PKK önderi Abdullah Öcalan 25 yıldır İmralı adasında tek kişilik hücrede tutuluyor. Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit en katı biçime bürünmüş, 35 aydır dış dünyayla tüm bağları kesilmiş bulunuyor. Faşist şeflik rejimi tüm hapishaneleri, ağır tecrit, yaygınlaşan işkence, yayın ve kitap kısıtlamaları, mektup ve ziyaret yasakları, infaz yakarak tahliyeleri engelleme, sürgün sevkler ve ziyaretçileri, tutsaklara para, kıyafet gibi ihtiyaçları karşılayanları tutuklama yoluyla faşist toplama kamplarına dönüştürmüş durumda.
Devrimci tutsaklar bulundukları hapishanelerde dış dünyayla bağlarının kopması ve pek çok haktan yoksun kalmaları pahasına devrimci direnişi sürdürüyor. Faşist şeflik rejimi en eşitsiz koşullarda sürdürdüğü savaşla devrimci tutsakları teslim almak istiyor. Tecrit tüm devrimci tutsakların sorunu durumundadır, ancak PKK önderi Abdullah Öcalan herhangi bir tutsak olmadığı gibi İmralı ada hapishanesi de herhangi bir hapishane değildir. Öcalan’ın bulunduğu koşullar Kürdistan’a dönük sömürgeci işgal savaşına paralel bir seyirde değişmektedir.
Faşist şeflik rejimi sömürgeci işgal politikalarına paralel biçimde İmralı ile ilişkileri belirlemektedir. Kemalist TC’nin kuruluşundan itibaren Kürt halkına uygulanan inkar ve soykırım politikaları, Kürt ulusal isyanının gelişimi ve basıncıyla “mecbur kalınca Kürt halkına yanaşma, diyalog kurar gibi yapma” politikasına geçişi getirmiştir. Her dönem değişmeyen şeyse koşullar lehe dönünce soykırım politikalarının devreye konulmasıdır. Bu politika en tipik haliyle bugün İmralı’da vücut bulmaktadır. 25 yıldır İmralı kapıları dönemsel, kısa süreli ve anlık olarak dışarıya açılmış ve tekrardan kapatılmıştır. 2009’dan bugüne İmralı’nın pozisyonu durumu özetler bir bilançodur.
AKP diktatörlüğü, 2009-2011 sürecinde önce “açılım”, ardından “milli birlik ve beraberlik” adını verdiği, oyalayarak Kürt ulusal demokratik hareketini (KUDH) tasfiye etme sürecini başlatmıştı. Aynı dönem PKK/PAJK’lı tutsakların yaptıkları açlık grevi eylemiyle İmralı kapıları açılmış, süreç barış gruplarının gelişine ve Abdullah Öcalan’ın mesajının Amed Newroz’unda okunmasına kadar ilerletilmişti.
Süreçten beklediği sonuçları alamayan faşist şef Erdoğan, dönemin sonunda faşist generallerle anlaşarak yeni bir “ez-çöz” stratejisini devreye soktu. Dönem planlarını bozan Rojava devrimi ve 6-8 Ekim 2014 Kobanê serhıldanı oldu. Kobanê serhıldanı sonrası yapılan MGK toplantısında Sri Lanka tipi “çöktürme” planı onaylandı. Planın uygulanma tarihi olarak 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası belirlendi. Aynı dönem İmralı görüşmeleriyle KUDH’nin oyalanması, Öcalan’ın ve PKK’nin bireysel kültürel haklar düzeyinde yasal-anayasal düzenlemelere razı edilerek tasfiye yoluna sokulması ve Kürdistan’ın diğer parçalarıyla birleşme fikrinin tamamen ortadan kaldırılması hedeflendi. KUDH ise olası bir “ez-çöz” saldırısına karşı Bakur’da başlatmayı planladığı özyönetim ilanları devrimci hamlesine hazırlıklarını sürdürdü. İmralı ile yapılan görüşmeler sonrası hazırlanan Dolmabahçe Mutabakatı bu koşullar altında ortaya çıktı. Mutabakat müzakereye geçiş için temel bir metin sayılsa da kaderi seçimlerle belirlenecek bir oyalama belgesinin ötesinde bir anlam taşımadı. Seçim sürecinde beklediği sonuçları alamayan faşist şef, milliyetçi oyları almak ve seçim sonrası saldırı zeminini hazırlamak üzere tutum değiştirerek, Dolmabahçe Mutabakat metnini tanımadığını ilan etti. Böylece İmralı kapıları bir kez daha kapatıldı.
AKP’nin tek başına hükümet kuramadığı ve başkanlık planının ağır darbe aldığı koşullarda, Erdoğan faşist politik islamcı saray darbesine girişti. Darbenin hedefi, KUDH ile devrimci hareketi tasfiye etmek ve antifaşist, ilerici güçleri teslim almaktı. KUDH’nin özyönetim ilanları ve komünist öncü başta gelmek üzere devrimci hareketin direniş iradesi faşist şefin planlarında başarıya ulaşmasını önledi.
Faşist şeflik rejiminin akamete uğrayan planları sonrası Öcalan’a uyguladığı ağır tecrit, 2018 Kasım’ında Leyla Güven öncülüğünde hapishanelerde başlatılan ve devamında ölüm orucuna dönüştürülen süresiz açlık grevi eylemleriyle bir defaya mahsus olarak kesintiye uğradı. Faşist saray darbesi sonrası geri mevzilerde en az risk çıtası esasıyla kendisini konumlandıran emekçi sol hareketin reformist ve liberal kesimleri ölüm orucu düzeyine taşınan açlık grevleri karşısında üç maymun rolünü seçti. Devrimci sosyalistler dışında devrimci hareket ise ilişki düzeyini hapishanede bulunan tutsaklarının destek eylemleriyle sınırladı. Dışarıda tutsak yakınlarının ve devrimci sosyalistlerin yaptıkları açlık grevlerini ziyaretler başarı dileklerini sunma sınırının ötesine geçmedi.
Gelinen aşamada İmralı tecridine karşı mücadelenin politik zemin ve nedenlerinin tam olarak kavranamaması da politik eylemin sınırlanmasının bir başka nedenidir. KUDH için İmralı tecridine karşı mücadele tek başına hapishane sorunu değil, sömürgeci tasfiyeci saldırılar karşısında ulusal varlık hakkını savunma ve sömürgeciliği yeniden çözüm sürecine zorlamanın muharebesidir. Böyle olduğu içindir ki, İmralı tecridine karşı mücadeleyle ilişki Kürt ulusal demokratik taleplerinin savunulması ve sahiplenilmesiyle doğrudan ilişkilidir.
"Hapis Yüzü Görmeden Hele Bir İşçileri Örgütleyelim”cilerin Haleti Ruhiyesi
Sosyal-şovenizm hastalığından mustarip TKP, TKH, Sol Parti gibi partilerin hapishanelerdeki zulme, hele ki PKK önderi Öcalan'a uygulanan tecride karşı, değil adım atmaları, söz söylemeleri dahi ihtimal dahilinde bulunmuyor. Bu kesimlerin durdukları pozisyonda temel gündemleri KUDH'nin eylemlerini eleştiricilik ile Kürt sorununun varlığı-yokluğu tartışmalarıdır. "Üstün siyaset” uzmanları olarak, "kurtuluş savaşı" heyulası içinde faşist şeflik rejimi ile "savaşan" bu partilerin, siyasi tutsaklar ve hapishanelerle uğraşma gündemleri bulunmuyor! Hapishanelere saldırılar arttıkça, hapishane riskinden uzak durma politikasında daha sıkı tedbirler almak, içi boşaltılmış komünizm, sosyalizm söylemlerini üst perdeden dillendirmekse en mahir oldukları iş. Faşist şeflik rejiminin icazet sınırlarını aşmaya yeltenmeyen bir politik varoluş tarzına karşılık olarak, halen elde tuttukları dokunulmazlığı sürdürmek uğruna her türlü politik demagojiye başvurmak onlar için mubah.
Emekçi sol hareketten EMEP, ÖDP, EHP gibi reformist parti ve örgütler ise dillerinden düşürmedikleri sınıf mücadelesinin, demokratik haklar mücadelesinin konusu, gündemleri içinde hapishaneleri görmüyorlar. Hal böyle olunca da, faşist şeflik rejiminin işçi sınıfına dönük yoğun saldırıları karşısında artan iş yükleri nedeniyle, bunun dışında kalan gündemlere ayıracak zamanları kalmıyor! Politik mücadelenin konusu yapmaya değer görmedikleri hapishaneleri, insani ve vicdani bir sorumluluk düzeyinde ve tekil örnekler çerçevesinde dillendirerek içinde bulundukları durumu teorize ediyorlar. Oysa bu örgütlerin bir daha yaşamama arzusuyla tarihe gömdükleri geçmişleri, siyasi tutsakların neden ve nasıl tutsak düştüklerini, hapishanelerde verilen mücadelenin ne adına yürütüldüğünü, hapishanelerin doğrudan sınıf mücadelesinin konusu olduğunu kendilerine fazlasıyla söylüyor.
Dönem boyunca parlamentarist siyasetin soldan baş aktörü TİP ise, seçilmiş tutsak vekili Can Atalay’ın özgürlüğü talebi ve Gezi tutsaklarına selamlarıyla öne çıktı. Tutsak bir vekil adayı gösteren ve devamında onun tahliyesi için mücadele verdiğini beyan eden TİP’in hapishanelerle kurduğu ilişkinin değişimi beklentisi sürecin tabiatına uygun olurdu elbette. Ancak böyle bir değişimin en küçük izi bile ortaya çıkmadı. Can Atalay’ı ve Gezi tutsaklarını sıklıkla anan TİP Başkanı Erkan Baş’ın hiçbir konuşmasına hapishanelerde yaşanan tecrit ve açlık grevleri girememiştir. Burjuva meclise sunulan önergelerde, yapılan kürsü konuşmalarında tutuklamalar, tutsaklığın devam etmesine eleştiriler ve kınamalar vardır, ancak tutsakların içinde bulundukları koşullar, uğradıkları saldırılar, yani duvarların ardı yoktur. İmralı tecridine ise bu denklem içinde hiç yer yoktur. Zaten TİP’e göre, meselenin bu noktaya gelmesinde KUDH’nin devletle “şeffaf” olmayan ilişkilenin payı büyüktür!
Faşist şeflik rejimine karşı mücadele iddiasını taşıyan, emekçi sol hareketin küçük burjuva reformist ve liberal kesimleri faşist devlet terörünün keskin ucunun her daim Kürt ulusuna ve Kürdistan’a dönük olduğu gerçeğinin elbette farkındadır. Buna rağmen Kürdistan’a sırt dönmenin “konfor” alanını terk etmek kolay değildir. Bunun yerine, giderek daha fazla büyüyen utanç kamburunu taşımak yeğdir. PKK’yi yok etmenin ötesinde, Kürt ulusal varlığının kabul edilmesini isteyen her Kürdün yok edilmesini mubah sayan, Medya Savunma Alanları’na, Rojava’ya, Şengal’e, Maxmur’a, Süleymaniye’ye dönük askeri saldırılarını süreklileştiren, Başûr’daki işgali Zap, Avaşîn ve Metîna’ya, Rojava’daki işgaliyse Serêkaniyê’ye kadar genişleten, İmralı başta gelmek üzere hapishanelerde tasfiyeci saldırıları sistematik biçimde sürdüren faşist şeflik rejimi gerçeği karşısında üç maymunu oynamak her durumda risksizdir.
Faşizme karşı büyük “güç toplama” projesiyle Türk işçi ve emekçileri arasında sosyal-şovenizmle mücadeleden özel biçimde sakınmak küçük burjuva reformistlerinin politik eylemlerinin muhtevasıdır. Faşist şeflik rejiminin Türk işçi ve emekçilerini saflaştırmasının en güçlü dayanağı sosyal-şovenizmin adının dahi anılmadığı bir saflaştırma! Bu saflaşmada faşist şeflik rejimi ile mücadelede önceliklerinin başında gelense “en az risk, en az kayıp”tır.
2023 yılında HPG’nin Mersin eylemini takiben küçük burjuva reformist sol içinden yükselen PKK kınamaları, bu kesimin kritik anlarda faşizme karşı direniş saflarında alacakları politik tutumun bir yansımasıdır. Mersin eyleminin malum “kınamacıları”, gerilla güçlerine karşı kimyasal silah kullanılmasının ise “suskunları”dır. Faşist şeflik rejimi lehine kınamacılığa karşılık KUDH aleyhine suskunluk tavrı emekçi sol hareketin küçük burjuva reformist kesimlerinin içinde bulunduğu durumun özetidir.
Meslek ve Türk halk onuruna yakışır bir tutumla gerillaya karşı kimyasal silah kullanıldığı tespitinde bulunan Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın tutuklanması sonrası, zaman kaybetmeksizin EMEP ve TİP tutuklamayı kınama açıklamaları yaptılar. Açıklamalarında nedenden arındırılmış sonuçtu ilgilendikleri. Kimyasal silahlara tutumun akıbeti hapishane, Şebnem Hoca’nın tahliyesini istemekse toplumsal muhalefetin gereğidir nihayetinde!
Emekçi sol hareketin küçük burjuva reformist partileri mevcut politik tutumlarıyla fiilen Türk işçi ve emekçilerini, ilerici, demokratik güçleri Kürdistan devriminin yanında değil karşısında saflaştırma hattında derinleşiyor. Ve ne yazık ki bu durum siyasi bir yanılgı değil, bilinçli ve iradi bir tercihtir. Hal böyle olunca, PKK önderi Abdullah Öcalan’a uygulanan tecrit ve açlık grevleri karşısında suskunluk başvurdukları politikadır.
Faşist şeflik rejiminin, elden düşürmediği hapishane sopasından korunmak aslolunca, sopanın en fütursuz biçimlerde kullanıldığı hapishaneleri görmek mümkün değildir. Mevcut politik varlığını sürdürmeyi dahi KUDH ve devrimci hareketin faşist şeflik rejimi karşısındaki direniş ve savaşımına borçlu olan bu parti ve örgütler, konu KUDH ve Kürdistan olunca sosyal-şoven ilgisizlikle kendilerine dev bir kalkan örüveriyorlar. Ve bu yoldan faşist şeflik rejiminin hareket alanını genişletmesine, saldırılarını çeşitlendirmesine katkı sağlıyorlar.
“Yasal Devrimcilik” Hastalığı Ve Hapishanelerle İlişkisizlik
Kasım 2023’te PKK/PAJK'lı tutsaklar adına açıklama yapan Deniz Kaya, 27 Kasım-15 Şubat arasında İmralı tecridine karşı açlık grevine başladıklarını duyurdu ve binlerce tutsak dönüşümlü açlık grevine başladı. Şubat 2024’te yapılan ikinci bir açıklama ile grevin 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonrasına kadar dönüşümlü biçimde uzatıldığı belirtildi. Yerel seçimler sonrasıysa açlık grevi direnişinin yeni bir düzeye taşındığı açıklandı. Açlık grevleri dışarıda tutsak yakınlarının Adalet Nöbeti eylemleri ve destek açlık grevleri ile yanıtlandı. Devrimci sosyalistler Türkiye, Bakurê Kurdistan ve Avrupa’nın farklı noktalarında yaptıkları açlık grevleri ve adalet nöbetleri ile sürece dahil oldular.
MKP dava tutsaklarının 15 günlük destek açlık grevi, Birleşik Mücadele Güçleri’nin (BMG) “Tecride karşı ayağa kalk” kampanyasını ilanı ve tutsaklara ilişkin yapılan ortak basın açıklamaları dışında, devrimci hareket açlık grevi ile pratik ilişki kurmadı. Devrimci hareket bir kez daha, dışarıdaki sessizlik ve ilgisizliğe karşı önemli olsa da henüz ihtiyacın gerisinde olan devrimci sosyalistlerin ve KUDH’nin açlık grevleri, adalet nöbetlerine destek ziyaretlerinde başarı dileklerini sunmanın sınırında konumlandı. Bu durum devrimci hareketin politik ve örgütsel olarak daralmasının ve çekildiği geri pozisyonun bir sonucudur.
Faşist şeflik rejiminin devrimci harekete kesintisiz tasfiyecilik saldırılarının bir sonucu örgütsel daralmayken, diğer sonucu da sürüklendiği “yasal devrimcilik” eğilimidir. Devrimci hareket mücadeleyi daha çok yasal zeminde sürdürme eğilimi içine girerek, risk çıtasını giderek düşürecek bir konumlanış içinde yürümeyi tercih eder duruma gelmiştir. Daralan güçlerini korumak ya da “güç toplamak” adına, faşist şeflik rejimiyle doğrudan karşı karşıya gelecek, antifaşist mücadelenin aktif savunma taktiğiyle sürdürüleceği zeminleri tercih etmeme ya da mesafeli durma yaklaşımları belirgin bir hal almaya başlamıştır.
Pasif savunma pozisyonu ve yasal devrimciliğin ortaklaşan dışavurumu, sınıf mücadelesini büyütmek adına işçi sınıfı içinde ve kent yoksulları merkezli yasal biçimlerle sınırlı faaliyet olmuştur. Bu görüş açısı, sınıf mücadelesinin kapsam ve içeriğini yasal devrimciliğe, sendikalist anlayışlara daraltma eğilimini getirmiştir. İşçi sınıfının kısmi ekonomik ve demokratik talepleriyle ilişki esas ve öncelikli olurken, politik özgürlük mücadelesiyle ilişkisizlik hakim olmaya başlamıştır. Kendisini demokratik kitle örgütleri ve sendikalar zemininde konumlandıran devrimci hareket, verili güç ve durumunu korumayı esas almıştır.
Faşist şeflik rejimi ile mücadele edildiği/edileceği sözlü propagandaya konu edilirken, tek tek patronlar, burjuva bürokratlarla mücadelede öncelenir olmuştur. Bir fabrika ya da inşaatta başlayan işçi direnişi veya deprem sonrası emekçi halklarımızın yaşadığı yıkım doğal olarak sınıf mücadelesinin öncelikli konusu olabilirken, hapishanelerde binlerce tutsak ve onbinlerce tutsak yakınını doğrudan ilgilendiren, etkileyen, politik özgürlük mücadelesinde kritik önemde olan açlık grevleri sınıf mücadelesinin konusu ve gündemi olmaktan çıkmıştır. 19 Aralık 2000 hapishane katliamlarında direnişin, F tipine karşı açlık grevleri ve ölüm orucu direnişlerinin öznesi olan devrimci hareketin bugün içinde bulunduğu durum yazık ki tasfiyeci kuşatma ve saldırıların çarpıcı bir sonucudur. Devrimci harekette tasfiyeci kuşatma ve saldırıların ilk yıllarından itibaren temel politik faaliyetini hapishaneler üzerine kuran DHKP-C “adil yargılanma, adalet talebi ve tecrit politikalarına karşı” eylem ve ölüm orucu dahil direnişler yapmış, şehitler vermiştir. Ancak kendisine ve kendi politik faaliyetine daralttığı bu mücadeleyi birleşik bir hattan sürdürmekten uzak olduğu gibi, bilinen sosyal-şovenizm tutumuyla tecrit politikasının en ağır uygulanan alanı İmralı’yı dile dahi getirmemektedir.
Tüm gerekçe ve izahatlar bir yana, gerçek olan şudur: bugün sokakta KUDH ile aynı cephede konumlanmak, PKK önderi Abdullah Öcalan’a uygulanan tecride karşı mücadelenin tarafı olmak, faşist şeflik rejiminin cepheden saldırılarını ve elbette hapishane kapılarından girişi göze almaktır. Hapishaneleri sınıf mücadelesinin öncelikli politik gündemi olarak sokakta eylemin konusu yapmak, aktif savunma hattında konumlanarak faşist şeflik rejimiyle sürekli çarpışmak anlamına gelecektir. Emekçi sol hareketin reformist kesimlerinin böyle bir siyasi kararlılıktan yoksun oluşunda şaşılacak bir yan yok, ama emekçi solun devrimci bölükleri açısından böylesi bir siyasi gerilemenin önü mutlaka alınmalıdır.
Devrimci hareketin açlık grevlerine ilgisizliğinin bir nedeni hapishaneleri politik mücadelenin temel bir gündemi olarak görmemesi iken, diğer bir nedeni de İmralı sistemine ve PKK önderi Öcalan’a uygulanan ağır tecride karşı mücadeleyi KUDH’nin sorunu sayma yaklaşımıdır. Komünist öncü dışında, önemli oranda devrimci hareketin İmralı tecridine karşı pozisyonu seyredicilik ve kaydediciliktir. İçinde bulunulan politikasızlığın gerekçelendirilişi ise, tecridin tüm hapishanelerin sorunu olduğu, KUDH’ninse sadece Abdullah Öcalan’ı öne çıkardığı biçiminde nesnellikten uzak eleştirilerdir. Bu “eleştirilerin” beslendiği üstü örtük kaynak, çok açıktır ki sosyal-şovenizmdir. Yer yer açlık grevlerinin artık etkili olmadığı söylemleriyle politik mücadele küçümsenmekte, eylemsizliğin teorisi yapılmaktadır. Herhangi bir alternatif ise sunulmamaktadır. Böylece, farkında olunarak ya da olunmayarak, açlık grevleri zayıflatılmaktadır. Oysa verili koşullarda tecride karşı sokağın tutumsuzluğunun, durumu tersine döndürecek bir irade ortaya çıkaramayışının tutsakları açlık grevi eylemine zorunlu bıraktığı tüm güçlerin malumudur.
Üstelik tutsaklara saldırılar artık sadece hapishane duvarlarının içiyle sınırlı değildir. 2018 yılında başlatılan ve gelinen aşamada sistematik bir saldırı biçimine dönüştürülen tutsak yakınları, ziyaretçileri ve tutsaklarla dayanışma içinde olanlara dönük dava, gözaltı ve tutuklama saldırıları söz konusudur. Son üç ayda dahi başta MLKP, PKK ve DHKP-C’li tutsaklarla ilişkiler gerekçe gösterilerek onlarca kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Amaç devrimci tutsakların dış dünyayla tüm bağlarını kopararak teslimiyete zorlama ve dışarıda korku iklimini, umutsuzluğu daha fazla büyüterek tasfiyeci kuşatmayı derinleştirmektir.
Pratik Özeleştiri Çağrısı: “Tecride Karşı Ayağa Kalk”
Faşist şeflik rejimi için bugün savaşın ön cephesi Kürdistan, geri cephesiyse Türkiye’dir. Ve ön cephede çarpışan güç öncelikle gerilladır. Şu anda İmralı herhangi bir hapishane ve PKK önderi Abdullah Öcalan da herhangi bir tutsak değil, savaşın ön cephesinin parçasıdır. Böyle olduğu içindir ki, İmralı tecridini kırmak, faşist şeflik rejiminin pervasız saldırganlığında önemli bir gedik açacaktır. Kürt halkımız başta olmak üzere direnişçi devrimci-demokratik güçler içinse büyük bir moral üstünlük sağlayacaktır. Faşist şeflik rejiminin ezilen ve emekçi halklarımıza, işçi sınıfımıza karşı hapishane sopası sallayarak teslim alma saldırılarına karşı, hapishaneler etrafında birleşik mücadeleyi büyütmek, hapishanelerde tecridi kırmak işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesini, direniş iradesini büyütmek düpedüz ön açmaktır. KUDH her cephede İmralı’daki ve hapishanelerdeki tecride karşı eylem ve etkinliklerini sürdürüyor. Ki bunda şaşılacak bir durum yok. Devrimci hareketin İmralı’yla ve hapishanelerle ilişkide politik tutumunu değiştirerek yeni bir düzeye sıçratma görevi bulunuyor. Faşist şeflik rejiminin devrimci tutsakları sahiplenme, onlarla dayanışma “suçu” yaratmaya çalıştığı koşullarda devrimci tutsakları daha fazla sahiplenmekle bu saldırı boşa çıkarılabilir. Bu da ancak devrimci hareketin içine girdiği “yasal devrimcilik” anaforuna karşı mücadele edişiyle ve pasif savunma pozisyonundan aktif savunma pozisyonuna geçişiyle mümkün olacaktır.
Hapishanelerde tecride karşı mücadele, sınıf mücadelesinde politik özgürlüğün kazanılmasının önceliklerindendir. İmralı tecridine karşı mücadele, tek başına KUDH’nin gündemi değil, birleşik devrimde stratejik ittifak politikasının zorunlu görevi ve Kürt ulusal demokratik taleplerinin sahiplenilmesinin gereği olarak devrimci hareketin de gündemidir. Türkiye işçi sınıfının, emekçi ve ezilen halklarının faşist şeflik rejimine karşı saflaştırılmasında ve birleşik devrimin büyütülmesinde, sosyal-şovenizmle mücadele geleceğin değil, bugünün en öncelikli politik görevi ve sorunudur.
Devrimci harekette hapishane direnişiyle ilişkide seyredicilik tutumunun değişimi için, BMG’nin başlattığı “Tecride karşı ayağa kalk” kampanyası önemlidir. Kampanyanın genel ajitasyon etkinliklerinin ötesine geçerek, hapishaneler etrafında bir kitle hareketi oluşturma düzeyine taşınması başarıldığı oranda pratik-politik bir özeleştiri de verilmiş olacaktır.
Devrimci hareket açısından Kürdistan devrimiyle ilişkide sayısız sınanma eşiği vardır. Rojava devrimi, Bakur’da özyönetim direnişleri yakın tarihin eşikleridir. Bugünse tasfiyeci sömürgeci işgal savaşı karşısında tutum ile İmralı tecridine karşı Kürt yurtsever tutsaklar öncülüğünde başlayan direnişle ilişki dönemin sınanma eşikleridir. Komünist öncü, Kürdistan devrimine ve taleplerine mesafeli duran, birleşik devrim perspektifinden yoksun, demokratik devrimimizin Kürdistan’dan başlayıp sürdüğünü kavramaktan uzak, Kürt ulusal özgürlük sorununun devrimci politikasını geliştirme görevine kayıtsız tavrı “devrimi anlamayan devrimcilik” olarak tanımlamıştır. Kendi politik eylemine yön veren de “devrimi anlayan devrimcilik” görevini başarmaktır. Bunun içindir ki, İmralı tecridine karşı mücadelede komünist öncü sadece KUDH’ne destekçi konumunda değildir. Sınıf mücadelesinin ve birleşik devrimin politik görevlerinin gereği olarak bu mücadelenin aktif tarafıdır.
Birleşik devrimci cephenin fiili meşru mücadele zemininde devrimci bir odak olarak iradeleşmesi, antifaşist kitleler için çekim merkezi, devrimci-demokratik yükselişin öncü kuvveti olma amacına yakınlaşması politik eylemin gücüyle başarılacaktır. Hapishane direnişleri bu politik uğraklardan biri konumundadır. Hapishanelerde faşizmi küçülten devrimci direnişken, dışarıda devrimciliği çürüten “yasal devrimcilik” hastalığıdır.