Siz bu rahatlıkla değerlendirmeyi yaparken, bizim neden başka kurallar ve sınırlarla tartışmamız gerekiyor? Feminist saflarda, feminizm dışından kadınlarla eşitsiz hukuk kurulması, eşitsiz eleştiri hakkı tanınması, eşitsiz yaklaşım gösterilmesi öylesine normalleşmiş ve kültüre dönüşmüş ki, bu, kadınla kadın arasında kurulan eşitsizlik ve egemenlik kültürü, kadın hareketinin birleşik gelişimini zedeler, eleştiri ve tartışmayı en kolaycı biçimlerde “o zaman neden birlikte olalım ki” dışlayıcılığına götürür bir biçim almış.
Umut Gazetesi’nde yayınlanan Jale Emeç ve Zahide Sertbudak arkadaşların ortak imzalı yazısı, Yeliz İsyan’ın Marksist Teori’nin 61. sayısında yer alan yazısından yola çıkarak kimi değerlendirmelerde bulundu.1
Feminizmin sosyalist kadın hareketi ile, ima ve göndermeler dışında, dolaysız tartışma etkileşimine girmesini olumlu bir gelişme olarak görüyoruz. Fakat aynısını yazının değerlendirme yöntemi bakımından söyleyemeyeceğiz. Kısmen Yeliz İsyan’ın yazısındaki feminizm eleştirilerinden yola çıkarak ve esas olarak da iddiasının aksine hiç de buradan yola çıkmayarak, yazıyla ilgili olmaktan çok yazı vesilesiyle, sosyalist feminist bir hareket olarak Umut Gazetesi’nden kadınların değişik konularda yaklaşımlarını özetlemiş, sosyalist kadın hareketine dönük de bir dizi değerlendirmede bulunmuş.
Eleştirilerin yola çıktığı görüş açısı, “Biz de parçası olduğumuz feminist çizgiyle, devrimci hareketlerin tasfiye edilmeye çalışılmasıyla feminizmin etkisi arasında kurulan, en hafif tabirle apolitik ve hiçbir somut tahlile dayanmayan bu yazıya, feminizmin içinden yanıt olalım dedik” değerlendirmesinde ifade buluyor. Nesnel olmayan özetlemelerden kaçınmak için yazarların kendi sözlerinden yola çıkarak, Marksist Teori yazısı vesilesiyle dile getirilen bazı anlayışları tartışacağız.
Feminist Hareket, Kadın Hareketinin Tarihi Ve Kendinden Başlatmak İddiası
Yazarlar, “Bugün feminist hareketin mevcut durumunu tartışırken, geçmişle bağını kesmek en başta diyalektik düşünmeyi yadsımaktır. Türkiye devrimci hareketinin gelişiminde özellikle 2. dalga feminizmin etkilerini göz ardı etmek aslında tarihe göz kapamaktır.” diyorlar, ancak Yeliz İsyan’ın yazısında “feminist hareketin mevcut durumu” tartışılmıyor, emekçi solun mevcut durumu tartışılırken, bazı somut konularda feminizme eleştiriler yöneltiliyor. Tartışma konusu “feminist hareketin mevcut durumu” olsaydı, Marksist Teori yazarlarının yapacağı eleştiriler belirtilenlerle sınırlı kalmazdı, değerlendirmeler de eleştirilerle sınırlı kalmazdı.
Dahası, “bugün feminist hareketin mevcut durumunu tartışırken, geçmişle bağını kesmek en başta diyalektik düşünmeyi yadsımak” değildir. Herhangi bir anda herhangi bir akımın mevcut durumunu tartışabilir ve onun bütün tarihini ele almayabilirsiniz. Dünyada, ele aldığı konunun tarihsel bütün bağlamlarını ortaya koymayan binlerce diyalektik makale var. Mesela siz bizim mevcut durumumuzu tartışmışsınız, ama bırakalım geçmişini ele almayı, verdiğiniz sınırlı örneklerin tarihsel gerçeklere uygun olup olmadığına bile dikkat göstermemişsiniz. Bunların bir kısmına değineceğiz. Fakat bununla diyalektik düşünmeyi yadsımak filan gibi çok önemli günahlara girmiş olmamışsınız, sadece yanlış görüşler savunmuş, bir-iki de eksik veya yanlış bilgi vermiş olmuşsunuz. Onların önemli bir kısmı konunun geçmişle bağını koparmakla değil, tartışma yürüttüğünüz yazıyı boş verip Yeliz İsyan adına yazmaya karar vermenizle ilgili.
Yani bir tür galeyana gelmeye gerek yok, altı üstü eleştirildiniz, bu da büyük bir travma zemini değil. Kadın hareketi içinde tartışma kültürümüz böyle böyle zayıflıyor, etkileşim isteksizliği bu zeminde ürüyor ve hiç de hayırlı sonuçlara yol açmıyor.
“Türkiye devrimci hareketinin gelişiminde feminist hareketin etkisini göz ardı” ettiğimiz yok, o bir yana, kendi gelişimimizde etkisini göz ardı ettiğimiz yok, bunu da defaatle söyledik. Yazarların bundan haberi yoksa bizim günahımız değil, fakat biz her yazıda bunu tekrarlamak zorunda mıyız?
İlgili yazı, devrimci hareketin genel gelişimini ya da kadın hareketinin genel gelişimini incelemiyor, son süreçte ideolojik-siyasi tasfiye saldırısının emekçi sol üzerindeki değişik etkilerini tartışıyor. Konusu somuttur, dönem de somuttur, tarih de somuttur. Bir de yani “tarihe gözünü kapamak” gibi iddialı, şaşaalı kavramlarla tartışıyorsunuz. Feminist hareketin güncel metinlerinde, sosyalist kadınların kadın hareketindeki emeğine, katkılarına, hatta varlığına dair ne kadar gönderme olup olmadığını bir kenara koyalım, fakat bizim kendi yazınımızda, bu iddiaların aksini gösterecek çok fazla veri var. Bu komünist hareketin temel resmi belgelerinde de verilidir. Burada sosyalist kadın hareketinin kendi tarihi açısından en önemli kaynaklardan birinden, Sosyalist Kadın dergisinin daha ilk sayısında yer alan “Kısa Bir Tarih Çalışması: Sosyalist Kadın Aydınlanması” başlıklı temel bir tarih çalışmasından alıntılayalım:
“Sosyalist Kadın Aydınlanmasının koşulları, itici güçleri ve harekete geçirici dinamikleri kapsamında bir sıralama yapacak olursak; öncelikle polis karakolları/işkencehaneleri, cezaevleri kapılarında 12 Eylül faşist diktatörlüğünün en karanlık yılları da dahil olmak üzere mücadele eden kadınlarla başlamak yerinde olur. (…)
Hızla değişen koşulların zorlaması, basıncıyla; farklı düzeylerde ve biçimlerde de olsa kadınlar yaşadıklarını bir uçtan sorgulamaya başlarlar. Bu sorgulama ilk başta feminist hareket içerisinde, hatta onun omurgasını oluşturan geçmişte devrimci komünist hareket içerisinde mücadele etmiş kadınlarca yapılmıştır.
Bir diğer etmen; 1980'lerin ortalarında başlayan ve gelişen feminist hareketin bazı başarılı çıkışları, devrimci komünist harekette kadın sorunu ve özgürleşmesi kapsamındaki sorunlarla ilişkilenmede bir baskı oluşturmuş; bu sorunların gündemlerine girmesini/almalarını sağlamıştır.
Yine çeşitli yapılardan devrimci komünist kadınlar arasında kadın sorunu ve kadınların kurtuluş mücadelesinin sorunlarına değişik düzeylerde de olsa teorik ilgide bir artış olmuştur. Feminist hareketin bu alandaki teorik baskısı biraz da onları buna zorlamıştır…”
Bold’lar bu satırların yazarına ait. Yazı, o yılların genel koşullarına dair, devrimci komünist hareketi tasfiyecilik batağından çıkmaya yönelten işçi hareketindeki canlanma, Kürt kadın aydınlanmasının etkileri ve başkaca başlıklarla devam ediyor. Alıntı biraz uzunca, fakat böyle iddialı nitelemelerle karşılaşınca, iddia sahibi olmakla uyumlu bir bilgi sahibi olunmadığı ihtimalini gözeterek, bu temel yaklaşımı aktarma gereği duyduk.
Keza, daha sonraki dönemlere dair güncel değerlendirmelerde de, feminist kadın hareketine yönelik değerlendirmelerimiz berraktır.2
Sınıf Siyaseti, Kimlik Siyaseti, Cins Siyaseti
Tasfiyecilik kapsamında yapılan tartışma dikkat çekici: “TDH’ye yönelik tasfiyeci saldırının emek-sermaye çelişkisi bağlamında, kapitalizm ve sınıf mücadelesinin durumu üzerinden okunması gerektiğini her Marksist-Leninist bilir. Egemenlerin sermaye birikim süreçlerinde yaşadıkları kriz ve bunun devlet aygıtı içindeki yansımalarına karşı sınıf mücadelesi cephesinden verilemeyen onlarca yanıt ortada duruyor. Sınıf mücadelesini merkeze koymak bir yana her türlü kimlik siyaseti ve ekoloji vb mücadelelerle kendini konumlandırmaya çalışan sosyalist örgütler mecburen bu tasfiye saldırısının sorumlularını dış güçlerde aramaya başlıyorlar.”
Kadın özgürlük mücadelesi somut ekseninin dışına çıkıp, “kimlik siyaseti” kavramı etrafında son dönem biraz yaygınlaşan bir tartışma düzleminde kısa bir söz söyleyelim: “Sınıf mücadelesini merkeze koymak bir yana her türlü kimlik siyaseti ve ekoloji vb mücadelelerle kendini konumlandırmaya çalışan sosyalist örgütler”.
“Her türlü kimlik siyaseti” denilen nedir? Alevi demokratik hareketinin gündemleriyle ilişkilenmek mi “kimlik siyaseti”, kadın özgürlük mücadelesiyle ilişki mi “kimlik siyaseti”, Kürt ulusal sorunuyla ilişkilenmek mi, Ermeni soykırımıyla yüzleşmek mi, LGBTİ+ hareketinin özgürlük taleplerini sahiplenmek mi?
Postmodern kimlik anlayışının eleştirisi devrimci teori ve politikanın gelişimi bakımından gerekli ve yararlı. Fakat sınıf mücadelesinin ta kendisini, onun çeşitli gündemlerini, “kimlik siyaseti” olarak adlandırıp politik özgürlük göreviyle devrimci ilişkilenişten uzaklaşmayı; bunca ulusal, cinsel ve sınıfsal çelişkinin katman katman birbirine geçtiği bir coğrafyada, bir devrimin temel ve yedek kuvvetleriyle, politik özgürlük sorununun muhatabı olan belli başlı mücadelelerle etkin politik ilişki kurmaya yönelik, devrimci hareket içinden yapılan bu ve başkaca yazılardaki eleştirileri, devrimci hareketin gelişim seyri açısından ciddi bir risk olarak görüyoruz. Bu konu genişçe tartışılabilir, fakat sınıf savaşımının işçilerin ekonomik talepli mücadelelerine indirgenmesine açılan kapıları kapatmak gerekiyor. Daha da sıkıntılısı, sosyalizmin bu kimliklilikten mustarip olmayan ekonomist yorumu ile kadın özgürlük mücadelesinin marksizme tabiyetten mustarip olmayan ekonomist yorumunun eklektik birleşmesinde derinleşilmesi. Her iki hareket eskisinden de kuvvetle, politik özgürlük mücadelesine ve birleşik zeminlere doğru ilerlemeliyken, tam tersine bir eğilimin giderek gelişmesi.
Konumuza dönersek, yazarlara göre, bu sosyalist örgütler, “mecburen bu tasfiye saldırısının sorumlularını dış güçlerde aramaya başlıyorlar.”
Yani arkadaşlar bu o kadar yanlış, o kadar nafile bir değerlendirme ki, nereden tartışacağımızı da bilemedik! Tasfiye saldırısının sorumluları zaten dış güçlerdir, saldırı olması dış olmasını gerektiriyor, “kimlik siyaseti” yaparak kendi kendimize saldırdığımızı söylemiyorsanız. Ayrıca zaten bahse konu yazı, somut, dönemi ve başlangıcı belirli, içeriği tarif edilmiş bir tasfiye dalgasını konu alıyordu; söze “TDH’ye yönelik tasfiyeci saldırının” diye başlamanızdan ve Umut Gazetesi’nin başkaca yazılarından, böyle bir saldırı söz konusu değildir diye bir fikirde de olmadığınızı varsayıyoruz. Fakat bir tasfiye “saldırısı” varsa, sorumlusu, faili elbette dış güçlerdir, kim olacak! Erkek egemen sömürgeci faşist şeflik rejimidir bizim tanımımızla.
Feminizmi “dış güçler”, saldırının “sorumlusu” olarak görmüyoruz. Feminizm saldırıya uğrayan kuvvetlerden biri. Saldırıya uğrayan pek çok kuvveti kendi tutumları temelinde eleştirdiğimiz gibi feministleri de eleştiriyoruz. Doğru konumlanmıyorsunuz, tutumlarınızın şu şu yanlış, geri sonuçları oluyor diyoruz. Ajitasyon-propaganda yasakçılığıyla, örgütsüzlük övgüleriyle, nesnel olarak, örgütsüzleştirme saldırısının paraleline düşüyorsunuz, bunu yapmayın diyoruz.
Dahası, burada esasen emekçi sol harekete dair bir tartışma yapılıyor, ki bırakalım bizim görüşümüzü, bu hareketin içinde mi dışında mı olduğuna dair feminizmin kendisi ne aynı fikirde, ne de fikirleri sürekli. Doğal olarak, emekçi sol hareketin dışındaki pek çok kuvvetin emekçi sol harekete etkisiyle birlikte feministlerin etkisini de tartışıyoruz.
Ayrıca, Marksist Teori yazısının sosyalist feminizm bağlamındaki tasfiyecilik eleştirilerinin de tam olarak anlaşılamadığı görülüyor, bu eleştiri sosyalist feministlere değil, emekçi sola yöneltiliyor. Emekçi soldan çevrelerin, kadroların, ideolojik-siyasi tasfiye saldırısı dönemine dek sosyalist feminizme bir eğilim göstermediği halde, belirli koşullar altında, büyük bir kuvvet tarafından dışlanmama, marjinalleşmeme gibi kaygılarla, durumun baskısı altında kalarak, “yenilenme” ve kitlelerle buluşma arayışlarını, eski birikimini içerip aşacak, bunun deneyimleri üzerinden ilerleyecek şekilde değil, eklektik bir biçimde sonuçlandırarak sosyalist feminizme yönelmesinin tasfiyeci olduğunu söylüyor.
Marksizm, Reformizm, Sınıf Teorisi
Bu tartışmalardan sonra, ikili sistem kuramının eleştirisi, “proletaryanın devrimci özne olarak rolüyle diğer toplumsal hareketleri sosyalizm mücadelesinde aynı kefeye koymak anlamına gelir ki bu da zaten Marksist-Leninist bir bakış açısı olamaz” şeklinde değerlendirilmiş.
Toplumsal hareketleri değil ve birden fazlası değil, somut bir toplumsal kuvveti, ama evet. Kadın özgürlük hareketi değil, kadın cinsi, ama evet. Ve aynı kefeye değil, sosyalizm mücadelesinin temel toplumsal güçleri içine, ama evet. Bu düzeltmelerle birlikte ve başlangıçta yaklaşımlarımızın özetlendiği kısmın da görüşümüzü doğru ifade etmediğini not düşerek. Ancak, evet, ikili sistem kuramı eleştirimiz o anlama geliyor. Ve evet, bunu tam da Marksist-leninist bakış açısı olarak görüyoruz. Sadece kadın hareketinin değil, marksizm-leninizmin telif hakları da mı feminizmdeydi acaba?
Biz bunu neden böyle gördüğümüzü bu yazı kapsamı sınırlılığında ele almayacağız, konu komünist hareketin programatik yaklaşım değişikliklerinin önemli bir parçası olarak Marksist Teori sayfalarında genişçe yer almıştı ve yeni gündemimize girmiş bir konu değildir. Bu tartışmanızın bizim açımızdan yanıtı, basınımızdan incelenebilir.3
“Feminizm yansıtıldığının aksine ‘devrimcidir’. Ona bu karakteri veren sistemin temel kurucu ayağı olan patriyarkayı hedef almasıdır.”
Hayır, patriyarkayı hedef almak ona bu karakteri vermez. “Hedef almak” soyut bir tanımlama ve bu “hedef alma” devrimci de olabilir, reformist de.
Kadın cinsinin patriyarka ve dolayısıyla patriyarkal kapitalist düzen karşısında nesnel olarak devrimci bir toplumsal kuvvet olması, kadın hareketinin her verili anda öznel olarak da devrimci bir politik kuvvet olacağı sonucunu üretmez. İşçi sınıfının burjuvazi karşısında devrimci konumunun onu her somut anda devrimci bir politik özne yapmayacağı gibi.
Bu cümlenin altında sıralanan hiçbir veri, bu hedefin devrimci yoldan gerçekleşeceğini veya nasıl gerçekleşeceğini açıklamıyor.
Sıraladıklarınız, patriyarkayı teşhir ettiğini, propaganda yaptığını, bilinç verdiğini söylüyor. Bunlar kendi başına bir hareketi devrimci kılmaz.
Reformizm tartışmasını bu yazıda genişletmeyeceğiz, çünkü Marksist Teori 61’de yer alan yazılardan biri başlı başına bu konuyu tartışıyordu ve buradaki tartışmaya dair görüşlerimizi zaten içerdiğini düşünüyoruz. Ama reformizm konusunda, böyle kendi kendisinin dayanağı olan bir basitleştirmeden daha ciddi tartışmalar yapmak gerektiğine inanıyoruz.
“İç Tehdit” Mi?
“Yani neo-liberalizmin tasfiye saldırılarını Marksist-Leninist bütünlükten kopartarak somut tahlile dayanan maddeci bir kuramı hedef alırsanız akıllarda başka sorular canlanır. 1. İçeride “kadın sorunu” bağlamında eleştirilerle ayrılan kadınlara karşı bir cevap üretmek adına mı feminizm karalanıyor ya da kalan kadınlara tartışma sınırları mı çiziliyor? 2. Devrimci harekette artan feminizm tartışmalarının yapınıza da ulaşmasını mı engellemek istiyorsunuz? Dolayısıyla biz feministler olarak, yalnızca dışınızdaki kadınlara ve feministlere değil içinizdeki kadınlara da büyük bir üstencilikle parmak sallanmış olma ihtimalini düşünmeden edemiyoruz.”
Bu “ihtimali düşünmeden edemiyorsanız”, devrimci hareket içerisindeki erkek egemen tarzın, erkek egemen kültürün en kötü geleneklerini örgüt kültürünüzde ve tarzınızda koruyorsunuz demektir. Böyle kriminal kurgularla düşünmenin ve tartışmanın devrimci harekete bugüne kadar bir hayrı olmadı, bildiğimiz kadarıyla sizin geleneğinize de hayrı olmadı. Biz konuları böyle yazıp çizmeyi bir yana bırakalım, saflarımızda bir başka parti, grup, çevre hakkında bu yöntemle tartışma yapan taraftarlarımızla dahi en cepheden tartışmalar yürütmüşüzdür, gerçekten bu düşünüşün, bu tarz ve kültürün devrimci saflardan bir kadın çevresinde yaşatılmasını gösteren bu satırları okurken yüzümüz kızardı.
Zaten somut, kapsamı belli eleştiriler yapmayı “parmak sallamak” olarak tanımladıktan sonra, aynı dilden konuşabileceğimiz bir zeminden ayrılmış, bambaşka bir kültür ve dilden konuşmuş oluyoruz ama, şu gerçekleri hatırlatalım. Kadın yapımız, sosyalist demokrasinin gerekleriyle, örgütlü yazılı iç tartışmalardan kolektif platformlara dek, böyle bir işleyişin ısrarlı bir şekilde sürdürülmesiyle şekillendiriliyor. Bunu en zor koşullar altında, gerekliliğine sınırsız inanç ve bağlılıkla, fedakarlıkla yapıyor. Kadın platformlarında oluşturulmuş görüşlerin de, başka şeyler bir yana, eşit temsiliyet nedeniyle bile, erkeklerce öyle kolayca geri püskürtülmesinin ya da “parmak sallayarak” yönetilmesinin koşulları yok. Kaldı ki öyle bir hukukumuz da yok. Kadın platformlarının iradesiyle kolektif görüş oluşturmanın meşruiyetini ise tartışmaya açacak bile değiliz. Hasılı, bu kültür, gelenek ve işleyiş düzeyimizle, tartışma ve görüş açısı şekillendirmek için parmak sallama yöntemine, berbatlığı bir yana, ihtiyacımız yok. Anlaşılan feministler devrimci hareketten öğrenebilecekleri hiçbir şey olmadığına emin olduklarından, bu deneyimleri yüzeysel, kulaktan dolma bilgilerin ötesinde inceleme gereği de duymuyorlar, canları sağ olsun.
İkincisi, devrimci saflardan tasfiyeci kopuşları şu veya bu eleştiriyle gerekçelendirmek devrimci sonuçlar üretmez. Bu arada, biz “kadın sorunu” kavramını reddedeli yıllar oldu, tırnak içine alıp kinaye yapmanız hepten yersiz. Fakat bilinsin, saflarımızdan tek tek kadrolar bazında, ideolojik-siyasi tasfiyecilik temelinde devrimci mücadeleden umut yitirme nedeniyle feminizme doğru kopuşlar oldu, ama feminizm nedeniyle kopuşlar çok ama çok sınırlıdır. Feminizm söylemiyle saflarımızdan uzaklaşanların, kopanların önemli bir bölümü feminizme değil, politik mücadelenin her biçimine yabancılaşarak ataerkil sistemin en geleneksel kurumlarına döndü. Biz en azından böyle kriminal bir yöntemden, büyük örgütsel getiriler beklenmemesini tavsiye ederiz. Yukarıda “kimlik siyaseti” başlığında tartıştığımız tasfiyeci tehlikelerin amacı ve niteliğine hak ettiği önemi veremediğiniz için, tasfiyeci kopuşların üzerinde ileriye doğru, militan bir gelişim dinamiği oluşturulamayacağını fena halde es geçiyorsunuz.
Üçüncüsü, “içe parmak mı sallanıyor” sorusunu yanıtlamak bir yana, sorulmasından sizin adınıza hicap duyduğumuzu belirtmiş olduk, fakat bu vesileyle şu derdimizi feminist arkadaşlarla paylaşmak isteriz. Bu türden tartışmaların, feminist platformlara gitmekten çekinen, oradaki tartışma kültüründen olumsuz etkilenen, aşağılama, dışlama ve küçümseme tutumları nedeniyle bu zeminlerde bulunmak istemeyen, özellikle de genç yoldaşlarımıza bir tartışma gücü kazandırması, rahatlık sağlaması umudunu taşıyoruz. Deyim yerindeyse, bu yukarıdaki gibi tatsız tuzsuz ve egemen diliyle, kültürüyle düşünüşün izlerini taşıyan üslupların keskin ucunu o yoldaşlara tek tek göğüsletmek yerine, bu gibi tartışma zeminlerinde kolektif göğüslemek de istiyoruz. Tartışmalarımıza içe yönelik bir “acaba” sorusu sormakta herhangi bir nesnellik derdiniz varsa, buraya yoğunlaşmanızı öneririz. Bu, kadın hareketi içerisinde ürettiğimiz ve üretmediğimiz tarzın, kültürün sonuçlarına dair daha gerçek sonuçlar çıkarmanızı sağlayabilir.
“Devlet İdeolojisi” Bahsi
Yazı, Marksist Teori’nin görüş açısına dair, bir kısmı ilgisizlikten köken alan bilgisizliğe ve yüzeyselliğe, bir kısmı da yorumların demagoji derecesinde kanırtılmasına dayanan epeyce yanlış çıkarsamalar yapıyor. Bunlardan biri şu sözlerle özetleniyor: “Hem feminist hareketin meşruluğuyla yarattığı kitlesel mücadele zemini üzerinden faşizmi yıkmayı tarif edip hem de faşizme karşı mücadelede feminizmi erkek egemenliğinden daha tehlikeli bulmayı anlamlandırmak da mümkün olmuyor.”
Feminizmin erkek egemenliğinden daha tehlikeli olduğunu değil savunmak, 30 yıldır emekçi solun erkek egemen yaklaşımlarına eleştirilerimizin en keskin ucu bu yaklaşıma yöneliyor. Diğerleri bir yana, bizzat bahsettiğiniz yazıda, 2000’li yıllarda devrimci hareketin gelişimi tartışması içinde ve güncel olarak da Alınteri’ne yönelik eleştiride tam da bu yaklaşım merkeze konuyor ve şiddetle eleştiriliyor. Biz bu sonuca sadece yanlış anlama veya çarpıtma yoluyla ulaşılabileceği iddiasındayız.
“Çünkü ideolojik farkımızın bizi farklı iki safın parçası haline getirmediğini biliyoruz. Fakat yayınlarında feminizmi ‘devlet ideolojisi’ addedip feministlerle yol yürümenin nasıl açıklanacağını bilmiyoruz. Bizim mücadele anlayışımızda devlet çizgisindekiler düşmandır ve düşmanla yol yürünmez. Ve biliyoruz ki Sevda Çağdaş yanında hem feminist hem sosyalist kimliğiyle savaşan Eylem Ataş’la beraber ölümsüzleşmiştir. Fakat söz konusu yazıyı yazan ve yayımlayan arkadaşlar maalesef beraber savaştıkları feministlere devletle paralel diyebilme hakkını kendinde buluyor.”
“Yayınlarımızda feminizmi ‘devlet ideolojisi’ addetmek” yönündeki iddianın, ileri sürülen görüşler ekseninde tartışmalar yapmak yerine demagojik genellemelere gitmek olduğunu düşünüyoruz. Belirli bir konuda, ilerici bir akımın, çevrenin, bir devlet politikasının nesnel olarak yedeğine düştüğünü ya da yanlış bir görüş açısından geliştirilen somut bir tutumun etkilerinin nesnel olarak devlet saldırılarının paraleline düştüğünü, aynı yönde etkide bulunduğunu söylemek neden o hareketi “devlet ideolojisi” olarak nitelemek olsun?
DHKP-C’nin Amerikancılık, milliyetçilik eleştirileriyle, Kürt sorununda pratik tutumlarıyla ve tutumsuzluklarıyla sömürgeciliğin yedeğine düştüğünü söylüyoruz, fakat DHKP-C en önemli devrimci örgütlerden biridir, öyle görmeye de devam ediyoruz.
CHP’ye yedeklenme tutumları konusunda, feminist harekete eleştirilerimiz bir yana, emekçi sola eleştirilerimiz yazıdaki büyük tepki gösterdiğiniz değerlendirmelerin çok ilerisine geçer, ama birlikte mücadele ettiğimiz bu yapıların görüş açısına “devlet ideolojisi” demiş olmuyoruz.
Son yıllarda sürekli “yasal devrimcilik” riskine, ideolojik-siyasi saldırıların devrimci düşünüş ve eylem üzerindeki baskılarına, bu risklerin şu veya bu somut yapıyı ciddi biçimde etkilediğine dikkat çekiyoruz, fakat bu yapıları “devletçi yapılar” olarak nitelemiş olmuyoruz.
Devlet örgütsüzleştirme saldırıları geliştiriyor, söz, eylem ve örgütlenme özgürlüğünü herkes için, ama kabul edin ki en çok devrimci yapılar için tümden engellemeye çalışıyor. Bu koşullarda, örgütlerin kendini ifade etmesini dıştalama yönlü herhangi bir yaklaşımın, devrimci hareketin de kadın hareketinin de gelişimini olumlu etkilemediğini, feministlerin emekçi sol yapılardan feminist olmayan kadınlarla mesafelerini belirginleştirmelerinin, emekçi solun önemli bir kısmından kadınların kadın özgürlük mücadelesiyle zaten zayıf olan etkileşimini iyice sınırlandığını ve bunun yararlı bir gelişme olmadığını, örgütsüzlük ve örgüt karşıtlığının gelişmesine katkıda bulunduğunu, bu nedenlerle, ajitasyon-propaganda yasakçılığı politikasının nesnel olarak tasfiyeci dalgaya katkıda bulunduğunu düşünüyoruz. Buna katılmayabilirsiniz. Fakat bunu tartışmak neden “devlet ideolojisi” nitelemesine denk düşüyor olsun?
Bizi öznel olarak erkek egemenliğinin sırtını sıvazlamakla yargıladınız, feminizmi eleştirmek dışında bir somut veri bile gösterme zahmetinde bulunmaksızın. Erkek egemenliğinin sırtını sıvazlamanın, tasfiyeci saldırılara yedeklenmekten daha iyi olduğunu düşündüğümüz yok. Siz bu rahatlıkla değerlendirmeyi yaparken, bizim neden başka kurallar ve sınırlarla tartışmamız gerekiyor? Feminist saflarda, feminizm dışından kadınlarla eşitsiz hukuk kurulması, eşitsiz eleştiri hakkı tanınması, eşitsiz yaklaşım gösterilmesi öylesine normalleşmiş ve kültüre dönüşmüş ki, bu, kadınla kadın arasında kurulan eşitsizlik ve egemenlik kültürü, kadın hareketinin birleşik gelişimini zedeler, eleştiri ve tartışmayı en kolaycı biçimlerde “o zaman neden birlikte olalım ki” dışlayıcılığına götürür bir biçim almış. Buna sıklıkla rastlıyoruz. Kadın hareketini ileri taşımak için bu tarz ve kültürden uzaklaşmaya ihtiyaç var.
Antifemizm Nedir, Ne Değildir?
Feminizmi “devlet ideolojisi” olarak değerlendirdiğimiz yönündeki yanlış varsayıma ek olarak, antifeminist, hatta, “bu kadar antifeminist” olarak değerlendirilmişiz. Sonuçta söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: “Antifeminist” değiliz, “feminist değil”iz. Sizin nezdinizde anlaşılır olması için mutlaka feminizmle kavramlaştırmak gerekecekse, a-feministiz, non-feministiz. Fakat feminizmle kavramlaştırmak gerekmiyor, bunu istemiyoruz da, biz kendi ifademizle sosyalistiz. Bütün tarihimizde de, feminizmi değişik düzeylerde, biçimlerde eleştirdik, fakat hiç antifeminist olmadık. “Feminizm korkusu”na, antifeminizme, emekçi sol saflarda erkek egemenliğini körükleyen büyük bir zayıflık olarak, hep karşı çıktık.
Yazarlar bu değerlendirmeyi hangi verilerden hareketle yapıyorlar? Eğer yazılarının izini süreceksek, feminizmi doğru görmüyoruz ve reformist bir akım olarak nitelendiriyoruz. Ve ajitasyon-propaganda yasakçılığı ile ilgili belirtilen cümleyi kurmuşuz. Bunların ikisi de bizi “antifeminizm”le suçlamayı izah etmez, bir harekete yönelik bu değerlendirmeleri yapmak bizi o hareketin karşısına koymaz. Bizden olmayan karşımızdadır yöntemine sahip bir genellemeyle, bunları yapanı antifeminist olarak tanımlamanın birleşik bir direniş hattının gelişimine faydası dokunmaz. Bu zeminden yola çıkarak saflaştırıcı kavramlarla tartışmaktan kadın özgürlüğü adına bir yarar umulamaz. Bu tarzı ve bu nitelemeyi, feministler adına, büyük bir alınganlık, alerjiklik ve eleştiri ve tartışma kültürü zayıflığı olarak görüyoruz.
Feminizme gerici bir akımdır mı dedik? Tasfiye edilmesi için mücadele etmek gerekir mi dedik? Feminizmle, feministlerle sayısız ittifaka girişmekten geri mi durduk? Feministler iflah olmaz diyerek onları daha ileri, hatta devrimci pozisyonlar almaya çağırmaktan geri mi durduk? Bayraklarını, pankartlarını taşımasınlar mı dedik? Etkinliklerimizden mi dışladık? Yayınlarına, tartışmalarına sırtımızı mı döndük? Panellerimize, tartışmalarımıza mı davet etmedik? Hayır, zayıflıkları, sınırları vardır dedik. İdeolojik-teorik farklarımızı tartıştığımız gibi, somut dönemlerde somut politik eleştiriler yaptık. Bu niye bizi antifeminist yapıyor?
Antifeminist olsak, feminist örgütlerle sayısız platformda dünden bugüne birlikte mücadele etmezdik. Bu ittifaklara başka türlüsüne gücümüz yetmediği için girdiğimizi sanıyorsanız, bizi hiç tanımıyorsunuz demektir. Feminizmin kadın hareketi içerisinde hiç de bugünkü kadar güçlü olmadığı daha önceki sayısız döneme de bakabilirsiniz. Taksim’deki gece yürüyüşlerine binlerce kadın feministler öncülüğünde katılmıyorken de feministlerle ittifak yapıyorduk biz. Feministlerin kitle gücü, eylem gücü devrimci, sosyalist yapıların kadın kitle gücünün gerisindeyken de yapıyorduk.
Biz örneğin ulusalcı değiliz, enternasyonalist bir örgütüz, fakat sosyalist yurtseverliği bayraklaştırıyoruz. Ulusalcı olmamak bizi anti-ulusalcı kılmıyor, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin karşısında da konumlandırmıyor. Aksine, Kürdistan’daki mücadelede onun dinamiklerinden biri, diğer tüm alanlarda da onun en tutarlı müttefiklerinden biri olduğumuz bütün pratik mücadelemizde açıktır. Ulusal mücadelede rol oynamak için ulusalcı olmak gerekmiyor ki. Kadın hareketinin parçası olmak için feminist olmak gerekmediği gibi.
8 Mart Tartışması, Olguları Silikleştirme Yönteminin İsabetsizliği Ve Değişmemeye Övgü
Bu kadar yok sayma, görmezden gelme tartışması yapılırken, 8 Mart’ların Türkiye ve Kürdistan’daki gelişiminde sosyalist kadın hareketinin katkılarını görmek şurada dursun, onun 8 Mart’larla ilişkilenişini sıradanlaştıran, emekçi solun en geri pratikleriyle özdeşleştiren ve küçümseyen değerlendirmeler tekrarlanıyor yazıda: “Ki karşı durulan feminist hareket, 8 Mart’ta feminist gece yürüyüşü yapmak istediğinde, -bu kadar anti-feministken- hem gidip hem oradaki teamülleri ‘yasakçılıkla’ suçlamak anlaşılır değil. 10-15 yıl öncesine kadar, kadın mücadelesi için eylemlerin kadınlı erkekli yapılmasına feministler karşı çıkarken, yazarın bağlı bulunduğu gelenek erkeklerin de katılacağı 8 Martları savunuyordu.”
Önce şu yuvarlak “10-15 yıl önce” sözünün sorumsuz bir değerlendirme olduğunu not düşelim. Böyle bir eleştiri yapılacaksa, hiç değilse veriler somut hale getirilsin, komik olmayalım. 10-15 yıl önce böyle bir tartışma gündemimizde bile değildi. Yaklaşık 20 yıl önce başka bir şey savunuluyor olması konusu geçmişken, 30 yıl önce de bu geleneğin sadece kadın özgürlüğü değil, pek çok konuda başka düşündüğünü, hatta 31 yıl önce böyle bir yapı olarak var olmadığını da belirtelim. Yukarıdaki veriyi çarpıtmanıza ya da durumu zorlamanıza gerek yok, biz soruna bakışta bugün geri bulduğumuz başka örnekler verebiliriz size, eğer polemik için lazımsa. 8 Mart’ların gelişiminde sosyalist kadınların emek, cesaret ve direngenliğinin katkısının da, sorunu ele alışta değişik dönemlerdeki görüş açısı zayıflıklarının eleştirel analizini de çok çeşitli yayınlarımızda yaptık, ilgilenenler için ekte kaynaklar da belirtelim.4
Fakat zaten kimi konularda 30 yıl öncekinden farklı düşünüyor olmak, ama 30 yıl öncesinden devrimci olan her şeyi de sıkıca sahiplenip bugüne büyük fedakarlıklar pahasına taşımış olmak gururla sahiplendiğimiz bir gerçeğimiz. Biz kendimizi hiçbir zaman olmuş bitmiş, tamamlanmış görmedik, görmüyoruz. Bunu en önemli niteliklerimizden biri olarak görüyoruz.
8 Mart’ların gelişimi bahsinde bu kadar tek yanlı, tek veriye dayalı tartışmanın da yararı yok, örneğin 20 yıldan biraz önce, azımsanamayacak kadar feminist 8 Mart’lara erkek katılımını engellemek için polis koruması çağırmayı da savunuyordu, komünistler yakın zamanda gözaltında tacize ve tecavüze karşı kampanyayla polis nezdinde erkek devleti teşhir etmişken, pek çok kadın devrimci bugünün de değil, o günün koşullarında açık kimliğiyle çıkıp bu saldırıya uğradığını ifşa etmişken, eylemlerde “tecavüzcü polis hesap verecek” sloganları atılırken bunu yaptıkları için, bugün faşizme karşı mücadeleyi yükseltme hakkını kaybetmiş mi oluyorlar? Bu ne bütün feministlere mal edilebilir, devrimci hareketin tek tek bileşenlerinin yaklaşımları bütüne mal edilemeyeceği gibi, ne de eğer bir siyasi çizgi ve tarz olarak aşılmış, pratik özeleştirisi yapılmışsa bugünün verisi olabilir.
“2005 yılındaki önemli çıkış diye anılan süreç” diye küçümsediğiniz sürece gelince, Marksist Teori yazısındaki vurgunun, kendi adımıza da kadın hareketi adına da bir tarih anlatımı olmadığının neresi açık değil? 8 Mart’lara dair tarihimizin ne ilk ne de en önemli çıkışıdır bu. Amed’de Kürt kadın hareketiyle buluşma hedefine bağlı, o dönem koşullarında büyük bir cesaret ve atılım olan, kadın hareketinin gelişimine de çok değerli bir katkı olan, antişovenist bir çıkış örgütlemeye çalıştığımız 1995 8 Mart’ı dururken, oluşumunda büyük emekler verdiğimiz, başkaca şeylerin yanı sıra feminist hareketle eylemde ortaklaşmanın da başarıldığı ve kadın kitle hareketi çizgisinin belirginleştiği 1997 8 Mart’ı dururken, Kürt kadın hareketinin yanında İstanbul’da büyük bir polis terörünü göğüslediğimiz 1998 8 Mart’ı dururken, neden çok daha sonrasından, ta 2005’ten başlatalım ki 8 Mart’larla ilişkimizin değerlendirmesini? Bu konuda da yazarların gözü yazıyı görmemiş. Devrimci hareketin kadın özgürlük sorunundaki somut tutumları ele alınırken vurgu yapılan 2005 8 Mart’ının bu sürecin gelişimi içerisinde bir dönemeç olduğu da, sıralanan yapılar içerisinde komünist kadınların öncü bir rol oynadığı da doğrudur. Devrimci hareket içerisinde komünistlerin tutumu özel ve özgündür, feminizmin katkılarını açığa çıkarmak adına bu tutumun inkarı neden?
8 Mart’ların daha genel, bütünlüklü nesnel bir analizi, ancak o günün gerçek koşulları ve tartışmaları içerisinde, 15 yıl önce de, 20 yıl önce de, 25 yıl önce de hangi tartışmalardan geçildiği incelenerek, somut süreçler ve gelişim olanakları dahilinde ele alınabilir. O gelişimin bir aşamasında şenlikler salonlar mı, mitingler sokaklar mı tartışması vardı, o gelişimin bir yerinde bilinç yükseltme mi, politik eylem mi tartışmaları vardı, bir yerinde Kürt kadın hareketinin sesine yanıt versek mi, vermesek mi tartışmaları yapılıyordu, bir yerinde hapishanelere yönelik saldırılardan sömürgeci savaşa dek çok değişik konuların 8 Mart’ın gündemine taşınmasının uygun olup olmadığı tartışmaları vardı. 8 Mart’ların kitle zeminiyle buluşması öyle düz bir çizgide ya da tek bir hareket kanalından da gelişmemişti; bir eşiğin aşılması, feminist kadınların, Kürt kadın hareketinin ve devrimci, sosyalist yapılardan kadınların emeğinin ve aklının buluşmasıyla başarılmıştı, bunlardan bütün gerilimlere rağmen sosyalistlerin de, feministlerin de, Kürt kadın hareketinin de öğrendiği çok şey oldu, değiştirdiği çok görüş oldu, hala öğrenilecekler de var, bunlar ayrıca tartışılabilir.
Peki biz, Jale ve Zahide’nin şu kadar yıl önce başka bir şey savunuyor olmanın bugünü boşa çıkartmaya kanıt edilmesi yönteminden, feminist hareketin o dönemden bu yana hiç değişmediğini ve bunun da çok kıymetli olduğunu mu anlamalıyız? Eğer öyleyse, bu ne övünülecek bir şeydir, ne de gerçektir.
Yasakçılık Tartışması Üzerine
“Bugünkü haliyle on binlerce kadınla Taksim’in kuşatıldığı feminist bir 8 Mart mücadelesi, şimdi de örgüt imzaları tartışmasının zemini yapılmaya çalışılıyor.”
“Şimdi de” örgüt imzaları tartışmalarının zemini yapılmaya çalışılmıyor, örgüt imzalarının yasak olmasını asla savunmadık, yeni bir gündemimiz de değil. Konuyu yepyeni bir tehlike çanı çalacak şekilde sunmaya gerek yok. Ancak örgütlülüğü savunan bir çevrenin yazarlarından “örgüt imzaları” konusuna yönelik daha az küçümseme bekleriz, “örgüt imzası” gibi dışsal, örgütsüz bir ifadenin de kullanılmamasını bekleriz, bu dozajda bir küçümseme ve sorun tespiti de ayrıca üzüntü verici. Zira “örgüt imzası” dediğiniz şey, siz de biliyorsunuz ki, bir kısım kadının varoluş nedeni, kendilerini tanımlama biçimi. Hayattaki varlıklarını anlamlandırma biçimi. Uğruna yaşadıkları ve öldükleri şey. Bunu kimse anlamıyorsa bile sizin anlamanız gerekirdi.
Örgütlü kimliklerin ifade edilmesine getirilen mutlak bir yasak halini bugüne dek yapıldığı gibi “bütün kadınların kendilerini istedikleri gibi ifade edecekleri” şeklinde sevimli bir pakete sokma tarzına itiraz etmek, hiç de “bütün kadınların” bu zemini bulamadıklarını, bir kısmına, eğer kendilerini “istedikleri gibi” ifade etmek istiyorlarsa, kapının dışının gösterildiğini söylemek, kadınların pekala kendilerini bu biçimde ifade etmelerinin de meşru olduğunu savunmak o kadar olağanüstü ve şaşılacak bir şey değil. Gece yürüyüşlerinin bir yönü de, birçok kadının, dövizle, önlükle, maskeyle, hatta bir döneme kadar fularının rengiyle bile, kendi kimliğini, varlığını, kendisini ifade edememesi ve bunun son derece normal sayılmasıdır. Bu da meşru değildir, haklı değildir. Bu ancak mülkiyetçi bir görüş açısından, evin sahibi biziz, misafir bulduğunu yesin görüş açısından savunulabilir. Ki bu mülkiyetçi tarz ve kültürü, Jale ve Zahide’nin yazısında da çokça ifade bulan, gereksiz, yararsız, somut tartışmanın içeriğine bile denk düşmeyen “kim başlattı” tartışmasında da görüyoruz. Biz sadece feministler nezdinde değil, öğrenci gençlikte de, savaş karşıtı eylemlerde de, devrimci hareketten tek tek bazı parti ve grupların erkek egemen tarzla malul grupçu dışlayıcılıktan yola çıkan pratiklerinde de, 30 yıldır bu yasakçı tutumlarla mücadele ettik, meşru görmedik.
Ortaklaştığımız veya kendi görüş açımızı öne çıkarmadığımız her durumda sadece somut politik kimliğimizden tecrit, genel hareketin bir parçası olarak kadınlar, farklılaştığımız her durumda da artık kadınlar değil “sosyalist sol” oluyoruz. Halbuki iki durumun muhatabı da kadınlar ve bir ve aynı kadınlar. Çifte bir kişiliğimiz yok, şizofren de değiliz, böyle muamele görmeyi kabul etmemek de en doğal hakkımız.
Hem eleştirip hem eylemlere katılma tutumumuza gelince, bu kimliği başka pek çok alanda, bırakalım sözle savunmayı, bedeniyle savunmuş kadınlar, kadın hareketinin gelişim öncelikleri uğruna, ideolojik mücadeleye konu yaptığı bu sorunu politik bir tutuma dönüştürmüyordu, ki hala da, kadın hareketinin gelişim öncelikleri aksini gerektirmedikçe, dönüştürmüyor. Bunda da “anlaşılır değil” demenizi gerektirecek bir taraf yok, biz bunu birleşik mücadelenin gelişimi adına pek çok platformda yaptık ve yapıyoruz, devrimci kültürümüz, devrimci sorumluluğumuz, devrimci ihtiyaçların dar anlamda örgütsel ihtiyaçlarımızı yönettiği mücadele tarzımız bunu gerektiriyor, bunun verilerine de aslında hakimsiniz.
Bu örnekte, ajitasyon-propaganda yasağını eleştirirken, güncel olarak, iki şeyi eleştiriyor, iki şeyi eleştirel analizinin yapılması ihtiyacıyla kadın hareketinin gündemine taşıyoruz.
Biri, kitlelerin örgütsüzlük ortamını beğendikleri, örgütlerin olmadığı ortamlarda rahat ettikleri ve bu nedenle örgütlerin kendisini ifade etmesini engellemenin doğru olduğu, yararlı olduğu fikri.
Diğeri de, feminist olmayan kadınları kadın özgürlük mücadelesinde ya kimliklerini silikleştirerek enterne etme ya da dışlama fikri.
Bu fikirlerle buluşmamız mümkün değil, biz bu türden eğilimleri elbette, açık açık, tasfiyeci buluyoruz. Son yıllarda tasfiyecilik üzerine yazıp çizdiğimiz her şeyden, bu iki görüş açısıyla buluşmayacağımız anlaşılabilir.
Biz, cins mücadelesinin kadın mücadelesine, bunun da feminizme doğru daraltılması eğiliminin, güncel olarak çok yanlış bir politik yönelim olduğunu, kadın özgürlük mücadelesinin gelişim ihtiyaçlarıyla çeliştiğini düşünüyoruz.
Bu eleştirilerimiz, ideolojik ayrımlarımızdan bağımsız politik tutum eleştirileridir. Yukarıda sıraladığımız iki yanlış temele dayalı politik tutumun, şu anki erkek egemen saldırının çapı, kapsamı karşısında feministlerle ortak amaçlarımız açısından zararlı olduğu fikrindeyiz. Dar gelişim çıkarlarının, kesimci amaçların, saldırı dalgasını püskürtme görevleriyle ciddi bir ilişkilenişte kadın hareketini yavaşlattığı ve zorladığı düşüncesindeyiz.
Örgüt Ve Mücadele Biçimlerinde Tarihi Kendinden Başlatma
Kota, eş temsiliyet ve başkaca konularda bir tarihi kendinden başlatma eleştirisi var. Üstelik polemik yapılan yazının kendisi tamamen ıska geçiliyor!
Yeliz İsyan’ın yazısında, bırakalım kota ve eşbaşkanlık bahsinde tarihi kendinden başlatmayı, eşitlik kelimesi 7 kere geçiyor, hiçbiri bu konuyla ilgili değil, eşbaşkanlık kelimesi ise KESK, DİSK ve TKP eleştirisi bağlamında 4 kez geçiyor, sosyalistlere, komünistlere hiçbir atıfta bulunulmaksızın. Kota kelimesi 1 kere, KESK bağlamında geçiyor. “Yazıda bahsedilen ‘devrimci atılımlardan’” demişsiniz, fakat yazıda böyle bir kavram bile geçmiyor.
Niye bunları ayrıntılandırıyoruz? Zorlama yorumculuk yönteminden de öteye, göz göre göre, söylenmemiş sözleri söylenmiş göstererek suçlamalar yapma tarzı kötü bir tarz, kötü bir siyasi kültür olduğu için. Bir yazıyı konu aldığınızı lafızda iddia edip, özde ise bir hareket hakkında, önemli bir kısmı çok somut belgelerle yanlışlanabilir genellemelere dayalı, okurlara iddiaları kaynaklarla sınama olanağı tanımayan, görüş, algı ve duygu örgütleyen bir polemik tarzı kadınlar arası tartışma gücü açısından çok zedeleyici olduğu için.
Biz Jale ve Zahide’nin yapmadığını yapalım ve konuyu daha gerçek bir zemine oturtalım. Yazarların, Yeliz yoldaşımızın yazısına olmayan sözler atfettiğini değil, dergimizin ve sosyalist basının marksist leninist komünistlerin kadın özgürlük mücadelesinde gelişimini ele alan başkaca yazılardaki görüş açılarını doğrudan tartıştıklarını varsayalım.
“Dedik ya tarihi kendinizden başlatmayın. Örneğin yazarın parçası olduğu grubun eşit temsiliyet tartışmalarından çok çok önce (en az 20 yıl) kadınlar ‘kadın kotası’ hakkını kazandılar.”
Kota kazanımını vurgulamak ve bunu yapmayan örgütleri eleştirmek “tarihi kendinden başlatmak” oluyorsa, siz neden yazınızda “hayır biz onu çok önce başlattık” tartışması yapıyorsunuz ve sizinki neden “tarihi kendinden başlatmak” olmuyor? Kota mücadelesi sizinle de başlamadı ki. Bunu böyle tartışmak sizin için bir hak da, bizim için neden diyalektiğe gözünü kapamak, niye üstencilik, niye tarihi kendinden başlatmak? Neden bizim için konan ölçüler, kurallar ve sınırlamalar farklı? Yine eşitsiz tartışma hakkı, yine eşitsiz ilişkileniş.
Kadın kotası kadın hareketinin çok önceki zamanlara dayanan dünyasal bir talep ve kazanımıdır, herhalde genelde Türkiye feminist hareketi, özelde de siz icat etmediniz. Fakat mutlaka bir kıyaslama yapacaksanız, benzer durumları birbiriyle kıyaslayın, benzer düzlemleri yan yana getirin ve verileri kendi gerçek düzlemlerinde tartışın.
Eğer yasal parti düzlemlerini tartışıyorsanız, kota veya eşit temsiliyet bakımından ilk olduğumuza dair herhangi bir vurgu yaptığımızı gösteremezsiniz. 20 yıl önce mi 10 yıl sonra mı gibi bir kıyaslama da bütünü bütününe gereksiz olur, çünkü sosyalistler zaten 20 yıl önce yasal parti düzleminde örgütlenmiş değildi. Hasılı, “en az 20 yıl önce” kota uyguluyor olacak tipte yasal bir örgütlenme biçimimiz yoktu ki alıp da kıyaslayasınız. O dönemde fiili meşru platform şeklinde örgütlenen sosyalistlerin, temsiliyet konusunda sınanabileceği tek kurum sözcülük ve temsilcilerdi, ki merkezi sözcüsü ve önderi bütün dönem boyunca bir kadın komünistti. Yerel temsilcileri içerisinde kadın ağırlığı belirgindi. O yüzden, kimin kaç yıl önce başladığı konusunda lüzumsuz bir skor tutulacaksa bile, tamamıyla bambaşka kategorileri kıyaslayıp yanıltıcı sonuçları nesnel veri diye sunmak da ayrı bir yöntemsizliktir.
Sonrasına bakalım. Sosyalistler yasal bir parti biçiminde örgütlendikleri andan itibaren, kota sistemiyle ilerlediler. Eşbaşkanlık uygulamasından yıllar boyunca “tek ve kadın başkan” iradeleşmesi öncelenerek kaçınılmış, ancak yönetimlerde kadın iradesini güçlendirmenin görevlendirme tercihleri ve kadro politikası değil de bir hukuk ve sistem olarak uygulanması ihtiyacı kavrandığında bir başka pratik gelişmiştir. Bu kendi başına incelenebilir, analiz edilebilir.
Yok eğer sosyalist hareketi değil de, basınımızın marksist leninist komünistlere dair bazı değerlendirmelerini, analizlerini konu alıyorsanız, o zaman da yine yersiz bir kıyaslama yapıyorsunuz deriz. Kota sistemine 16 yıl önce geçen komünist öncü, bu örgütlenmesini illegal temelde ve illegal savaşım koşullarında, katliam, tutuklama ve gözaltı saldırıları altında sürdürüyor. Eşbaşkanlığı da bu koşullarda sürdürüyor. Bu konuda da, “tarihi komünist öncüden başlatmıyoruz”, fakat komünist hareketin gelişimi içerisinde ilk olduğunu söylüyoruz. Bu yanlış bir bilgiyse ve “beş benzemez” kategoriyi yan yana koymaktan daha bilimsel bir veri sunacaksanız düzeltin.
Bu özgünlüğü vurgulamanın amacı, feministlerle rekabet etmek ve kazanım yarıştırmak değil ve bu kulvara girilmesi bile egemen düşünüş tarzının bir yansıması. Bu vurguların amacı, benzer temellerde örgütlenmiş devrimci ve komünist yapılara, bunların bu koşullarda da başarılabilir olduğunu, anlayış gerilikleri bir yana, “nesnel koşullar” nedeniyle bu ölçülerle buluşmaktan imtina etmenin doğru olmadığını söylemek, onları kadın özgürlük mücadelesinin güncel gereklerini yanıtlamaya çağırmak.
Komünist kadınların bir eş örgütlenme sistemi olarak somut örgütlenme biçiminin muadilinin olmadığı da, eleştirilerinizin bize herhangi bir düzeltme ihtiyacı göstermediği başka bir doğru bilgidir.
Eşbaşkanlık, eşit temsiliyet ve eşit örgütlenme sistemleri konusunda komünist kadın hareketi tutumunu daima kadın özgürlük mücadelesinin ve Rojava devriminin devrimci kazanımlarıyla buluşmak olarak niteledi, masa başında yeni ve kendine ait bir şey icat etmek olarak değil. Ancak, bunları kimin bulduğu tartışmasının münasebetsizliği bir yana, bu türden uygulamaları burjuva yasallığın alan tanımadığı koşullarda mücadele yürüterek yaşatmanın epeyce özgün tarafı var. Bizim bildiğimiz, illegal koşullarda öncülüğü PKK’ye ait bu kazanımın, komünist bir örgüt olan MLKP dışında başka da örneği yoktur. PKK’nin kendi önderlik sisteminin farklılıklarını, onun kırda gerilla savaşına dayalı fiziksel koşullarının oluşturduğu işleyiş zemini özgünlüklerini, Kürt halk önderi Öcalan’ın başkanlık bahsindeki özgün durumunu bir yana bırakırsak (feministler bunu zaten gönül rahatlığıyla konu dışı bıraktığına göre, özellikle derinleşmeyi gerekli bulmuyoruz), kendi koşullarındaki tek örnektir. Ya da bilmediğimiz bir şey varsa aydınlatılsın. İllegal silahlı savaşım yürüten yapılar içerisinde, bu iki örnek dışında, örneğin DKP’de böyle bir kurumlaşma var mı? Örneğin TKP-ML’de var mı? Örneğin Filipinler Komünist Partisi’nde var mı? Hayır yani, biliyor da inkar ediyor değiliz.
Ha, illegal koşullarda bu süreçleri örgütlemekle legal koşullarda örgütlemek arasında bir fark yoktur, çocuk oyuncağıdır, ya da örneğin, fiili meşru örgütlerde, son 10 yılda hemen hemen bütün öncü militan kadınların üçer beşer defa tutuklandığı, aylarca ve bazen yıllarca politik mücadeleden koparılıp alındığı koşullarda kota işletmek, eşit temsiliyet yürütmek kolaydır, iki durumun da bizde çok örnekleri var, yöntemi de şudur şudur deniyorsa söylensin, öğrenmekten memnuniyet duyacağımız şimdiye kadarki öğrenme pratiğimizden anlaşılabilir. Ya da, illegal koşullarda mücadele etmenin gereği yok, bunlar yanlış deniyorsa bu söylensin, tartışalım. Fakat “biz bunları aştık hocam” kıvamında, verilen emekler değersizleştirilmesin. Zira belli koşullar altında kadın özgürlük ölçülerinin özgün yolunu açmak olarak bu örnekleri, feministlerin, bir “mülkiyet tartışması” konusu gündeme geldiğinde mülk beyanı dışında, kendi kazanımları olarak da açık ve doğrudan bir atıfla sahiplendiğini görmedik.
Bizim bir şeyi kendimizden başlatma derdimiz yok. Başlasın da kimden başlarsa başlasın. Aksine, feminist hareketin, epeyce bir şeyi kendinden başlattığını, daha önemlisi de kendinde bitirdiğini düşünüyoruz. Zira bu tartışmalar bize, feminist hareketten lisans alınmaksızın herhangi bir konuda herhangi bir fikir geliştirilemeyeceğini, geliştirildiğinin iddia da edilemeyeceğini, bunun hazmedilmeyeceğini, tahammülsüzlükle, tepkiyle ve mülkiyet hakkı tartışmasıyla karşılanacağını söylüyor.
Bu sorumsuz tartışma tarzı da bunun örneğidir.
İfşa Hakkı
Yazarlar, ifşa konusunda kendi politikalarını açıkladıktan sonra, “Ama yazar, anlıyoruz ki, başta devrimci bulduğu bu ifşa yöntemini kendileri de ifşa edilmeye başlanınca yozlaşma olarak görmeye başlıyor. Oysa toplumsal olarak ceza-yaptırım talep ettiğimiz failler devrimci örgütlerden çıkınca değiştirme-dönüştürme konusu haline getirilemez. Failleri aklamak, suçun üstünü kapatmak ve fail ‘devrimci işler’ yapıyor diye erkek suçlarından azade görmek iktidar hedefi olan bir devrimci örgüt için büyük bir hayal kırıklığıdır.” demiş.
“Anlıyorsunuz ki”… Yani hakikaten nereden “anlıyorsunuz”, yazar böyle bir şey yazmadığına göre, fal mı baktınız, telepati mi kurdunuz?
İfşa hakkındaki politikanızı anlatmak istiyorsanız anlatabilirsiniz. Yeliz İsyan’ın yazısını çarpık soyutlamalarla malzeme yapmanız, çerez yapmanız gerekmiyor. Bu cümlelerinizde ileri sürdüğünüz iddiaların tek bir tanesinin bile Marksist Teori’nin gelmişinde geçmişinde yayınlanmış herhangi bir yazının içeriğiyle uzaktan yakından ilgisi yok. Sosyalist kadın hareketinin gerçekleriyle de ilgisi yok.
Ancak, feminist kadınlar bizi linç etmeye ve bunu biz hariç herkesi dinlemeye açıklık yoluyla bizi kadınlıktan azlederek yapmaya doyamamışlarsa ve bunun sözcülüğünü bu dönem siz üstlendiyseniz, o zaman bizim de söyleyeceklerimiz var!
Mesela, “Ama yazar, anlıyoruz ki, başta devrimci bulduğu bu ifşa yöntemini kendileri de ifşa edilmeye başlanınca yozlaşma olarak görmeye başlıyor. Oysa toplumsal olarak ceza-yaptırım talep ettiğimiz failler devrimci örgütlerden çıkınca değiştirme-dönüştürme konusu haline getirilemez.” deniyor. Yazar nerede “yozlaşma” diye bir şey görüyor, gösterir misiniz? Marksist Teori’nin bütün sayıları içerisinde nerede böyle bir bağlamda “yozlaşma” sözü kullanılmış, gösterir misiniz? İddianın asılsızlığını “anlıyoruz ki” sözü mü aklamış oluyor?
Şu konuda bilginiz olmayabilir, bu günah değil, ama uydurmanız biraz günah: yozlaşma kavramını kadın cinselliğiyle bağlı hiçbir konuda kullanmıyoruz. Ya da tümüyle cins bağlamı dışında veya erkek cinselliğini ifade etmek için kullandığımız olmuştur. Bu kavramı belirtilen bağlamda kullanmak Marksist Teori dergisinin yayın çizgisine aykırıdır, 61 sayısında yayınlanan yüzlerce yazının tek birinde bile bu kavramın hiç bu anlamda kullanılmadığı denetlenebilir bir veridir.
Bunu gerçekten nasıl yapıyorsunuz arkadaşlar? Biz örneğin bir yazıda geçmeyen bir fikri, cümleyi, geçti diye iddia etsek, daha muhatap yazar başını kaldırmadan kendi düzenli okurlarımızdan yirmi tane eleştiri alırız. Okurlarınız sizi hiç mi denetlemiyor, hiç mi inandırıcılığınız, ciddiyetiniz sarsılmıyor?
“Fail ‘devrimci işler’ yapıyor diye erkek suçlarından azade görmek” fikrini ima eden herhangi bir cümle, fail devrimciyse ne olacağı konusunda doğrudan veya dolaylı bu fikre kapı açan herhangi bir yorum bu yazının neresinde var ve hangi sürecin hangi bilgisiyle bu iddiayı bu yazıyla polemik yapmak için kullanıyorsunuz? Amacınız ne? Böyle bir şey savunduğumuzu söylemek, bırakalım asılsız olmayı, yalanın kelime anlamının bütün özelliklerine uygun, yalan demeyelim mi?
Diyebilirsiniz ki, kaynaklarımız, muhataplarımızın dışında, sosyal medya ve sosyal ortamlar zemininde sürdürülmüş tartışmalardır, biz muhataplarımızın görüşünü alma gereği duymadan, bu zeminleri dikkate alırız. Fakat muhataplarınız, sözüne bile riayet etme tenezzülünde bulunmadıklarınız, bir kadın yapısı, kadınlardan oluşan ve kadın özgürlük mücadelesinde yer alan bir kadın örgütü. Asılsız sözler “söylettiğiniz” Yeliz İsyan bir kadın yazar. “Kendileri de ifşa edilmeye başlanınca” diye atıf yaptığınız dönemde cinsel suçlarla muhataplaşmış olan kurullar kadın mekanizmaları. Tartışma konusu yaptığınız dönemin muhatapları, kadınlar karşısında erkek mekanizmalar değil, örgütlü ve örgütsüz kadın bireyler karşısında kadın mekanizmaları. Hiç değilse iki tarafın ne dediğine bakmamaya cins özgürlüğü zemininde nasıl bir yer açıyorsunuz? Birey örgüt karşısında mutlak biçimde haklıdır anlayışınız mı var? O zaman örgütün, hukukun, yasanın, yasal kazanımlar adına mücadelenin mantığı ne ki? Kadın temsiliyetine, örgütlülüğüne alan açılmamasına karşı çıkmanın, kadın mekanizmalarının oluşturulmasını istemenin mantığı ne ki? Bir sendikayı, bir partiyi, var olmaları dışında neyle eleştireceksiniz ki? Durum buyken, bu yaklaşımları örgütsüzlüğe övgü olarak görmemizin tam olarak neresini gerçekdışı buluyorsunuz?
İfşa aracını bu kadar kendi amacından koparıp siyasi rekabetin malzemesi yapmaktan kadın hareketinin kazanımı olmaz. Kadın mekanizmalarına mutlak güvensizlikle hareket etmek kadın kolektivizmini, kadın dayanışmasını, kadın adaletine güveni, kadınların karar verme gücünü, kendi cinsine güven duyma gücünü, kendi kurumlarına yaslanma gücünü artırmaz. İfşa erkek egemen hukuka, erkek egemen ayrıcalıklara dayalı işleyişe, geleneklere, erkek mekanizmaların haliyle erkek yaklaşımı üretmesine karşı bir savunma aracıdır. Hem içeriksel hem de fiziksel olarak erkeksiz mekanizmalar yoluyla, ortada ayrıcalıklı cinsle ezilen cins arasında ezilen lehine bir ayrıcalık hukuku değil, birey ile kolektif arasında bir farklılık kaldığında bireyden yana tercihi mutlaklaştırmak mı kadın tutumu, tarzı olacak? Feminizmin kimi akımları, devrimci örgütlerle burjuva, faşist devletleri aynı miktarda totaliter bulduğu için böyle yaklaşmaları şaşırtmaz, ama böyle görmeyen akımlarından biri olarak sizin böyle tartışmanız apayrı bir sorun.
Fakat feminist hareketin bütün o dönem boyunca tercihi böyle oldu. Feminist hareket bu dönemde sosyalist kadın örgütlülüğüne yönelen saldırı karşısında aldığı tutumlarda son derece başarısızdır. Feminist hareket suça uğrayan kadınları dinledi, suçu cezalandıran kadınları dinlemedi. Birey kadını dinledi, kadın örgütünü dinlemedi. Bırakalım dinlemeyi, görüşme taleplerine kapılarını kapadı. Şimdi de söylenmiş sözlere kulak vermek yerine, söylenmemiş sözleri, atfedilmiş niyetleri, giydirilmiş satırları dinliyor.
Bu özel süreçte, sürecin tırmanışına konu olan esas ifşa, ikinci ifşa, ağır tutsaklık ihtimali belirdiği bir dönemeçte bundan kaçınmak için faşizmin hizmetine giren itirafçı Neslihan Duran tarafından, doğrudan devlet talimatıyla, bitmiş, kapanmış, erkeğe ceza verilmiş, yönetici konumundan dolayı da ağırlaştırılmış ceza uygulanmış bir soruşturma kapsamında gerçekleştirildi. Burada, cezayı misliyle hak ettiği açık olan fail erkekten daha fazla, kadın hareketine sayısız emeği geçmiş kadın sosyalistler yalan suçlamalarla teşhir edildi. Kısa süre sonra, bu itirafçı, bu kadınların önemli bir bölümünü ve başkaca kadın ve erkek devrimcileri polis ve mahkemedeki iftira ve yalanlarıyla tutuklattı. O gün, bu saldırının kadın özgürlük mücadelesine, kadın örgütlenmemize olduğu kadar, ifşa hakkının meşru bir mücadele aracı olarak yaygın biçimde sahiplenilmesine de yönelen bir saldırı olduğu bilinciyle, kamuoyu önünde bir tartışmaya girmedik ve bu konuda yapımız içinden gelen bütün eleştirileri de göğüsledik. Bununla birlikte, bilgi almaya açık bütün kadın muhataplara, o günkü verilerle bilgi verdik ve vermeye açık olduk, fakat feminist hareket, bir kadın örgütüyle dayanışma göstermeyi bırakalım, gerçekleri öğrenmesinin bütün yollarına gözlerini, kulaklarını, kapılarını kapatarak, kışkırtılmış linç kampanyasına katıldı. Feminist hareket sosyalist kadınları kadın hareketinin dışında görme hakkını kendinde bulduğu ve koşulsuz mahkum ettiği için, sadece bu nedenle, kadın hareketine, kadın örgütüne yönelen bu saldırıda, öznel niyeti ne olursa olsun, doğru bir pozisyon alamadı, saldırının yedeği haline geldi.
Lgbti+ (trans kadın) kanalından gelen Havin Özcan ifşası, açıkça polis müdahalesiyle, ismi cismi kimliği bilinen bir polisin yönlendirmesiyle yapıldı. Bir ifşa daha, doğrudan düşman tarafından, kadın arkadaşın ailesi ve kendisi üzerinde baskıyla örgütlenmeye çalışıldı, ancak sonuç alamadı. Bu adımlar, Rojava’dan kaçıp faşizme sığınan itirafçı Berfin Ayırkan’ın yalanlarına dayanılarak, başka hedeflerin yanı sıra kadın özgürlük çizgimizi ve trans kadın İsyan yoldaş nezdinde heteroseksizm karşıtı tutumlarımızı hedef alan en sıradan erkek egemen argümanlar temelinde bir saldırıyla ilerletilmeye çalışıldı, bu sonuncusu gözaltı-tutuklamalar dışında siyasi olarak anlamlı bir sonuç üretmedi.
Başka ifşalar da oldu, bunlarla ilgili eleştirilere de hiç kapalı olmadık, fakat yukarıdaki ezberlerinize zemin olan bir dalga halinde bu sürecin yaşanmasında, erkek egemen faşist şeflik rejiminin, başkaca ayakları da olan bir psikolojik savaş hamlesinin belirleyici olduğu bütün verileriyle, belgeleriyle nettir.
Bunları bilmiyorsanız, bilmemeye özel bir gayret göstermenizdendir.
Cinsel suçlar kapsamındaki pek çok örnekte, mekanizmamızın yetmediği, eksiklikler, zayıflıklar gösterdiğimiz doğrudur. Bunların hepsinden sonuç da çıkardık, mekanizmalarımızı gözden de geçirdik. Bunlar dışında, eksiklerimizin bir bölümünün, erkek egemen devletin tutuklama saldırılarıyla kadın mekanizmalarımızı sürekli darbelemesi ve bilgi akışlarını kesintiye uğratmasıyla oluştuğunu, bu darbeleri Kürt ulusal hareketi dışındaki bütün yapılardan daha ağır biçimde yaşadığımızı feminist hareket dikkate bile almadı, küçümsenecek, “gülünesi” bir “mazeret” gibi görebildi.
Feminist kadın hareketinin mekanizmalarımızı gözden geçirmemizde hiçbir katkısı olmadı, bizi güçlendirmedi. Feminist hareket o dönemde, “karma” örgütlerdeki kadınlara, “karma” örgütlerde nasıl bir cinsel suçlar işleyişi olması gerektiğiyle ilgili tavsiye veriyorken, sıralanan ilkelerin de işleyiş kurallarının da hepsi ve daha fazlası çoktandır komünist örgütte vardı, linçe tabi tutulan mekanizmalar tam da bu mekanizmalardı. Komünist kadın hareketinin cinsel suçlarla ilgili iç hukuku dışa açık olarak yayınlanmıştır.5 Feminist hareket, en iyi ihtimalle ezbercilikle, en kötü ihtimalle örgütsüzleştirici görüş açısıyla, ifşa edilen mekanizmalarımızın tümüyle bu ilkelere uygun olarak işleyen mekanizmalar olduğunu ne gördü, ne görmeye çalıştı, ne de umursadı.
Jale ve Zahide arkadaşlar, nasıl bir ezberden hareket ediyorsa, ifşa kapsamındaki bu değerlendirmelerin devamında, bu yöntemlerden sonra komik kaçan bir empati girişimi olarak, “yine de elbette ki birbirimizden öğrenerek kendi yapılarımızda inşa ettiğimiz kazanımlarda da ‘maalesef’ örgüt içinde erkeklerle ve hatta erkek ağırlıklı karar organlarıyla kavga etmek durumunda kalıyoruz” demiş. Vallahi bizim “erkek ağırlıklı” hiçbir belirleyici karar organımız yok, hele cinsel suçlar konusunda, değil ağırlık olsun, erkekli hiçbir mekanizmamız yok. Erkek egemenliğiyle mücadelede o çıtayı geride bırakalı çok oldu, erkeklerle de erkek egemenliğiyle de kavgalar, mücadeleler başka biçimler ve gündemlerle sürüyor saflarımızda, şiddeti azaldığından değil.
Hasılı, sosyalist kadınları o dönemde erkek mekanizmalarla boğuşmak yıpratmadı. Boğuşacak kudrette erkek mekanizma yoktu. Bu göreve feminist hareket gönüllü oldu. Bu tutumlar, kadın özgürlük mücadelesi içerisinde kendini ciddi biçimde ortaya koymuş, emek vermiş kimi kadrolarımızı, kadın özgürlük bilinci ve eylemi güçlü genç yoldaşlarımızı, bir süreliğine, kadın cephesinde çalışmaya isteksizleştirdi, mesafelendirdi.
Somutta bu konu bağlamında, yazıda vaat edilen tipte bir “erkek mekanizmalarla mücadele eden kadınlarla” dayanışma pratiği yoktur. “Erkek mekanizmalarla mücadelesini kazanmış” kadınlarla dayanışma yoktur, “erkek mekanizmaları işleyişin dışına atmış”, “bu mücadelede başarı sağlamış kadınlarla” dayanışma yoktur. Peki neden yoktur? Kadın mekanizmaları mücadelelerini kazanınca meşruluk kaybediyor ve erkek hanesine mi geçmiş oluyorlar, o zaman neden kazanmaya çalışıyoruz? Ya da kadın mekanizmalarının bu mücadeleleri kendileri kazanmayı başaramayacağı, eğer kazanım varsa onun niteliğinin erkek olacağı mı zannediliyor? Bu mudur kadına güven, kadın kazanımlarına bakış açısı?
O yüzden sevgili arkadaşlar, erkekli yapılarda mücadelenin değerine atıflarla, “Bu nedenle her ne kadar tarihi kendinizle başlatmayın desek de kendi örgütünde mücadele eden kadınlara saygımız sonsuz, desteğimiz daim demek istiyoruz” sözleriniz, yine de niyette değerlidir ama, biz o saygıyı, hiç değilse Yeliz İsyan’ın yazısını bu konuda kendi sözleriyle değil, sosyal medya verileriyle yargılamanızda görmedik, sosyalist kadın hareketinin emek ve katkılarına yaklaşımınızda görmedik, “daim olan desteğinizi” de ifşa kapsamındaki sürecin herhangi bir aşamasında da, şimdi de görmedik. Tıpkı yazınızın değişik bölümlerinde çokça geçen dayanışmacılığı tartışma kültürünüzde göremediğimiz gibi. Bunu biraz hadi kadınlık bizde kalsıncı, biraz törensel, biraz doğrusu göstermelik buluyoruz. Yakın dönem deneyimlerimiz bu niyetleri sözle değil pratikle ölçmemiz gerektiği konusunda yeterince eğitici oldu.
Kadın Özgürlük Mücadelesinde Etkileşimi Geliştirme İhtiyacı
Kadın özgürlük mücadelesi en önemli dönemeçlerin önemli bir kısmını ortak mücadeleyle ve kadın hareketinin değişik akımları arasında etkileşim yüksekliğiyle döndü. Bu konuda çıta düşürmek, başka faktörlerin, öznel başarıların, nesnel elverişli etkenlerin ve politik özneler nezdinde sınırlı fiziki darbe alışın yanı sıra, feminist harekete kitleselleşme bakımından geçici imkanlar sağlamış olabilir, fakat bir aşamada buna bağlı gelişim de kendi sınırlarına varıyor, vardı.
Birleşik mücadelede egemen tarzıyla düşünüş ve kültürün tek örneği olmayan bu makale vesilesiyle soralım. Sosyalist kadın hareketi gibi, kadın özgürlük mücadelesinin en kritik süreçlerinde kendini ortaya koymuş, önemli bedeller ödemiş, birleşik mücadelenin gelişiminde etkin bir özne olmuş, emek vermiş bir bileşenine yönelik bu ilgisizlik ve buna bağlı bu düzeyde bir bilgisizlik neden? Bu yüzeyselleşme ve ezbercilik neden? Emekçi solun genel ezberleri gibi feminist ezberler de var ve bu ezberler kadın özgürlük mücadelesini de feminist hareketi de geliştirmiyor. Marksist Teori yazısı vesilesiyle gündemleşen bu tartışmanın, gerek bu ezberlerden gerekse de egemen düşünüşün izlerini taşıyan tartışma kültürü ve ilişkileniş biçiminden öteye yürümeye vesile olmasını umuyoruz.
Dipnotlar:
1 Feminizm: Patriyarkanın Devrimci Örgütlerdeki Yüzüne De Bir Yanıt, Jale Emeç / Zahide Sertbudak, Umut Gazetesi
2 Sosyalist Kadın, sayı 1, 18, 19, 20 ve 25
3 Sosyalist Kadın, sayı 20; Marksist Teori, sayı 38, 39
4 Sosyalist Kadın, sayı 1, 20; Atılım Gazetesi, EKB Bülteni
5 Sosyalist Kadın, sayı 27