Kürt halkının ulusal varlığının ve ulusal demokratik haklarının, keza Alevi inancının varlığının ve eşit yurttaşlık haklarının inkarı, üzerine cumhuriyetin temellerinin atıldığı Büyük Felaket, Ermeni ulusal jenosidi, Rum, Süryani ve Yahudi ulusal toplulukların uğradığı göçertmeler, zulümler, kırımlar vb. pek çok tezahürleriyle birlikte bütün bunlar devrimci programın ulusal sorun ya da inanç ve vicdan özgürlüğü talep ve konulan kapsamındadır. Yüzleşme ve hesaplaşma eğilimi devrimci programın kimi sorun ve taleplerinin toplumsal eylemin gündemine girdiğini göstermektedir.
Son yarım yüz yıllık dönemin kontrgerilla (cinayetleri) gerçeği ve keza askeri darbeler gerçeği de yüzleşme ve hesaplaşma eğiliminin sorunları arasındadır. Kuşkusuz bu bağlamda 12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlük döneminin azgın suçlarıyla yüzleşmek ve hesap sormak merkezi bir öneme sahiptir. Bu şimdi hala günceldir. Denebilir ki “geçici 15. madde” zırhının veya burjuva mazeretinin ortadan kalkması meselenin güncelleşmesi bakımından yeni bir zemin oluşturmuş bulunuyor.
Devrimcilerin, sosyalistlerin 12 Eylül faşist darbesiyle mücadelesi bir bakıma kesintisiz biçimde 30 yıldır sürüyor. Emekçi sol hareketin bileşenleri her yıldönümünde 12 Eylül darbesini, Amerikancı beşli faşist cuntanın ve askeri faşist diktatörlüğün suçlarını sergiliyor, kanlı zulmünü lanetliyor, darbecilerin ve suç ortaklarının sanık sandalyesine oturtulmasını, hesap sorulmasını talep ediyorlar. Buna rağmen Şili, Yunanistan ve Arjantin'de faşist darbecilere karşı mücadelede olduğu gibi, 12 Eylül faşist darbesiyle darbecileriyle hesaplaşmayı, hesap sormayı “politik savaşımın özel bir sorunu” haline getirecek bir yaklaşım ve mücadele çizgisi geliştirilememiştir. Hatta böyle bir yönelime girilememiştir.
Toplumun kahir çoğunluğu, neredeyse bütünü 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün azgın ve dizginsiz zulmünü yaşadı, bizzat “canı yandı!” Buna rağmen 12 Eylül darbesinin suçluları ve sorumlularıyla, zulüm aygıtıyla yüzleşme ve hesaplaşma istek ve yöneliminin, toplumsal bir eğilim olarak neden 80'li ve 90'lı yıllarda “doğmadığı” veya “doğamadığı” sorusu oldukça anlamlıdır.
Keza emekçi sol hareket bakımından 12 Eylül'le hesaplaşma istek ve yöneliminin, toplumsal bir eğilim olarak neden '80'li ve 90'lı yıllarda “doğmadığı” veya “doğamadığı” sorusu oldukça anlamlıdır.
Keza, emekçi sol hareket bakımından 12 Eylül'le hesaplaşmanın son yıllara kadar neden kitlesel politik mücadeleler yoluyla savaşımın özel bir sorunu haline getirilemediği gerçek bir sorudur.
12 Eylül'le yüzleşme ve hesaplaşma, girişte işaret edildiği gibi, "bütünün bir bileşeni” olarak yani kendi başına değil son yıllarda toplumsal bir eğilim haline gelmiştir. Bu eğilimi "sahiplenmek”, bu eğilimle “ilişkilenmek”. Bu eğilimin “hedef ve taleplerini” doğru biçimde ortaya koymak, bu eğilime “dayanmak” ve “başına” geçip en önünde yürümek, devrimci politikanın sorumluluğundadır.
12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlüğü bağlamında “yüzleşme ve hesaplaşma” dendiğinde doğru ve haklı olarak öncelikle iki şey akla gelmektedir.
İlki, darbecilerin suçlarının kapsamlı bir şekilde incelenmesi, tüm yön ve boyutlarıyla açığa çıkartılması, güncellenerek teşhir edilmesidir. Benzer örneklerde olduğu gibi gerçekleri araştırma ve adalet komisyonu yöntemi önerilebilir.
İkincisi ise, darbecilerden ve suç ortaklarından işbirlikçilerinden hesap sorulması, politik mücadele ve açık yargılama yolundan adaletin yerini bulmasıdır.
Fakat 12 Eylül'le “yüzleşmenin” bunları da aşan bir başka anlamı da yok mudur? “Yüzleşme”nin öteki yüzünden söz etmenin, aynaya bakmanın zamanı gelmedi mi?
Emekçi sol hareketin 12 Eylül faşist darbecilerinden hesap sormayı politik mücadelenin özel bir sorunu haline getirecek bir mücadele geliştirememiş olması, bu yüzleşmenin bir de öteki yüzünün olduğuna işaret etmektedir. Ya da toplumun ezici çoğunluğu 12 Eylül zulmünden nasibini aldığı halde birkaç on yıl boyunca 12 Eylül'le hesaplaşma eğiliminin doğmamış olması da keza yüzleşmenin bir de öteki yüzü olduğunu düşündürmektedir.
“Yüzleşmenin öteki yüzü” faşist beşli cunta ve askeri faşist diktatörlük karşısında halkın bütün kesimlerinin, kuşkusuz öncelikle de 12 Eylül faşist zulmünü en ağır şekilde yaşayan toplumun ezilen, sömürülen, yönetilen sınıf ve katmanlarının, haklarından mahrum bırakılan ulusal ya da dinsel toplulukların vb. 12 Eylül “sınavı” karşısındaki durumları ve duruşlarıyla, kendi gerçekleriyle yüzleşmelerini kapsar. Evet toplumumuz, değişik sınıf ve katmanlar, onların mesleki ya da siyasi örgütlenmeleri, 12 Eylül darbesi karşısında ne yapmış, nasıl bir tavır almış ve nasıl bir sınav vermiştir?
Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin'in “gülme sırası bizde” demesinin unutulması düşünülemez. Fakat Türk-İş, DİSK ve Hak-İş'in ne yaptıkları, nasıl bir tavır aldıkları da önemli değil midir?
DİSK Genel başkanı Süleyman Çelebi'nin 1 Mayıs alanının alınmasından sonra Kemal Türkler'in mezarı başında ilk defa başı dik konuşabildiğini açıklaması oldukça anlamlı değil midir? 2004'ten sonra emekçi sol hareketin geliştirdiği Taksim 1 Mayıs alanını kazanma, '77 1 Mayıs katliamının hesabını sorma, 1 Mayıs'ı özgürleştirmeyi özel politik bir sorun haline getirme yönelimi, çizgisi ve iradesi olmadan böyle bir sonuca ulaşılabilir miydi?
12 Eylül'le hesaplaşmanın toplumsal mücadelenin gündemine girdiği koşullar altında; Türk-İş'in, hükümetlerine bakan vererek beşli faşist çete ve askeri faşist diktatörlükle girdiği işçi sınıfı ve halk düşmanı, özgürlük ve demokrasi düşmanı işbirliği, başta kendi üyeleri gelmek üzere işçi sınıfı ve emekçilerin önünde sergilenmesi, tartışılması gerekmez mi?
Ya da askeri diktatörlüğün başlıca saldırı hedefleri arasında yer alan DİSK, darbeye karşı nasıl bir tavır almıştır? Bugün işçi sınıfının yeni işçi kuşaklarının, DİSK'in sendika yöneticileri ve işyeri temsilcilerinin, cuntanın çağrısına uyarak askeri garnizonların önünde kuyruk oluşturmaları gerçekliğiyle yüzleşmeleri, yüzleştirilmeleri gerekmez mi? DİSK neden darbeye karşı herhangi bir direniş geliştirme tutum ve yöneliminde olamamıştır?
Hak-İş darbe karşısında nasıl bir tavır almıştır? DİSK'in faşist zorbalıkla tasfiye edildiği koşullar altında Hak-İş'in büyümesi nasıl bir gerçekliktir? Antimilitarist ve demokrasi havarisi kesilen Salim Uslugillerin, Hak-İş'in 12 Eylül sınavı nasıldır?
Aziz Nesin'in önderlik ettiği Aydınlar Dilekçesi tarihe kayıt edilmiştir. Fakat yine de 12 Eylül darbesi ve diktatörlüğü karşısında aydınların nasıl bir sınav verdiği gerçekliğiyle aydınların ve toplumun yüzleşmesi gerekmez mi? Bu ülkenin yargıçları, baroları, gazetecileri, basını, doktorları darbe karşısında, sınırsız faşist zorbalık karşısında ne yapmışlardır?
Kuşkusuz benzer sorular bütün toplumsal katmanlar, ulusal ya da inanç toplulukları için de ileri sürülebilir, sürülmelidir de!
12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlüğü, korkunç bir toplumsal özgüven ve kişilik kırımı gerçekleştirmiş, had safhada bir depolitizasyonu ve toplumsal atomizasyonu başarmıştır. 12 Eylül ile hesaplaşmak kadar toplumun 12 Eylül vahşeti karşısında kendi gerçekleriyle yüzleşmesi de kendi kişiliğini bulması ve özgüven kazanması bakımından elzemdir.
“Yüzleşme ve hesaplaşma”nın öteki yüzü, halkın bütün kesimlerinin kendi gerçekleriyle yüzleşmesini (veya yüzleştirilmesini) siyasal ve ahlaki-moral bir muhasebeyi kapsar!...
Ve şu soruyu sormalıyız:
12 Eylül'le yüzleşme ve hesaplaşmayı özel politik bir soruna dönüştürmekle ve bu mücadelenin başında yürümekle yükümlü olması gereken emekçi sol hareketin kendisinin o günkü kendi gerçekleri bakımından 12 Eylül darbesi dönemiyle yüzleşme ihtiyacı yok mudur? Bir kez daha, sahi neden emekçi sol hareket 12 Eylül'le hesaplaşmayı özel politik bir sorun haline getirme-dönüştürme çizgisi izleyememiştir?
Eğer 12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlükle hesaplaşılacaksa; eğer bütün bir toplumun 12 Eylül dönemi bağlamında kendi gerçekleriyle yüzleşmesi/ yüzleştirilmesi gerekiyorsa, eğer emekçi sol hareket kendisini bu işin asıl sahibi ve sorumlusu görüyorsa o halde emekçi solu, 12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlüğü karşısında kendi gerçekliğiyle yüzleşmek veya daha doğrusu bugünkü koşullar altında bir kez daha ve “yeni bir ruhla” 12 Eylül darbesine karşı direniş ve yenilgiyi yeniden düşünmek, tartışmak, "özcesi" yüzleşmekle yükümlüdür.
12 Eylül darbesi ve askeri faşist diktatörlüğü karşısında devrimci hareket nasıl ve ne kadar direnebilmiştir? Durumun ve koşulların "an'ın devrimci gereklerine ne kadar yanıt olabilmiştir? Güç ve imkânlarının hakkını verebilmiş midir? Ve nasıl bir yenilgi alınmıştır?
12 Mart faşist darbesi ve yarı askeri diktatörlüğü “ekonomik gelişmeyi aşan sosyal uyanışı” bastırmayı, NATO'nun güney kanadını tahkim etmeyi amaçlıyordu. Faşist zorbalık devrimci hareketi fiziki olarak yenilgiye uğratmayı ve tasfiye etmeyi başardı. Gaddarca darbelemesine ve bu sayede frenleyip duraksatmasına karşın “sosyal uyanış” dinamiklerini kırıp ezmeyi, sindirip atomize etmeyi başaramadı. Keza devrimci hareket askeri, pratik-fiziki olarak yenilmiş ve fakat ideolojik, moral ahlaki bakımdan kazanmıştı. Nitekim '7475'lerden başlayarak işçi sınıfı ve halk hareketi gelişmeye, devrimci hareket kabarmaya başladı. ‘74‘80 süreci tarihe, bir devrimci yükseliş dönemi olarak kaydedildi. 12 Eylül askeri faşist darbesi öncelikle 7480 dönemi boyunca süregelen mücadele ve çatışmanın vardığı yeni bir düzey ve belki daha doğrusu finali ve kapanış sahnesidir. “Sonrası” kuşkusuz yeni bir dönemin, bir azgın gericilik ve açık faşist terör döneminin, bir yenilgi döneminin açılışıdır, girişidir.
Amerikancı beşli faşist cuntaya ve askeri diktatörlüğe karşı, devrimci hareketin örgütlü direnişi ve keza direnişin devrimci eleştirel analizi, devrimci hareketin '74'80 döneminde böylesine büyük çaplı ve ağır bir saldırının önünü kesebilecek, onu caydırabilecek bir mücadele çizgisi, devrimci bir strateji ve devrimci taktikler izleyip izleyemediğinden başlayarak yapılabilir. Darbeye ve askeri faşist diktatörlüğe karşı, devrimci hareket nesnel olarak bu dönemin devrimci pratiği içerisinde "hazırlanmıştır’. Fakat bu 12 Eylül dönemindeki "örgütlü direniş’in tümüyle '74'80 devrimci pratiği tarafından belirlendiği anlamına da gelmez. "Yeni durum” karşıdevrimci ve gerici bir dönem olmasına karşın, aynı zamanda bir önceki dönemden farklı imkanlar, dinamikler ve koşullar dernektir. Ve kuşkusuz devrimci imkanları da barındırmaktadır Örgütlü direnişin pek ala farklı şekilde tecelli etmesi de mümkündü, keza önceki dönemde gerçekleşemeyen "devrimci önderlik sıçraması” bütün dezavantajlarında karşın, kendine özgü biçimde yeni koşullar altında gerçekleşebilirdi. Teorik olarak bu tümüyle olanaklıdır. Nitekim Kürdistan'daki durum bunun bir doğrulamasıdır. Kürt ulusal devrimci hareketi, olanaklı olanı başarmış, bir devrimci önderlik sıçraması gerçekleştirmiştir. Şurası kesindir ki, 12 Eylül döneminde “örgütlü direniş”in devrimci eleştirisi söz konusu olduğunda belki de yanıtı aranması gereken ilk soru, neden bir devrimci önderlik sıçraması arayış, yönelim ve iddiasının açığa çıkmadığıdır.
ABD'nin “our boys”larının; beşli faşist cuntanın darbeyi gerçekleştirmesi ve tüm iktidarı eline almasıyla birlikte belli başlı devrimci yapılar cuntaya ve askeri diktatörlüğe karşı direniş ve mücadele çağrıları, genel grev, genel grev-genel direniş vb. çağrılar yaptılar. Halk düşmanı ABD uşağı beşli çeteyi teşhir etmeye, işçi sınıfı ve emekçileri halklarımızı mücadeleye seferber etmeye çalıştılar. Çoğunluğu savunma mahiyetinde gözü pek silahlı direniş örnekleri de sergilendi. Fakat bütün bunlar darbenin gerçekleşmesiyle beraber cuntanın gemi azıya alan faşist terörü ve had safhaya vardırdığı psikolojik savaş koşullan altında geliştirdiği toplumsal psikolojinin hızla egemen olmasını önleyebilmekten çok uzaktı.
Devrimci hareket 12 Eylül darbesi karşısında bir devrimci savaş geliştiremediği gibi güçlü ve örnek teşkil edebilecek bir direniş de sergileyememiştir. Ancak yine de beşli faşist cuntaya ve askeri faşist diktatörlüğe karşı direniş, 12 Eylül döneminin temel bir gerçeğidir. Yüzlerce ve binlerce devrimci, büyük bedeller isteyen ağır politik koşullar altında askeri diktatörlüğe karşı ajitasyon ve örgütlenme çalışmalarını büyük özveriyle yürütmüşler, diktatörlüğün kuvvetleriyle cepheden karşı karşıya geldikleri durumlarda azımsanmayacak sayıda silahlı direniş sergileyerek silahlı savunma hakkını kullanmışlardır.
Gizli basım grupları, dağıtım gruplan daha çok kapı altlarından atılan illegal bildiriler, mücadele çağrıları, Ege'den Toroslar'a, Karadeniz'den Malatya-Antep yöresine kadar farklı gruplarca örgütlenmiş kır gerilla çekirdekleri, bire bir gizli düzenlenmiş ilişkilerle dağıtılan illegal yayınlar, düzenli periyodik ilişkilerle örgütsel bağların sürdürülmesi, tam tecrit ve sıkı güvenlik gereklerine göre düzenlenmiş yerleşimler, çok sınırlı imkanlarla asgarinin altında yaşam koşullan, hapishanelerle bağların, iletişimin sürdürülmesi, yer yer işyeri işçi komiteleri, birkaç kişilik gruplar halinde illegal ev ya da işyeri toplantıları, benzer yapıda piknikler, hapishanedeki yoldaşlarla dayanışma çabalan vb. dönemin pratik devrimci çalışmalarının önde gelen biçimleridir. Devrimciler büyük özverilerle ağır bedelleri göze alarak, iğneyle kuyu kazar gibi örgütlü devrimci çalışmayı ve örgütlü direnişi var etmeye çalışmışlardır.
90 ve hatta 120 güne varan gözaltılar koşullarında işkenceli sorgularda ve 12 Eylül zindanlarında direniş, örgütlü direnişin önde gelen alan ve cephesidir. Kuşkusuz askeri faşist diktatörlükle en sert çarpışmalar bu cephede sürmüştür. Diktatörlüğün tutsak devrimcilere yönelik saldırı çizgisi, devrimci örgütlerin darbenin hedef merkezine yerleştirilmiş olması gerçekliğiyle bağlıdır.
Darbenin gerçekleşmesiyle birlikte, özellikle de yenilginin belirginleşmesiyle kendiliğinden biçimde Ortadoğu alanı ve Batı Avrupa'da da örgütlü direnişi geliştirme çabalan kendini göstermiştir vb.
'74-'80 döneminde hareket halindeki toplumsal güçler darbeyle birlikte altüst olan kuvvet ilişkileri ve değişen koşullar altında hızla sahneden çekilince, devrimci yapıların etrafı boşaldı. Daha "ilk andan” başlayarak devrimci hareketin asli güçlerinde meydana gelen belli ölçüdeki uzaklaşma ve dağılma eğilimi de bu duruma eklenmelidir. Devrimci yapıların hareket alanları hızla sınırlandığı gibi örgütlülüklerinin çapı da benzer biçimde daralır. Devrimci yapılar, ana güçleriyle bağlantılarını koruma ve sürdürmede bocalarlar. Çarpıcı kuvvet eşitsizliği ve ağır gizlilik koşulları, devrimci yapıların düşük ve ilkel örgütsel-teknik düzeyi, önceki dönemden bakiye yapısal zaaflar vb. etkenler devrimci yapıların askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadelesinin hedef ve amaçlarını kendi varlıklarını savunma ve sürdürmeyle sınırlandıran dar yaklaşımı şekillendirmiştir.
Bir önceki dönemin bakiyesi yapısal zaaf dediğimiz gerçeklik, ‘74‘80 dönemi devrimciliğine damgasını vuran “devrimci kendiliğindencilik” zihniyetidir. Devrimci iradenin rolünü kavramayan veya oldukça daraltıp sınırlandıran, hatta gerçekte reddeden, devrimci gelişmenin kendiliğinden gidişatına ayak uydurmayı kapsayan bir çeşit stratejisiz ve stratejik önderlikten yoksun devrimciliktir bu. Gerçek şu ki, “koşullar”, "durum” bütünüyle değişmiş olmasına karşın, ’74-‘80 döneminin devrimcilik zihniyeti “sorgusuz sualsiz” ve “özsel olarak” varlığını devam ettirmiştir.
Örgütlü direnişi sürdürme çabalan, git gide daralan ve sınırlanan yani, genişleyen, büyüyen ölçekte kendini üretemeyen örgütsel sürekliliğin sağlanmasını başarmışsa da, devrimci hareketi geliştiren, askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadeleyi büyüten bir çizgiye, rotaya girememiştir. Yalnız örgütlü direniş, özellikle İstanbul zindanlarındaki direniş olmak üzere, ancak askeri diktatörlük döneminin ardından bir ölçüde devrimci hareketi geliştiren sonuçlar vermiştir.
Kuşkusuz beşli faşist cunta ve askeri diktatörlüğün hedef merkezinde devrimci hareket-devrimci örgütler vardı. Cunta ilk andan başlayarak devrimci örgütlere ve devrimcilere karşı bir sürek avı başlattı. Bu yolda tüm güç ve imkanlarını seferber etti. Askeri faşist diktatörlük, ilk bir yıllık dönemde siyasal nüfuzu, yaygınlık ve etki gücü bakımından önde gelenleri dahil (hatta öncelikle de onlar olmak üzere!) '74-'80 döneminin belli başlı devrimci yapılarını çökertti, örgütsel bakımdan büyük ölçüde tasfiye etti. Bu durum aynı zamanda ’74-‘80 döneminden bakiye yapısal sorunlarla birlikte ideolojik ve siyasal tasfiyeciliği de mayalamıştır.
Esasen askeri faşist diktatörlüğe karşı örgütlü direnişi sürdürme çabaları kadar, daha baştan itibaren uç veren tasfiyeci eğilimler de dönemin temel bir gerçeğidir. Bu nedenledir ki, örgütlü direnişi sürdürme ve geliştirme çabalarını bir bakıma da tasfiyeciliğe karşı direnme güç ve yeteneği şekillendirmiş ve belirlemiştir. Diktatörlüğün devrimci örgütleri örgütsel-fiziki bakımdan tasfiye etme saldırılarını ve seferberliğini, ideolojik-politik tasfiyeciliğin gelişimi ve bahse konu önde gelen yapılar şahsında egemen hale gelmesi izlemiş, genelde devrimci hareket bir yenilgi döneminin derin ve tasfiyeci “iç krizi”ne yuvarlanmıştır. Bu aynı zamanda her bir yapı bakımından bir muhasebe zorunluluğu dernektir. Dolayısıyla gerek ’74-‘80 döneminin, gerek 12 Eylül döneminin devrimci pratiği, keza devrimci teori, program ve strateji sorunları, yapıların gündemine girmiş, eleştiri ve tartışma konusu olmuş, hareketi kendine döndürerek örgütlü bir direnişi geliştirme çabalarını iyice zayıflatmıştır.
12 Eylül döneminin örgütlü direnişi; “kahrolsun beşli faşist cunta”, “kahrolsun askeri faşist diktatörlük” ya da bunlara denk düşen, stratejik anlam ve değeri olan, devrimci bir stratejiyi ima eden sloganlar ileri sürülmüş olmasına karşın, devrimci bir stratejiden yoksundur. Devrimci bir direniş cephesinin inşa edilememesi, her şeyden önce bunun bir sonucudur. Ayrı ayrı devrimci yapıların her birinin kendince örgütlü direnişi geliştirme çabalarının; zindanlar, Ortadoğu ve Batı Avrupa dahil örgütlü direniş sürdürme çabalarının belli başlı bütün alanlarını birleştiren ve yöneten devrimci bir stratejiye bağlayan devrimci bir planı yoktur. Hareket kendi güçlerine hakim olma ve dönemin devrimci imkanlarını değerlendirme yönelim ve yeteneğinden yoksundur.
Devrimci hareket darbeye ve askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadelede devrimci bir strateji geliştirememiş, ortaya devrimci bir önderlik koyamamıştır. 12 Eylül darbesine karşı "örgütlü direniş” ve yenilginin sorumluluğu, hiç kuşkusuz devrimci yapıların "önderliklerinin” ya da daha doğrusu yönetimlerinin sorumluluğundadır. Neden askeri faşist diktatörlüğe karşı devrimci bir strateji geliştirilememiş ve devrimci bir önderlik açığa çıkmamıştır? Bu soru yalnızca 12 Eylül dönemini bir kez daha düşünmeye ve hatta daha derinlere bakmaya götürür. '71 devrimciliğini somutlaştıran başlıca üç devrimci yapının her birinin kendisini ölümüne bağladığı devrimci stratejileri vardır. Stratejik önderlik yönelimi, '71 devrimciliğinin en güçlü yanıdır. 12 Mart faşizminin belki de en büyük 'başarısı', devrimci hareketin işte bu yeteneğini tasfiye etmesi olmuştur. Emekçi solunun halen çözmekle uğraştığı sorun bu değil midir?
Günümüzde faşist darbecilerden ve işbirlikçilerinden hesap sormak, hala günceldir. Son yıllarda belirginleşen 12 Eylül faşist darbesiyle yüzleşme ve hesaplaşma toplumsal eğilimi, devrimci politikanın itici bir gücü olabilir. Bu bakımdan, emekçi solu, hesaplaşmayı 'özel pratik bir sorun' haline getirmekle mükelleftir. Bu nedenle de emekçi solunun dönüp 12 Eylül darbesine ve faşist diktatörlüğe karşı “örgütlü direniş”e, aynaya, kendi gerçeğimize yeniden bakma ihtiyacı vardır. Bu yüzleşmeyi daha katı bir devrimci gerçeklikle yapmak, daha çok da yeni devrimci kuşakların sorumluluğudur.