Bu yazıda, komünist öncünün cins çelişkisine dair programatik yaklaşımlarının strateji bakımından sonuçları tartışılacak. İttifaklar sorununu, değişik sınıflardan ve değişik politik akımlardan kadınlar arası ittifaklar boyutuyla değil, ikili toplumsal cinsiyet sisteminin içinde ve dışında, cinsler arası ittifaklar boyutuyla ele alacağız. Ayrıca ittifak tartışmamız, mevcut politik kuvvetlere değil, toplumsal kuvvetlere, esas olarak da cins ve sınıf çelişkileri içerisindeki kuvvet ilişkilerine odaklanacak. Kadınlar arası güncel ittifaklar sorunu, Marksist Teori’nin “erkeklikle toplumsal yüzleşme” hedefli dosya amacına uygun olarak, konumuz gerektirmedikçe yazı kapsamı dışındadır.
İttifaklar sorunu stratejinin sorunudur. Bu, kadın kurtuluş stratejisi bakımından da böyledir, başka herhangi bir askeri veya politik savaş stratejisi bakımından da böyledir. O yüzden ittifak tartışmamız, her şeyden önce, strateji ve taktikler tartışmasıdır. Konuyu kadın kurtuluş mücadelesi veya daha genelde cinsel çelişkinin çözümü sorununa özelleştirmeden önce, stratejiyle ilgili bazı temel bilgileri yeniden hatırlayalım.
1) Stratejinin temel sorunu yedek kuvvetler sorunudur. Başka bir deyişle, strateji esas olarak ittifaklarla uğraşır.
2) Strateji programla bağlıdır. İttifaklar kendi başına amaç değildir. Hangi hedef için güç topluyorsunuz? Bu hedefe varmak için gerekli vuruş gücü hangi büyüklükte, hangi nicelikte, hangi nitelikte olmalı? Bu nedenle, bilincinde olsun veya olmasın, her bir politik özne kendi amaçları doğrultusunda ittifaklara yönelecektir.
3) Taktikler stratejiye hizmet edecek şekilde oluşturulur. Taktik ittifaklar bütün savaşın değil, somut bir muharebenin başarısına odaklanır. Bu nedenle taktik ittifaklar stratejik ittifaklarla aynı biçimde oluşturulmaz. Ancak taktik muharebelerin toplamda stratejiye hizmet etmesi gerekir.
Strateji Ve Programın Bağı
Komünist kadın hareketi, ataerki ile sermaye arasındaki tarihsel ittifaka karşı, kadın cinsi ile proletarya arasında tarihsel ittifakın evrensel zorunluluğunu öngörür ve bunu kadın devriminin gerçekleşmesinin ön koşulları arasında kabul eder.
Komünist kadın hareketinin stratejisi ve ittifak anlayışı programı ile bağlıdır. Kadın özgürlük mücadelesinin düzeniçi muhalefet yoluyla düzenden reformlar koparmakla yetinemeyeceğinden hareket eder. Bu nedenle, düzenin yıkımına dayalı bir strateji oluşturur ve ittifak kuvvetlerini buna göre belirler.
Yedekler sorunu programa, programın ufkuna dayalıdır, çünkü harekete geçirmeniz gereken kuvvet hedefinize uygun olmalıdır. Ne için kuvvet genişleteceğiz? Ne için vuruş gücü biriktiriyoruz? Bu vuruş gücü hangi büyüklükte olmalı? Ve hangi kuvvetler, hangi yoldan bu amaç için bir araya getirilebilir? Örneğin, özel mülkiyet düzenine saldırmadan bazı dönüşümler için mücadele eden, ataerkil düzenin bir iç gücü, bir iç dinamiği olma pozisyonundaysanız, taleplerini yükselttiğiniz kesimin hareketi size yetebilir.
Proletarya ile kadın cinsi ilişkisini bizzat cins çelişkisinin çözümü için zorunlu bir ittifak olarak ele almak, emekçi soldan “kadın erkek el ele” çizgisindeki geleneksel erkek egemen anlayışların da, kadın hareketinin bağımsızlığı çizgisinde duran feminist reformist akımların da tepkisine neden oluyor. Birincisi cins çelişkisinin çözümünde programsızlığa, ikincisi ise reformlar programına sahip iki çizgi bakımından da, böyle bir ittifak ya sınıfı ya da kadın cinsini bölücü olmakla suçlanıyor.
Oysa strateji ve ittifaklar sorunu ile program arasındaki bağ her bir programatik çizgi açısından ittifak sorununun haliyle farklı ele alınmasını getiriyor. Ve mutlaka bilinçli tercihlerin ürünü de olmuyor.
Erkek Egemen Devrim Programları Ve İttifak Sorunu
Cins çelişkisinin çözümünü devrime ve sosyalizme ertelemekle kalmayıp, kabaca cinslerin hak eşitliğine dayalı devrimci iktidarın bütün diğer sorunlarla birlikte bu sorunu da çözeceği yaklaşımına sahip geleneksel emekçi sol çizgi (ki uluslararası komünist hareketin bugüne kadarki mirası da bu yöndedir) erkek egemen nitelikli olmaktan kaçınamaz.
Bu çizgi, programatik olarak, özel mülkiyetin tasfiyesinin koşullarını oluşturan bir devrimle cins çelişkisinin çözüm yolunun açılacağını öngörür. Ancak, bu çözümün nasıl somutlaşacağına dair değişik yetersizlikleri bir yana, cinsler arası egemenlik ilişkisinin siyasal örgütlenmesini kaba eşitlikçi bir tarzda ele alır. Bu koşullarda özel mülkiyetin tasfiyesi mücadelesinin nasıl kararlıca sürdürebileceği ve cins sorunu bakımından da diğer açılardan tüm sonuçlarına vardırılacağı sorunu, teorinin olduğu kadar, geçmiş devrim deneyimlerinin de önümüze koyduğu bir sorundur.
Programda cins çelişkisinin çözümü yönünde atılacak adımların en iyi ihtimalle sınırlı bir yer tuttuğu; eşitlik anlayışının en nihayetinde “eşit haklar” temeline dayanmasıyla, burjuva eşitlik anlayışından köklü bir kopuşa dayanmayan ve ona köklü bir devrimci eleştiri getirmeyen; cinsiyetçi aile yapısına kapsamlı müdahaleler içermeyen; kadın emeğinin örgütlenmesine dair esaslı ekonomik uygulamalar öngören, ancak bunların uygulanması için gerekli siyasal mekanizmalara, ideolojik ve siyasal yasa ve tedbirlere dair bir yaklaşım içermeyen; LGBTİ+ konusunu ise tümden kapsama alanı dışında tutan bu programlar, ittifak ilişkilerini de bu yaklaşıma uygun olarak ele alır.
Bu programlar, niyetlerinden bağımsız olarak, erkek egemen niteliktedirler. Çünkü kadının özellikle de siyasal iktidardaki payını tanımlamayan, kaba eşitlikçi nitelikteki her yaklaşım, sonuç olarak mevcut egemenlik ilişkilerinin sürmesine açılır. Özel mülkiyetin ataerkinin sürmesindeki rolü kabul edilirken, ataerkinin özel mülkiyetin sürmesindeki rolü görmezden gelinir. Ataerkinin tasfiyesi için mücadelede kadın cinsin konumunun, ona özel mülkiyetin tasfiyesi için mücadelede de özel bir nitelik kazandırması gerçeği, sadece erkek egemen zihniyete değil, erkek egemen ayrıcalıkların sürdürülmesi refleksine de dayalı bir genellemecilikle görmezden gelinir.
Bu programların bir kısmı, ekonomik bakımdan, başkaca şeylerin yanı sıra, ev emeğinin toplumsallaşması ve eşit işe eşit ücret gibi son derece esaslı, toplumsal altüst oluşun maddi dayanaklarını kurmada bugünkü düzeniçi mücadelelerle elde edilebilecek en ileri kazanımlardan daha ileri tedbirler içerse de, erkekle kadın arasındaki siyasal egemenlik ilişkisi devrimci biçimde düzenlenmedikçe, erkeğin siyasal egemenlik alanı daraltılmadıkça ve bu siyasal ilişki kolektif cins temelinde değil bireysel temelde ve kaba eşitlikçiliğe dayalı düzenlendikçe, siyasal iktidar erkek egemen niteliğini korur ve bu ekonomik önlemlerin nasıl ve ne tutarlılıkta uygulanacağı sorunu ortada kalır. Başka bir deyişle, kadın cinsi ile proletarya arasında, içeriği, hukuki kapsamı ve biçimi saptanmış bir ittifak ilişkisi kurulmaz; toplumsal bir kuvvet olarak kadın cins, bireyler olarak proletarya içinde erir; kadın cinsi kendi iktidar olanaklarından, proletarya da mevcut egemenlik ilişkisi kapsamında şekillenerek erkek egemenliğiyle sakatlanmış durumundan kurtulma olanağından yoksun kalır. İki toplumsal kuvvet de devrimci potansiyelini sınırlarına vardıramaz.
Bu programatik yaklaşımların cins sorunundaki ittifak politikasının güncel görünümü bakımından iki temel özellik vurgulanmalı.
Biri, bütünde kadın özgürlük hareketiyle ilişkidir. Buna göre, kadın özgürlük mücadelesi “demokratik kadın hareketi”dir. Sınıf hareketinin ve devrimin “yedek kuvvetidir”. Bir toplumsal kuvvet olarak kadın cinsinin özel mülkiyetle ilişkisi hesaba katılmaz.
Elbette, komünist kadın hareketinin de, genel olarak komünist hareketin de “yedekleme” göreviyle karşı karşıya olduğu bir demokratik kadın hareketi vardır. Ancak cins sorunu “demokratik” bir sorundan ibaret olmadığı gibi, kadın hareketi de demokratik hak eşitsizliğine dayalı bir sorununun çözümünden doğan bir harekete indirgenemez. Dahası, böyle bir yaklaşım, ABD’den Avustralya’ya dek burjuva demokrasilerinde, hatta bazıları kabaca kadın ve erkelerin kağıt üzerindeki hak eşitliği bakımından tıngır mıngır ilerleyerek yüz yıl gecikmeli de olsa Ekim Devrimi’nin ilerisine geçmiş İskandinav ülkeleri gibi kimi ülkelerde cins özgürlük hareketinin varlığını açıklamaz. Hele ki, kadın özgürlük hareketinin kendi içerisindeki sınıfsal tabakalaşmayı ve buna dayalı iç mücadeleyi hiç açıklayamaz. Zira kadın özgürlük hareketi bir “demokratik kadın hareketi” olmaktan ibaret olsa, bu sınıfsal farklılaşmaların hareketin kendi içinde bu çapta talep farklılaşmalarını, bu çapta iç mücadeleleri üretmemesi gerekir.
Kadın özgürlük hareketinin “demokratik kadın hareketine” indirgenmesi, cins sorununun büyük devrimci potansiyelini, ne devrim için mücadele koşullarında, ne de devrimci iktidar koşullarında hesaba katamaz. Bu görüş açısına dayalı bir devrimci iktidar, devrimin sonuçlarını özel mülkiyetin yıkımı için tutarlı, kararlı ve kesintisiz bir mücadeleye doğru ilerletemez. Ataerki, ona dayalı aile ve toplum düzeni, bizzat devrim koşullarında, özel mülkiyetli toplumun sürdürülmesinin, hatta devrimci iktidarın kendi yıkımının en önemli dayanaklarından biri haline gelir.
İkincisi, komünist kadın hareketiyle (veya verili politik öznenin programına göre, sosyalist kadın hareketi, devrimci kadın hareketi, proleter kadın hareketi ile) ilişkidir. Bu da “kadın erkek el ele” sloganında somutlaşır. Kadınlar, birey olarak sınıfın parçasıdır ve birey olarak partide örgütlenir. Kadınları partide örgütlemek için, en fazlasından, özgün taleplerini ve özel psikolojilerini hesaba katan örgütlenme araçları gerekir, ancak partide örgütlenmekle hak eşitliği gerçekleşeceğinden, kadınlar partide cins olarak değil bireyler olarak var olurlar. Eğer bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç varsa, bu “diğer kadınları” örgütlemek için gereklidir. Bu işi en iyi kadınlar yapacağına göre, bu örgütlenmenin partili kadınlarca yürütülmesi gerekir. Bunun sonucu olarak, bu saflarda örgütlenen kadınların kendi aralarındaki ilişki de, örgütsel ve programatik birlik değil, en ileri haliyle “dayanışma” düzlemindedir. Programatik amaçlarda ortaklaşma ve kolektif cins konumlanışı değil, sorunlarda ortaklaşma ve bireysel konumlanış esaslıdır.
Böylece, kadınların özgürlük mücadelesi “demokratik” niteliktedir ve buna göre ilişkilenilir, parti “demokratik hakları” tanıdığına göre, demokrasi mücadelesi ve cins örgütlenmesi de partide son bulur. Bundan öteye uzanan bir cins mücadelesi yoktur.
Aynısı siyasal iktidarın düzenlenişinde de geçerlidir. Cins sorunun çözümü devrim ve sosyalizmdedir, “demokratik” sorun “demokrasinin” gerçekleşmesiyle son bulur. Bundan sonrası, demokrasi yoksunluğunda toplumda oluşmuş geriliklerin tasfiyesinden ve ekonominin bu gerilikleri tasfiye edecek şekilde düzenlenmesinden ibarettir. Ancak siyasal egemenlik sorunu, devrim kendi sınırlarına varıncaya dek, çözülmüştür.
Erkekle kadın arasında, özel mülkiyetin varlığına dayalı, kadın cinsin özel mülkiyetin mutlak tasfiyesinden daha büyük çıkarı olan bir toplumsal kuvvet olarak daha tutarlı bir devrimci pozisyonda olacağı zorunlu mücadeleyi, siyasal egemenlik sorununun dışında tutar. Bu sadece siyasal egemenliğin erkek egemen biçimde, nesnel olarak erkek lehine düzenlenmesini üretir.
Sorun şu ki, ataerki sermaye ile çelişkili birliğini sürdürse de, ataerki sermayeye eşit değildir; ataerkiyle mücadele, sadece burjuvaziyle değil, bütün sınıflardan erkek cinsinin egemenliğiyle mücadeleyi gerektirir. Ve tarihte özel mülkiyetin ortaya çıkardığı ilk toplumsal işbölümü olarak erkeğin egemenliği ve kadının köleleşmesine dayalı cinsiyetçi toplumun ortadan kaldırılışı, basitçe demokrasi ve basitçe hak eşitliği sorunu değildir. Bu, burjuvazinin iddiasıdır ve devrimci bir programın, bu sorunu “burjuvazinin tamamlamadığı demokratik görevlerden biri” olarak devralması değil, onun ilerisine geçmesi gerekir.
Feminizm Ve Antikapitalizm İlişkisi, Reformlar Çizgisi Ve İttifak Sorunu
Feminist hareketin sosyalist kadın hareketine, artık bir kısmı bir ezberin ifrada varan tekrarı olan, neredeyse “feminizm sınıfı önemsemediği için yanlıştır” genellemesi kadar kabak tadı vermiş indirgemeci ve genellemeci eleştirilerine göre, komünistler feminist hareketi reformist görüyor, çünkü onu erkek egemenliğine karşı tutumu üzerinden değil, kapitalizme karşı tutumu üzerinden ölçüyor ve kapitalizme karşı mücadelede rüştünü ispatlamadıkça devrimcilik atfetmekten kaçınıyor. Buna göre, devrimci tanımının kapitalizme karşı mücadeleye bağlanması yanlış ve kadın hareketinin rüştünü ispatlaması için bir tür antikapitalizm sınavına tabi tutulması kadın talepleri ve mücadelesinin kendi başına tanınmaması olarak görülmeli.
Feminizmin, ya da daha doğru bir ifadeyle, feminizmin ideolojik veya politik-pratik önderliğini yaptığı kadın mücadelelerinin, antikapitalist mücadeleler olmadıkça devrimci olamayacağı doğrudur ve bu gerçeği karikatürize etmeniz, gerçeği ortadan kaldırmaz. Her ne kadar, kapitalist düzende bütün mücadelelerin tutarlılığı antikapitalizm zemininde sınanmaya hayatın gerçekliği tarafından sürekli çağrılsa ve bu zeminde duramayan tüm kuvvetlerin düzeniçine doğru emilmesi bütün mücadeleler tarihinde defalarca gerçekliği ölçülebilecek bir veri olsa da, soyut, salt teorik olarak, böyle bir önsel kabulün, bir indirgemenin yanlış olduğu kabul edilebilir. Bir de buna hayat izin verseydi! Bu yaklaşım, ister geçmiş deneyimlerde, ister mevcut mücadeleler somutunda yeniden ve yeniden sınanabilir, düz bir genellemeyle değilse de, son tahlilde doğru olduğu her örnekte yeniden ortaya çıkacaktır.
Belirli bir ülkede, tarihte, belirli toplumsal koşullar altında, antikapitalist niteliği olmayan veya son derece zayıf olan ulusal, cinsel vb. çelişkiler üzerinden yükselen mücadeleler de pekala devrimci olabilir. Cinsel çelişki için bunun alanı son derece dardır, ama teorik olarak mümkündür. Fakat bu her zaman geçici ve talidir.
Kapitalizme karşı mücadelede “rüştünü ispatlama” zorunluluğu, cins çelişkisi ve sınıf çelişkisinin basitçe kıyaslanmasından, ikincisinin birincisine üstünlüğünü, bir tercih, bir öznel “önemseme” tutumu nedeniyle kabul etmekten ileri gelmez; ekonomik-toplumsal yapının ve bu yapı üzerinde ataerki başta gelmek üzere egemenlik araçlarının oluşma biçiminin zorunlu bir maddi sonucu, başka bir deyişle, cins çelişkisinin kendi maddi zemininden doğan bir kaçınılmazlıktır.
Mesele, sınıfsal çelişkinin çözümüne katkı sunmaya “gönüllü” olup olmamakla, kendisini sınıfsal çelişkinin çözümünde ortaya koyup koymamakla ilgili değildir, bizzat cins çelişkisinin devrimci bir yoldan çözümüne “gönüllü” olup olmamakla ilgilidir. Cins çelişkisinden kaynaklı tek tek sorunların, parça parça ataerkil düzenin sınırlanması, dönüştürülmesi ve törpülenmesini içeren reformist çözümünü değil, cins çelişkisinin devrimci çözümünü kapsayan düzlem ile antikapitalizmi, tercihlerden önce, nesnellik, maddi koşullar buluşturur.
Ataerkil sömürü, aslında pek çok feminist akımın da kabul ettiği gibi, son tahlilde özel mülkiyetçi sisteme dayanıyor. Devrimcilik ölçüsü, özel mülkiyete dayalı toplumsal düzeni, aynı anlamda patriyarkayı yıkma hedefine mi, onu dizginleme, törpüleme, sınırlandırma vb. hedeflere bağlı mı mücadele yürüttüğünüzle ilgili. Esas “indirgemecilik”, reformizm-devrim tartışmasındaki özel mülkiyeti yıkma sorununu kapitalizmi yıkmaya “indirgeyerek” ele almak, bunu yaparak sorunun esasından uzaklaşmaktır.
Kaldı ki, antikapitalizm sorunu da basitçe sınıf sorununa indirgenemez. Sermayenin şu veya bu saldırısına karşı mücadele, antikapitalist mücadele ile bir ve aynı mıdır? Hayır, hiç de değil. Herhangi bir ücret zammı mücadelesi mutlaka öznel olarak antikapitalist bir mücadele midir? Hayır, değildir. İşçilerin, sınıfın bütün ekonomik ve demokratik hak mücadeleleri sermayedarlara karşı yürütüldüğüne göre, aynı zamanda antikapitalist midir? Devrimci midir? Düzen dışı mıdır? Değildir.
Komünistler feminizmi her şeyden önce düzeniçi bir politik akım olmakla, reformizmle eleştiriyor, evet. Bunu basitçe, cinsel çelişkiyi tali, sınıfsal çelişkiyi asli görmekle bağlarsanız, durumu karikatürize etmekten öteye geçemezsiniz. Komünistler, ekonomizm ve sendikalizmi de reformist görüyorlar. Oysa bunlardan daha “sınıfçı” bir tutum yok!
Peki, sendikal reformizle feminist reformizm hangi nedenle farklı muamele görsün? Aksine, sendikal reformizmi ciddi bir sorun olarak ele alıp cins eksenli reformizmi tali görmek, cinsel çelişki etrafında gelişecek mücadeleleri tali bir pozisyona itmek anlamına gelmez mi?
İşçiler pekala bir veya birkaç fabrikada örneğin ücret zammı, örneğin sendikal hakların elde edilmesi, örneğin çalışma koşullarının işçi sağlığının bütün gereklerine uygun biçimde düzenlenmesi için mücadele edebilirler ve bu mücadeleyi kazanabilirler. Sendikal olmayı bırakalım, sendikalist bir mücadele yoluyla dahi hiçbir kazanım sağlanamaz diye bir iddiamız yok. Aksine, bunun mümkün olduğunu savunuyoruz. Bu türden parçalı mücadelelerde yer alıyoruz.
Tıpkı, işçi sınıfı hareketinin, salt işçi hareketi olarak, devrimci rolünü oynayamayacağı, işçi sınıfına indirgenmiş sınıf hareketinin kaçınılmaz olarak reformist olacağı gibi, salt-kadın hareketinin de salt işçi hareketi kadar reformist olduğunu defaatle söyledik. Feminizm ve sendikalizm pek çok bakımdan benzerlik taşır. Bir yönüyle, bağımsız, salt-kadın hareketi olarak feminizm, kadın cinsinin bir tür sendikalizmidir. Sendikalizm ve ekonomizmin cins eksenli versiyonudur.
Örneğin, beden politikalarına ya da kadına yönelik şiddete doğru daralmış, başka toplumsal mücadelelerle ve cins çelişkisinin başkaca sonuçlarıyla etkin bir ilişki kurmayan, bu sorunlarda da toplumun mümkün olduğunca en geniş kesimini saflaştıracak bir yol aramak yerine kadınların kendi başına muhalefetiyle yetinen bir çizginin ücret mücadelelerine daralmış bir işçi hareketiyle benzerliği çarpıcıdır. Ancak sorunun doğası öyledir ki, işçi üzerindeki sömürünün gerçekleşme biçimi hiç değilse fabrika-atölye düzleminde olduğundan, sendikal reformizm işçiyi hiç değilse daha geniş bir “toplumsal” bileşime daraltırken, ataerkil sömürü evsel zeminde (ve sadece evi ve ev köleliğini değil, sevgili, aile, erkekle bire bir ilişkinin tüm alanlarını kast ediyoruz) gerçekleştiğinden, cins sorununda darlaşma, bireyselliğe ve tecride daha da geniş bir alan bırakır.
Aile ve toplum düzenini değiştirme mücadelesi siyasal iktidarın yıkılması mücadelesinden çok daha çaplı ve büyük bir toplumsal altüst oluşa denk düştüğü halde, bu konudaki mücadeleler kendi başına devrimci olamaz. Sadece durduğu zemin, talepte keskinlik nedeniyle devrimci olamaz. Mücadele araç ve biçimlerinin sertliği nedeniyle de devrimci olmaz.
Ne kadar güçlü fiili meşru direnişler gerçekleştirirseniz gerçekleştirin, entelektüel düzlemde ne kadar keskin tanımlar yaparsanız yapın, ataerkinin esas dayanaklarını, burjuva ataerkil siyasal iktidarı, ataerkil yasaları yapan devleti, onları uygulayan kurumları, mahkemeleri ve yargı aygıtlarını, asker, polis ve diğer zor aygıtlarını paramparça etmedikçe, büyük mülkiyete, evsel köleliğin de ücret köleliğinin de ekonomik can damarlarına saldırmadıkça, eğitimden kültüre bütün ideolojinin üretildiği ekonomik mekanizmaları ele geçirmedikçe, ataerkinin ortadan kalkışı yönünde köklü adımlar atmaya bile başlayamazsınız. Bu mekanizmaların “feminizasyonu” mümkün değildir; onu yıkacak kadar kuvvetli mücadele araçlarına ve örgütlenmesine sahip değilseniz, onun “feminizasyonunu” sağlayacak kuvvete de sahip değilsinizdir. Talepleriniz ya baskı ve zor yoluyla ezilecek ya da aynı mekanizmanın çarkları içinde ambalajlanacak, şişelenecek, paketlenecek ve metalaştırılarak aynı düzenin hizmetine koşulacaktır. Cins çelişkisinin üzerindeki toplumsal uzlaştırıcı örtüler giderek daha fazla ortadan kalkacak, cins çelişkisi giderek daha fazla sınıfsal bir nitelik kazanacak, giderek daha fazla yoksulların sorunu haline gelecektir.
Kısacası, kadın kurtuluşu ya da daha geniş anlamda cinsel kurtuluş, cinsiyetçi toplumun tasfiyesi için mücadele, özel mülkiyetin tasfiyesine ya dayalıdır ya değildir. Dayalıysa, onu ayakta tutan siyasal kuvvetleri, siyasal sistemi, haliyle aynı zamanda sermaye egemenliğini yıkmayı hedefler. Onun yıkımı için, onun dayanağı olan ekonomik ve siyasi araçların dağıtılması ve yerine başka bir toplumsal düzen kurulması için mücadele edersiniz ya da bu sistemin temel dayanakları yerinde kalmak üzere, onun kendi içinde kısmi dönüşümü için mücadele edersiniz. Reformizm ve devrimcilik tartışmamızın konusu budur.
Kadın hareketi, sadece ve sadece kendi kurtuluşu için, ama patriyarkanın reformlar yoluyla yavaş yavaş ve kısmen dönüştürülmesi hedefiyle değil, yıkımı için, kısacası, sadece kendi devrimci kurtuluşu için mücadele etmeyi hedeflese de, kapitalizmle karşı karşıya gelir, çünkü nesnel olarak özel mülkiyetçi, ataerkil düzenin mevcut biçimi kapitalizmdir.
Tam da böyle olduğu için, feministlerin önemli bir kısmı, antikapitalist zeminde durduğu ya da antikapitalist mücadelelerde yer aldığı halde, yine de reformisttir, çünkü onların antikapitalist mücadelesi de devrimci temelde değil, düzeni sınırlama ve törpüleme biçimindedir.
Kısacası feminizm, “konusu farklı” diye reformist olmuş olmuyor. Bu konudaki mücadelesinin nasıl bir toplumsal altüst oluşu hedeflediğine bağlı olarak reformist olmuş oluyor. Devrimci, komünist bir kadın kurtuluş çizgisinin, basitçe “antikapitalizme indirgeme” genellemesiyle yargılanması, buradan yola çıkarak komünist kadın hareketinin bir tür “cins işbirlikçiliği” atfedilerek mahkum edilmesi de demagojik bir nitelik taşıyor.
Emekçi sınıflardan kadınlar cinsel kurtuluş mücadelesinin konusu olan taleplerinin tek tek metalaşmasını, sonra da üretimlerinin en yoksulların bile satın alacağı kadar toplumsallaşıp ürünlerin ucuzlamasını bekleyemez. Bunların en üst sınıflardan kadınlara ulaşması bir yıl alıyorsa, en alt sınıf ve tabakalardan kadınlara ulaşması yüz yıl alır, o da eğer ulaşacaksa. Bunu çok somut tarihsel verilerle de denetleyebilirsiniz. Kreş hakkının (veya bir kadın bakıcının emeğini evde sömürme hakkının) Avrupalı orta sınıf bir kadına ulaşım hızıyla, Hindistanlı bir işçi kadına ulaşımı arasındaki fark (ki hala gerçekleşmediğine göre daha kaç yıl alacağını bilmediğimiz bu rakamı, kreş hakkı talebinin yükseltilmesinden bu yana geçmiş yüz yıla bakarak hesaplasanız dahi tablo açıktır) ortadadır, bunu kürtaj hakkının yasal olduğu ve olmadığı her yerde metalaşmasından eğitimde eşitliğe kadar her alana genişletebilirsiniz ve eşit işe eşit ücret sorununa henüz dokunabilmiş bile olmazsınız, çünkü bu sonuncusu hiçbir yerde hiçbir düzeyde sağlanmış değildir. Aynısı, “zihniyet değişimi”nin bütün alanları için geçerlidir. Büyük çaplı eğitim ve kültür üretimini kadın cinsinin kolektif denetimine geçirmediğiniz sürece köklü, toplumsal olarak anlamlı çapta bir zihniyet değişikliğini gerçekleştiremezsiniz. Ve aynı zamanda, bu değişimi, bu değişime en fazla muhtaç olan yoksul ve emekçi kadın kitlelerine ulaşacak kadar genişçe biçimde örgütleyemezsiniz. Sıra en son yoksullara ve emekçilere, ırksal ve ulusal baskı altındaki kadınlara gelecektir, ki gelemez. Sermaye düzeninin doğası itibariyle, bu yoldan bir toplumsallaşma, hızından ayrı olarak, asla bütün talepleri kapsayacak kadar ve bütün kadınlara ulaşacak kadar gelişemez.
Bu çelişki orta sınıf yaklaşımlarca feminizmin “iç rengi” olarak görülebilir, görülmüştür de, ama böyle değildir. Emekçi sınıflardan ve ezilen halklardan kadınlar, tek tek reformların kendilerine kadar ulaşmasını bekleyemez. Bu, ara dönemi, başının üzerinde bir çatıyla, görece taşınabilir koşullarda geçirme imkanı olan küçük burjuva ve daha üst sınıflar içindir. Feminizm bu çelişkisine asla bir yol açamadı, asla bunu içeren bir mücadele programı belirleyemedi, çünkü bu çelişki antagonist bir çelişkidir.
Kadın özgürlük mücadelesi devrime, mevcut siyasi iktidarın yıkımına doğru açılmak zorundadır. Dolayısıyla hayır, kadınlar aracılığıyla kapitalizme karşı ayrı bir mücadele alanı açmaya çalışmıyoruz. Kadınlar olarak ve kadınlar için kapitalizme karşı mücadeleyi geliştirmeye çalışıyoruz ve sadece işçi kadınlar ve sadece fabrika-işyeri düzleminde eşitlik için değil.
Şimdi buradan yola çıkarak, ittifaklar sorununun feminist ele alınışına bakabiliriz.
Burada da ittifaklar ve strateji sorunuyla programatik yaklaşımlar dolaysızca birbirine bağlıdır. Burada öne çıkan özellikler stratejisizlik, bağımsızlıkçılık ve kesişimselliktir.
Birinci olarak stratejisizlik gerçeğini ele alalım. Feminist saflarda öne çıkan yaklaşım somut bir programa veya somut bir stratejiye sahip olmayıştır. Az çok bütünsel bir toplumsal dönüşüm hedeflenmediği, ataerkil düzenin bir “iç rengi”, bir “iç muhalefeti” olarak kalmak esas olduğu için, stratejiden yoksunluk öne çıkar. İttifak politikası da buna göre şekillenir. Parçalı reform mücadeleleri, kaçınılmaz olarak, taktik muharebeler niteliğindedir ve taktik ittifaklarla ilerler.
Hukuk, adalet sistemi, aile içi dönüşüm, cinsellik ve beden politikaları, kürtaj hakkı, boşanma hakkı gibi yasal dönüşüm mücadeleleri, olduğu kadarıyla yoksulluk ve kapitalizmin kadın üzerindeki etkilerinin sınırlanmasına yönelik talepler için mücadeleler, doğal olarak, düzeniçi muhalefet pozisyonunu aşmaz. Bu mücadelelerden birinin veya diğerinin en önemlisi olduğu yönündeki tartışmalar bir yana, mücadelenin en bütünsel veya sürekli olduğu durumlarda dahi, hem kadınların kendi örgütlenmesi, hem somut mücadeleleri, hem de ittifak ilişkileri sınırlı ve geçici niteliktedir.
Mutlak bağımsızlıkçı ve erkek cinsinin ve ortak örgütlenmelerin (feminist kavramlaştırmayla “karma örgütlerin”) cins çelişkisi kapsamlı mücadelelerde tümden dışta tutulduğu yaklaşımlar önde gelen anlayışlardan biridir. Özellikle orta sınıf mücadelelerinde bu çizgi daha belirgin ve daha tavizsizdir.
Bu yaklaşımın en uç biçimi, LGBTİ+ hareketinin dahi, geyleri ve transları da dışlayacak biçimde, ittifak olarak görülemediği TERF yaklaşımlardır. Hiç değilse cinsel çelişkinin bütünselliği konusunda dahi tereddüt ve kararsızlık ortaya çıkar. Var olan bir LGBTİ+ hareketiyle cinsel çelişkinin saflarını genişletmek yerine, sadece lgbti’lerle ortaklaşma tartışmalarında olduğu gibi, bu hareketi bölmenin yollarına yoğunlaşmak kadar ileri bir apolitizasyon, entelektüalizm ve elitizm kendini gösterir.
Düzeniçi parçalı muhalefet programı ya anarşist, otonomcu, bilinç yükseltmeci, kolektif kopuş ve patriyarkasızlaştırma arayışlarını ya da feminist “aktivizme” dayalı, eylem birliği biçimlerindeki gevşek ağ örgütlenmelerini gerektirir. (Feminizmin tarihinde, siyasal parti dahil, çok daha ileri örgütlenme biçimleri de açığa çıkmıştır, bunlar ayrı bir incelemenin konusu olmakla birlikte, güncel olarak baskın akımlarla yetineceğiz.)
Feminizmde kadınların kendi örgütlenme zemini de özsel olarak birlik değil dayanışmadır. Bu kuşkusuz ki evsel kölelik zemininde ezilen, baskı ve sömürünün esasen evsel nitelikte, aile ve ilişkiler zemininde geliştiği cins sorununda, toplumsallaşmanın hem bir biçimi hem bir ürünü olarak, ilerici niteliktedir. Fakat bu haliyle her durumda ataerkine karşı devrimci savaşımın değil, düzeniçi muhalefetin kolektif varoluş biçimidir.
Bugün bakımından, feminist hareketin ittifak politikası açısından en belirgin ve en önemli eğilim ise kesişimsellik. Kesişimsellik bugün hem kadın hareketi, hem de LGBTİ+ hareketi içerisinde epeyce gelişkin bir eğilim.
Kesişimselciliğin önemli bir kaynağı, siyahi feminist kadınların, ırk ve sınıf çelişkilerini görmezden gelen egemen feminist akımlara soldan, emekçi ve ezilen saflardan bir iç eleştirisi olarak gelişti. Bu dönemde orta sınıf beyaz feminizme karşı, ırkçılığa, yoksulluğa, işçi sınıfı sorunlarına ve ırkçılık karşıtı siyasi hareketle kadın hareketinin ortak mücadelesine dikkat çekerek feminist hareket içerisinde ilerici bir rol oynadı. O günden bu yana kesişimselcilik kadın hareketi içerisinde hızla yayıldı ve bugün baskın eğilimlerden biri haline geldi. Kesişimsellik eğiliminin bir yönünü hala ataerkil kapitalist düzene, emperyalizme, ulusal ve ırksal baskılara karşı daha bütünsel bir mücadele isteği ve yönelimi oluşturuyor. Diğer bir kanalı ise postmodernist, bireyci ve apolitik kesişim anlayışlarıdır.
Bütünselliğin, tarihselliğin, nedenselliğin, evrenselliğin tümden reddine dayanan postmodernizm kesişimselliği başka bir içerikte yeniden yorumluyor. Buna göre, ezilme her bir birey için benzersizdir. Mücadele, eğer mutlaka “mücadele” olarak tanımlanacaksa, bireysel ve kültürel niteliktedir. Bireyleri kolektif toplumsal kuvvetler olarak ele almak, baskı ve sömürü üretiminin bir başka biçimidir. Bunlara göre sonuçta, cinsiyetçiliğe karşı, heteroseksizme karşı, kapitalizme karşı, şu veya bu somut ırksal baskıya karşı, şu veya bu somut ulusal baskıya karşı mücadeleler arasında bir bağlantı yoktur. Bunlar ayrı ayrı mücadelelerin konusudur. Bunların özerkleştirilmesi gerekir. Mücadele alanları özerkleştirildikçe, ezilme ve sömürü biçimleri de özerk görüldükçe, giderek bireysel deneyimin eşsizliğine, biricikliğine ulaşılır. Öyle ki, kolektif mücadele, kolektif programlar tümden reddedilir, tümüyle bireylerin toplumla bireysel ilişkisini değiştirmeye dayalı konumlara gidilir. Egemenlik ve tabiyet, bütün toplumsal bağlarından koptukça, maddi değil algısal bir nitelik kazanır. Ortaklıklara değil farklılıklara dayalı bir toplum anlayışı içinde, cins, ırk ve tüm diğer baskı biçimlerinin kişiselliğine, bunların toplumsal kategoriler olarak reddine doğru varılır.
Ezilenlerin mücadele birliğine doğru açılan kesişimselci eğilimler ne kadar ileri bir rol oynuyorsa, “kolektif öznelerin”, toplumsal mücadelelerin ve toplumsal kuvvetlerin reddine, ezilme ve baskının kaynaklarına yönelen bir mücadelenin “toplum mühendisliği” olarak mahkum edilmesine ve siyasal mücadeleler yerine bireyin toplumsal kendi ilişkisini değiştirmesine dayalı anarşist kültürel hareketlere doğru açılan eğilimler de bir o kadar gerici ve örgütsüzleştirici bir rol oynuyor.
Öte yandan kesişimsellik, en ileri haliyle dahi, ataerkil heteroseksist kapitalist düzene karşı bütünsel bir mücadeleyi, bir program birliğini öngörmediği gibi, reddediyor. Öyle ki, kesişimsellik, işçi sınıfı ve ezilenlerin burjuva ideolojinin bugünkü hegemonyası altında birbirlerine karşı güncel duygularının ve yaklaşımlarının, kendiliğinden mücadelelerin mevcut ruh halinin bir yansıması niteliğinde. Ezilenler birbirine eğilimli ve yatkın, ancak mesafeli ve temkinli. Birbirine ihtiyaç duyuyor ve bunun farkında, ancak birbirine güvensiz. Ve esasen, esas düşmana yönelmek konusunda kararsız.
Maddi koşulların nesnel analizinden ve ezilme ve baskının kaynaklarının nasıl yok edileceğinden, öznenin/öznelerin burada oynayacağı rollerden değil, öznelci biçimde doğrudan ezilmenin kendisinden ve ezilmeye karşı bireysel/öznel savunma ihtiyacından yola çıkıldığı için, kesişimselcilik, hedeflerin, amaçların değil, ezilmelerin kesişmesinden yola çıkıyor ve ezileni daha baştan savunmasız hale getiriyor.
Kesişimselci bir ittifak politikasının temel niteliği de şu olmuş oluyor: Mevcut sömürü ve baskıya isyan eden ve baskı mekanizmalarına karşı mücadeleye geçmiş, ancak özerk muhalefet kolları biçiminde hareket eden değişik kesimlerden birey-özneler, kesin ezilmeleri hangi düzlemlerle kesişiyorsa o düzlemlerde mücadeleye katılıyor. Böylece kesişimsellik, birbiri içine geçen sayısız baskı düzeni içinde, bu sorunların birden fazlasının muhatabı olan birey-öznelerin, kesişen ezilmeler doğrultusunda konum alışını içeriyor.
Kesişimsellik, adı üstünde, talepler ve sorunlar kesiştiği ölçüde ve kesiştiği kadar birliği içeriyor. Bu gevşek, dayanışmacı düzlem, kendi başına tecrit mücadelelerden daha ileridedir. Ancak bu haliyle, mücadelelerin tecrit varoluşunu, dolayısıyla sadece parçada kazanımlara odaklanmış ve sadece parçada, kesişende birliği içeren niteliğini değiştirmiyor. Bu parçalılık her durumda düzeniçilikten kaynak alıyor ve düzeniçilik üretiyor. Ezilen özneden yola çıkan, ancak ezilme ve baskının kaynağına, maddi zeminine, onun sürdürülüşünün ekonomik ve siyasi mekanizmalarına odaklanmayan mücadele anlayışı, baskı mekanizmalarını ortadan kaldırmanın yanına bile yanaşmazken, özünde “bilinç yükseltme” sınırlarında kalmış oluyor.
Devrimci Bir Program İçin Devrimci Bir Strateji
Komünistlerin cins özgürlük programı özel mülkiyetin tasfiyesine dayanır.
Özel mülkiyete dayalı toplumsal düzenin sonunu getirmeye, cins çelişkisinin toplumsal temellerini yıkmaya yönelik bir program için, ataerkinin dayandığı özel mülkiyetin yıkılmasından çıkarı olan bütün toplumsal kuvvetleri, cins çelişkisi ekseninde kadın özgürlük mücadelesinin, anti-heteroseksist mücadelenin yanında konumlandırmaya, bu zeminde saflaştırmaya çalışır.
Çünkü özel mülkiyetli toplumun yıkılışı için gerekli mücadelenin kuvvetleri ile örneğin kısmi bir yasal değişiklik için mücadelenin gerekli kuvvetleri aynı değildir.
Özel mülkiyete dayalı toplum, bugünkü maddi koşullar içerisinde, sermaye düzeninde, emperyalist kapitalist sistemde cisimleşir. Ataerkinin maddi dayanakları, sermaye egemenliğine dayalı ekonomik toplumsal düzen ve onun devleti ve siyasal yapısıdır. Ataerkinin, patriyarkanın yıkılışı, bu siyasal sistemin yıkılışını gerektirir. Bu yıkılış, kadın cinsin yeni iktidardaki konumunun, cins çelişkisi eksenindeki tüm sorunlarda temel karar mekanizması, diğer bütün sorunlarda da eşit karar mekanizması teşkil edecek şekilde belirlenmesi koşuluyla, cinsiyetli toplumun tasfiyesinin önünü açabilir.
Ancak, özel mülkiyetin bugünkü siyasal iktidarını tasfiye etmekte sadece kadın cinsin çıkarı yoktur. Proletarya, sınıf olarak, özel mülkiyetli toplumun mezar kazıcısıdır. Kadın cinsi tek başına özel mülkiyet düzenini yıkamaz, patriyarkanın tüm maddi toplumsal dayanaklarının yıkılmasını güvenceleyemez. Bu mücadele toplumda, özel mülkiyetin yıkımından çıkarı olan kuvvetler arasında temel bir ittifakı gerektirir. Bu, cins olarak kadın cinsi ile sınıf olarak proletarya arasındaki ittifaktır.
Bu temel ittifakın başarılması için ve bu temel ittifak başarıldıkça, toplumsal olarak uzlaştırıcı güçlerin yalıtılması ve diğer tüm toplumsal kuvvetlerin de bu temel ittifak etrafında ataerkine karşı saflaştırılması gerekir.
Ulusal ve ırksal çelişkilerin varlığı ve keskinliği oranında, her bir ülke, bölge somutunda, ezilen ulustan erkekler için de benzer bir durum söz konusudur.
Bu ittifak sadece zorunlu değildir, aynı zamanda mümkündür, çünkü sermaye düzeninde, ataerkil sömürü, evsel kölelik ve her türlü cinsel sömürü dahil bütün ekonomik ilişkiler sermaye üretimine tabidir. Ve erkek cinsi içindeki sınıfsal farklılaşma öyledir ki, burjuva erkek, erkek cinsin en tutarlı temsilcisidir, çünkü sermaye sömürüsü proleter erkekle burjuva erkeği antagonist bir çelişki içinde ayrıştırır. Proleter erkek, ataerkil sömürüden çıkarı olmasına rağmen, özel mülkiyetin yıkılışıyla bağlı çıkarları nesnel olarak öngeldiği için, kadın cinsi ile özel mülkiyetin yıkılışı için ittifak kurabilir.
Kadın cinsi de kendi içinde sınıfsal bakımdan farklılaşır. Bunlara ulusal baskı, sömürgecilik ve ulus bakımından farklılaşmayı da ekleyebiliriz, dinsel, mezhepsel temelde baskı ve sömürüyü de, fakat bunları konumuz bakımından dışta tutalım. Ama kadınlar arasındaki sınıfsal farklılaşma öyledir ki, yine özel mülkiyetin varlığı burjuva kadını kapitalist ataerkil düzene bağlar ve cinsine yabancılaştırır, çünkü özel mülkiyetin korunmasıyla ilgili çıkarları nesnel olarak öngelir. Küçük burjuva kadını cins çelişkisinin yıkıcı, devrimci çözümü karşısında tutarsız bir konumda bırakır. Cinsini temsil kuvvetinin burjuva erkekte toplandığı erkek cinsin aksine, kadın cinste cinsini en tutarlı biçimde temsil kuvveti proleter kadındadır.
Bu durumda, ataerkinin tasfiyesi, özel mülkiyetin tasfiyesi ve cins çelişkisinin devrimci çözümü için, kadın cinsi ile proletaryanın erkek yarısı arasında bir ittifak zorunludur.
Erkek egemenliği, aynı zamanda sınıf işbirlikçiliğini sistematik olarak örgütleyen, proletaryayı sistematik biçimde düzene bağlayan büyük bir toplumsal uzlaştırıcıdır. Cinsel çelişkinin ezilen cins kutbu, yıkıcı olmayanın yeterince birleştirici olmayacağı bir kutuptur. Çelişkinin ezen cins kutbu ise, doğal olarak, yıkıcı değil koruyucu eğilimdedir. Esas düzeniçileştirici olan da budur. Cins çelişkisi etrafında erkek egemenliğinin sınıf uzlaştırıcı gücü, işçi sınıfını bölme gücü çok daha fazladır, erkek egemen bir ezberle emekçi sol saflarda tekrarlananın aksine, feminizmden kıyaslanamayacak kadar büyük bir sınıf uzlaşması örgütleme gücü taşır. Dolayısıyla erkek egemenliğiyle mücadele, proletaryanın sınıf birliği ve sınıf bilincinin gelişimi için de zorunludur.
Ancak bu ittifak, erkek egemen devrimci programların öngördüğü gibi, kaba eşitlikçi, “kadın erkek el ele”ci, sosyalizm bütün sorunları çözer genellemesine dayanan bir hattan gerçekleşmez. İttifakın sınırları, biçimi, hak ve yetkilerin paylaşımı net ve çerçeveli olmalıdır. Bu ittifak, tek tek kadınların, birey-kadınlar olarak, genel bir örgütlenmede erimesine dayanamaz. Kadınlar bu ittifak içinde, kolektif olarak, cinsinin kolektif temsilcisi olarak var olmalıdır. Bu ittifak komünist parti içinde, sendikal ve demokratik bütün örgütlenmeler içinde ve bizzat devrimci iktidar içinde, kadın cinsini temsil eden kolektif yapılara, kadın cinsinin kendi örgütlenmelerine dayanmalıdır.
Burada en esaslı sorun, yine siyasal egemenlik sorunudur. Bu ittifakın güncel mücadeleler içerisinde ve devrimci iktidarda egemenlik paylaşımı içerisinde karşılık bulması gerekir.
Güncel anlamıyla cins eksenli sorunlarda bütün ezilenlerin ezilen cins kadınlar ve LGBTİ+lar etrafında saflaştırılması gerekir. Buna, bütün kitle örgütlenmelerinde kadınların örgütlenmesi ve yönetimlerde eşit temsili için mücadele, bütün örgütlenmelerde kota ve parite, eşlik sistemlerinin uygulanması, kadınların bağımsız örgütlenmelerinin önündeki bütün engellerin kaldırılması, cins eksenli tüm konularda karar hakkının kadın örgütlenmelerine devredilmesi, cins eksenli gündemlerde politik eylemliliğin özgün biçimlerde ve kadın iradesine tabi olarak örgütlenmesi, toplumsal erkeklikle bütün olanaklarla mücadele dahildir.
Devrimci siyasal iktidarın ise, cins eksenli tüm sorunlarda kadın cinsin kendi iktidar mekanizmalarının örgütlenmesi ve yetkilendirilmesini, diğer bütün sorunlarda kadın cinsinin kolektif örgütlenmeleriyle ve eş yetkili olarak dahiliyetini içeren biçimde düzenlenmesi zorunludur. Ekonomi, aile, eğitim, kültür ve bütün alanlardaki dönüşümler için atılacak adımlar ancak siyasal egemenliğin ezilen cinsin iktidarını güvenceleyecek şekilde oluşumuyla mümkün olabilir.
Komünistlerin ittifak politikasının da bazı temel özelliklerini vurgulayalım.
Birincisi, cins çelişkisinin çözümünün temel kuvveti kadın cinsidir.
Cinsiyetçi toplumsal işbölümü, son tahlilde, doğurganlık kontrolüne, nüfus kontrolüne dayanır; bunun emperyalist kapitalist düzende aldığı biçim, sermaye için işgücü üretimi ve denetimi, emperyalist sömürgeci savaşlar için asker üretimi ve denetimidir. Aile, toplum ve ekonomik yaşam örgütlenmesi bu temelde şekillenir. Bunun üzerinde oluşmuş binlerce yıllık toplumsal zihniyet geleneklerde ve kültürde de bütün karşılıkları üretmiştir ve sürekli yeniden üretir. Heteroseksizm dahil bütün cinsel baskı ve sömürü biçimleri, son tahlilde, cinsiyetler arası bu büyük toplumsal işbölümünü korumaya yöneliktir. Sermaye düzeninin, cinsel baskı ve sömürünün bütün bu biçimlerinden çıkarı olduğu gibi, binlerce yıllık birikmiş geleneklerin, kültürün tasfiyesinden de, bu konularda az çok büyük çaplı değişimler elde etmek için sosyal yatırımlar yapmaya değecek hiçbir çıkarı yoktur. Dahası, çelişkiler keskinleştikçe mutlak artıdeğer sömürüsüne ihtiyaç ve emperyalist ve sömürgeci savaşlar daha da kaçınılmaz hale gelir ve bu da nüfus politikasının, aile politikasının cinsiyetçi politikaları daha da şiddetlendirecek şekilde yeniden düzenlenmesini sürekli zorunlu kılar. Kadın cinsi, bu temel toplumsal işbölümünün ortadan kaldırılması ve cins çelişkisinin devrim yoluyla çözümünde temel toplumsal kuvvettir. Cinsiyetçi sömürü düzeni içinde tuttuğu niteliksel konum itibariyle de, nicelik olarak da böyledir.
Kadın cinsin kendi sınıfsal farklılaşması içerisinde, hangi kesimlerinin cinsel kurtuluş sorununda ilerici bir pozisyon alma niteliğine sahip olmadığı, hangi kesimlerinin taktik veya stratejik olarak bu mücadelelerde ne rol oynayacağı, keza bu toplumsal kuvvetlere tekabül eden hangi politik öznelerin nasıl saflaştırılması, yalıtılması veya kazanılması gerektiği, komünistlerin yanı sıra değişik feminist politik kuvvetlerin hangi tutarlılıkta bu mücadelelerde yer alabileceği, kapitalizmin gelişkinlik düzeyine, sınıfsal ve ulusal çelişkilerin somut durumuna göre, ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye farklılıklar gösterecektir.
İkincisi, yukarıda ele alındığı gibi, cinsiyetçi toplumun üzerinde yükseldiği özel mülkiyetin tasfiyesi için, proletarya ile kadın cinsi arasında temel bir ittifakın kurulması zorunludur ve bütün diğer ittifaklar buna göre düzenlenir.
Üçüncüsü, ittifakların bu şekilde düzenlenişi, temel toplumsal uzlaştırıcı kuvvetlerin yalıtılmasını içermelidir. Erkek egemenliğinin emekçi sol saflarda, devrimci ve antifaşist hareketler içerisindeki biçimleri, bu toplumsal uzlaştırıcıların en önemlisidir. İkincisi, feminizmin en kararsız kesimi olan orta sınıf feminizmi, bireysel özgürlükçü ve politik pasifizm esaslı postmodern feminizm, kaba eşitlikçi ve tüketimcilik esaslı liberalizm gibi orta sınıf akımlardır. (Orta sınıf cinsel eşitlik politikalarının Türkiye ve Kürdistan’daki en önemli temsilcilerinden biri CHP ve onun etrafındaki, yaşam tarzı ve kişisel özgürlüklere dayalı kaba eşitlikçi laikçi kadın-erkek eşitliği anlayışıdır.)
Dördüncüsü, cins mücadelesi içerisinde gelişmekte olan bir diğer eksen, cinsiyetsizlik alanı, ikili cinsiyetler dışındaki cins mücadelesidir. Cinsiyetçi topluma karşı giderek gelişen bir mücadele hattı olarak LGBTİ+ hareketi, cins çelişkisinin ezilen kutbunun bir diğer tarafıdır ve kadın özgürlük mücadelesinin en yakın müttefikidir. Cins çelişkisinin en ezilen kutbunu oluşturan LGBTİ+lar, cins çelişkisinin çözümünden, cinsiyetçi ve cinsiyetli toplumun yıkımından en fazla çıkarı olan, onun en vahşi sömürü ve şiddetine, baskı ve zoruna maruz kalan kesimdir.
Bu konu üzerinde özellikle durmaya ihtiyaç var, çünkü LGBTİ+ hareketi geliştikçe ve iki cinsiyetli toplumsal işbölümünün sorgulanması derinleştikçe, LGBTİ+ hareketinin pozisyonu da kadın özgürlük mücadelesinin tartışma gündemleri içinde daha büyük bir yer tutuyor.
Tartışmalarda açığa çıkan konulardan biri, LGBTİ+ hareketinin cinsel kurtuluş mücadelesi içerisindeki yeri ve rolüne dairdir. Komünist program toplumsal cinsiyetlere dayalı cinsiyetçi toplumu yıkmak, cinsiyetlere dayalı toplumsal işbölümünü tümden ortadan kaldırmak istediğine ve LGBTİ+’lar cins çelişkisinin en fazla ezilen kutbunu oluşturduğuna göre, neden LGBTİ+ hareketi cins çelişkisinin en temel kuvveti değildir?
LGBTİ+ hareketinin kadın hareketinin en yakın müttefiki olması, cins çelişkisinin devrim yoluyla çözümü için gerçekleşmesi gereken temel ittifakın, erkek cinsinin proleter bölümü ile kadın cinsi arasında gerçekleşmesi gerektiğini dışlamaz. Her şeyden önce, komünist program yukarıda da vurguladığımız gibi, ezilmenin biçiminden ve miktarından yola çıkmaz. Nesnel maddi ilişkilerden yola çıkar. Ezilme ve baskının kaynaklarının nasıl ortadan kaldırılacağı ve bu mücadelede hangi kuvvetin ekonomik ve maddi ilişkilerde tuttuğu yer itibariyle nasıl konumlandırılacağı ve nasıl bir rol oynayacağından hareket eder.
İkinci bir tartışma konusu, LGBTİ+ hareketi içerisinde postmodern öznelcilik ve idealizmin belirgin ideolojik hegemonyasıdır. Devrimci hareketler hem zayıf hem de bu konu bağlamında önemli ölçüde politikasızken, bunun böyle olması da bir yere kadar doğal. Ancak böyle olunca, bireycilik ve öznelcilik, LGBTİ+ hareketinin ezilmenin niteliğinden doğan iç karakteriymiş gibi görünüyor, ki böyle değil. LGBTİ+ hareketinin kendi gelişimi ve kendi deneyleri bile, aslında mevcut konumuna doğru gelişiminin, postmodernizmin en fazla nefretle mahkum ettiği bir “toplumsal özne inşası” yoluyla olduğunu gösteriyor, “yapısöküm”, “atomizasyon”, “ezilmelerin özerkliği”, “bireycileşme” yoluyla değil.
Üçüncü olarak, LGBTİ+ hareketi ne kadın özgürlük mücadelesinin, ne de feminizmin bir alt alanı değildir ve böyle olmasının da ne kadın hareketine, ne de LGBTİ+ harekete bir yararı yoktur. Feminist hareket içinde geniş bir kesim LGBTİ+ hareketi karşısında savunmacı bir pozisyon alıyor. Bunun en olumsuz biçimlerinden biri, LGBTİ+ hareketini “kadınlık” miktarıyla yargılama ve bölme, belirli bir kısmını kadın özgürlük mücadelesinin iç kuvveti, alt grubu haline getirme eğilimidir. Bir tür, LGBTİ+ hareketini ayrıştırma ve “erkeksizleştirilmiş” bölüklerini kadın hareketine emme pozisyonu, son derece boş entelektüel ve apolitik bir tutumdur. Önsel olarak geyleri LGBTİ+ hareketinin ve bu şekliyle aslında cinsel kurtuluş mücadeleleri içinde kadın hareketinin ittifak ve birlik alanının dışında tanımlama, daha kötüsü, trans kadınları ve trans erkekleri değişik biçimlerde cinsel kurtuluş mücadelesinin dışına itme eğilimi, feminizmin yukarıda eleştirilen bağımsızlıkçı düzeniçi darlığının bir ürünüdür. Cins özgürlük mücadelesi feminist olmak zorunda değil. Salt-kadın hareketi olmak zorunda değil. LGBTİ+ hareketinin gelişimi feminist hareketin özellikle bu konuda en katı kesimlerinin ezberini bozan bir rol oynuyor.
Dördüncü olarak, LGBTİ+ hareketinin gelişimi, kadın özgürlük mücadelesinin son onyıllardaki büyük atılımı koşullarında, genelde cinsiyetçi toplum düzeninin, özelde ikili toplumsal cinsiyet sisteminin sorgulanması, başta Avrupa, ABD gibi kapitalist merkezlerde olmak üzere, dünya çapında hızlandı. Bir yandan da “pinkwashing” ve bir biçimiyle “purplewashing” politikalarıyla egemen ideolojinin kendini düzenlemesi, sermaye ve ataerkinin çelişkili birliği içerisinde sermayenin ataerkinin altını oyucu kimi etkilerinin kendini göstermesi, postmodernizmin kültürel ve ideolojik araçlardaki baskın etkisiyle cins sorununu gündemde tutuşu, cinsellik gibi değerli bir meta ve gerektiğinde etkili bir uyuşturucunun bu şekilde merkeze konmasının sermayeye sunduğu olanaklar bu zemini genişletiyor. Bu koşullarda, nonbinary, akışkanlık gibi LGBTİ+ hareketinin sınırlarının da dışına taşan biçimde, ikili cinsiyetin bireysel reddine dayalı anarşist tutumlar görece zengin kapitalist merkezlerin gençliğinden başlayarak bir toplumsal eğilim olarak gelişiyor. Bu eğilim, bugünkü haliyle, politik bakımdan anarşizme ve bireyin toplumla kendi ilişkisini değiştirmeye dayalı olduğundan, hiçbir yararlı sonuç üretmese ve ideolojik olarak postmodern burjuva teorilerin etkisinde düzeniçi bir cinsiyetçi düzen sorgulaması olsa da, nihayetinde, insanlığın ileriye doğru sorgulamalarından, eğilimlerinden birini oluşturuyor. İkili toplumsal cinsiyet sisteminin aydın gençlikten başlayarak sorgulanışı ve reddine dayalı bir tür kültürel hareketin gelişimi, idealizmi ve öznelciliği, bireyciliği ve apolitizmi reddettiği, devrimci bir programla ve devrimci eylemle buluştuğu ölçüde, mevcut ataerkil heteroseksist statükoyu sarsma ve etkileme potansiyeline sahip. Ancak burjuva ideolojik hegemonya altında bu eğilim, kadın özgürlük mücadelesine ve feminizme karşı anti-heteroseksist nitelikte ileri bir baskı oluşturmaktan daha fazla, kadın özgürlük mücadelesinin ve kadın kategorisinin reddi, kadın cins olarak bir toplumsal özne tanımının reddi, feminist hareketlerle doğrudan karşı karşıya geliş gibi gerici politik sonuçlar üretiyor. Bu gibi olgular, özelde feminist hareketle LGBTİ+ hareketi arasında, genelde kadın özgürlük hareketi ile LGBTİ+ hareketi arasında rekabetçi bir ilişkiye alan açıyor.
Komünist kadın hareketi, zaten cins çelişkisi etrafındaki mücadeleyi kadın cinsin kesimsel mücadelelerinden ibaret görmediği için, LGBTİ+ hareketini cins çelişkisinin doğrudan taraflarından biri olarak ele alıyor. İttifak yaklaşımını bu zeminde belirliyor.
Faşist Şeflik Rejimine Karşı Politik Saflaşmada Cins Çelişkisinin Rolü
Faşist şeflik rejimi koşullarında, toplumsal cinsiyet çelişkisi siyasal saflaşmanın ana eksenlerinden birini oluşturacak şekilde keskinleşiyor. Kadın özgürlük mücadelesi, faşist rejimin bu saflaşması karşısında, işçi sınıfı, emekçiler, Kürt halkı, ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların mücadelesinin bir parçası olarak gelişiyor. Kadın özgürlük mücadelesinin faşist şeflik rejiminin saldırılarına karşı etkin direnişi ve çeşitli kazanımları işçi sınıfına ve ezilenlere büyük bir moral aşılıyor. Bu kazanımlar kitlesel biçimde sahipleniliyor. Bu durum, cins çelişkisinin sadece kadınları değil, faşizme karşı direnme istek ve arayışındaki geniş kitleleri saflaştırma gücünün önemli bir göstergesi.
Erkek gericiliği faşist şeflik rejiminin toplumsal dayanakları içerisinde önemli bir yer tutuyor. Erkek egemenliği, faşist şeflik rejiminin öncülüğünde, toplumsal saflaşmayı, cinsler arası savaş düzeyine varan bir kadın-erkek saflaşmasına doğru, ezilen sınıflardan erkeklerin ezilen sınıflardan kadınlara karşı şiddetinin tırmanmasını özellikle içeren biçimde derinleştirmeye çalışıyor. Bu denklemi bozmak gerekiyor. Faşist şeflik rejimi, toplumsal saflaşmayı kadınlarla kadınlar arasındaki bir siyasal saflaşma olarak da derinleştirmeye çalışıyor. “Makbul”, “namuslu” evsel köleler ile “özgür kadınlar”, kadın özgürlük mücadelesinde etkinleşen kadınlar başta olmak üzere işçi, aydın, evsel kölelikten belli ölçülerde bağımsızlaşmış kadınlar arasında yabancılaşma örgütlemeye ve derinleştirmeye çalışıyor. Bu denklemi de bozmak gerek.
Kadınlarla kadınlar, kadınlarla ezilen erkekler arasındaki saflaşmayı bozmak, kadın cinsini ve ezilen erkekleri ataerkine yedekleyen toplumsal uzlaştırıcı güçleri, keza bugün en belirgin biçimde CHP’de ifade bulan kaba eşitlikçi, laikçi, bireysel özgürlükçü ve serbest piyasacı cins politikasını yalıtmak ve faşist şeflik rejimiyle kadınlar ve ezilenler arasındaki saflaşmayı derinleştirmek için, toplumsal cinsiyet çelişkisi eksenini faşist şeflik rejimine karşı mücadelenin, antifaşist mücadelenin ana eksenlerinden biri olarak almak gerekiyor.
Bu yönelimin en önemli boyutunu, elbette, faşist şeflik rejiminin, erkek egemenliğinin ve erkek cinsinin tek tek mensuplarının değişik tipte saldırılarından, bunların ekonomik sonuçlarından, erkek şiddetinden, evsel kölelikten, çifte sömürüden nasibini alan daha geniş kadın kitlelerinin harekete geçirilmesi oluşturuyor.
Aynı zamanda, genel olarak hareket halindeki, mücadeleci toplumsal kesimlerin, antifaşist kitlenin, Alevilerin, işçilerin, gençliğin, emekçi memurların, semt yoksullarının vb. toplumsal cinsiyet eksenli siyasi mücadelede daha aktif, daha hareketli hale gelmesini sağlamak gerekli.
Kadın cinsi ile proletarya, özelde de proletaryanın erkek yarısı arasındaki ittifakın ataerkinin yıkımında stratejik bir ittifak olduğu söyledik. Peki bu, değişik toplumsal sorunlarda kadınların politik eyleminin yükseltilmesi dışında, erkeklerin cins sorunundaki saflaşması açısından, aynı zamanda taktik bir ittifak mıdır? Taktik ittifak nerede somutlaşır ve bunun cins sorununda herhangi bir izdüşümü olabilir mi?
Başka bir deyişle, güncel olarak proleter erkek cins sorununda nasıl bir pozisyon alıyor? Onun taktik pozisyonunda cins çelişkisi nasıl bir rol oynuyor? Faşist şeflik rejiminin cins eksenli saldırılarını püskürtme hedefli taktik mücadelelerde kendisini nasıl ortaya koyuyor?
Kısacası, proletaryanın erkek yarısı, taktik olarak değerli bir ittifak gücü olduğunu kadın hareketine, kadın cinsine nasıl kanıtlayacak? “Rüştünü” nasıl ispatlayacak? Çünkü kabul etmek gerekir ki, uzun yıllardır bunun herhangi bir anlamlı pratik verisini gösteremedi. Komünistler ve özelde komünist erkekler de bu konuda hiçbir anlamlı başarılı pratik, başarılı öncülük sergilemiş değil.
Durum apaçık. Sendikalarda kadın örgütlenmesi, kota, eş temsiliyet yok. Bu konuda anlamlı bir mücadele de yok. Hatta bu konuda en utanç verici duruşlardan biri, örgütsüz işçilerden de değil, emekçi sol saflardan, Eğitim-Sen’de kadın örgütlenmesi konusundaki gerici pozisyonuyla EMEP’ten geldi.
Kadın grevinin örgütlenmesi ve desteklenmesinde sendikal örgütlenmelerin bir çabası olmadı.
Kadın işçi mücadeleleriyle ilişkide, ortalamayı aşan, özgün bir dayanışma, erkeklik sorgulaması, erkekten kadına dayanışma niteliği taşıyan özgün bir pratik gelişmedi.
Kadına yönelik şiddet başta gelmek üzere, kadın hareketinin gündemini son onyıllarda meşgul etmiş en önemli gündemlerde pratik bir dayanışma oldukça sınırlı, geri bir düzeyde gelişti. Bunlar arasında ortalamanın biraz üzerinde pratik gelişen iki konu, Özgecan Aslan’ın katledilmesi karşısında gelişen toplumsal tepki ve İstanbul Sözleşmesi’nin gaspıdır, ki ikincisinde gelişen politik tutumun da son derece sınırlı olduğunu söylemek gerekir.
İşçi sınıfı hareketinin genel görünümü halen oldukça erkek. Bunu en başta, gerek sendikalardaki gerekse direnişlerdeki temsilcilerine bakarak söyleyebiliriz.
Sınıf sendikacılığı eksenli sendikalardan bu duruma karşı henüz anlamlı bir müdahale gelişmiyor. Erkek egemenliği sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin önemli bir gündemi haline gelmiş değil.
Kısacası, şu anda erkek proletaryanın kadın hareketine en büyük katkısı “gölge etmiyor” olması.
Aynı soruya dönelim: hal böyleyken proletaryanın erkek yarısı, kadın cinse, bu ittifaka değer olduğunu nasıl kanıtlayacak?
Sorunun ikinci ayağına bakalım. Kadın hareketi de aslında erkek proletaryanın halinden esas olarak memnun. Öznel olarak eleştiriyor, tepki duyuyor, hatta “küskün” olabilir, ancak bu memnuniyetsizlik pratik bir biçim almıyor. Denebilir ki, kadın hareketi erkeğin pratik pozisyonunun “tarafsızlık” olarak şekillenmesini yeterli görüyor, daha ileri gitmesini de pek istemiyor. Bu bakımdan kadın hareketinin statükocu bir uzlaşma içinde olduğunu, hatta daha ileri bir politik eyleme karşı olduğunu da kabul etmemiz lazım, ki bu hayırlı bir uzlaşma değil.
Kadın hareketi, bırakalım erkek proletaryayı, dolaysızca cins çelişkisinin muhatabı olan geylere, trans erkeklere ve hatta trans kadınlara bile cins mücadelesi içinde alan açmakta zorlanıyor.
Bu politik uzlaşma, bu “tarafsızlık” anlaşması, toplumsal “tarafsızlaştırma” üretmiyor, toplumsal erkeklikle mücadelenin kadın hareketinin genel politik etkisi ile sınırlanışını üretiyor. Kadın hareketi ezilen sınıflardan erkeklerin rahatını pek öyle bozmuyor. Eylemlerinin muhatabı esasen erkek-devlet. Erkek gericiliğine, kadına yönelik suçlardan sorumlu olduğu bilinen tek tek erkeklere karşı doğrudan araçlarla, grup veya kitle şiddetiyle de mücadele etmiyor. Dolaysız temas ve müdahale alanında sadece, olduğu kadarıyla, şu veya bu düzeyde, siyasal örgütlerde veya demokratik örgütlerde örgütlü erkekler var. Bu türden bir “tarafsızlık” esasen, politik erkekleri, erkek cinsinin faşist şeflik rejimine, ataerkinin en ileri temsilcilerine karşı başka konularda mücadele içindeki kısımlarını “tarafsızlaştırmış”, onun erkek egemen müdahalelerini engellemiş, kendi eylemine alan açmış oluyor, fakat bunu yaparak, bu kesim dışındaki erkeklerin “tarafsızlaşmasına” büyük bir katkı sunmuş olmuyor.
Toplumdaki erkek, kadın hareketinin genel kazanımlarından ideolojik veya politik olarak etkilendiği ölçüde “tarafsızlaşıyor”. Caydırıcı önlemler geliştiği ölçüde, erkek egemen eylemini şiddet vb. boyutlara vardırmaktan imtina etmiş oluyor.
Ama kabul edelim, feministler emekçi semtlerinde örgütlü değil. Fabrikalarda örgütlü değil. Kürdistan’da öyle pek de örgütlü değil. Komünist hareketin de bu alanlarda güç kaybettiği bir gerçek. Sömürgedeki, yani Kuzey Kürdistan’daki durum, ulusal demokratik mücadele ve Kürt kadın hareketi nedeniyle kısmen farklı. Kısacası, o toplumsal dönüşüm politik ittifaklarda somutlaşmadığı sürece, olduğu kadarıyla da sistematik olmadığı sürece, sadece iki kanaldan erkek egemenliğinin ideolojik alanını geriletiyor: biri, kendi değdiği alanlarda, başka bir deyişle, esas olarak küçük burjuva aydınlar arasında ve sadece kadınların “bilinç yükselterek” aile ve sevgili ilişkileri başta olmak üzere erkeklerle ilişkilerinde tutum alması yoluyla sağladığı dönüşüm; ikincisi ise siyasal kazanımlarının etkileridir.
Kısacası, antifaşist ve mücadele içindeki kesimlerden başlayarak, cins çelişkisi etrafındaki saflaşmanın ve politik eylemin alanının genişletilmesi hem kadın hareketinin, hem de genel olarak antifaşist mücadelenin yakıcı bir ihtiyacı. Emekçi sol yapılardan, sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütlenmelerinden başlayarak, daha geniş bir toplumsal kuvvetin harekete geçirilmesi ihtiyacı var. Buna, tıpkı egemen Türk ulusundan işçi ve emekçilerin şovenizmle yüzleşmesi gibi, tıpkı Ermeni soykırımıyla yüzleşme pratiği gibi, tıpkı nefret cinayetleri karşısında gelişen değişik tipte yüzleşme pratikleri gibi, toplumsal çürümeye karşı toplumsal erkeklikle yüzleşme hareketinin de eşlik etmesi gerekiyor. Burada ise, dikkati ezilen erkeklere öncülük görevinin nasıl başarılacağına yöneltmek gerekiyor. Kadın özgürlük mücadelesinin öznesi kuşkusuz, tartışmasız kadınlardır. Ancak erkeklikle yüzleşmenin öznesi, eylemin tanımı ve doğası gereği, erkeklerdir. Kadınlar bu mücadelede rehber, kılavuz olabilirler. Önderlik edebilirler. Ancak yüzleşme eyleminin erkekten gelmesi gerekir. Komünist öncünün saflarında olduğu gibi, toplumda da bu böyledir.
Bu tek başına, erkeğin ideolojik dönüşümü sorunu değildir. Amaç bir grup aydınlanmış erkek yaratmak değildir. Enerjinin ancak bir kısmı buna ayrılabilir. İdeolojik dönüşüm için mücadele zorunlu ve gerekli. Politik kuvvetleri bir araya toplamanın zorunlu koşulu. Dahası, bu dönüşümün kadrolarını, erkek cinsi içerisinde bu dönüşüme öncülük edecek erkekleri yaratmak için gerekli. Keza kadın eyleminin önündeki engelleri zayıflatmak için de gerekli. Ancak komünist öncü bir bilinç yükseltme hareketi değildir. Ne kadınlar için, ne de erkekler için.
Esas sorun politik saflaşmaya yön vermektir. Cins çelişkisi etrafındaki politik saflaşmayı, ezilen kadın cinsi ve egemen erkek cinsi arasında, kadın cinsine yönelik kıyım ve katliam boyutuna varan bir cins savaşı biçiminde örgütlemeye ve kadın cinse boyun eğdirerek özgürlük mücadelesini onyıllarca geriye götürmeye, erkek egemenliğini krizden çıkarmaya çalışan faşist şeflik rejimi karşısında, bu saflaşmayı kadın cinsin öncülüğünde işçi sınıfı ve ezilenlerin faşizme karşı saflaşması biçiminde ilerletmeye, proleter ve ezilen erkeklerin, cins ayrıcalıkları uğruna egemen sınıflarla yaptığı gerici uzlaşmayı bozmaya çalışmak gerekir. Tıpkı egemen ulus ayrıcalıkları uğruna sömürgeci faşizmle şovenist temelde yaptığı gerici sınıf uzlaşmasını bozmaya çalışmak gibi.
Erkek Egemenliğinin Krizi Ve Faşist Politik İslamcı Restorasyon
Sermaye ve partiyarkanın birliği çelişkili bir birlik. Çelişkinin kaynağında kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki çelişki duruyor. Üretimin toplumsallaşması kaçınılmaz olarak kadının toplumsal yaşama katılımına (üretici, tüketici ve meta olarak) itilim kazandırırken, mülkiyetin özel karakteri onu kaçınılmaz olarak toplumsal yaşamın dışına, ev içi sınırlara doğru çekiyor. Çelişkinin devrimci çözümü, kadın emeğinin, ev içi emek alanının kendisi dahil, tümüyle toplumsallaşmasıdır.
Erkek egemenliği, bu çelişkili birliğin koşulladığı ve emperyalist küreselleşme koşullarında çelişkinin şiddetlenmesiyle birlikte derinleştirdiği bir krizin içine, dünyasal bazda, giderek daha fazla çekiliyor. Çünkü sermayenin bu çelişkiye kalıcı bir çözüm üretmesi, varlık biçimiyle çatıştığı için, olası değil. Kadın talepleri karşısında verilen değişik tavizler, kadının toplumsal yaşama katılımının önünü açarak, ataerkini darbeliyor ve kadın özgürlük mücadelesini kuvvetlendiriyor. Kadının ucuz işgücü olarak toplumsal üretime katılımı, evsel köleliğin altını oyarak, burjuva aileyi zayıflatıyor. Ailenin zayıflaması emek-sermaye çelişkilerinin ev içi emek sömürüsüyle törpülenme olanaklarını daraltıyor ve burjuvazinin ideolojik hegemonyasını zayıflatıyor. Ailenin güçlendirilmesi yönündeki çabalar kapitalistler için ucuz işgücü kaynaklarını daraltıyor.
Üstelik kapitalizmin bütün çelişkileri, büyük çaplı ekonomik tavizler vererek krizlerini yönetemeyeceği kadar keskinleşmiş durumda.
Bu zeminde gelişen kadın özgürlük mücadelelerinin şiddet yoluyla veya ideolojik kuşatmayla ehlileştirilerek yönetilebilir sınırlarda tutulması; işçi ve emekçi kitleler ve yoksullar için burjuva aileyi güçlendirici tedbirlerle, orta sınıflar için klasik aileye alternatif burjuva aile biçimlerine alan açılmasının kaynaştırılması; erkek cinselliği ve şiddetinin eğlence ve seks endüstrisine doğru kanalize edilerek karlılaştırılması; ev eksenli üretimin alanının genişletilmesi ve küresel üretim zincirlerine eklemlenmesi; ev içi emek alanlarının, evsel-ailesel örgütlenmeyi güçlendirecek ama cins çelişkisini yumuşatacak tarzda artan metalaşması; kadın cinsi içindeki saflaşmanın derinleştirilmesi ve orta sınıf kadınlardan bir tür “cins aristokrasisi” yaratılarak burjuva ideolojik hegemonyanın sağlamlaştırılması gibi biçimlerde krizi yönetmeye çalışıyor.
Pek çok nedenle Türkiye ve Kürdistan, erkek egemenliğinin krizinin, başkaca toplumsal sorunlarla birleşerek, en şiddetli biçimde dışavurduğu yerlerden biri. Bir yandan kapitalizmin hızlanan gelişimiyle kadın işgücünün daha fazla toplumsallaşması ve sermayenin doğrudan sömürüsüne açılması, bir yandan ‘90’ların sonu ve 2000’lerin başında kadın hareketinin elde ettiği önemli kazanımlar, bir yandan da Kürt ulusal demokratik hareketi ve Kürt kadın hareketinin gelişiminin Kürdistan’da ortaya çıkardığı devrimsel sonuçlar, burjuva aile ve toplum yapısı üzerinde de, antifaşist kitle mücadelesiyle cins çelişkisinin etkileşimi üzerinde de ciddi sonuçlar oluşturacak şekilde, erkek egemenliğinin bu krizini koşulladı. Kadına yönelik şiddetin tırmanışı da bunun göstergelerinden biri.
Faşist şeflik rejimi, politik islamcı restorasyonla, erkek egemenliğinin krizine de çare olmaya çalışıyor. Bu temelde, bir yandan yukarıda özetlediğimiz gibi cins savaşını, bir yandan da “makbul kadın köle–makul erkek efendi” idealine bağlı bir “cins barışını”, cins uzlaşmasını örgütlemeye çalışıyor. Aile ve toplum yapısında öngördüğü, yasal düzenlemelerle desteklenen değişikliklerin yanı sıra, ev eksenli çalışma, bakım emeğinin ücretlendirilmesinin değişik biçimleriyle, ev eksenli üretim politikalarına yönelttiği çabalarla da bu planın ekonomik dayanaklarını oluşturmaya yöneliyor.
Bu politika, toplamda faşist şeflik rejimine istikrar kazandırma hedefinin en önemli dayanaklarından biri.
Saldırının çapının ve hedeflerinin vurgulanan kapsamı ve stratejik niteliği nedeniyle, kadın özgürlük mücadelesinin ittifaklarını genişletmek ve taktik muharebelerde de ciddi bir varlık göstermesini sağlamak önümüzdeki dönemin en önemli görevlerinden biri. Cins çelişkisinin bütün muhataplarının sorunu bu ciddiyetle ele alması gerekiyor.