Hem ekonomik göç ve hem de siyasi göç (mültecilik) sınıf mücadelesinin doğal bir mecrasıdır. Hangi düzlemde gelişirse gelişsin, her düzeydeki nüfus hareketliliği dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin, haklarından mahrum bırakılanların, kapitalist emperyalist sömürü ve savaş sisteminin büyük yıkımlara sürüklediği geniş ve çok değişik toplumsal kesimlerin, yeni bir dünya ve gelecek arayışlarının bir ifadesidir.
I.
Kapitalizmin varoluşsal bunalımının temel görünümlerinden biri, nüfus hareketindeki (göç) büyük ve yaygın artıştır. Emperyalist küreselleşmeyle beraber, sermaye hareketlerinin önündeki ulusal sınırlar kaldırıldığı, üretim ve işgücü uluslararasılaştığı gibi, nüfus hareketi de benzer bir şekilde küreselleşti. Kapitalizmin doğuş yıllarında Avrupa’dan Amerika kıtasına olanlar bir yana bırakılırsa, nüfus göçü ağırlıklı olarak ulusal ekonomi sınırları içinde kırdan şehirlere akış biçimindeydi. II. Dünya Savaşını izleyen dönemde buna kapitalist sistemin merkez ülkelerine, en çok da Avrupa’ya akış eşlik etti. Günümüzde, emperyalist küreselleşmeyle hızlanan küçük üreticilerin mülksüzleştirilmesi ve sanayinin ucuz işgücü ülkelerine kayması sonucu geri kapitalist ülkelerde de kır nüfusunun kentlere yığılması ile birlikte artık iç göç pek çok bakımdan sınırlarına varmış, dış göç giderek ağırlıklı ve belirleyici bir hal almıştır. Dünden farklı olarak bugün, yoksul ve geri ülkelerden zengin ülkelere, emperyalist metropollere, daha iyi bir iş ve çalışma ortamının ötesinde, bir umut ve kurtuluş yolu olarak yoğun bir nüfus göçü yaşanmaktadır.
Nüfus göçü, ekonomik ve toplumsal olarak kapitalist üretimin ve gelişmenin doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Ve bunun iç ve dış göç olarak ayrışıp gelişmesi de yine kapitalist emperyalist üretimin gelişmeyle bağlıdır. Emperyalizm bir dünya sistemi olarak geliştiği ve giderek emperyalist küreselleşmeye dönüştüğü ölçüde dış göç hem yaygınlaştı ve hem de kapsamlılaştı. Nüfus göçü özellikle emperyalist ülkelerde süreç içerisinde büyük oranda bir göçmen kitlesinin oluşmasına yol açtı. Bu göçmen kitle, geldikleri ülkeleriyle değişen düzeylerde süren bağlarına rağmen, yaşadıkları ülkenin sosyo-ekonomik yapısına ait bir kategori haline gelmiştir. Artık göçmenlik geçici, yerel ve bölgesel bir sorun olmanın ötesinde uluslararası bir karakter kazanmıştır.
Nüfus hareketliliğinin değişik bir düzlemi olarak mültecilik ekonomik göçten de farklıdır. Bu kategori kapitalizmdeki nüfus hareketliliğinden daha eskidir. Hemen her dönemde siyasal zorun, işgal ve fetihlerin mağdurları olmuştur ve bu mağdurlar çoğunlukla sürülmüşler ya da yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki, kölelerin tarihi aynı zamanda sürülmenin-göçertmenin de tarihidir. Yüzyıllar boyu köle ticaretiyle Kara Afrika’dan Amerika’ya taşınan büyük göçertmeler hatırlardadır. İmparatorluklar arası fetih savaşlarının yol açtığı temel bir olgu da büyük sürgün ve kaçışlardır. Tarihin ilk ve en büyük zorla yerinden ve yurdundan koparma hareketleri bu dönemde görülmektedir. Nüfus yerleştirme yoluyla sömürgeleştirme bu dönemin bir olgusudur. Ve dahası, emperyalizm yerel, bölgesel ve dünyasal savaşlara yol açarak da siyasi göçü-mültecileşmeyi hem hızlandırmış ve hem de kapsamlılaştırmıştır. Bu bakımdan savaşların tarihi aynı zamanda büyük siyasi göçertmelerin ve mültecileştirmenin de tarihidir. Asya’da, Ortadoğu’da ve Afrika'da yaşanan ve süren yerel-bölgesel savaşlarla ve emperyalist müdahalelerle göç dalgalarının olağanüstü büyümesi bu gelişmenin günceldeki bir ifadesidir.
Dünyanın savaş ve çatışma noktalarına yakın yerlerinde büyük mülteci gruplarının oluşması ve bunların yüzünü emperyalist metropollere dönmesi tümüyle siyasi nedenlerle bağlıdır. Savaşın yol açtığı büyük yıkım savaş mağdurları kitlesinin oluşmasını getirmiş ve bunlar yaşamlarını kendi ülkelerinde sürdüremez hale gelmişlerdir. Bu bakımdan mültecilik insani bir sorun, bir insan hakları sorunu, siyasal bir sorundur; yerel ve bölgesel olmanın ötesinde dünyasal bir karakter kazanmıştır. Aynı zamanda, salt güncel siyasal bir sorun değil, programatik bir sorundur da.
Hem ekonomik göç ve hem de siyasi göç (mültecilik) sınıf mücadelesinin doğal bir mecrasıdır. Hangi düzlemde gelişirse gelişsin, her düzeydeki nüfus hareketliliği dünya işçi sınıfı ve ezilenlerinin, haklarından mahrum bırakılanların, kapitalist emperyalist sömürü ve savaş sisteminin büyük yıkımlara sürüklediği geniş ve çok değişik toplumsal kesimlerin, yeni bir dünya ve gelecek arayışlarının bir ifadesidir. Dünyanın yoksul ülke ve bölgelerine hapsolan milyonlar emperyalist devletlerin koyduğu sınırları fiilen zorlayarak, ulusal devlet sınırlarını aşarak, bu ülkelerdeki zenginliklerden yararlanma istek ve çabalarını dramatik bir yolla da olsa gösteriyorlar. Bu bakımdan, göç akınları yoksulların, mağdurların ve ezilenlerin tümüyle haklı ve meşru bir eylemidir. Göçmenlik ve mülteciliğin emperyalist ülkelerin en önemli sorunlarından biri haline, yapısal bir sorun haline gelmesi de bunu göstermektedir. Son dönemdeki büyük ve kapsamlı göçmen akınıyla birlikte bu ülkelerdeki yapısal bunalımlar ağırlaşmakta, yeni emperyalist ve ırkçı-faşist eğilimler göçmen düşmanlığı üzerinden gelişme olanağı bulmaktadır.
II.
Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası, tarihsel olarak farklı halklar ve kültürler mozaiği olduğu kadar, göç akınlarının da kesiştiği bir kavşaktır. Öyle ki bu coğrafya, tarihsel olarak hep bir biçimde nüfus hareketliliğine tanıklık etmiştir. Büyük imparatorluklar arasında süren savaşların yol açtığı yıkımları yaygın göç hareketliğinde de görebiliyoruz. Daha öncekileri bir yana, özellikle Osmanlı’nın son döneminde Çarlık Rusyası’yla yaşanan savaş sonucu başta Kırım Tatarlarıyla hızlanan göç dalgası, sonrasında Gürcüler ve Çerkesler başta gelmek üzere Dağıstanlılar, Çeçenler gibi Kafkas halklarıyla birlikte daha da artarak sürmüştür. Ardından buna Bulgarlar, Arnavutlar, Boşnaklar gibi Balkan halklarından yoğun göçler eklenmiştir. Bu göç hareketliliği cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Balkan ülkeleri dışında Kafkaslar’da bulunan, Müslüman olan veya Türk dil gurubuna bağlı ülkelerden de “iskanlı ve serbest göçmen” olarak nitelendirilen bir göç akını vardır. Türkmen, Uygur ve Afgan asıllı göçmenler ise özel olarak Kuzey Kürdistan’da tutulmuştur. Nüfus yerleştirme yoluyla bir tür sömürgeci yöntem izlenmiştir. Yine Suriye’den değişik tarihlerde Arap halkını kapsayan göç akını özel olarak Kırıkhan, İskenderun ve Adana’ya yönlendirilmiştir. Ve yine, modern revizyonist Sovyetler Birliği’nin ‘79 Afganistan işgali döneminde de, o bölgedeki Özbekler, Uygurlar, Kazaklar ve Kırgızlardan oluşan büyük bir göç dalgası gelişmiş ve bunlar da ağırlıklı olarak Kuzey Kürdistan’a yerleştirilmiştir. Hem Osmanlı hem de cumhuriyet dönemlerinde, özel olarak günümüzde de bu göçler demografik yapının değiştirilmesinin bir aracı haline getirilmiştir, getirilmektedir.
Kürdistan coğrafyası da sürekli bölgedeki sultanlıklar, imparatorluklar ve gerici burjuva devletler arasında savaşlara sahne olmuştur. Bu durum, süreğen göç akınlarına yol açtığı gibi, Kürdistan’ın gerek iki parçaya gerekse de dört parçaya resmen bölünmesinden sonra işgalci-sömürgeci soykırım saldırıları sonucunda parçalar arasında da sürekli göç akınları ve mültecileşme halleri yaşanmıştır. Sık sık on binlerce Kürt yerinden yurdundan göç etmek zorunda kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir.
III.
Türkiye, dünden farklı olarak bugün, AB ülkelerine geçmeyi hedefleyen göçmenler için bir geçiş güzergahı durumundadır. Bölgede düzenli ve düzensiz göç hareketliliğiyle giderek bir çekim merkezi haline gelmiştir. Irkçı çevreler bilerek Türkiye’deki göçmen/mülteci sayısını abartmaktadır. Zafer Partisi gibi ırkçı-kontra artığı partiler bu sayıyı 13 milyon olarak gösterebilmektedir. Gerçekteyse bu sayı 5,5 ya da 6 milyon civarındadır. Bunların yaklaşık 4 milyonu “geçici koruma” altındaki Suriyelilerden, geri kalanıysa esasen Afganlar, Uygurlar, Iraklılar, İranlılar ve başta Sudanlılar gelmek üzere Kuzey Afrikalılardan oluşmaktadır. Ülkelerindeki iç savaşa bağlı olarak insanların özellikle Suriye ve Afganistan’dan bu kaçışları tam bir yıkımın ifadesidir. Gerek Suriye’deki gerekse Afganistan’daki kitlesel kaçışlar daha iyi bir gelecek ya da daha rahat bir yaşam arayışının ötesinde, şeriatçı faşist barbarlıktan ya da gerici çatışmalardan kurtulma gibi daha yaşamsal bir karaktere sahiptir.
Suriyeli mülteci akınına yol açanlar başta Türkiye gelmek üzere, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi gerici bölge devletleri ve başta ABD gelmek üzere emperyalist devletler ve onların bölgedeki vurucu gücü İsrail’dir. Onlar, ayrı ayrı ve hep birlikte, Suriye iç savaşını kışkırtmanın ötesinde bizzat kendi elleriyle örgütlemiş, El Kaide-IŞİD-ÖSO gibi politik islamcı grupları ve onbinlerce çeteciyi “eğitip-donatıp” savaştırmışlardır. Bunların içinden çıkan IŞİD’e başta yol veren emperyalistler daha sonra onu düşman ilan etseler de, Türk devleti IŞİD’le tam bir işbirliği içinde olmuş ve onu her bakımdan desteklemiştir. Soykırımcı-sömürgeci faşist Türk burjuva devleti bununla da yetinmemiş, Rojava’daki, Kuzey ve Doğu Suriye’deki devrimci demokratik, halkçı, ulusal demokratik ve kadın özgürlükçü oluşumu ezmek ve Kürt halkımızın kazanımlarını yok etmek için bizzat Kuzey Suriye’yi işgal etmiş ve ilhaka yönelmiştir. Bütün bunların sonucunda yaklaşık 7 milyon Suriyeli topraklarından ayrılmış, bir bölümü ülkenin içinde başka yerlere göç ederken, 5 milyon kadarıysa ülkeyi terk etmiş, bunların yaklaşık 4 milyonu ise Türkiye’ye göç etmiştir. AKP iktidarının bu kitleye sözüm ona kucak açması, tümüyle, Suriye'ye müdahale ve iç savaşı körükleme siyasetiyle bağlıdır. Ve dahası, sınır boylarında ve Kuzey Kürdistan’ın içlerinde demografik yapıyı değiştirme gibi bir özel çaba da buna eklenmelidir. Erdoğan ve şürekasının ısrarla “Suriyelileri göndermeyeceğiz” demesi, savaş suçlusu binlerce çete liderine bizzat TC vatandaşlığı verilmesi de yine bu kirli planlarla bağlıdır. Oysa TC hukukunda “mülteci statüsü” dahi bulunmuyor. Onlara “açık kapı” siyaseti gereği olarak yalnızca “geçici koruma” verilmiştir. Sayıları milyonları bulan savaş mağduru bu mülteci kitlenin hiçbir güvencesi yoktur. Faşist şeflik rejimi kendi eliyle yarattığı bu dramı hem iç politikada ve hem de dış politikada sürekli istismar etmiştir, etmeye de devam etmektedir. Türk devleti, Suriyeli mültecileri yeri geldiğinde Suriye'ye müdahalenin, hatta sınır boylarında ve Suriye sınırları içerisinde demografik yapıyı değiştirmenin bir aracı olarak, yeri geldiğinde de bir iç savaş gücü olarak değerlendirmeyi planlamıştır. Ve dahası, faşist şef Erdoğan, Suriyeli göçmenleri ucuz işgücü kaynağına, ülkeyi ise göçmenlerin adeta hapsedildiği bir kafese çevirmeyi tam bir ikiyüzlülükle insaniyet adına pazarlayabilmektedir. Suriyeli mülteciler, sosyal yaşamın her alanına ve ülkenin dört bir yanına dağıtılarak, köle işgücüne yakın bir statüde (çoğu kayıtdışıdır) çok ağır koşullarda Türk burjuvazisine artıdeğer üretmektedir. Gerçekte faşist şeflik rejiminin ve sermayenin bu savaş mağduru milyonları sahiplenme gibi bir derdi yoktur.
Diğer yandan, Suriyeli mülteciler için yapılan devlet harcamaları da aşırı abartılmaktadır. Türk devletinin harcamaları gerçekte son derece sınırlıdır. Kamplarda barınan mülteci sayısı azdır, bu da aşırı abartılmaktadır. Onlar da son derece elverişsiz koşullarda yaşamaktadır. Türkiye ve AB arasında Suriyeli mülteciler için oluşturulan (18 Mart 2016 tarihli) “yardım mutabakatı” kapsamında Suriyeli mültecilere aktarılması için ayrılan ve yılda ortalama 5 milyar euroyu bulan fonlar “iç” edilip büyük ölçüde amaç dışı kullanılmakta, yani mültecilere verilmemektedir.
Suriyelilerden sonra yakın dönemde Afganistan’dan da yeni bir göç dalgasının ortaya çıkması ırkçı çevreleri daha fazla harekete geçirmiş durumda. Faşist saray iktidarı sözde mazlumdan yanaymış gibi sahte rollere soyunurken, Zafer Partisi gibi kontra örgütlenmeleri başta gelmek üzere tüm burjuva muhalefet partileri neredeyse koro halinde mülteci karşıtlığına oynuyor ve Türkiye’nin giderek daha da ağırlaşan ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlarını istismar ederek, mülteci karşıtlığı üzerinden sahte güvenlik sorunu ve düşman yaratma söylemleriyle ırkçılığı ve şovenizmi körükledikçe körüklüyorlar. Bunu Kürt düşmanlığıyla birlikte sürdürmekten de geri durmuyorlar. “Sessiz işgale dur de. Ülkemizde mülteci istemiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti mülteci kampı değildir” sözleriyle “işgal”cilere, yani savaş mağduru mültecilere karşı “yeni bir ulusal kurtuluş savaşı”ndan bile dem vurabiliyorlar. Açıkça görülüyor ki, Türkiye'de Kürt düşmanlığının yanı sıra, yeni ve köklü bir ikinci dalga ırkçılık Suriyelilere düşmanlık zemininde hayat bulmaktadır.
IV.
Türkiye’de milliyetçilik, ırkçılık ve şovenizm asıl olarak Kürt düşmanlığı temellidir. Ve Kürt düşmanlığı tarihsel olduğu kadar yapısaldır. Bu temelin korunarak ve hatta hiçbir yumuşama olmaksızın sürdürüldüğü de çok açıktır. Irkçı-faşist kesimlerin buradan daha fazla ilerleme olanaklarının sınırlandığıysa bir gerçek. Ermeni-Rum düşmanlığı üzerinden de artık yol alabilme durumları yoktur. Yeni bir düşman olarak Suriyeli mültecileri hedefe koyuyorlar. Böylece buradan ırkçılık ve şovenizm için yeni bir gelişme alanı bulabildiler.
Göçmen ya da mülteci karşıtlığı üzerinden siyaset emperyalist küreselleşme sürecinin genel bir olgusudur. Benzer bir durumun, başta emperyalist merkezler olmak üzere yerkürenin birçok merkezinde görülmesi bir tesadüf değildir. Göçmenlere karşı daha sert önlemlerin alınması ve göçmen yasalarında göçmenler aleyhine köklü değişikliklere gidilmesi konusunda tüm emperyalist merkezlerin anlaşması bu gelişmenin bir ifadesidir. Neonazi ve ırkçı akımlar başta olmak üzere hemen tüm gerici siyasal güç odakları bu kaynaktan beslenebilmektedir. ABD’de Trump’ın, Fransa’da Marine Le Pen’in, Hollanda’da Geert Wilders’in, Avusturya’da Heinz Christian Strache’nin, Almanya, Macaristan, Ukrayna ve bir dizi Batı, Doğu ve Güney Avrupa ülkesinde pek çok faşist ve neonazi politikacı ve gücün yükselmesinde de göçmen ve mülteci düşmanlığının özel bir yeri vardır. Özellikle başta Almanya gelmek üzere Batı Avrupa ülkelerinde sayıları on milyonlara ulaşan göçmenlerin iç siyaseti etkilemede ciddi bir rol oynadıkları ve önümüzdeki yıllarda bu rolün daha da artacağı gerçeği de unutulmamalıdır.
Türkiye’de de Zafer Partisi başa gelmek üzere milliyetçi ve ırkçı-faşist çevrelerin bu denli kükremelerinde, kendilerine yeni bir gelişme olanağı bulmalarının, göçmen düşmanlığına oynamalarının rolü çok açıktır. Zira Avrupa’da ve bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaşanan ve artarak süren göç dalgaları, ekonomik durumları hızlanan bir şekilde gerilemekte veya düşmekte olan yerli geniş kitlelerde, sanki bu durumun sorumlusu göçmenlermiş gibi bir algının oluşmasına yol açabilmektedir.
Son genel seçim sürecinde, ırkçı-faşist odaklar, kemalistler ve diğer milliyetçi kesimler adeta koro halinde özellikle Suriyeli mültecileri istismar edip hedef şaşırtarak, yerli halkı göçmenlere karşı kışkırtarak, gerici kutuplaşmalar yaratmaya çalışarak, özel bir kampanya yürüttüler. Artık bu coğrafyada mülteci düşmanlığı da temel bir söylem haline gelmiştir/getirilmiştir. Bu konuda kamuoyunda nasıl bir tedirginlik havası yaratıldığı seçim sürecinde bolca görüldü. Özellikle Suriyeliler neredeyse tüm kötülüklerin sorumlusu olarak ilan edildi. Başta Ankara Altındağ gelmek üzere ülkenin değişik yerlerinde linç güruhlarının saldırıları oldu. Önümüzdeki dönemde bu saldırıların artması beklenmelidir.
V.
Hangi boyutta olursa olsun göç ve özel olarak da mültecilik sorunu siyasal bir sorunudur. Onu besleyen ve milyonlarca insanın yerini yurdunu terk ederek başka diyarları mesken tutmasının sorumlusu kapitalist emperyalist sömürü ve savaş sistemidir. Bu sorunun tabii ki doğru yönetilmesi gerekir. Büyük dramlar yaşamış bu insanların yeni acılara maruz kalmasına asla göz yumulamaz, sessiz kalınamaz. Emperyalist yağma, işgal ve savaş mağduru bu büyük mülteci kitlenin kendi başına bırakılması asla kabul edilemez.
Yerli halkın ekonomik durumunun kötüleşmesinin ya da yaşanabilecek kimi güvenlik sorunlarının sorumlusu mülteciler-göçmenler olmadığı gibi, faturanın bunlara çıkarılması da hedef şaşırtmaktır ve bu sınıf bilincini dumura uğratmaya yönelik bir kirli savaş taktiğidir, ırkçı ve faşist kitle tabanını genişletme amaçlı psikolojik savaşın bir boyutudur.
Öyleyse;
a) Mülteci karşıtı bütün söylemler, ırkçı davranışlar yasaklanmalı, suç sayılmalıdır.
b) Bizzat devlet eliyle örgütlenen ve büyük bir rant kapısına dönüşen mülteci kaçakçılığı deşifre edilmeli ve bu işin elebaşları yargılanmalıdır.
c) AB devletleri mülteciler için dolaşım ve yerleşim özgürlüğünü kabul etmelidir.
d) Mültecilere sağlıklı barınma olanakları başta gelmek üzere dil, eğitim, sağlık gibi sosyal haklar sağlanmalı, AB fonları aleni kullanılmalıdır.
e) Mültecilerin toplumdan yalıtılmasına, iç ve dış politikada bir pazarlık konusu haline getirilmesine son verilmelidir.
f) Mülteci işçilerin yerli işçilerle aynı haklara sahip oldukları ilan edilmeli ve bu yasal bir güvenceye kavuşturulmalı, mültecileri kayıtdışı çalıştıran patronlar ağır cezalara çarptırılmalıdır.
g) Türkiye’nin bölgedeki işgali son bulmadan ve Suriye’deki savaş koşulları ortadan kalkmadan mültecilerin ülkelerine gönderilmeleri engellenmeli ve dönüşlerde gönüllülük esas olmalıdır.
h) ÖSO, IŞİD, El Kaide gibi çete mensupları diğer mültecilerden ayrıştırılmalı, halklara karşı savaş suçu işleyenler yargılanmalı ve bunlara verilen TC vatandaşlığı iptal edilmelidir.
i) Rojava ve Kuzey Suriye’deki Türk devlet işgalini meşrulaştıracak ya da savaş suçlusu ÖSO, IŞİD ve diğer politik islamcı güçlerin konumunu güçlendirecek tarzda mülteci iadesi suç sayılmalıdır.
j) Türk burjuva devletinin Rojava’da işgal ettiği bölgelerde yurdundan edilen Kürt nüfusun yerine göçmen Arapların yerleştirilmesi yoluyla demografinin değiştirilmesi ve nüfus kolonizasyonuna dönük sömürgeciliğe derhal son verilmelidir.