Mehmet Şimşek’in Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ardından faşist şef Erdoğan tarafından hazine ve maliye bakanlığına getirilmesinin üzerinden bir yıl geçti. Şimşek bu zaman zarfında faşist şeflik rejiminin “yeni” dönemsel iktisadi-mali politikasını pratikleştirmeye girişti.
Faşist şeflik rejiminin emperyalist mali oligarşiyle daha uyumlu bir iktisadi-mali politika izlemeye yönelmesi CHP’nin odağında durduğu burjuva muhalefet tarafından da desteklendi, burjuva liberal iktisatçı takımı Mehmet Şimşek’e alkış tutma sırasına girdi. Öyle ya, Erdoğan anlamsızca ısrar ettiği anti-faiz tavrından vazgeçmiş, ekonomi ve maliye yönetiminde doğru çizgiyi kabul etmişti! İşçi sınıfı ve emekçi tabakalar içinse, devreye sokulan bu iktisadi-mali politikanın, hiç de “yeni” olmaması bir yana, saray iktidarının yoksullaştırma saldırısını sürdürmesinden başka bir anlamı olmadığı kısa sürede görüldü.
Bu yazıda, Mehmet Şimşek’in işbaşına getirilmesine yol açan koşulları, “yeni” iktisadi-mali politikanın kapsamını, Türkiye ekonomisinin bugün bir kriz içinde olup olmadığını ve halklarımızın içine itildiği yoksullaşma krizinin içeriğini inceleyeceğiz.
Mehmet Şimşek Neden İşbaşına Getirildi?
Bugünkü Mehmet Şimşek programına hangi dönemeçlerden geçilerek gelindiğini kısaca hatırlayalım.
Tayyip Erdoğan liderliğinde AKP hükümetleri, ilk on yılda, Türkiye ekonomisinin, sanayi üretimi yapısının ara malı ithalatına ve finansmanın uluslararası mali sermaye akımına bağımlı olduğu, ekonomik büyümenin yabancı sermaye ve özellikle “sıcak para” formunda spekülatif sermaye girişiyle gerçekleştiği bir mali-ekonomik sömürge ekonomisine dönüşüm sürecini tamamlamıştı. Fakat yabancı sermaye girişinde 2015’te yavaşlama başlaması ve 2018’de tıkanma yaşanması, saray iktidarını aynı anda hem faiz oranını hem de dövizi kurunu düşük tutma, TL’yi değer kaybından koruma imkanlarından yoksun bırakmıştı. Ve 2018 yazında fırlayan döviz kuruna müdahale amacıyla faiz oranının yükseltilmesiyse 2019 ekonomik krizini tetiklemişti.
2019 krizinden sonra faşist şeflik rejimi, faizi tedricen düşürme, bu sayede lira cinsinden kredilerin ve borçların çevrimini ve iç piyasanın canlılığını sürdürülebilir kılma yönelimine girdi. Yüz yüze kalınan ikilemde, yüksek faizler nedeniyle ekonominin iyice durgunlaşması, yeni bir iflas ve dolayısıyla işsizlik dalgasının ortaya çıkması riski değil, döviz kurunun yükselmesi ve enflasyonun tırmanması riski göze alındı. Zira birinci riskin gerçekleşmesi saray iktidarının yığınsal seçmen desteğinin çok daha hızlı erimesine neden olacaktı. Dahası bu, saray iktidarını dolaysızca arkalayan, ihale-kayırma-fonlama fideliğinde semiren ve dolardan ziyade lirayla borçlanmış olan, esasen MÜSİAD’da örgütlü bulunan sermaye kesiminin zayıflamasına, hatta batmasına göz yummak anlamına gelecekti. Yani, Merkez Bankası döviz rezervini tüketmek pahasına faiz indiriminde ısrar edilmesinin nedeni, CHP’nin başını çektiği burjuva muhalefetin iddiasının aksine, faşist şef Erdoğan’ın politik islamcı anti-faiz takıntısı ya da ekonomi ve maliye kadrosunun liyakat eksikliği değildi. Bu ısrarın nedeni faşist şeflik rejiminin siyasal ve toplumsal öncelikleriydi. Aynı zamanda faşist şeflik rejimi, Avrupa tekellerinin tedarik zincirlerinde pandemi sonucu oluşan kırılmaları fırsata çevirmenin, liranın değerindeki düşüşü ihracata dönük üretimi artırmakta kaldıraç olarak kullanmanın hesabını yaptı. Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin Çin’i, Kürdistan’ı ise Türkiye’nin Çin’i haline getirme hevesleri bolca dile getirildi. Öyle ya, reel ücretler zaten çoktan baskılanıp düşüş trendine sokulmuş, grevler art arda yasaklanmış, işçi sınıfını örgütsüzleştirici saldırılar son sürat devam ettirilmişti!
Türkiye’ye dış kaynak akımı bir kez daha canlılığını yitirince, döviz kuru şokları yine art arda geldi. TÜİK’in güvenilirlikten uzak verileriyle bile, yıllık enflasyon Ekim 2021’de yüzde 19,9’dan Ekim 2022’de yüzde 85,5’e çıktı. Merkez Bankası’ndan piyasaya enjekte edilen dövizler ve kur korumalı mevduat gibi araçlar döviz kurundaki keskin artışı ve yüksek enflasyonu istenen düzeyde düşürmeye yetmedi, düşük faizde ısrar yabancı sermaye girişinin önünü kapamaya devam etti. Türk burjuvazisinin dünya tekelleriyle daha kapsamlı işbirliği yapan, daha fazla finansal gücü bulunan, yüksek faiz oranlarına bağlı spekülatif sermaye hareketlerinden daha büyük karlar elde eden ve daha ziyade dövizle borçlanan bölümünün örgütlü olduğu TÜSİAD, somut çıkarları düşük faiz ve yüksek döviz kuruyla örtüşmediğinden, faşist şefin iktisadi-mali politikasına itirazlarını çoğalttı. Dönemin hazine ve maliye bakanı Nureddin Nebati’de simgelenen bu iktisadi-mali politika nihayet sürdürülebilir olmaktan çıktı.
Bu durumda faşist şef Erdoğan düşük faiz ısrarından vazgeçmek, döviz kurunu dengelemekte ve enflasyonu indirmekte alışılmış reçeteye geri dönmek, ekonominin muhtaç olduğu dış kaynak girişini cezbetmek üzere emperyalist mali oligarşinin güvenilir yöneticisi Mehmet Şimşek’i tam yetkili olarak hazine ve maliye bakanlığına tayin etti. Erdoğan’ın daha önce yolunu ayırmış olduğu Mehmet Şimşek’i tekrar işbaşına getirmesi ve iktisadi-mali politikada Şimşek’le simgelenen değişikliğe gitmesi saray iktidarının liyakatsizlik yanlışından dönmesi değil, artık sürdürülemez olanı mecburen rafa kaldırması anlamı taşıyordu.
Mehmet Şimşek Programının Kapsamı Nedir?
Mehmet Şimşek’in bakanlık görevine gelir gelmez ilk icraatı temel mal ve hizmetlerde vergi artırımına gitmek, işçilere ve emekçilere yeni vergiler salarak iç talebi kısmaya girişmek oldu. Şimşek emekli maaşlarında artışın frenlenmesinden, asgari ücrette gerçekleşen enflasyon oranında ek artış yapılmamasından yana ağırlık koydu. Merkez Bankası’nın faiz artırım kararları birbirini izledi. Şimşek’in “ekonominin gereklerine uygun sağduyulu politikalar”, “rasyonel politikalara dönüş” söylemleri burjuva muhalefet partileri tarafından desteklendi, burjuva liberal iktisatçıları coşkulandırdı.
Mehmet Şimşek New York ve Londra’da emperyalist finans oligarşisinin temsilcileriyle görüşmeler gerçekleştirdi. Ardından IMF heyetiyle de benzer temaslarda bulundu. Zira “yeni” iktisadi-mali programın hazırlanışı öncelikle Türkiye ekonomisine finansal dış kaynak girişinin önünü açma amacıyla bağlıydı.
Mehmet Şimşek programı olarak adlandıracağımız “Orta Vadeli Program” (OVP) Eylül 2023’te açıklandı. 2024-2026 dönemini kapsayan OVP’de “yeni” iktisadi-mali politikanın başlıca unsurlarına yer verildi. OVP kapsamında, kamu harcamalarında kesinti yapılması ve devlet yatırımlarının azaltılması, iç talebin sınırlanması ve özel tüketimin üç misli daraltılması, ekonomik büyüme itiliminin ihracat artışınca sağlanması, ücretlerdeki ve maaşlardaki artışların gerçekleşen değil hedeflenen enflasyona göre yapılması, esnek iş sözleşmelerinin yaygınlaştırılması, kıdem tazminatının tasfiye edilmesi, faiz artışının sermaye yatırımlarını frenleyici sonuçlarını telafi etmek için yeni seçici kredi paketleri devreye sokulması gibi planlar sıralandı.
OVP’nin tamamlayıcı bir parçası sayılabilecek olan “Kamuda Tasarruf ve Verimlilik Paketi” ise 13 Mayıs 2024’te açıklandı. Pakette, kamuya kadro alımının durdurulması ve sadece emekli olanların yerine kadro alınması, kamu emekçilerinin servis imkanlarının kaldırılması ve lojman kiralarının piyasaya göre belirlenmesi, devlet yatırımlarının neredeyse sıfırlanması, sosyal güvenliğe bütçeden yapılan transferlerin daha da küçültülmesi, kamu emekçilerinin ücretlerinin baskılanması, memur emeklilerinin maaşlarındaki erimenin telafi edilmemesi gibi emekçi düşmanı kararlar, devlet yönetiminde lüks araç alımı gibi aşırı harcamalardan bir bölümünün kısılması yönlü kararların ardına gizlendi.
Mehmet Şimşek programına yön veren iktisadi-mali politika şöyle özetlenebilir: işçi ücretlerini ve emekçi gelirlerini baskılayarak iç talebi sınırlamak, yani işçilerin ve emekçilerin tüketimlerini iyice çökertmek, ekonomik büyüme için dış talebin bunun yerini almasını ve ihracat artışını sağlamak, faiz artırımı sayesinde de enflasyonu düşürmek. Ücret artışını ve iç tüketimi enflasyonun müsebbibi ilan ederek burjuva iktisadın geleneksel dogmasını propaganda eden Şimşek’e göre, enflasyonu düşürmenin başlıca iki yöntemi ücretleri baskılamak ve faizleri yükseltmektir.
Şimşek programının en önemli beklentisi dış kaynak akımlarının, esasen de spekülatif sermaye girişinin yeniden canlanmasıdır. ABD ve Avrupa merkez bankalarının ekonomideki durgunluk şartlarında 2024’ün ikinci yarısından itibaren faiz indirimine yönelecekleri düşünülmekte, böylece yabancı finansal sermayenin getirisi artan TL’ye yatırım yapacağı ve Türkiye’ye yabancı sermaye girişinin hızlanacağı umulmaktadır. Şimşek’e göre, yabancı sermaye girişini teşvik etmek için parasal ve mali disiplinden taviz verilmemeli, faizler artırılmalı, döviz kuru dengede tutulmalı ve TL’ye yatırımın cazibesi güçlendirilmelidir. Arap krallarının petrodolarlarını çekmek için kesintisiz sürdürülen temaslar, hatta Mısır’la veya Yunanistan’la ilişkilerde sergilenen diplomatik jestler, her şeyden önce, finansal dış kaynak girişini sağlamak içindir.
Gerçekten de Şimşek programında kritik nokta, tüm programın işlemesini sağlayacak motor, dış kaynak girişinin derhal artmasıdır. 2024’ün ilk yarısında yabancı finansal sermaye girişlerinin başlamış ve dolayısıyla Merkez Bankası döviz rezervinin yıllar sonra artıya geçmiş olması, emperyalist finans oligarşisinin bir uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu olan Fitch’in Türkiye’nin kredibilite notunu yükseltmesi Şimşek’in, faşist saray zevatının ve büyük patronlar sınıfının bu yönlü umutlarını beslemektedir.
Yabancı sermaye akımında ciddi ve uzun süreli bir canlanma olmadığında, örneğin yabancı “sıcak para” kısa süreli finansal vurgunların ardından tekrar çıkış yaptığı durumda, ekonominin iyice durgunlaşması ve hatta daralması, şirket iflaslarının artması, işsizliğin daha da tırmanması, yeni döviz kuru şoklarının ortaya çıkması, yüksek enflasyonun da sürmesi kaçınılmaz görünmektedir. Programın bir mali-ekonomik sömürge ekonomisine çoktan dönüşmüş olan Türkiye ekonomisinin yapısal özelliklerinden köklenen iç çelişkilerine bulunabilecek palyatif çözümler bile Türkiye’ye finansal dış kaynak girişindeki artışla mümkündür. Şimşek programının söz konusu iç çelişkilerinden biri, ekonomik büyümenin kaldıracını iç talepten dış talebe kaydırmak ve ama bunu üretimin ithalata bağımlı yapısında değişikliğe gitmeksizin kısa sürede yapmak ancak TL’nin değersizleşmesiyle ve ihracat piyasalarında genişlemenin sürmesiyle mümkünken, enflasyon düşerken TL’nin reel olarak değerlenmesinin ihracatı artırma imkanlarını darbelemesi riskini içermesidir. Programın iç çelişkilerinden bir diğeri, ekonomik büyümenin sürdürülmesi, dolayısıyla istihdamın korunması ve hatta genişletilmesi hedefi güdülürken, burada ekonomik büyüme için gerekli olan döviz girdisinin karşılanması uğruna faizi artırma mecburiyeti varken, diğer yandan faiz artırımının kredi daralmasını, şirket iflaslarını, istihdam düşüşünü, ekonomik durgunluğu ve hatta ekonomik krizi tetiklemesi riskini barındırmasıdır.
Hedeflerine ulaşsın veya ulaşmasın, Mehmet Şimşek programı tipik bir “kemer sıkma” programı, IMF’siz IMF programıdır. Saray iktidarının bu “yeni” iktisadi-mali politikası da işçileri ve emekçileri yoksullaştırma saldırısı niteliğindedir. Sermayenin her iki kesiminin, faiz artışı ve TL’nin değerlenmesinde çıkar farklılıkları taşıyan sermaye öbeklerinin üzerinde buluştuğu birinci zemin de işçilere ve emekçilere yönelmiş bu yoksullaştırma saldırısıdır.
Ekonomik Kriz Var Mı?
Türkiye ekonomisi, günlük konuşmalarda çokça vurgulandığının aksine, şu anda bir ekonomik kriz içinde değil. Emekçilerin hızlı ve kitlevi bir yoksullaşma girdabına çekilmiş olması bu ekonomik kriz algısını yaratıyor. Fakat emekçinin hayatında kriz olarak görünen iktisadi durum sermaye için halen tatlı karlar elde edilen ve henüz kapanmamış olan bir döneme tekabül ediyor.
Kapitalist ekonomi sermayenin nesnel hareket yasalarıyla bağlı ve kaçınılmaz olarak devrevi krizlere girer. Ekonomik kriz yılın üst üste en az iki çeyreğinde ekonomik daralma yaşanması, ekonominin mutlak küçülmesi demektir. Aşırı üretim ya da aşırı birikim ile içeriklenen bu ekonomik daralma ise sermaye karlılığının çarpıcı oranlarda düşmesinde, işletmelerde kapasite kullanımının olağanüstü azalmasında, yaygın iflasların ortaya çıkmasında, ödemeler dengesinin altüst olmasında, işsizliğin hızla artmasında, gerek sermayenin gerekse işgücünün değersizleşmesinde ifadesini bulur.
Türkiye’de son ekonomik kriz 2019’un ilk yarısında yaşandı, ekonomi o yılın birinci çeyreğinde yüzde 2,5 ve ikinci çeyreğinde yüzde 1,6 oranlarında daraldı. (Bkz. Tablo 1)
Tablo 1: GSYH büyüme oranları (bir önceki yılın aynı dönemine göre % değişim)
Kaynak: TÜİK
2018’de FED’in (ABD Merkez Bankası) faiz artırımları tepe noktasına varmış, Türkiye’den “sıcak para” çıkışı tırmanmış, TL değer kaybına uğramıştı. Bu koşullarda 2018 yazında meydana gelen döviz kuru atakları faiz artırımıyla durdurulabildi. Fakat faiz artırımı da çok geçmeden kredi çöküşünü, iflas dalgasını, ekonomik daralmayı ve krizi tetikledi. 2019 ekonomik krizinden çıkış FED’in iktisadi durgunluk nedeniyle tekrar faiz indirimine başlamasıyla, dolayısıyla saray iktidarının aynı anda hem uluslararası sermaye kaynaklarını çekme hem de faizleri indirme imkanı bulmasıyla, böylece kredileri önemli oranda genişletebilmesiyle mümkün oldu. Krizin ardından 2019’un ikinci yarısında başlayan ekonomik toparlanma koronavirüs şoku sonucu 2020 baharında baş gösteren ciddi ama kısa süreli daralmayla kesintiye uğrasa da, Türkiye ekonomisi 2020’nin ikinci yarısından bu yana büyüme trendini sürdürdü. GSYH’de (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) büyüme 2024’ün ilk çeyreğinde de yüzde 5,7 oranında gerçekleşti.
Halihazırda bir ekonomik kriz olmadığının belki en çarpıcı göstergesini sermayenin halen yüksek oranlı karlar elde etmesinde buluyoruz. Şirket karlarının 2020’den sonra büyük bir yükseliş gösterdiğini görüyoruz. (Bkz. Tablo 2)
Tablo 2: Kar oranları
Kaynak: Prof. Dr. Ensar Yılmaz & Necip Bulut, Enflasyon Dinamiği: Firma Karları, Ücretler Ve İthalat Fiyatları, Kısa Dalga, 1 Haziran 2024
İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Araştırması’na göre, 2022’de, Türkiye’deki 500 büyük sanayi şirketinin reel karları enflasyondan arındırılmış verilerle yüzde 34,7 arttı. Kar eden şirketlerin sayısı 442’ye yükselerek son 15 yılın zirvesine çıkarken, zarar eden şirket sayısı 95’ten 58’e geriledi. Borsa endeksi aynı yıl yatırımcılara yüzde 196,6 oranında kazanç getirecek derecede yükseldi. Türkiye Bankalar Birliği’nin raporuna göreyse, Türkiye'nin en büyük 10 bankası 2023'te 506,8 milyar lira net dönem karı elde etti ve toplam karlarını önceki yıla kıyasla yüzde 40,4 artırmış oldu.
Bu arada sermayenin karlılığındaki artışlar yüksek enflasyonun da başlıca itici güçlerinden biri. Öyle ki, Merkez Bankası’nın açıkladığı veriler bile Mehmet Şimşek’in yüksek enflasyonun nedenini öncelikle ücretlerdeki artışa bağlayan söylemini yalanlıyor. Merkez Bankası Kasım 2023 Enflasyon Raporu’nda, enflasyonun oluşumunda döviz kurunun yüzde 19,9’luk katkısının ardından, karların yüzde 10,4’lük ve ücretlerin yüzde 8,8’lik katkıları sıralanıyor. Tekelci sermaye, piyasa hakimiyetine dayanarak, özellikle tüketici talebinde sınırlı esnekliği olan ve diğer sektörlere girdi sağlayan üretim sektörlerindeki ürün fiyatlarında ücretlerdeki ve diğer üretim maliyetlerindeki artışları telafi eden ve hatta ekstra karlar sağlayan ayarlamaları kolaylıkla yapıyor.
Şirket karlarının enflasyona etkisine dair çok daha nesnel veriler sunan araştırmalara göre, 2022 yılında, döviz kurunun bilhassa ithal mallardan dolayı enflasyon oluşumuna yaptığı yüzde 40’lık katkı gibi, karlar da enflasyona yüzde 40 katkıda bulundu. Ücretlerin buradaki etkisinin payı sadece yüzde 20 idi. (Bkz. Prof. Dr. Ensar Yılmaz & Necip Bulut, Enflasyon Dinamiği: Firma Karları, Ücretler Ve İthalat Fiyatları, Kısa Dalga, 1 Haziran 2024)
Açık ki, Mehmet Şimşek’in yüksek enflasyondan ücretlerdeki artışı sorumlu tutması tam bir burjuva demagojisi. Enflasyonu düşürmek adına iç tüketimi baskılayıp ihracatı teşvik etmeye, asgari ücret artışını durdurmaya ve reel ücretleri düşürmeye girişmek, faşist şeflik rejiminin Mehmet Şimşek eliyle sermayenin ağzına bir parmak daha bal çalmasından başka bir anlama gelmiyor.
Ekonomi büyümeye devam ediyor. Sermaye karına kar katmayı sürdürüyor. Yüksek enflasyon işçi sınıfı ve emekçilerden büyük patronlar sınıfına bir servet transferi mekanizması olarak işliyor. Halklarımız ise Erdoğan’ın faşist şeflik rejiminin iktisadi-mali politikasıyla gün geçtikçe daha fazla mutlak yoksullaşma girdabına itiliyor.
Yoksullaşma Krizi Nedir?
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da işçilerin ve emekçilerin bugün yaşamakta oldukları yoksullaşma krizinin muhtevası tarihte kapitalist gelişme için tipik olan “göreli yoksullaşma” olgusundan farklıdır.
Göreli yoksullaşma, kısaca, ekonomi büyürken işçi ve emekçi gelirlerinde artış olmasına rağmen, bu artışın sermaye karlarındaki artışın gerisinde kalmasıdır. Reel ücretler yükselir, fakat reel karlar büyüyen toplam gelirde sermayenin payının genişlemesini ve işgücünün payının daralmasını getirecek düzeyde ücretlerden daha fazla yükselir. Bunun temelinde üretkenlik artışının ücret artışından daha hızlı gerçekleşmesi yatar. Bir başka ifadeyle göreli yoksullaşma, işçinin yaşam koşullarında iyileşme olmasına karşın, üretilen değerler toplamı içinde işçi sınıfının elde ettiklerinde oransal kötüleşme olmasıdır.
Büyüyen pastanın nasıl bölüşüleceği konusunda sınıf mücadelesi esaslı bir rol oynar. İşçi sınıfı ne kadar örgütlü ve mücadeleciyse, ücretler o kadar yükselme şansı bulur, göreli yoksullaşma gidişatı o kadar frenlenebilir. Hatta sınıf mücadelesi sayesinde işçiler ve emekçiler için mutlak refah artışı dönemleri bile mümkün olabilir. Nitekim kapitalist gelişmenin çeşitli tarihsel kesitlerinde böylesi mutlak refah artışları da gerçekleşmiştir. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, gerek muzaffer SSCB’nin merkezinde durduğu sosyalist kampın varlığının emperyalist kampı alabildiğine baskılaması, gerekse işçi sınıflarının siyasal ve sendikal örgütlülüğünün başlıca kapitalist devletleri zorlaması sonucunda, pek çok kapitalist ülkede büyüyen milli gelir içinde oransal bazda ücretlerin payı karların payının aleyhine genişleyebilmiş, dünya burjuvazisi Batılı emperyalist ülkelerden başlayarak “refah devleti” denilen siyasi-iktisadi modele mecbur kalmıştır.
Göreli yoksullaşma hızlı kapitalist gelişme dönemlerinin önde gelen eğilimidir. Emperyalist küreselleşme evresindeyse, hele de tekelci kapitalizm varoluşsal krize yakalanmış olduğu şartlarda, “mutlak yoksullaşma” eğilimi öne geçmiştir. Mutlak yoksullaşma, kısaca, işçilerin ve emekçilerin gelirlerinin reel olarak azalmasıdır. Yani, toplam gelirde ücretlerin payı oran olarak düşmekle kalmaz, işçinin yaşam koşulları da düpedüz kötüleşir.
Varoluşsal krize tutulmuş bugünkü dünya kapitalizminde, meta üretimindeki kar oranları yapısal olarak düşük seviyelerde seyretmeye başlamış, sermayenin üretim ateşi gitgide sönmüştür. Ekonomide sıçramalı büyüme trendinin yerini çoktandır inişli-çıkışlı durgunluk hali almıştır. Aşırı sermaye fazlası ile aşırı işgücü fazlası buluşamaz olmuş, yığınsal işsizlik kronikleşmiştir. Eski “refah devleti” modelinin yağmalanması da, kapitalist metropollerde ücretlerin günden güne budanması da, sermayenin ucuz işgücü ülkelerine akması da, finans piyasalarında hayali sermaye balonlarının art arda şişip durması da sermaye birikim tarzındaki yapısal tıkanıklığın önünü açmak içindir. Bir yandan da proletaryanın sınıf mücadelesinde geriye düştüğü, siyasal ve sendikal örgütlülüğünün zayıfladığı işte bu dünyasal koşullarda mutlak yoksullaşma eğilimi öne geçmiştir. Dünya tekellerinin başını çektiği sermaye sınıfı, kar oranlarını canlandırmak uğruna, ücretlere ve işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarına yönelik saldırganlığı pervasızca yoğunlaştırmıştır. Hasılı, küresel ücret ortalamasının son onbeş yılda reel olarak düşmesinde, birkaç sene boyunca yükselen enflasyonun hemen her ülkede işçilerin ve emekçilerin gelirlerini doğrudan aşındırmasında, toplumsal eşitsizlikte dünya çapındaki derinleşmenin ivmelenmesinde cisimleşen mutlak yoksullaşma eğilimi yalnızca konjonktürel ya da rastlantısal değildir.
Bugün Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da işçiler ve emekçiler açısından mutlak yoksullaşma eğilimi, Türkiye ekonomisinin hem dönemsel hem de yapısal özellikleriyle belirlenen gelişimi dahilinde ve faşist şeflik rejiminin iktisadi-mali politikaları sonucunda, bir yoksullaşma krizi derecesinde cereyan ediyor.
AKP hükümetleri süresince 2016’ya değin işçilerin ve emekçilerin ortalama gelirlerinde, oran olarak GSYH’deki büyümenin gerisinde kalmakla beraber, belirli artışlar gerçekleşmişti. Hanehalkı borçlanmasındaki büyümenin de itilim sağladığı tüketim artışı bu yılların göreli yoksullaşmasını telafi etmişti. 2016’dan itibarense mutlak yoksullaşma eğilimi öne geçti. Milli gelirin bölüşümünde işçi sınıfının payı ile sermaye sınıfının payı arasındaki makas hızla açıldı.
2016-2022 arasında yıllık ortalama yüzde 4,4 büyüyen GSYH’de, ücretlerin oranı yüzde 37,6’dan 29,1’e geriledi, buna karşılık çok büyük bölümü karlardan oluşan ücret-dışı gelirlerin oranı yüzde 49,2’den 59,8’e fırladı. Yani yedi yıl içinde ücretlerin payı 8,5 puan düşerken, karların payı 10,6 puan arttı. İki tabloda, sırasıyla, milli gelirde karların payı ile ücretlerin payında nasıl bir oransal değişim gerçekleştiğini ve bu ikisi arasındaki makasın nasıl hızla açıldığını izleyebiliriz. (Bkz. Tablo 3 ve Tablo 4)
Tablo 3: Net milli gelirde bölüşüm ve yıllık değişim oranları (%)
Ücret dışı gelirler
Ücretler
Net dolaylı vergi
2016
49,2
37,6
13,2
2017
52,1
35,6
12,3
2018
52,9
35,8
11,3
2019
51,3
37,7
11,0
2020
53,0
35,3
11,7
2021
56,6
32,4
11,0
2022
59,8
29,1
11,1
Yıllık değişim
+2,73
-3,42
-2,51
Kaynak: Korkut Boratav, İşçi Sınıfının Bölüşüm Şoku 2022'de Devam Etti, Sol Haber, 10 Mart 2023
Tablo 4: GSYH içinde ücretlerin ve karların payları (%)
Kaynak: DİSK-AR
2016’dan bu yana yaşanmakta olan, artık sadece göreli yoksullaşmanın boyutlanması değildir. Milli gelirde ücretlerin payındaki hızlı daralmanın asıl nedeni ücretlerin reel olarak da hızla düşmesidir. TÜİK veya ENAG tarafından hesaplanan farklı enflasyon verilerine göre, işçi başına reel ücret 2016’dan 2022’ye yüzde 15 veya yüzde 25 oranında gerilemiştir. Bu, açıkça mutlak yoksullaşmaya işaret eden çok büyük bir gerilemedir. Özellikle işçiden sermayeye gelir aktarım mekanizması olarak işleyen enflasyonun atak yaptığı son yıllarda, milli gelirde ücretlerin payındaki daralmanın tempo kazanması bu bakımdan çarpıcıdır. (Bkz. Tablo 5)
Tablo 5: Enflasyon oranı ve net milli gelirde ücretlerin payı (%)
TÜFE
Ücretler/GSYH
2016
8,5
37,6
2017
11,9
35,6
2018
20,3
35,8
2019
11,8
37,7
2020
14,6
35,3
2021
36,1
32,4
2022
64,3
29,1
Kaynak: Korkut Boratav, Asgari Ücret Artışı Ve Karlar, Sol Haber, 30 Haziran 2023
İşçilerin ve emekçilerin maruz kaldıkları gelir kaybında toplumsal cinsiyet ayrımının sonuçlarıysa son derece ağırdır. DİSK-AR’ın hesaplamasına göre, 2022’de erkeklerin hanehalkı fert geliri ortalama gelirin yüzde 8 üzerindeyken, kadınların hanehalkı fert geliri ortalama gelirin yüzde 21,2 altındadır.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfının artık irice bir parçasını oluşturan göçmen ve mülteci işçilerin sayısı bu yıllarda artmaya devam etmiştir. Göçmen ve mülteci işçi tabakası, adeta posası çıkarılıncaya kadar kullanılan en ucuz ve güvencesiz işgücü bölüğünü meydana getirmekle kalmamış, sermaye tarafından işçi sınıfının bütünü içinde reel ücretlerin aşağı çekilmesi, sosyal hakların gasp edilmesi, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi doğrultusunda basınç uygulamanın başlıca bir aracı olarak işlevlendirilmiştir.
2019-2022 yılları arasında, kendi hesabına çalışanların milli gelirdeki payı da yüzde 13,4’ten yüzde 10’a düşmüştür. Kent ve kır küçük burjuvazisinin sayısal azalmasının ötesindeki bu düşüş emekçi esnafın ve emekçi köylülüğün uğradığı ciddi gelir kaybını göstermektedir. Adalet Bakanlığı verilerine göre icra ve iflas dosyalarının sayısında 2015’ten 2023’e yüzde 49’luk büyük bir artış olması da bu tespiti doğrulamaktadır.
İşsizlik mutlak yoksullaşmanın diğer bir köşetaşıdır. TÜİK verilerine göre, dar tanımlı işsizlik oranı 2016’dan günümüze yüzde 10’un üstünde ve altında dalgalanmıştır. Bu kronik kitlesel işsizlik koşullarında bugün 3 milyondan fazla insan mutlak olarak işsiz durumdadır. Asıl önemlisi, geniş tanımlı işsiz sayısının Nisan 2024 itibarıyla 11 milyona yaklaşmasıdır. Şubat 2020’de yüzde 20,6 ve Şubat 2023’te yüzde 23,3 olarak gerçekleşen geniş tanımlı işsizlik oranı Şubat 2024’te yüzde 24,5’e varmıştır. (Bkz. Tablo 6) Oysa 2015’te geniş tanımlı işsizlik oranı sadece yüzde 11,7’dir. Nisan 2024’te ise bu oran yüzde 27,2’yi bulmuştur. Çalışabilir nüfusun dörtte birinden fazlası, kadınlarınsa üçte birinden fazlası bugün aslında işsizdir.
Tablo 6: Dar ve geniş tanımlı işsiz sayıları (bin) ve işsizlik oranları (%)
Kaynak: DİSK-AR
Gelirleri hızla eriyen, mutlak yoksullaşma yaşayan işçiler ve emekçiler tüketim harcamalarını gittikçe fazlalaşan kredi kartı borçlanması yoluyla yapmak zorunda kalıyorlar. Hanehalkı borçlarının hanehalkı gelirlerine oranı taşınamaz boyuta yaklaşıyor. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun Aralık 2023’te yayınladığı verilere göre, bir yılda bireysel kredi kartı borçlanmalarında gerçekleşen artış oranı tamı tamına yüzde 168. Bu kategorideki borçlar Mart 2024 itibarıyla, üstelik kredi kartı faizlerindeki yükseliş borçlanma maliyetini artırmasına rağmen, 1,4 trilyon liraya yaklaşmış durumda. Türkiye Bankalar Birliği’nin Şubat 2024 verilerine göreyse, tam 40,2 milyon kişinin ihtiyaç, konut ve taşıt kredisi türlerinde bireysel kredi borcu var. Bireysel kredi kartı bulunan 37 milyon kişinin ortalama bireysel borcu da 36 bin lirayı geçiyor. Tüketici kredisi ve bireysel kredi kartı borçlanmaları yıldan yıla ivme kazanan oranlarda artıyor. (Bkz. Tablo 7)
Tablo 7: Tüketici kredisi ve kredi kartı kullanım miktarı (milyar TL) ve yıllık değişim oranı (%)
Kaynak: TCMB
Ağırlıklı olarak eğitim, sağlık, ulaşım ve altyapı hizmetlerini içeren kamu harcamaları da 2016’dan 2022’ye önemli oranlarda gerilemiştir. Kamu harcamalarının milli gelire oranı 2016’da yüzde 34,4’ten 2022’de yüzde 27’nin altına düşmüştür. Mutlak yoksullaşma sürecine etki eden bu gerileme, işçiler ve emekçiler için dosdoğru sosyal hakların daha da budanması anlamı taşımaktadır. (Bkz. Tablo 8)
Tablo 8: Kamu harcamalarının GSYH’ye oranı (%)
Kaynak: TÜİK
Türkiye ekonomisinde işçiler ve emekçiler için 2016’dan itibaren öne geçmiş olan mutlak yoksullaşma eğilimi, 2022’de enflasyonun şaha kalmasıyla oluşan korkunç hayat pahalılığı ortamında sıçrama göstermiş ve bir kriz niteliğine bürünmüştür. 2022’den bu yana yaşanan artık açıkça bir yoksullaşma krizidir. Yoksulluk sınırının altına itilenlerin sayısı 50 milyonu aşmıştır. GSYH’nin bölüşümünde son üç yılda dramatik bir değişim gerçekleşmesi ve nüfusun en zengin yüzde 20’sinin toplam gelirin yarısına el koyar hale gelmesi derinleşen ve yaygınlaşan yoksulluğun belki en yalın ifadesidir. (Bkz. Tablo 9)
Tablo 9: GSYH’nin nüfus dilimleri arasındaki paylaşımı (%)
GSYH’nin paylaşımı
2021
2022
2023
Nüfusun en zengin %20’si
45,9
47,6
49,7
Nüfusun geri kalan %80’i
54,1
52,4
50,3
Kaynak: TÜİK
Mehmet Şimşek patentli iktisadi-mali program enflasyonu düşürmek uğruna ücretleri daha da eriterek, faiz artırımlarıyla ekonomik durgunluğu ve işsizliğin yayılmasını tetikleyerek, kamuda tasarruf adına sosyal hakları iyice kemirerek yoksullaşma krizinin derinleşmesinin yolunu döşemektedir. Faşist şeflik rejiminin iktisadi-mali politikasının Nebati döneminde düşen faiz ve yükselen enflasyon içerikli versiyonu ile Şimşek döneminde yükselen faiz ve düşen enflasyon içerikli versiyonu arasında bir tercihe zorlanmak, işçi sınıfı ve emekçiler için “kırk katır mı kırk satır mı” tuzağına düşürülmekten farksızdır.
Faşist Şeflik Rejiminin Yoksullaştırma Saldırısına Karşı Mücadeleyi Büyütelim
Mehmet Şimşek’in amir tayin edildiği “kemer sıkma” programı uygulandıkça, halklarımızın yüz yüze olduğu sömürü ve soygun daha da artacak, zengin-yoksul uçurumu büyüyecek, Türkiye’de işçiler, emekçiler, en başta da kadınlar, Kuzey Kürdistan’da bir bütün olarak emekçi halk daha da ağır yaşam koşullarına itilecektir.
Erdoğan, bir yandan Şimşek programının iktisadi-mali gerekleri ile muhtemel açmazları arasındaki çelişkiler, bir yandan da yığınsal desteğini korumanın gerekleri ile yoksullaşma krizinin gerçekleri arasındaki çelişkiler ortamında, faşist saray iktidarının siyaseten altını oyan türde yeni zorluklarla karşı karşıya kalacaktır.
Faşist şef nakit gelir desteği, devlet yardımı, vergi muafiyeti, ceza affı, toplukonut yapımı, ucuz kredi ve kolay borçlanma yoluyla yoksullaşma krizini sürdürülebilir ve yönetilebilir kılmayı denemiş, böylelikle yığın tabanındaki aşınmanın bir siyasi çözülme derecesine tırmanmasını engellemeyi ve Mayıs 2023 seçimlerinde galibiyetini ilan etmeyi başarmıştı. Fakat Mart 2024 seçimlerinde, yoksullaşma krizinin ağırlaşan etkilerinin ve bu temelde gelişen işçi-emekçi tepkisinin AKP’nin yığınsal desteğinin sandık hezimeti yaşama derecesinde zayıflamasına yol açan başlıca nedenlerden biri haline geldiği görüldü.
Gitgide şiddetlenen yoksullaşma krizi koşullarında emekçi yığınların yeni bölüklerinin ekonomik ve demokratik talepli mücadelelere katılacağı, faşist şeflik rejimine öfkenin büyüyeceği ve yer yer keskinleşen biçimlere bürüneceği açıktır. Saray iktidarının sürdürdüğü yoksullaştırma saldırısına karşı insanca ve onurlu bir yaşam için direnme eğilimi yayılıp gelişecektir.
Sermaye düzeni partisi niteliğiyle Şimşek programının utangaç destekçiliğini yapan CHP, bu program büyük iktisadi-mali açmazlarla yüz yüze gelinceye değin, Mehmet Şimşek’ten desteğini çekmeyecektir. Fakat işçilerin ve emekçilerin büyüyecek öfkesi, CHP’nin ücretler ve maaşlar, işsizlik ve hayat pahalılığı, çalışma ve yaşam şartları ekseninde kitle taleplerine daha fazla sahip çıkıyor görünmeye yönelmesini getirecektir. Saray iktidarının yoksullaştırma saldırısına karşı yaygınlaşacak işçi-emekçi öfkesinin burjuva solu CHP’nin yörüngesinde sönüp gitmesine izin verilmemesi devrimci taktiğin kritik bir halkasıdır.
Komünistlerin, devrimcilerin, emekçi sol hareketteki mücadeleci güçlerin görevi işçi sınıfını, emekçileri, kadınları ve gençleri faşist şeflik rejiminin yoksullaştırma saldırısına karşı direnmeye, haklarını korumaya, kapitalist sömürüye ve soyguna karşı mücadeleyi yükseltmeye çağırma, ortaya çıkması hayli muhtemel kendiliğinden kitle eylemselliğinin özdeneyim okulundan geçmesinin koşullarını oluşturma ve siyaseten hedefli bir niteliğe kavuşmasını sağlama görevi durmaktadır.