihtiyaç duyacaktı.
Demokrat Parti, 2. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası şartlar gereği, bu siyasi mekanizma dahilinde yaratıldı. Fakat askeri ve sivil devlet bürokrasisi aleyhine güdük bir burjuva parlamentoya dayanan hükümete gerçek bir siyasi iktidar gücü kazandırma inisiyatifi sergileyen Menderes'in hayatı darağacında son buldu. '61 anayasası bu 'arızayı' giderecek hukuki bir çerçeve çizme işlevine sahipti. '61 Anayasası, hem ordunun rejim üzerindeki iktidarım pekiştiriyor, hem de 27 Mayıs'a destek veren halk kesimlerinin politik seferberliğini mümkün kılacak demokratik haklar sağlıyordu. Kuşkusuz tarih başka bir yoldan ilerledi ve söz konusu demokratik-sosyal haklar zemininde burjuvaziden bağımsız yeni bir işçi-gençlik damarı gelişti. '71 Darbesi, rejimin her iki kanadının bu tehlikeye karşı birliğinin ifadesiydi. Devrimci tehlikeyi ve ordu içinde büyük bir etkinliğe ulaşan sol cuntayı bertaraf etti. '61 anayasasındaki kimi demokratik maddeleri kırparak devlet biçimini faşist bir diktatörlük olarak yapılandırma adımları attı. 1968'den 71'e uzanan devrimci yıllarda sahneye çıkan yeni toplumsal aktör, egemenler arasındaki iktidar dalaşının önüne geçmişti.
Sahne önünün çok partili parlamenter alanında, işbirlikçi-tekelci sermaye, burjuva partiler veya siyasetçilerden birini ya da diğerini destekler, bunları kontrol edebilir. Nitekim '70'lerin sonunda Ecevit hükümetinin yıkılmasına önayak olmuş Demirel'in başbakanlığa getirilmesini sağlamıştır. Yine de generaller partisi, iktidar tekeline sahip çıkar ve parlamenter siyasetçiler gibi sermayedarların doğrudan güdümüne girmez. Odağında generallerin durduğu devlet aygıtı tekelci Türk burjuvazisinin genel sınıfsal çıkarları doğrultusunda ama onun üzerinde durarak siyasi yönetimi elde tutar. Generallerin ve Kemalist yüksek bürokratların politik aklının merkezi parolası “devletin bekasının korunması” olagelmiştir.
12 Eylül'e gelirken, faşist generallerin önceliği, giderek ölümcül bir tehdit olarak gördükleri devrimci/sosyalist gelişmeye karşı “devletin bekasını korumaktı. İşbirlikçi-tekelci sermayenin nihai formülasyonunu 24 Ocak kararlarında bulan, ekonomik çıkarlarını gerçekleştirme arayışı ile generallerin “devletin bekası” kaygısı buluştu. Öncesinde MHP'nin vurucu güç olarak kullanıldığı ABD şemsiyesi altındaki TSK-TÜSİAD darbe bloğu böyle biçimlendi. Bloğun iktidar merkezi elbette genelkurmay başkanlığı karargâhıydı. Egemen sınıflar arasında, devrimci gelişmeyi bastıracak üst düzeyde bir karşıdevrimci birlik bu temelde oluştu.
İki 12 Eylül Miti
Antifaşist solda ve liberal camiada sıklıkla tekrarlanan iki ayrı 12 Eylül miti var. Sol tekerlemeye göre, 12 Eylül darbesi 24 Ocak kararlarını hayata geçirmek amacıyla yapılmıştır. Yanlış! Darbenin amacı doğrudan doğruya devrimci hareketi ezmektir. Darbeci generalleri yönetim iplerini dolaysızca ele almaya iten neden, ekonomik değil siyasidir. Onlar için söz konusu olan hayati görev, Türk burjuva devletinin devamını sağlamaktır. Her ne kadar 12 Eylül ürünü devlet düzeni ve ekonomik dönüşüm 24 Ocak hesaba katılmadan anlaşılamaz olsa da, 24 Ocak kararlan darbeyi doğurmamış ama darbenin ekonomi politiğini meydana getirmiştir. Antifaşist solda yaygın olan mit ise, sonradan reformizme savrulan eski devrimcilerin 12 Eylül öncesi radikal devrimci mücadeleye reformist bir pencereden bakmalarından kaynaklamış olsa gerektir. Bugünün reformistlerinin o günkü devrimci tarihlerinin yükünü taşımak istememeleri anormal değildir.
Liberal tekerlemeye göre, generaller iktidar hırslarına bağlı olarak bir darbe gerçekleştirmek amacıyla MHP ile sol arasındaki çatışmaların kızışmasına bizzat çanak tutmuşlardır. Yanlış! Sivil faşist paramiliterleri devrimci hareketin karşısına generaller ve devlet dikmiştir. Fakat faşist saldırılar, toplu katliamlar, gündemi sarsan suikastlar, polis terörü devrimci hareketi ezmeye yetmemiştir. Halkın antifaşist mücadelesinin neden olduğu rejim krizini çözmek ve devrimci/ sosyalist kabarmayı ezmek için askeri faşist bir darbe tek alternatif olmuştur. Generallerin siyasi iktidardaki belirleyici pozisyonlarını sağlamlaştırma dürtüsüyle hareket ettikleri ve halkın bıkkınlığa kapılmasını sağlayarak darbeyi meşru kılmak için 12 Eylül'ü önceleyen aylarda kontrgerilla eliyle daha fazla kan dökülmesine kapıyı araladıkları ne kadar gerçekse, darbenin başka türlü yenilgiye uğratılamayan devrimci savaşımın hakkından gelecek “olağanüstü” çare olduğu için tekelci burjuvazinin tam desteğini aldığı da o kadar gerçektir. 12 Eylül'ün ardından hapse atılan MHP liderlerinin “fikirlerimiz iktidarda, biz hapisteyiz” demeleri boş bir demagoji değildir. Liberal mitin dolaşımda tutulmasının amacı, devrimci mücadeleye inançsızlık yaymaktan ibarettir.
Sahne Arkasından Sahne Önüne
12 Eylül günü ABD Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası şefine haber verildi: “Your boys have done it.” (“Senin çocuklar başardı.”) 11 Eylül'de Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya ABD gezisinden Türkiye'ye dönmüştü. ABD aynı tarihlerde Sovyetler'e karşı Afgan mücahitlerini örgütleyip silahlandırıyor ve Saddam'ı İran'a saldırtıyordu. Generaller 12 Eylül'de sahnenin önüne çıktıklarında, oyunun suflörü ABD'ydi. Amerikan emperyalizmi böylece Türkiye üzerindeki yeni sömürgeci egemenliğini güvenceye alıyor, Ortadoğu hegemonyasının sarsılmasına ve Sovyet tehdidine karşı esaslı bir hamle yapıyordu.
‘70'li yıllarda Latin Amerika'yı boydan boya kana bulayan antikomünist Amerikancı faşist darbe politikası Türkiye'de de yürürlükteydi. Bütün farklılıklar ve özgünlüklerine karşın,
27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül'ün ortak bir özelliği, ABD emperyalizminin Türk burjuva devleti üzerindeki hakimiyetinin öncelikle ordu aracılığıyla sağlandığı bir siyasi yapının kurulup korunmasıdır. 12 Eylül'ün diğer iki darbeden başlıca farkı ise, ordunun birlik halinde bir hareketi olmasıdır. Bu yüzden 27 Mayıs'tan da, 12 Mart'tan da çok daha güçlüdür. 12 Mart'ın alelacele ve çalakalem programının aksine, 12 Eylül sistematik ve kapsamlı bir programla geldi. Generallerin çıplak askeri zoruna TÜSİAD ve IMF'nin ekonomik dönüşüm programı eşlik etti.
Diğer yandan, 12 Mart ve 12 Eylül, egemen sınıfların işçi sınıfı ve ezilenlerden yükselen devrimci tehlikeye karşı birleşmelerinin ürünü iken, 27 Mayıs, egemen sınıfların bir kanadının diğerine karşı darbesidir. Liberaller her üç darbeyi eşitleyerek, tümünü de ordunun sivil hükümetlere karşı iktidar hırsıyla gerekçelendirerek tarihi çarpıtıyor, sınıf mücadelelerinden bağımsız bir tarih yazmaya çalışıyorlar.
Darbenin Siyaseti
Devlet, bütün gücünü beş orgenerali Milli Güvenlik Konseyi'nin diktatörlüğünde merkezileştirerek karşı saldırıya geçti. Yeni MGK, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladı. '71 'de faşist bir revizyondan geçirilmiş olan '61 Anayasası'nın yırtıp attı. Artık her türlü faşist zorbalık yasasını çıkarmakta serbestti. '71 darbesinin yarım bıraktığı işi bitirmeye, devrimci hareketi uzun süre belini doğrultamayacak derecede ezmeye girişti.
Kenan Evren kendini ‘Devlet Başkanı' ilan etmişti. Parlamento ve hükümet feshedildi. Bülent Ulusu başbakanlığında MGK'ya bağlı bir hükümet atandı. Belediye başkanları görevden alındı ve yerlerine subaylar getirildi, belediye meclisleriyse dağıtıldı. Polis, Jandarma Genel Komutanlığı'na bağlandı. Her yerde sıkıyönetim ilan edildi ve Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri kuruldu. Bütün siyasi partiler, Türk-İş hariç tüm sendikalar ve 20 binin üzerindeki dernek kapatıldı. Grevler ertelendi, gösteriler yasaklandı, basın sansürlendi. Faşist terör diktatörlüğü halkın üzerine karabasan gibi çöktü. İşkence, yargısız infaz, hapis, işten atma dalgası milyonların hayatını kuşattı. Diyarbakır Cezaevi'nde sembolleştiği üzere, Kürtlerin payına zulmün yine en katmerlisi düştü.
Askeri faşist dikta ABD'yle yaşanan eski pürüzleri gidermekte acele etti. Örneğin, Yunanistan'ın NATO askeri kanadına dönüşüne Türkiye'nin vetosunu hemen kaldırdı. NATO'yla ilişkilerden sorumlu General Haydar Saltık, daha darbenin ilk günlerinde MGK Genel Sekreterliği'ne getirilmişti. Saltık, darbenin planı olan Bayrak Harekâtı’nın hazırlanmasında da birinci dereceden rol almıştı. Ortadoğu'ya ilişkin ve Sovyetler'e karşı ABD'yle art arda askeri anlaşmalar imzalandı. ABD Başkanı Ronald Reagan'ın bir danışmanı, Washington'un Evren liderliğindeki bir MGK'yla kendisini daha güvende hissettiğini belirtiyordu. 1982'de Muş ve Batman'da ABD için iki yeni NATO üssü tahsis edildi. ABD'li yetkilinin demeci, “Muş ve Batman 'da kurduğumuz üsler Basra Körfezi'nin istikrarını garanti ediyor” şeklindeydi.
MGK rejimi, MHP'yi ve Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'ni (MSP) kapatmakla kalmadı, yöneticilerini hapse tıktı ve yargıladı. Konya mitinginde çıplak biçimde görüldüğü gibi, MSP, İslam devleti programlı ve antikemalist bir ideolojik-siyasi eğilim barındırıyordu. Gerek bütün burjuva kesimlerin 12 Eylül devletinin bayrağı altında birleştirilmesi, gerekse ehlileştirilmiş bir İslam'ın eklemlenmesiyle resmi ideolojinin güncellenmesi için MSP'nin tasfiyesi ve kadrolarının terbiyesi şarttı. MHP'nin de kaldırılıp atılma zamanı gelmişti, zira MGK, kendini bütün önceki ideolojik-siyasi saflaşmaların dışında gösterme ihtiyacındaydı ve “anarşiyi, sağ-sol çatışmasını bitirme” söylemiyle darbeyi gerçekleştirmişti. Şimdi bütün gücüyle devrimci/sosyalist harekete saldırırken, MHP'yi de hedefleyen bir denge görüntüsü yaratmayı ihmal etmeyecekti.
Darbenin İdeolojisi
'60'lardan itibaren devrimci/ sosyalist, Kürt yurtsever, politik İslamcı hareketler yaygınlaşmış, ideolojik akımlar olarak da halka daha fazla nüfuz etmeye başlamışlardı. ‘70'lerin sonunda, bilhassa büyüyen devrimci mücadele ve halkın siyasal kamplaşması, rejimin ideolojik hegemonyasının çatlamasına yol açmıştı. Kemalizm'in kısmi birleştirici özelliği bile dumura uğramıştı. Şimdiyse, askeri zorla teslim alman toplumsal belleği, bir silme ve tekrar yükleme işlemine tabi tutma zamanıydı.
Halk, korkunç bir antikomünist ideolojik taarruza maruz bırakıldı. Faşist generaller ve burjuvazi, yalnızca sosyalizmin yakın olduğu umudunu kırmak değil, işçi sınıfı ve tüm ezilenler nezdinde sosyalizm fikrini ve idealine görmek istiyordu. İdeolojik şiddetin yoğunluğu her emekçini bilincini ele geçirmek, halka ve bilhassa gençliğe politika ve örgüt korkusu aşılayıp geniş kapsamlı bir depolitizasyonu başarmak içindi. 'Örgüt' kavramı bu saldırıların merkezinde durdu ve her türlü örgütlenme şeytanlaştırıldı.
12 Eylül resmi ideolojide tamirat amacıyla Türk-İslam sentezini canlandırdı. Milliyetçi ve bütünleştirici bir ideolojik hegemonya kurma ihtiyacıyla Atatürkçülük rehabilitasyona sokuldu. Türklük ve Müslümanlık, ağırlık birincide olmak kaydıyla, birbirine yapıştırıldı. Türk-İslam sentezi Aydınlar Ocağının ürettiği bir ideolojik formdu. Bu faşist örgütün devletçi kadroları hem 24 Ocak kararlarının şekillenmesinde hem de '82 Anayasası'nın hazırlanmasında doğrudan yer aldılar.
Türk-İslam sentezi bir “milli kültür”ün ifadesidir: “bu Milli Kültür’ün iki temel bileşeni bulunmaktadır. Biri Türklerin Orta Asya'dan beri sahip oldukları öz değerleri, diğeri de Türklere en uygun din olan İslam'dır.” Devlet çıkarlarına uygun bir İslam yorumu yapılmış, bu yorum kemalist Türk milliyetçiliğiyle eklemlenmiştir. Türk-İslam sentezinde devlet kutsanır. “Türklerin ordu-millet vasfı” yüceltilir.
Türk-İslam sentezi Kemalizm'in terk edilmesi anlamına gelmez. Yapılmak istenen, Kemalizm'in bu sentez formunda restore edilmesiydi. Böylece Müslüman halk kesimlerinin askeri faşist rejime desteğinin arkalanacağı hesaplanıyordu. Mustafa Kemal döneminde din, geleneksel haliyle Türk uluslaşmasının önünde bir engel ve siyasi muhalefet üreten bir odak olduğu için hem bastırılmış ve hem de Diyanet'in denetimine alınmıştı. 12 Eylül dönemindeyse, temel tehdit olan devrimci hareketin ezilmesinde ve faşist düzenin tesis edilmesinde ideolojik bir dayanak olarak kullanıldı. Türk İslam sentezi formundaki Atatürkçü resmi ideoloji, daha sonra
28 Şubat'la birlikte tekrar restorasyona tabi tutulacaktı. Kenan Evren'in 12 Eylül dönemi konuşmaları, Atatürkçülük zemininde Türklüğün ve İslam'ın kaynaştırılmasını ortaya koyan ifadelerle doluydu. “Türk ulusu yaşamının en büyük talihini, ulu önder Atatürk'ü kendine bahşeden Tanrı lütfuna borçludur.”
Devlet eliyle onlarca yeni imam hatip lisesi ve devlet teşvikiyle binlerce Kuran kursu açıldı. Zorunlu din dersi getirildi. Diyanet İşleri Başkanlığı büyük bir bütçeyle yeniden örgütlendi. Radikal İslami eğilimler tasfiye edilirken, 12 Eylül'e dolaylı veya dolaysız destek veren cemaatlerin önü açıldı. Öte yandan M. Kemal'in 100. doğum günü bir Atatürkçülük ayinine dönüştürüldü. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kuruldu ve “milli kültür” politikasının uygulama merkezi oldu. İkinci bir tür din dersi, yani skolastik bir içerik taşıyan “Atatürk İlke ve İnkılapları” dersi üniversitelerde bile zorunlu kılındı. Tarih'ten coğrafyaya hemen her şeyin “milli”leştirilmesiyle, “milli kültür” fetişizmi son sınırına vardırıldı.
Türk İslam sentezi toplumu bir milli kimlik potasında yeniden kalıba dökme harekâtıydı. Kürtler ve Aleviler, kendi ulusal ve dinsel kimliklerini reddetmedikleri sürece, bu harekâtın militer zoruna en yoğun maruz kalanlardı. “Kürtler dağ Türk'üdür” tipi ırkçı paçavraların yayını bu dönemde patlama yaptı. 12 Eylül'ün antikomünist ve Türk İslam sentezine dayanan ideolojisi, ABD emperyalizminin Sovyetlere ve sosyalist devrim tehlikesine karşı bölgede İslam'ı antikomünist temelde örgütleyip öne sürme stratejisiyle uyum içindeydi. Amerikancı Yeşil kuşak projesinin Türkiye koşullarında uyarlanmasının ifadesiydi.
Darbenin Ekonomi Politiği
12 Eylül rejimi sermaye birikimi modelinde bir değişikliğin uygulayıcısı oldu. 24 Ocak ekonomi politikalarım kaldığı yerden devam ettirdi. TÜSİAD, TOBB ve TİSK lobileri darbenin ekonomi politiğinin şekillenmesinde belirleyici rol oynadılar. Vehbi Koç, MGK'ya mektubuna, “bu dönemde ekonominin selametle yürütülmesinin en önemli koşulu Özal'a görev verilmesidir” notunu eklemişti. Sabancı Holding'te ve MESS'te görev almış, son Demirel hükümetinde başbakanlık müsteşarı olmuş ve Devlet Planlama Teşkilatı'nın başına getirilmiş, 24 Ocak kararlarının mimarlığını yapmış olan Özal o tarihte bir IMF memuruydu. Tıpkı sonradan Kemal Derviş örneğinde yaşandığı gibi, 12 Eylül cuntacıları da ekonomiyi bir IMF memuruna teslim ettiler. Özal, böylece darbe hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı koltuğuna oturdu. Dünya kapitalizminin Reagan-Thatcher imzalı neoliberal politikaları Türkiye ekonomisine 12 Eylül faşist diktası altında ve Özal eliyle uyarlandı.
İthal ikameci ve korumacı ekonomik yapı, değişime uğramakta olan dünya kapitalist pazarına yeni tipte bir entegrasyona, piyasa kısıtlamalarının kaldırılmasına, ihracat öncelikli sanayi üretimine, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının özendirilmesine, “sosyal devlet”in budanmasına ve üretim maliyetlerinin düşürülmesine dayanan bir ekonomik dönüşüm yoluna sokuldu. O arada IMF'nin kredi muslukları da açıldı. Finans piyasaları serbestleştirildi, mevduat ve kredi faizleri üzerindeki kontrol kaldırıldı, uluslararası bankalara izin verildi. İhracata yönelen sanayi sermayesi ile faiz getiren sermaye hızlı birikim olanaklarına kavuştu. İç pazara yönelik üretim yapan ve korunan sanayi kesimleri yıkıma ve iflasa sürüklendi.
Ekonomide bu yapısal dönüşüme geçiş, işçi sınıfı, emekçi köylülük ve diğer emekçi tabakalar açısından reel gelir kaybı ve toplumsal hizmetlerden yararlanma imkanlarının giderek daralması dernekti.
Askeri faşist rejim, grevleri yasaklamış, darbe işbirlikçisi Türk-İş dışındaki sendikaların kapısına kilit vurmuş, ücret uyuşmazlıkları için Yüksek Hakem Kurulu'nu yetkili kılmıştı. '82 Anayasası'yla grev ve toplu sözleşme hakkı en geri sınırlara itildi, işyeri eylemleri yasaklandı. Sendikal örgütlenme hakkı gasp edildi. Çeşitli sosyal haklar tırpanlandı. DİSK davasında yargılanan 1477 sendikacıdan 77'si için idam cezası istendi. 12 Eylül saldırısı DİSK'in mücadeleci sendikal iradesini kırdı; DİSK 1992'de yeniden açıldığında, “çağdaş sendikacılık ve toplumsal mutabakat anlayışı”nı ilke edinecekti.
Böylece faşist askeri zor, işgücünün disipline edilmesini ve bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine düzenlenmesini sağladı. Ortalama reel ücret 1980'den '88'e kadar üçte bir oranında azaltıldı. Ücret/katma değer oranı da aynı dönemde yarı yarıya düştü. 12 Eylül, sermaye birikimini hızlandırmanın yeni koşullarını böyle yarattı. İhracata dönük üretimin ve dünya pazarına entegrasyonun ilerlemesinde, gelişkin teknolojiye bağlı yeni sabit sermaye yatırımlarıyla üretkenliğin artırılmasından ziyade, ücret maliyetlerinin azaltılması öne çıktı.
Dağılma: Devrimci Kendiliğindenciliğin Kefareti
12 Eylül öncesinde devrim, tam da marksist teorinin kavramsallaştırdığı o siyaset yasasına uygun olarak, karşıdevrimi birleştirerek, merkezileştirerek gelişti. Fakat birleşerek gücünün zirvesine çıkan karşıdevrimle baş edebilecek niteliklerden yoksundu. Güç yetmezliğinden öte, bir zihniyet yetmezliğiydi bu.
Devrimci hareket 12 Eylül karşısında örgütsel bir yenilgi almakla kalmadı, dağılmaya uğradı. Öyle ki, zamanla emekçi halk üzerindeki ideolojik hegemonyasını yitirdi ve devrimci değerlerin erozyona uğramasına engel olamadı.
'71 devrimci atılımının yenilgisi dönemin devrimci örgütlerinin ve önderlerinin büsbütün imha edilmesi düzeyinde gerçekleşirken, sonuna kadar örgütlü direniş uzun yıllara yayılan türde bir dağılmayı önlemişti. Üstelik '71 devrimciliğinin mirasından, birkaç yıl içinde büyük bir kitlesel devrimci hareket doğmuştu.
12 Eylül sonrası tablo ise tamamen farklıydı. İşkencede ve zindanda direnişin kimi muazzam örnekleri devrimci hareketin bazı bölükleri için bir ideolojik direniş mevzisi oluştursa da, askeri diktanın ilk zamanlarında devrimci sokak ajitasyonu sürdürülse ve hatta bazı silahlı misilleme eylemleri yapılsa da, mevcut antifaşist potansiyel bir direniş cephesi halinde örgütlenemedi. Bunun sonucu dağılma idi. Generallerin sahne arkasına çekildikleri dönemdeki devlet politikasının gevşeme-saldırı ikileminin öğütücülüğünde, eski devrimci örgütlerin önemli bir bölümü tasfiyeciliğe kayacak ve düzen içi reformist kulvara yönelecekti. Sosyalist ve devrimci aydınların birçoğu da, devletçe terbiye edilecekti.
Devrimle karşıdevrim arasındaki güç dengeleri faşist darbeyi püskürtmeye elvermese bile, böyle bir dağılmayı asla açıklayamaz. Kaldı ki, Türkiye devrimci hareketi dağıtılırken, PKK'nin bir devrimci atılımı hazırlıyor olması, en azından başka bir alternatifin varlığının somut kanıtıdır.
Askeri faşist rejime karşı, devrimci hegemonya altındaki mahalle, okul ve köylerde neden hiçbir kitlesel silahlı direniş, hiçbir barikat savaşı girişimi olmadı? Yüzlerce silahlı devrimci Karadeniz'den Toroslar'a kadar dağlara çıkmışken, neden kır-kent birliğine dayanan bir gerilla mücadelesine yönelinmedi? Eylül'ü izleyen aylarda sayısız militanın devrimci enerjisi ve darbeyi püskürtme inancı hala capcanlıyken bu inanç ve enerji neden örgütlü bir halk direnişinin harcı yapılamadı? 1982'de kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi neden kağıt üzerinde kaldı? Sorular, 12 Eylül rejimine karşı bir antifaşist halk direnişi örgütlemenin nesnel imkanlarını işaret ettiği gibi, bakışı 12 Eylül'ü önceleyen yılların devrimci zihniyetine çevirmeyi zorunlu kılar.
'74'te başlayan yeni devrimci yükseliş dönemi, içsel bir çelişki taşır; devrimci saflara kendiliğinden akışın büyüklüğü ile '71 yenilgisinden geçip gelmiş devrimci önderlerin geri çekilme eğilimi arasındaki zıtlık. Bu önderlerin çoğunda, '71 devrimci hareketinin önderliklerinin imha edilmesi sonucunda belirmiş olan irade kırılması, bütün bir '74-80 döneminde devrimci gelişmenin prangası oldu. Devrimci hareketin tüm bileşenleri “devrimci kendiliğindencilik” ile malüldü.
Devrimci kendiliğindenci zihniyetin karakteristik özelliği, stratejik miyopluk ve taktik yeteneksizlikti. İşçilerin ve ezilenlerin somut bir stratejik plana göre mevzilendirilmesi, antifaşist kitle hareketinin politik yönetimi için taktik doğrultu saptama alışkanlığı söz konusu değildir. Kendiliğinden saflara akan kitleleri düzensiz halde devrimci çatışmaya yönlendirmek, olayların peşinden sürüklenmek dönemin her devrimci örgütünün tipik özelliğiydi. İktidar perspektifinden yoksunluk, sivil faşistlere karşı yaygın ve etkili biçimde sürdürülen siyasi mücadelenin doğrudan devlet aygıtına karşı bir devrimci savaş düzeyine nasıl sıçrayabileceğinin bilinmezliğinde kendini gösteriyordu. Kürt ulusal devrimci dinamiğinin muazzam potansiyeli kavranamadı. Alevi-Sünni çelişkisinin devrimci stratejide tutması gereken yerin ayırdına varılamadı. '77 1 Mayıs katliamından itibaren devrimci hareketin düşmeye başlayan gelişme ivmesi yeniden tempo kazandırıcı bir politik mücadele ihtiyacı doğurmuşken, bu ihtiyaç anlaşılamadı. Aslında ne politik, ne de askeri bir strateji vardı.
Şekilsiz ve çoğu tüzüksüz örgüt yapıları da tıpkı örgütlenmenin iradi niteliğinin yüzeyselleştirilmesini teorize eden “hareket mi, parti mi” tartışması gibi, devrimci kendiliğindenciliğin aynasıydı. Örgütsel stratejilerin ise ne derece zayıf olduğu, en büyük devrimci örgütlerin 12 Eylül'ü izleyen birkaç ay içinde ölümcül darbeler almalarında ortaya çıktı.
Devrimci kendiliğindencilik, mücadeleyle başarıyla önderlik edecek bir kurmayın yokluğunun ifadesiydi. '71 devrimci atılımının en yetenekli ve iradi liderlerinin kırıma uğraması, doğum sancıları içindeki bir devrim genelkurmaylığının dünyaya gelmesini ve olgunlaşmasını önlemişti. Gerçek bir kurmaylık niteliğine erişemeyen ve devrimci kendiliğindencilik hastalığını taşıyan yönetim zihniyeti ve tarzı, kitlesel bir devrimci kabarışa bilinçli ve iradi olarak yön verme, devrimci durumun hüküm sürdüğü yıllarda devrimi örgütleme, faşist darbe anı geldiğindeyse artık buna karşı etkili bir antifaşist direniş cephesi açma kapasitesinde değildi. Askeri faşizm karşısında dağılmaya uğrayan aslında devrimci kendiliğindenci zihniyet ve tarzdı.
Bütün özsel yetmezliğine karşın koca bir devrimci/sosyalist dalgayla örtüşebilen, o koşullarda büyük bir devrimci enerji üretebilen devrimci kendiliğindencilik, 12 Eylül 1980 günü miadını doldurmuştu. Nitekim işçi sınıfının '89 bahar atılımı, '86-87'deki ilk devrimci canlarıma işaretleriyle buluşmadan geçip gitmiş, devrimci saflara bir kitlesel akışa kapı açmamıştır.
Fakat aynı zamanda, devrime ve sosyalizme inanç, adanmışlık ve feda ruhu gibi ‘70’li yıllarda çok geniş ölçekte kitleselleşmiş devrimci değerler, 12 Eylülcü ideolojik ve politik kırımdan arta kalan kadrolarca yeni devrimci kuşaklara taşınmış, yeni bir devrimci birikim bu kadrolar üzerinden oluşmaya başlamıştır.
Anayasal Reorganizasyon
Generaller doğrudan askeri diktanın geçici, devlet düzenindeki askeri iktidar özünün ise kalıcı olmasını program edinmişlerdi. 1982'de Vehbi Koç, 12 Eylül'ün devletin yeniden kurulması devri olduğunu söylemişti. Bu yeniden kuruluş, gelecekte devleti hedefleyen sosyalist, demokratik, Kürdi veya İslami herhangi bir tehdidin belirme ihtimalini olabildiğince ortadan kaldıracak, hem de generallerin sahne arkasından iktidar iplerini tutmayı sürdürmelerini güvenceleyecek bir hukuki çerçeve kurulmasını gerektiriyordu. Böylece, sınıf savaşımında faşist karşıdevrimin ezici üstünlüğünün olduğu bir aşamada, bu üstünlüğü kayda geçiren yeni bir anayasa yapıldı.
MGK önce kukla bir Danışma Meclisi atadı. Bu meclis bünyesinde hazırlanan anayasa taslağı, MGK’nın yaptığı çeşitli değişikliklerin ardından, Kasım 1982’de faşist bir düzmeceden ibaret olan “halk oylamasına” sunuldu ve kabul ettirildi. ’82 Anayasasının iki temel politik özelliği vardı.
Birincisi, halka karşı faşist devlet zorbalığına kalıcı ve sistematik bir hukuki temel kazandırıldı. Söz, eylem, örgütlenme, toplantı ve basın özgürlükleri kalın bir zincire vuruldu. İşçi sınıfını kölece sömürüye mahkum edecek tarzda grev, örgütlenme yasakları getirildi. Neredeyse tüm demokratik haklar gasp edildi. Kürtçe’nin zorla yok edilmesi için “kanunla yasaklanmış dil” ibaresi bile anayasaya konuldu.
İkincisi, sahne arkasındaki generallerin burjuva parlamento ve hükümetler karşısında siyasi iktidar tekeli hukuken pekiştirildi. Darbecilerin yargılanmasının yolu 15. maddeyle kapatıldı. Atama ve veto yetkileri genişletilen Cumhurbaşkanı, Danıştay, Yargıtay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Askeri Yargıtay, YÖK gibi kurumlar yeni faşist devlet yapısının kolonları olarak örgütlendi. Askeri bürokrasi siyasi ve hukuki yönden dokunulmaz kılınırken, bütünüyle atamalarla oluşturulan yüksek bürokrasi kurumlan, generallerin otoritesi altında olacak şekilde dizayn edildi. Genelkurmay Başkanlığı, bu “sivil” kurumların hepsine asker üye ataması yapıyordu. Resmi devlet yapısının tepesinde ise, bileşimi birkaç hükümet üyesiyle takviye edilen MGK bulunuyordu.
12 Eylül, devlet yapısını tepeden tırnağa faşist bir temelde kurarak ve asıl devlet partisinin iktidar konumunu sağlamlaştırarak, 12 Mart’ın tamamlayamadığı işi sonuca bağladı. Tekelci burjuvazi, faşist diktatörlük aracılığıyla iktidarını yeniden ve sağlamlaştırarak kurdu. Askeri faşist diktatörlük devrimci tehlikeyi yok edip siyasi alanı düzleyerek rejim krizine son verdi. ’82 anayasasının ardından yapılan 1983 seçimleriyle yarı askeri faşist diktatörlüğe geçildi. Fakat o günden bugüne resmi anayasanın yanında generallerin imalatı olan kırmızı kitap kodlu gayrı resmi bir anayasa da (MGSB) hiç eksik olmadı. O kırmızı kitap ki, uygulanması her gelen burjuva hükümet için mecburi tutuldu.