Komünist erkeğin dikkat ve enerjisini, ezilen sınıf ve tabakalardan erkeklerin nasıl erkek egemen kapitalist düzenden koparılacağı, hangi politik eylemlerin, hangi ideolojik çalışmaların buna hizmet edeceği gibi görevlere yoğunlaştırması, erkeklikle mücadeleyi, son derece pasif biçimde konumlandığı ve yaygın olarak da direnç gösterdiği bir iç eğitim düzleminin dışına, politik bir düzleme taşıması gerekir.
Erkeğin İnsanlıktan Uzaklaşması
Özel mülkiyetin doğuşuyla birlikte insanın insanı köleleştirmesinin koşulları doğar. Üretim araçlarına sahip olan erkek cinsi, köleleştirilen diğer kesimlerin yanı sıra kadını da kölesi olarak görür. Erkek cinsi için kadın, mirasını devredebileceği, soyunun devamını sağlayacak çocuklar doğuran, cinsel hizmetini gören, her türlü ihtiyacını sağlayan bir tamamlayıcı, bir kullanım nesnesidir. Böylelikle komünal toplumdan farklı olarak erkeğin kadınla ilişkisi insani bir ilişki olmaktan çıkar. Erkek kadını bir kullanım nesnesi, her tür ihtiyacını karşılayan, kendini tamamlayan bir aparat, kendine ait bir mülk olarak görür. Kadını bir insan olarak değil, adeta bir kullanım nesnesi olarak gören ve bütün ilişkisini bu bakış açısına göre kuran erkek böyle yaptıkça insani niteliklerinden uzaklaşır.
Erkek, kadınla ilgili her konuda karar almayı en doğal hakkı olarak gördüğü için de, kadının her isteğini yerine getirmesini, kendisine biat etmesini ister, bekler. Erkeğin kadınla ilişkisini “tahakküm-biat-hak” üzerine kurması ve kadından “kölelik-itaat-görev” beklentisi içinde olması ve erkeğin “özne”, kadının da “nesne” halini alması süreç içinde toplumsal bir bilinç düzeyine gelir.
Nasıl ki kadının tarihsel yenilgisi ve köleleştirilmesi serüveni sınıflı toplumların tümünde söz konusu toplumlarla kaynaşarak ve egemen sınıf kurumlarında somutlaşarak sürdürülegeldiyse, toplumsal bilince dönüşen “özne erkek” ve “nesne kadın” gerçeği de sınıflı toplumlarda biçim değiştirerek günümüze kadar taşınır.
Tarihin tekerleği, erkeğin kadınla ilişkisinin insani bir ilişki olmaktan çıkışı ve “özne erkek”-“nesne kadın” biçimindeki bir yabancılaşmanın giderek daha da derinleşmesi biçiminde dönerken, karşıtını da yaratarak ilerler.
Şiddetin Görünürlüğü
Kadınla ilişkisini tahakküm üzerine kuran, onu mülkü gibi gören erkek, egemenliği ve istekleri reddedildiğinde cinsel şiddetin değişik biçimlerine başvurur. Erkek cinsi, salt erkek olduğu için üstenciliği, hegemonyayı, baskıyı, şiddetin değişik biçimlerini uygulamayı en doğal hakkı olarak görür. İktidarının sarsıldığını, kendisine itaat edilmediğini düşündüğünde, gördüğünde şiddet uygular. Taciz, tecavüz, ekonomik baskı, duygusal, fiziksel ve psikolojik işkence, cinayet, erkeği ve tüm toplumu çürütücü, yozlaştırıcı bir rol oynar. Erkek egemenliğinin bu dizginsiz pratikleri, şovenizm, ırkçılık, doğaya ve hayvanlara karşı keyfi yıkıcılık gibi etmenlerle birleşerek, bir toplumsal çürüme halini alır.
Bugün de dünyanın her yerinde kadınlar, LGBTİ+’lar, çocuklar ve hatta hayvanlar cinsel şiddete maruz kalıyorlar. Evde, işyerlerinde, okullarda, yurtlarda, sokaklarda cinsel şiddetin değişik biçimleriyle yüz yüze geliyorlar. Erkek egemen anlayış cinsel saldırıyı tüm yaşam alanlarına taşımış durumdadır.
Kadınlar ikincilliğe, eşitsizliğe, baskıya itiraz ettiklerinde şiddete uğruyorlar. Cinselliklerini nasıl yaşayacakları konusunda tercihler yaptıklarında, bedenleri ve cinsellikleri üzerinde tasarruf haklarını kullandıklarında katlediliyorlar. Üretime, eğitime, politik mücadeleye katıldıklarında şiddetin değişik biçimlerine maruz kalıyorlar. Sosyal yaşama dahil olmak istediklerinde, gece sokağa çıktıklarında şiddet görüyor, tecavüz saldırısına uğruyorlar.
Kadına yönelik şiddet hem artmış, hem de kadın özgürlük mücadelesinin bir kazanımı olarak daha görünür duruma gelmiştir. “Kol kırılır yen içinde kalır” yaklaşımı gerileme içindedir, şiddetin değişik biçimlerde teşhiri ve karşı mücadelenin örgütlenişi yükselmektedir. Şiddetin bölgesel farklılıklar, geri kalmışlıklar, eğitim düzeyi vb. ile açıklanmasının inandırıcılığı zayıflamaktadır. Şiddetin ekonomik düzey, eğitim, bölge-ülke vb. tanımayarak, dünyanın her yerinde, her yaştan, her meslekten erkek tarafından uygulanarak “evrenselleştiği” çıplak bir gerçek olarak gözler önündedir.
Kadın özgürlük mücadelesinin bir sonucu olarak şiddet daha görünür duruma geldiği gibi temel bir toplumsal gündem olarak da öne çıkmıştır. Gerek kendiliğinden kadın bilinci, gerekse politik öznelerin yürüttüğü mücadeleyle şiddetin erkeğin en doğal hakkı olmadığı, erkeği insanlıktan uzaklaştırdığı bilinci filizlenmeye başlamıştır. Son onbeş yıllık süreç bu bilincin pozitif anlamda geliştiğine ve değişik anlarda erkek cinsini de sorgulamaya ittiğine tanıklık etti. Özgecan Aslan’ın tecavüze uğrayarak katledilmesi sonrasındaki toplumsal hareketler bunun ileri örneklerindendir. Özgecan’ın katledilmesi toplumsal bir yüzleşmenin-erkekliği sorgulamanın önemli anlarındandır. Hatta dalga dalga yayılan hareket -farkında olarak ya da olmayarak- o dönem toplumsal saflaşma bağlamında da önemli bir durak haline gelmiş ve erkek cinsinde önemli sorgulamaların önünü açmıştır.
Şiddetin görünür hale gelmesi ve şiddete karşı yürütülen mücadelenin parça parça da olsa kazanımlar elde etmesi, mücadele hattını belirginleştirdiği gibi, gerek tek tek kadınlara gerekse kadın hareketine ciddi bir özgüven de kazandırmıştır.
Toplumun düne göre çok daha geniş bir kesiminden kadınlar, bireysel yaşamları ve tercihlerinde düne kıyasla daha iradi davranabiliyorlar. “Seçilen” olmayı beklemek yerine kiminle evleneceği, kiminle birlikte olacağı veya boşanacağı/ayrılacağı konusunda daha özgür ve rahatlar. Aile, koca, baba çemberinin yerini giderek daha fazla oranda bireysel tercihleri alabiliyor. Bu anlamıyla erkek egemenliğinin meşruiyet zemini giderek daralıyor. Erkek egemenliğinin meşruiyet zeminin daralması ve kendiliğinden kadın bilincindeki değişim, kadın özgürlük mücadelesinin gelişebilmesinin en önemli dinamiklerindendir.
Ancak bu tablo, toplumdaki eğilimlerin bir kutbunu oluşturuyor. Diğer kutupta bu gelişmelere, onyıllardır politik islamcı eğilimlerin de yayılışı, toplumun geniş bir kesiminde ve kadın kitleleri içinde güçlü biçimde karşılık buluşu eşlik ediyor. Bu cephede de giderek genişleyen bir kadın kitlesi, faşist şeflik rejiminin ve politik islamcılığın hem ideolojik etkisine, hem AKP ve cemaatlerde örgütlenme yoluyla politik çalışmalarına, hem de evlilik ve aile ilişkileri yoluyla fiziksel denetimine giriyor.
Cins Çelişkilerinin Derinleşmesi
Kadınlardaki bilinçlenme ve itiraz, kendi yaşamları ve gelecekleri hakkında söz sahibi oluşları erkek egemenliğinin gerici direnişine çarpıyor. İtiraz eden, ikincilliği reddeden, yaşamın her alanında varlığının kabul edilmesini isteyen kadın cinsi her adımında gerici erkek direnci ve şiddetiyle yüz yüze gelmeye devam ediyor.
Faşist şeflik rejimi sürecin her aşamasında gerici erkek direncine alan açmaya, erkekliği kışkırtan, kadına ise köleliği/biat etmeyi reva gören bir pozisyonda olmayı sürdürüyor. Devletin tüm olanaklarını kullanarak yasaları düzenliyor, yargı sistemini yönlendiriyor. Şiddet faillerini ödül gibi cezalarla adeta teşvik ediyor, cezasızlık politikalarıyla koruma altına alıyor. Faşist şeflik rejiminin yasalar, yargı ve medya üçgeni aracılığıyla şiddeti sıradanlaştırma/meşrulaştırma çabaları, erkek egemenliğinin sırtını dayadığı temel siyasal zemindir. Böylelikle tek tek birey erkeklerin şiddet eylemleri yasalar, polis ve yargı ile desteklenen açık/dolaysız bir savaş biçimini almıştır. Kadın cinsinin toplumsal yaşamın her alanında adeta tırnaklarıyla kazandığı mevziler gasp edilmeye, siyasal ve toplumsal hakları yok edilmeye çalışılıyor.
Salt erkek olduğu için kendini kadın cinsinden üstün sayan ve kadını aşağılayan, ikincil gören, kendine ait bir mülk, bir aparat gibi algılayan ve ilişkisini buna göre kuran erkek cinsinin “bireysel” eylemi burjuva devletin bütün bunları güçlendiren yasaları ve uygulamalarıyla örgütlü bir şekilde kadına yaşamı zindan etti. Cezasızlık politikaları, kadın katillerini alenen korumak kadın cinsine karşı yürütülen savaşta birey erkeği daha da cesaretlendirdi.
Mesele oldukça yalın ve açıktır: kadın cinsi bilinçlenip mevzi kazandıkça, erkek egemenliği iktidarının zayıfladığını görüp şiddetin dozunu yükseltiyor. Tıpkı tek tek kadınların yaşamları, bedenleri ve gelecekleri üzerinde tek söz sahibi olduklarını hatırlatmaları halinde birey erkeğin şiddet dozunu artırması gibi, kadın hareketinin kadın özgürlük mücadelesinin sınırlarını genişletmesi fiziki saldırıyla, şiddetle karşılaşmasını getirdi/getiriyor. Fakat sınıflar mücadelesi tarihi de cins özgürlük mücadelesi tarihi de başka bir yolun olanaklı olmadığını, kadın devriminin de her devrim gibi karşıtını büyüterek gelişeceğini gösteriyor. Hareketin mücadele alanı genişleyip mevzi elde ettikçe gerici erkek direnci büyüyecek, erkek egemenliği harekete geçtikçe kadın özgürlük mücadelesi özneleri bilenerek mücadeleyi büyütme gayretiyle öne çıkacaklardır. Aralarındaki diyalektik ilişki, kadın hareketinin mücadele araç ve biçimlerini zenginleştirerek bulunduğu eşiği aşması, geniş kadın kitlelerini örgütleme konusuna odaklanması zorunluluğuna işaret ediyor.
Kadın hareketi bu sarmalı tıkanma noktalarını açarak ve bir sıçrama gerçekleştirerek yönetmek zorundadır. Aksi takdirde cins çelişkisi ekseninde örgütlenen cins savaşının önüne geçemez ve toplumsal çürüme daha da derinleşir. Bu kapsamdaki tartışmayı ve görevlerimizi unutmadan ve bir kenarda tutmak kaydıyla, tartışmanın başka bir boyutu üzerinde durmak istiyoruz.
AKP Cins Savaşı Örgütlüyor
Kadınları “makbul kadın ve makbul olmayan kadın” olarak ayıran AKP, cins çelişkisini kullanarak cins savaşı örgütlemeye çalışıyor. Geride kalan dönemde, erkek cinsinin konformizminden de güç alarak bu alanda belirli başarılar elde etti. Herhangi bir kılıfa dahi ihtiyaç duymadan erkek cinsine vaadi açıktı: “Size itaatkar köleler vadediyorum! Emeğini, bedenini sömüreceğiniz, sizin çizdiğiniz çerçevede hareket edecek, itaatkar köleler!”
AKP, erkek egemen sistemin temel sürdürücüsü olan aile kurumunu söz konusu köleliğin üretilmesinin temel zemini olarak gördüğü için, ailenin güçlendirilmesi onun genel ideolojik çalışmalarının ve propagandasının en önemli ayaklarından biri oldu. Gerek İstanbul Sözleşmesi’nin gaspı, gerekse sonrası dönemde “aile elden gidiyor” söylemi onun temel argümanlarından biri oldu.
Erkek egemen sistemin tüm ayrıcalıklarını tepe tepe kullanan, bunları en doğal hakkı olarak gören erkek cinsinin bu ve benzeri söylemlerle yedeklenmesi, AKP etrafında saflaşması hiç de zor olmadı. Salt cins olarak erkeği değil, erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü sendikaları, kitle örgütlerini, dernekleri vb. de bu saflaşma zeminine çekti. İstanbul Sözleşmesi’nin gaspı gündeme geldiğinde ilk refleksleri nispeten ileri olan AKP’ye yakın kimi kadın örgütlerini, yazarları vb. de süreç içinde geriletti, etkisizleştirdi veya yedekledi. Kendi saflarında da, KADEM ve Sümeyye Erdoğan etrafındaki tartışmalarda simgeleşen önemli bir iç mücadele yürüttü. İstanbul Sözleşmesi’nin gaspı bu koşullarda mümkün olabildi. Denilebilir ki, AKP bütün bu dönem boyunca İstanbul Sözleşmesi’nin gaspı ve LGBTİ+ karşıtlığı üzerinden yürüttüğü propagandayla politik saflaşma konusunu merkezde tuttu.
Belki de en önemli sorulardan biri şudur: AKP böyle bir toplumsal saflaşmaya neden ihtiyaç duyuyor? Bu soruya verilecek yanıt bir bakıma “nasıl bir mücadele hattı” sorusunun yanıtını da oluşturacağı için faşist şeflik rejimine karşı mücadelede cins çelişkisi açısından temel halkayı yakalamamızı sağlayacaktır.
AKP, cins çelişkisi temelinde toplumu saflaştırıp, bazı kesimleri etkisizleştirip kendine en yakın bölükleri yedekleyerek ortaya bir kuvvet çıkarıyor. O halde kadın hareketinin olduğu kadar, emekçi sol hareketin de odaklanması gereken konu, bu kuvvetin karşısına bir kuvvet çıkarılması ve saflaşma denkleminin bozulmasıdır.
Emekçi sol hareket bu saflaşmayı dağıtmakla kalmayıp erkek cinsini bölmeli ve saflaşma denklemini kadın özgürlük mücadelesi lehine çevirebilmelidir. Açık ki, cins çelişkisi temelindeki bu saflaşmayı bozabilmek, salt kadınların politik-ideolojik mücadeleleri yoluyla başarılamaz. Bu aynı zamanda, ezilen erkeklerin AKP’nin kadının köleliğini vadettiği saflaşma denklemini -erkek cinsinin ayrıcalıklarıyla çelişse de- reddedip toplumsal bir yüzleşme yoluna girebilmeleriyle mümkündür. Bu tip bir ideolojik-politik tutuma ise ancak komünist erkekler öncülük edebilir. Komünist erkekler, bu konuda bir sorumluluk üstlenip öncülük ederlerse, söz konusu saflaşma denklemi kadınların lehine, kadın özgürlük mücadelesi lehine değişebilir.
Nasıl ki “Ermeni sorunu” gerçek bir toplumsal yüzleşmeyle çözüm yoluna girebilirse, kadınların cins savaşının “kurbanları” olma gerçeklikleri de benzer içerik ve kapsamdaki bir toplumsal yüzleşme mücadelesiyle yön değiştirebilir.
Hrant Dink’in katledilişinin ardından oluşan hareketi anımsayalım. “Hepimiz Ermeniyiz” şiarının yarattığı etkiyi ve dalga dalga yayılışının toplumsal yüzleşme mücadelesindeki değiştirici gücünü görmezden gelmek mümkün mü?
Keza Özgecan Aslan’ın tecavüze uğrayıp katledilişi sonrası süreç de bu konuda önemli deneyler sunuyor. Bu vahşi katliam, toplumun büyük bir kesiminin cins çelişkisi etrafında pozitif anlamda saflaşmasına yol açmış ve belirli bir döneme yayılan bir politik hareketin önünü açmıştı. Kim bilir belki de sokağa çıkanların büyük bir bölümü geleneksel namus anlayışıyla hareket etmişti. Ama böyle bile olsa, öfke ve tepki toplumsal bir hareket biçimini alabilmişti. Kadınların öfkesi dalga dalga bir isyana dönüşmüş ve eylemlerinin gücüyle farklı kentlerde kitlesel protestolar gerçekleşmişti.
Denilebilir ki, o dönem Özgecan Aslan şahsında ortaya çıkan hareketin sürekliliği sağlanabilse ve mantıki sonuçlarına götürülebilseydi, toplumsal yüzleşme ve bunun sonucu olarak erkek egemenliğinin geriletilmesi bakımından daha ileri bir düzeye ulaşılabilirdi.
Bugün de benzer tipte bir saflaşma yaratmak, AKP’nin toplumu cins çelişkisi ekseninde saflaştırmasını bozmak ve işçi-emekçi erkek bölüklerini, antifaşist kuvvetleri kadın özgürlük mücadelesinin konu ve sorunları ekseninde saflaştırarak karşı mücadeleyi örgütlemek bütünüyle olanaklıdır. Bunun da ötesinde, gelinen aşamada bu bir zorunluluğa dönüşmüştür.
AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana erkekler 7 bin 739 kadını katletmiş. Günde 1097, saatte 45 kadın şiddet görüyor. Üstelik bunlar sadece kayıtlara geçen rakamlar. Gerçek verilerin bunun çok ötesinde olduğunu tahmin etmek güç değil. Tablonun vahameti açık olduğu halde burjuva erkek egemen sistem, kadını korumayı esas alan 6284 sayılı şiddet yasasında kadınlar aleyhinde değişiklikler yapmayı, kürtaj, nafaka haklarını tartışmaya açabiliyor, son torba yasayı gündeme alabiliyor. Cezasızlık politikalarının, 6284 sayılı yasanın kapsamının daraltılması gibi uygulamaların “tekil” erkek şiddetinin devlet desteğiyle örgütlü biçimlerde yürütülmesinden başka sonuçlar doğurmadığını biliyoruz.
Erkek egemen sistemin kadına şiddeti normalleştirip sıradanlaştırmaya çalışması ve 3. sayfa haberleri kapsamında ele alması anlaşılır elbette. Ama anlaşılır olmayan, emekçi sol hareketin bu saldırıları geri püskürtmede iddialı, kararlı bir politik hat geliştirememesi, pratik mücadeleyi de büyük oranda saflarında mücadele eden kadınlara havale edişidir.
Neden -evet hala neden- bir kırım boyutuna ulaşmış kadın katliamları, gündelik hale gelmiş olan şiddet ezen-ezilen, devlet-halk, sermaye-emek çelişkileri arasındaki yerini bulamıyor?
Neden bu denli güncel ve can yakıcı olan bu sorun, erkek cinsinin insansızlaştırıcı erkek egemen yabancılaşma ve kadın cinsinin salt kadın olduğu için akıl almaz şiddet örnekleriyle karşılaşması bu saflaşmanın başat konusu haline gelemiyor?
Bu korkunç tablo, emekçi sol hareketin mücadeleye girişmesi ve KÖM ekseninde saflaşması için neden yeterli olamıyor?
Şiddetin yaşamın her alanına girmesi, her yıl yüzlerce kadının katledilmesi, salt erkek olduğu için kadınlara, çocuklara, LGBTİ+’lara şiddeti en doğal hakkı olarak gören erkek cinsinin yaşamı bütün bu kesimlere zindan etmesi ve işlediği bütün suçların “cezasızlık politikalarıyla” geçiştirilmesi biraz da emekçi sol hareketin etkinleşememesi, iddiasızlığı, hatta kaydediciliği-seyirciliği nedeniyle başarılmıyor mu?
Bütün bunlara gözünü-kulağını kapayanların -devrimciliği bir yana bırakalım- demokratlıkları dahi tartışmalı değil midir?
Kadın cinsinin uğradığı şiddete, kitlesel katliamlara gözünü-kulağını-yüreğini kapayan bir demokratlık, bütün bunları “günün rutininden” saymak, kanıksamak kabul edilebilir mi?
Açık ki, ezilen erkek cinsinin, bugünkü yaygınlığı, pervasızlığı, kadın cinselliğinin pazarlanmasında reklam endüstrisine eşlik edişi ve şovenizmin başkaca insanlık dışı eylemleriyle birleşerek başlı başına bir kültürel motif haline gelişiyle toplumsal çürüme boyutuna varmış olan erkek şiddetiyle “toplumsal bir yüzleşme/erkeklikle yüzleşme” içine girebilmesi genel olarak politik özgürlük mücadelesine, demokratik örgütlenmeye ve mücadeleye kazanılmasında, demokratlaşmasında önemli bir basamak olabilir. Ayrıca belirtmeliyiz ki, toplumsal yüzleşme mücadelesinin yaratacağı zeminin genel olarak mücadeleyi büyütme potansiyelini kavrayamayanların politik önderlik kapasitelerini de ciddi biçimde sorgulamaları gerekir.
Kadın Özgürlük Mücadelesi Farklı Dinamiklerle Güçlendirilmelidir
Geride kalan dönemde AKP-MHP koalisyonu işçi-emekçi milyonlara karşı oluşturulmuş en gerici, en faşist koalisyon olarak işçi-emekçi milyonların kadın bölükleri için yaşamı daha da çekilmez hale getirdi. Kadına yönelik şiddetin ve kadın katliamlarının her geçen gün arttığı koşullarda faşist şeflik rejimi cezasızlık politikalarıyla katillerin aramızda gezmesine alan açtığı gibi, yeni yasal düzenlemelerle kadınların yaşam ve varoluş hakları üzerindeki tehdit alanlarını da genişletti.
Bu gerçeklere rağmen kadın hareketi toplumsal mücadele içindeki en dinamik bölüğü oluşturuyordu. Kadın hareketi zorlu ama bir o kadar da direnişçi bir dönemi geride bıraktı. Bununla birlikte, faşist şeflik rejiminin tüm saldırganlığına karşın geri adım atmaması, sokakta kendini ifade etmekten vazgeçmemesi, mevzilerini koruma ısrarı ne denli gerçekse, hareketin bir aşamadan sonra tıkanması, somut taleplere odaklanamaması ve protestocu bir çizgide kalması da o denli gerçektir. Bu durum, hareketin erkek egemenliğine karşı savunmasının muhaliflik sınırlarında kalan bir hatta ilerlemesine neden oldu. Oysa hareketin önünü açacak olan, kadın kuvvetlerinin somutlanmış bir siyasal program etrafında toparlanmasıydı. Bu ise protestoculuğu aşan, koparıp alma iddiasıyla hareket eden bir tarzla olanaklıydı. Elbette bu konudaki temel sorumluluk, içinde yer aldığımız kadın özgürlük mücadelesinin politik öznelerine aittir. Fakat bu gerçekle birlikte, emekçi sol hareket, faşist şeflik rejiminin yaratmaya çalıştığı toplumsal saflaşma denkleminde nerede durduğunu kadın özgürlük mücadelesinin gündem ve talepleriyle nasıl bir ilişki kurduğunu, toplumsal çürüme düzeyine varmış olan erkek şiddetine karşı yürüttüğü mücadelenin düzeyini sorgulamalıdır.
Kadın özgürlük mücadelesi, kadınların toplumsal mücadelenin her alanında özneleşmesi, inisiyatifinin gelişmesi, kadın aklı ve iradesinin öne çıkmasıyla gelişeceği gibi, kadının ezilen cins olmasından kaynaklanan çelişki ve sorunların toplumsal mücadelenin temel gündemleri haline gelmesiyle de güçlenebilir. Bu anlamıyla kadın hareketinin toplumsal mücadeledeki yerini alması, antifaşist hareketle güçlü bağlar kurması, işçi sınıfının mücadelesiyle etkin ilişki kurması ne denli elzemse, toplumsal mücadele dinamiklerinin kadın özgürlük mücadelesinin sorun ve gündemleriyle canlı ve dolaysız bağlar kurmaları da o denli zorunludur.
Erkeğin Dönüşüm Eylemi Sadece İdeolojik Değil Politik De Olmalıdır
Komünist erkeklerin ideolojik sorgulamalarının ve komünist kadınların erkeğe eleştirilerinin ideolojik zeminden daha politik bir zemine taşınması ya da ideolojik eleştirilerin politik eylemle buluşturulması ihtiyacı var. Uzunca bir dönemdir komünist erkekler kadın özgürlük mücadelesinde pratik görevleri hayata geçirmede ciddi bir başarısızlık, eylemsizlik ve kaydedicilik içinde. Pratik müdahaleyi de kendi cinsine yönelik ideolojik çalışma ve politik eylem değil, kadına müdahale olarak kavramanın ilerisine geçemedi; böylece, bu konuda eleştiri aldığında tümden eylemsizleştiği, eylemlileşmesi istendiğinde de müdahalesini kadına yöneltmeye çalıştığı bir döngü içerisinde kaldı. Komünist öncü saflarında da, daha geniş kitlelere yönelik olarak da, erkekler içinde erkek egemenliğiyle mücadeleyi geliştirmede pratik yönelimi son derece sınırlı oldu.
Oysa, komünist erkek de erkek egemen ayrıcalıklarla kopuşmayı, erkeklikle mücadeleyi ancak politik eylem içerisinde güçlü biçimde sürdürebilir. Sadece eğitim ve tartışmayla aşılamayacak ideolojik eşikler, politik kitle çalışması ve politik mücadele içerisinde aşılabilir.
Komünist erkeğin dikkat ve enerjisini, ezilen sınıf ve tabakalardan erkeklerin nasıl erkek egemen kapitalist düzenden koparılacağı, hangi politik eylemlerin, hangi ideolojik çalışmaların buna hizmet edeceği gibi görevlere yoğunlaştırması, erkeklikle mücadeleyi, son derece pasif biçimde konumlandığı ve yaygın olarak da direnç gösterdiği bir iç eğitim düzleminin dışına, politik bir düzleme taşıması gerekir.
Erkek komünistlerin kadın özgürlük mücadelesiyle ilişkisi genel olarak pek çok tartışılmalıdır, eleştirilmelidir; her gün, her an bu tartışmayı, eleştiriyi yapmaya devam edeceğiz. Ancak daha özsel olarak, erkek komünistlerin erkek egemenliğini kişisel olarak olduğu gibi, toplumsal olarak da geriletmenin, kendi cinsinden işçi ve emekçileri bu mücadelenin parçası haline getirmenin öznesi olmaları gerekiyor. Kadın eyleminin olumlu veya olumsuz sonuçları, etkileri bahane edilerek bu özneleşmeden kaçmak en hafifinden erkek sosyal şovenizmi temelinde pozisyon almaktır. Erkek komünistler bu zeminde erkek ayrıcalıklarından kopuşamaz, böyle bir kopuşmanın erkek cinsine doğru genişletilmesine öncülük de, önderlik de edemez. O yüzden, kadınlar ister ön açıcı, isterse bazı açılardan ön kesici olsun, erkeklikle toplumsal bir yüzleşme gerekecekse, dahası erkek cinsi içinde, ataerkiyle kopuşma konusunda bir “iç mücadele” gelişecekse, bunu erkekler gerçekleştirecek.
Komünist Erkekler Toplumsal Yüzleşmeye Öncülük Etmelidir
Ezilen erkek cinsinin bir cins savaşına dönüştürülmüş olan kadına yönelik şiddete karşı mücadelede KÖM safında yer almaması, nesnel olarak, AKP’nin cins çelişkileri ekseninde örgütlemeye çalıştığı gerici-faşist saflaşmayı güçlendiriyor. Erkek egemenliğinin bu en kıyıcı, gerici bölükleri sırtlarını AKP’nin gerici-faşist içerikteki yasalarına dayıyor, oradan güç alıyorlar. Şiddet faillerinin, katillerin pek çoğunun ırkçı, gerici, faşist olması tesadüf değildir.
Komünist erkeklerin hemcinslerini toplumsal yüzleşmeye çağırma mücadelesi kapsamında yapacakları her eylem ve etkinlik faşist şeflik rejiminin gerici, kadın düşmanı politika ve uygulamalarının toplumsal dayanaklarını zayıflatacak ve işçi-emekçiler üzerindeki erkek egemenliğinin zayıflatılması yoluyla antifaşist mücadelenin gelişimine hizmet edecektir.
Erkek komünistler, kadın özgürlük mücadelesi ve bununla bağı içinde politik özgürlük mücadelesinin gelişimini ileriye doğru itmek, hemcinslerinin insanlaşma mücadelesinde kendilerini ortaya koymak zorundadırlar. Bunun da yolu, ezilen erkeğin politik eylemine zemin yaratmaktan, yürütülecek mücadelenin şiarlarını, biçimlerini bulup uygulamaktan geçiyor. İşçi ve emekçi erkekleri şiddetin kaynağı konusunda aydınlatarak yüzleşme zeminleri yaratmaları, bu gerçekleri görmezden gelmenin toplumsal çürümenin boyutlarını genişletmek dışında bir rol oynamayacağını göstermeleri ve harekete geçmelerini sağlamaları gerekiyor. Bu konuda sorumluluk üstlenmeyen, şu veya bu düzeyde bir mücadele zemini yaratmayan her erkeğin nesnel olarak bütün bu şiddete, katliamlara suç ortaklığı ettiğinin altını çizelim.
Komünist erkeklerin toplumsal yüzleşmeye öncülük etmesi ve buna bağlı olarak şiddet konusunda erkek egemenliğinin geriletilmesi, erkek egemen direncin zayıflatılması genel olarak toplumsal mücadelenin gelişimi açısından da kritik önemdedir.
Nasıl ki Türk şovenizmi sadece Kürt halkının mücadelesinin gelişiminin değil, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesinin de temel engellerinden biriyse ve geriletilemediği her durumda siyasi gericilik ve ideolojik çürüme yaratıyorsa, erkek egemenliğinin geriletilememesi de toplumsal mücadelenin geneli bakımından benzer sorunlar yaratıyor. Ortalama bir demokrat tutum göstermeyen ezilen erkek cinsinin toplumsal mücadelenin genelinde de ilerici bir rol oynaması beklenemez. Bugün ezilen erkeğin faşizme karşı mücadelede en güncel görevlerinden biri, hemcinslerinin insanlık dışı tutumlarını görmezden gelmeyi, “normalleştirmeyi” bir yana bırakarak, karşı mücadele saflarını güçlendirmesidir.
Komünist erkekler ezilen sınıf ve tabakalardan erkekleri AKP gericiliğinin etki alanından koparma hedefli çalışmalar yürütmeli, bu çalışmaların hangi hattan geliştirilmesi gerektiği üzerine düşünsel ve pratik emek vermeli, yük ve sorumluluk altına girmeli, faaliyet yürüttükleri değişik siyasi ve kitle örgütlenmelerinin kadın özgürlük mücadelesinin gündemlerinde politik-pratik tutum alması için mücadele vermeli, emekçi semtlerinde, işçi havzalarında, fabrika ve atölyelerde erkeklere yönelik politik kitle ajitasyonu ve aydınlatma faaliyetleri geliştirmelidir.
Faşist şeflik rejimi erkek cinsine, “makbul kadın tanımlamamız, yeni aile yasamız ve bunlarla bağı içinde gündeme gelecek yasalarla size bir köle vadediyoruz” diyor. Her şeyden önce, ezilen erkeğin “hayır biz köle değil, şef tipi aile değil, eşit ve özgür yaşam istiyoruz” düzeyine çekilebilmesi için mücadele edilmelidir.
Erkek komünistler, bu konuya daha büyük ciddiyet ve sorumlulukla yaklaşmalı, konunun öznesi olmalı, ezilen erkekler safında yürütülebilecek bir yüzleşme çalışmasının özgün dilini kurmak, hangi mücadele araç ve biçimlerine başvuracaklarını, ne tip yöntemler kullanacaklarını belirlemek, şiarlarını oluşturmak için kafa yormalı, kolektif zeminlerde bu konuları tartışmalıdır.
Örneğin, erkek şiddetinin vardığı düzey, toplumsal çürüme ve buna karşı toplumsal yüzleşme/erkeklikle yüzleşme başlıklı panel, seminer, söyleşi ve atölyeler düzenleyebilirler. Ev ziyaretleri gerçekleştirebilirler. İşyerlerinde, okullarda, yurtlarda, kahvehanelerde, kafelerde, spor salonlarında, semt pazarlarında, merkezi alanlarda konuşmalar yapabilirler. Bildiri, stikır, sosyal medya vb. aracılığıyla sayısız insana ulaşabilirler. Kuşkusuz ki, bütün bu biçimler ilk akla gelenlerdir.
Erkek komünistler hemcinsleri adına sorumluluk üstlenerek toplumsal yüzleşmeye kendilerinden başlamalı ve buradan çıkardıkları sonuçları arkalayarak bulundukları her alanda erkek cinsinin toplumsal yüzleşme gerçekleştirmesi için mücadele etmelidirler. İşyerlerinde, okullarda, sokakta, örgütlü oldukları sendikalarda, kitle örgütlerinde erkek cinsini toplumsal yüzleşmeye davet etmeli ve salt birey erkeğin değil, tek tek kurumların da tutum almalarına öncülük etmelidirler.
Örneğin, bir sendika genel kurulunda, kitle örgütü kongresinde vb. kadın kotası, pozitif ayırımcılık ilkesinin uygulanıp uygulanmadığı, kadın temsiliyeti düzeyi gibi başlıklarda öncülük edebilecekleri gibi, toplumsal yüzleşme konusunu da gündemleştirebilmeli, hemcinslerini ve kurumları bu kapsamdaki bir ideolojik-politik çalışmanın içine çekmeye çalışmalıdırlar. Erkek komünistler bir sendika genel kurulunda -yerinde bir tutumla- sendikal bürokratizmi sınıf sendikacılığı temelinde eleştirirken, neden erkek egemenliği zemininden de eleştirmedikleri, neden bu konudaki geriliklerle mücadelenin öncülüğünü yapmadıkları üzerine ciddi biçimde düşünmelidirler.
Bir özsavunma eyleminin ardından tutuklanan kadını sahiplenen, sokaktaki duruşuyla yargı üzerinde baskı gücü oluşturmaya çalışan kadın eylemlerinin giderek yaygınlaştığı biliniyor. Bu tür sahiplenmelerin erkek cinsinin de örgütlendiği yapılar tarafından gerçekleştirilmesi, kadın örgütleri dışındaki örgütlenmelerin de açıklamalarla tutum almalarının sağlanması erkeklerin hemcinslerinin şiddet eylemlerine karşı duruşlarını somutlamaları kapsamında önemli roller oynayabilir ve genel demokratik bilinci geliştirebilir.
Hemcinslerini aydınlatmayı, harekete geçirmeyi kadın komünistlerden, kadın kolektiflerinden beklemek, kendini dışsallaştırmak kabul edilemez bir sorumsuzluktur. Kadın komünistler ve kadın hareketi bütün bu konularda zaten dişe diş bir mücadele yürütüyor, bir yol açmaya çalışıyor. Önümüzdeki dönemde de bu hattı geliştirmeye devam edecektir. Geliştirilmesi, güçlendirilmesi gereken, bu hattın yeni dinamiklerle beslenmesi ve yeni bir yol açılmasıdır. Çünkü gerek demokratik bilincin gelişimi gerekse sosyalist hareketin güçlenmesi, başka unsurların yanı sıra erkek egemenliğinin geriletilmesi yoluyla da olacaktır. Erkek gericiliği faşizmin, şovenizmin daimi dayanaklarından biridir. Bu nedenledir ki, emekçi sol hareketin kadın özgürlük mücadelesi gündemleriyle ilişkilenmesi, gerçekte genel olarak politik özgürlük mücadelesinin alanının genişletilmesi mücadelesidir.
Komünistler ve özelde erkek komünistler, kadınların özgürlük mücadelesini her yönüyle desteklemenin, ona omuz vermenin ve katkı sunmanın yanı sıra, işçi-emekçilerin erkek bölüklerini toplumsal yüzleşmeye çağırmak, kadını aşağılayan, ikincil gören anlayış ve davranışlara, katliamcılığa, cinsel şiddete tutum almaya davet etmek, şiddet uygulayanlara karşı ideolojik-politik hesaplaşmalara sevk etmek, erkek devlet ve kurumlarıyla mücadeleyi öne çekmek, özcesi işçi sınıfı ve ezilenlerin kadın özgürlük mücadelesi lehine saflaştırılmasında devrimci bir rol oynamak zorundadırlar. Yaşanan cinsel şiddet verileri karşısında bıçağın kemiğe dayandığını söylemek dahi çok hafif kalır. Erkek komünistler kendilerini ortaya komalı ve kadın insan şahsında yaşanan cins savaşına toplumsal yüzleşme ile barikat olmalılar.