Osmanlı ve Kürtler
Kürtler 16. yüzyıla kadar aşiret/özerk yapılarını koruyarak varlıklarını sürdürdü. Osmanlı Safevi devletleri arasında yükselen savaş ihtimaline karşı Yavuz Sultan Selim, İdris-i Bitlisi aracılığıyla 16 Kürt beyliği ile anlaşma yapar, bu anlaşma ile Kürt beyliklerini de tanımış olur. Kürt tarihinde en kritik dönemlerden biridir bu süreç. Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim Kürt beyliklerine ‘aralarından seçtikleri birini beylerbeyi olarak tanıyacağını’ söyler. Bunun anlamı şudur: Kürtler özerk ve merkezi bir yapılanma altında toplanmış olacak. Ama bu tarihi fırsat kaçırılır. Kürt beyleri kendi aralarında anlaşamaz ve merkezi bir irade ortaya çıkartamaz. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim merkezden bir paşayı beylerbeyi olarak atar.
Hem Osmanlı hem Kürtler açısından bu dönemin diğer temel özelliği ise Kürtlerin Osmanlı’nın yanında savaşa girmesi ve Osmanlının Safevi devletini Çaldıran Savaşı’nda (1515) yenmesidir. Osmanlı için büyük bir tarihsel anlamı vardır bu savaşın. Osmanlı bu zafer ile bölgedeki en büyük rakibine karşı üstünlük sağlamış ve Kürtlerin hem desteğini kazanmış hem de onları Osmanlı’ya bağlayarak doğu sınırını güvenceye almıştır.
19.yüzyıla kadar aşağı yukarı bu anlaşmanın genel çerçevesine karşılıklı uyularak gelinir. Fakat 19. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı siyasi ve ekonomik olarak gerileme sürecine çoktan girmiştir. Sömürgeleştirdiği uluslar bağımsızlıklarınıkazanmaya başlamış bu da Osmanlı Devleti’ni her yönüyle krize sürüklemiştir. Bu durum Osmanlı Devleti’nin Kürtlere karşı politikalarında değişikliğe gitmesine neden olur. Kürtleri merkezi otoritenin daha sıkı denetimine almak ister.
Hem Osmanlı yapısını hem de Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel şekillenmelerini nereden aldıklarını ve Kürtlerle ilişkisini, Kürtlerin sosyal yapısını, işleyişini anlamak ve özellikle İngiltere ve Fransa’nın bölgede oynamaya başladıkları rolü görmek bakımından dönemin öne çıkan bazı ayaklanmalarına kısaca bakmakta fayda var.
İlk bağımsızlıkçı Kürt hareketlerinden biri Baban beyliğinin isyanıdır. Baban Beyi Abdurrahman Paşa, Osmanlı’ya karşı siyasal koşulların (Osmanlı Rus savaşı vardır) uygun olmasından da yararlanarak ayaklanır. Osmanlı'ya ağır kayıplar verdirir. Kürt birliğini sağlamaya çalışır. Erbil’i ele geçirir ve egemenlik alanını genişletir. Artık İngiltere himayesinde olan Osmanlı yardım ister. Ayaklanma üç yıl sürer ve ancak 1808’de ezilir. İngiltere artık daha sonraki Kürt isyanlarının ezilmesinde hep rol oynar. Bu ayaklanmada da Osmanlı Kürtlerin arasındaki iç çelişkilerden yararlanır.
İran sınırında yer alan bölgede Soran Emiri Mir Muhammed 1833 yılına gelindiğinde Başûr Kürdistan’ın büyük bölümünü kontrolü altına alır, Mardin ve Amed’de Osmanlı egemenliğine son verir. Bağımsızlığını ilan eder. Kürt tarihinde Mir Muhammed’in de oldukça ayırt edici özellikleri vardır. İlk defa ulusal birliği sağlar. Üstelik Ermeniler ve Ezîdîler ile birlikte Osmanlı'ya karşı savaşır. Yine ilk defa düzenli ordu kurmuş, bu ordunun süvari sayısı 10 bine, piyade sayısı da 20 bine ulaşmıştır. Bunlarla da yetinmeyen Mir Muhammed başkent ilan ettiği Riwandiz’de askeri sanayikurmuş, bu fabrikalarda mermi, tüfek ve top imal etmiştir.
1836 yılına gelindiğinde Osmanlı ve Kürtler arasında savaş yeniden başlamıştı. Osmanlı yine klasik bir taktiğe başvurur. Kürt mollalara “Müslümanlar arasında ve Halifenin ordusuna karşı savaşanlar kâfirdir” fetvasını verdirir; bu taktik etkili olur. Bununla birlikte 40 bin kişilik bir ordu gönderir. Mir Muhammed ancak 1836 yılında teslim olur. İstanbul’a götürülen Mir Muhammed dönüşte Trabzon’da öldürülür. Bu yenilgi Kürtler bakımından tarihsel bir olguyla sonuçlanır. 16. yüzyıldan beri özerkliklerini koruyan Kürt beylikleri bağımsızlıklarını önemli oranda kaybeder.
1845 yılına gelindiğinde Botan Miri Bedirhan Bey Amed, Musul ve İran sınır bölgesinin tamamını ele geçirir. Bedirhan Bey Kürt tarihinde o zamana kadarki en büyük ittifakı kurar. Ulusal birliği en geniş düzeyde sağlar. Rojhilat ve Bakûr beyliklerini de oluşturduğu ittifaka katar. Dersim beyliği bu ittifaka katılmaz. Ayaklanmanın ve kurulan ittifakın niteliğiadım adım modern bir siyasal ve askeri örgütsel işleyişin koşullarını oluşturur. Bedirhan Bey, böylece, ulusal mücadeleye daha özgürlükçü ve modern bir direniş karakteri kazandırmış olur.
Aşiretsel yapı henüz aşılamadığı için aşiretler arası çekişme ve savaşlar da devam ediyordu. Amerikan misyonerleri Süryanileri Kürtlere karşı kışkırtıyordu. Kürtler ve Süryaniler arasında çatışmalar da hız kazanır. Süryaniler Fransa ve İngiltere’den yardım ister. Fırsat Osmanlı'nın ayağına gelir, güçlenen Botan Mirliğine karşı saldırıya geçer. Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer taraf değiştirince 1847 yılının sonunda yenilir ve teslim olur, sürgüne gönderilir. Böylece Cizre merkezli Botan Beyliği Osmanlı vilayetine dönüşmüş olur.
1855 Osmanlı-Rus/Kırım savaşı sürecinde Osmanlı'nın kendisine verdiği sözlerin tutulmadığını gören Yezdan Şer bir ayaklanma başlatır, ayaklanma Başûr ve Bakûr’a yayılır. Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Ezîdî Kürtler birlikte savaşır. Osmanlı görüşme önerir, Yezdan Şer görüşmeyi kabul eder. Fakat İngilizler onu yolda tutuklar ve Osmanlıya teslim eder. Önderliksiz kalan ayaklanma yenilir.
Yine “93 harbi” (1877-78) olarak biline Osmanlı-Rus savaşı sırasında Şeyh Ubeydullah önderliğinde bir ayaklanma başlamıştı. “Kürdistan tarihinde, ilk genel birlik ve dayanışma kurultayı, 1880 yılında Şeyh Ubeydullah'ın liderliğinde Şemdinan'da toplanır.” Şey Ubeydullah ayaklanmayı Rojhilat bölgesinde başlatır. Ruslar İran’ı, İngilizler Osmanlı’yı destekler, bazı aşiret ve beylikler ayaklanmadan çekilince ayaklanma 1881’de yenilir, Şeyh Ubeydullah tutuklanıp sürgün edilir. Sürgünden kaçar tekrar ayaklanır, tekrar yenilir ve tekrar sürgün. Bu ayaklanmanın iki önderinin torunları Şeyh Abdülkadir ve Şeyh Said, Şeyh Said isyanında (1925) asılır.
19.yüzyılın son eşiğindeki en önemli tarihsel olaylardan biri de Hamidiye Alayları’nın kurulması (1891) ve faaliyetleridir. Ermeniler 1891’de büyük bir cephe örgütlülüğü olan Daşnak’ı kurdu. 1894 yılında Sasun bölgesindeki Ermeniler Osmanlı ve Kürt aşiretlerine vergi ödemek istemedikleri için ayaklandılar. İki yıl süren ayaklanmayı Hamidiye Alayları ezdi ve on binlerce Ermeni katledildi. Hamidiye Alayları daha sonra Dersim ve Musul’da olduğu gibi Kürt ayaklanmalarını ezmek için de kullanıldı.
Türk Burjuva Ulus Devletleşmesinin Ön Yılları
20.yy. başına gelindiğinde Osmanlı artık iyice zayıflamış, emperyalist İngiltere ve Fransa’nın da bölgeye müdahalesiyle birlikte sömürgeci imparatorluktan siyasi, ekonomik-mali sömürgeleştirilme sürecine girmiştir. Uluslaşmanın gelişmesiyle birlikte Osmanlı boyunduruğunda bulunan halklar da özelikle Balkanlar ve Ortadoğu’da 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bağımsızlıklarını birer birer elde etmeye başlamışlardı.
1900’lerin başından itibaren artık Osmanlı tümüyle dağılmak üzeredir. Osmanlıyı kurtarma arayışları bu dönem boyunca halktan gelmez. Burjuva sınıfı da çok azdır ve ağırlıklı olarak gayri Müslimlerden oluşur. Bundan dolayı aydınlar ve subaylar siyasal sürecin merkezinde yer alır.
Osmanlıyı kurtarma/yaşatma arayışları aslında 1800’lerin ikinci yarısından itibaren başlar ve son çeyreğinde hız kazanır. Bu arayışlar ve iç mücadele, 1839’da Tanzimat Fermanı, 1876 yılında Birinci, 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesini sağlar. Özellikle 1. Meşrutiyet’in ilanını sağlayan aydınlar ve subaylar kendilerini “Yeni Osmanlılar” diye tanımlarlar, aynı zamanda da ‘vatan’, ‘hürriyet’ gibi kavramlar da kullanılmaya başlanır. Henüz Türklük vurgusu gelişmemiştir. Osmanlı-Rus savaşı olan 93 harbinin başlamasıyla birlikte 2. Abdülhamit anayasayı kaldırır ve meclisi kapatır. Böylece istibdat denilen çok ağır baskıcı bir süreç tekrar başlamış olur.
İstibdat dönemi boyunca Kürtlerin de bulunduğu birçok gruplar gizli örgütlenmeye gider. İttihat ve Terakki Cemiyeti bilinenin aksine Kürtler, Çerkezler ve Arnavutlar tarafından 1889’da kurulur; Türkler daha sonra katılmaya başlar. Yeni Osmanlılık fikriyatıyla kurulan bu örgütlerin birçoğu anayasal bir düzeni, parlamentoyu ve Osmanlılık fikrini benimsiyorlardı. Bundan dolayı İT’nin ilk dönemlerinde Ermeniler de yer almıştı. Temel hedef bütün gruplar için hemen hemen aynıydı: Osmanlı’da reformların yapılması, anayasa ve parlamentonun olduğu bir meşrutiyet sisteminin kurulması.
Osmanlıyı kurtarma arayışları İT içerisinde de fikir ayrılıkları ortay çıkartır. 1910 yılına gelindiğinde, yeni Osmanlıcılık Türkçülük ideolojisine bırakır yerini. İT içerisinde yer alan Kürtler de ayrı örgütlenmelere gider.
Abdülhamit uyguladığı bütün baskılara, yasaklara, katliamlara rağmen Osmanlı'yı düze çıkartamaz. İttihatçıların önderliğinde gelişen mücadele ile 1908’de 2. Meşruiyet ilan edilir. İlk dönemler Osmanlı vatandaşlığı düşüncesi sınırlı bir özgürlük ortamı yaratır. Osmanlının merkezi idaresinin zayıflamasıyla başta Kürtler, Ermeniler olmak üzere farklı halklar kısmi bir örgütlenme alanı bulur. Birçok ulusun bağımsızlıklarını kazanması ve Kürt ulusal mücadelesinin de bu dönemde hız kazanması tesadüf değildir. Bu boşluktan yararlanan Kürtlerin örgütlenmeleri artar, mücadeleleri gelişir, birleşik mücadele olanakları ortaya çıkar ve çok sayıda dernek, örgüt, parti, cemiyet kurulur; dergiler, gazeteler çıkartılır. Ama kısa süre sonra İT içerisinde Türkçülük egemen bir güç haline gelir. İktidarı 1913 yılında bir darbeyle ele geçiren Jön Türkler Osmanlı’nın kurtuluşunun halkların Türkleştirilmesinden geçtiğine kani olur. Kürt, Ermeni, Asuri, Rum, Gürcü, Pontus, Süryani, Laz halkları ve dinler-mezhepler için istibdattı aratmayan ve günümüze kadar gelen inkârcı, katliamcı, soykırımcı süreç tekrar başlar. Ama bir sorunu vardır? Kürtlerle ittifak yapmazlarsa her şeylerini kaybedecekler ve Osmanlı tamamen dağılacak, ellerinde tek bir karış toprak bile kalmayacaktır! Üstelik Kürtlerden başka ittifak yapacakları bir güç de yoktur ortada. Kürtleri kaybetmek istemezler.
Osmanlı'nın kendini yaşatma ve eski topraklarını yeniden ele geçirmek, bağımsızlığını elde eden ulusları/halkları yeniden boyunduruk altına almak ve sömürgeleştirmek için son bir koz kalmıştı: Savaş! Osmanlı, Almanya ile ittifak yaparak 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na girdi. Savaşı yöneten Osmanlı bürokrasisinin ve ordu komuta kademesinin (M. Kemal de dâhildir) büyük bölümü İttihat ve Terakki yöneticileriydi. Türk burjuva Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar işte bu siyasal ve örgütsel ortamda şekillendi, ideolojik mayasını buradan aldı.
Kürtler ağırlıklı olarak Osmanlı padişahının cihat eksenli çağrısına karşılık verir ve savaşa Osmanlının yanında girer. Osmanlı’nın 1.5 milyon Ermeni’yi soykırıma uğratmasında Kürtlerin suç ortaklığında hem din etkeni hem de Ermenilerin topraklarına ve varlıklarına el konulmasından pay kapma, çıkar sağlama yaklaşımı rol oynar.
Osmanlı 1. Dünya Savaşı’nda yenilir ve çok ağır şartlar içeren Mondros Mütarekesi (1918) imzalanır. Sömürgeci, ilhakçı/işgalci amaçlar doğrultusunda savaşa giren Osmanlı, topraklarının paylaşılmasıyla karşı karşıya kalır. Bu arada Kürdistan da bu paylaşımdan nasibini alır. Bu dönemde petrolün önemi açığa çıkmıştı ve Kürdistan'ın önemli bir petrol yatağına sahip olduğu biliniyordu. Bundan dolayı Musul, Kerkük başta olmak üzere birçok Kürt bölgesi İngiliz hâkimiyetine girer ve Kürtlerin coğrafi, sosyal bütünlükleri iyice parçalanır.
Döneme bir bütün olarak baktığımızda kapitalizm, Avrupa’da İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, İtalya başta olmak üzere gelişmiş bir düzeye ulaşır. Kapitalizm aynı zamanda Avrupa’da da beylikler, şehir devletleri, krallıklar vb. biçiminde örgütlenen topluluklarda yapısal değişiklerin ortaya çıkmasına neden olur. Kapitalizm bu devlet yapılanmalarının içeriğini ve niteliğini değiştirir. Ağırlıklı olan monarşi yönetimleri yerini ulus-devletlere, cumhuriyet-anayasal sistemlere bırakır. Devlet ve toplum kapitalizmin ve onun burjuva egemen sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılır.
Cumhuriyet’in Kuruluş Süreci, Sevr, Lozan ve Kürtler
Sevr’de de Lozan benzeri bir durum vardır. Kürtlere özerklik vb. verildiği iddia edilir ama bu tam olarak doğru değildir.Yine içeriği, niteliği net olmayan Kürt, özerklik, Kürdistan vb. vurguları vardır ama Kürtler için somut hiçbir şey yoktur. İngiltere, Kürdistan’ın nasıl paylaşılacağı henüz belirlenemediği için Kürtler ve Ankara hükümeti arasında dengepolitikası izler. Bir taraftan Kürtlerin dostuymuş gibi gözükür, Ankara hükümetini sıkıştırtmaya çalışır; diğer yandan Ankara hükümetini destekler Kürtlerden daha fazla taviz kopartabilmek için. İngilizler Kürtleri kaybetmek istemiyordu, çünkü Kürdistan petrol bölgesiydi.
Bolşevik devriminden dolayı bölgede etkili olan İngiltere Rusya’nın etkisi altına girecek ne bir Ermenistan’dan ne de bir Kürdistan'dan yanaydı. Son tahlilde bölgesel çıkarları tercihini Türk devletinin kurulması ve Türklerden yana kullanmasını gerektirir. Sovyet Rusya’ya karşı bölgedeki etkisini ancak Türklerle iş birliği temelinde koruyabileceğini hesaplar.
Koçgiri isyanı 1920’lerin sonunda başlar, 1921’lerin başında yenilir. Kürt-Alevi ağırlıklıdır ve Dersim, Erzincan, Sivas bölgelerine kadar yayılmıştır. Sünni Kürtleri kapsayamamış ve diğer ayaklanmalarda olduğu gibi bölgesel kalmıştır. Koçgiri aşireti ve onun başında olan Alişan tarafından yönetilmiştir. Sevr anlaşmasında Kürtlere yine çerçevesi tam belli olmayan vaatler vardır. Bu vaatlerin yerine getirilmesi için Kürtler 1. Meclise bir muhtıra gönderir. Sevr’de Kürtlere verilen sözlerin yerine getirilmesini isterler. Ankara Hükümeti, Kürtlerin taleplerini kendilerinin de savunduğunu, bunun için zamana ihtiyaç olduğunu söyler. Ama diğer taraftan da Kuvay-ı Milliye birlikleri isyanı ezmek için hazırlığa başlar. İsyan kısa sürede vahşi bir şekilde bastırılır. Bu katliamı yöneten Nurettin Paşa ve Topal Osman’a sahip çıkan M. Kemal onların yargılanmalarını engeller.
Yer: Lozan konferansı
Konuşan: M. Kemal’in kılıcı İnönü: “Türkler ve Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ana unsurlarıdırlar. Kürtler bir azınlık değil, bir millettirler. Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir.”
Lozan konferansına Kürt temsilci diye götürülen Zülfü Bey bir Kürt’tü ama Kürtlükle bir alakası yoktu. Ne Kürt Teali Cemiyeti ne de başka bir Kürt örgütlenmesi içerisinde yer alıyordu, tam tersine o önce ittihatçı sonra da Kemalist’ti. Ermeni Soykırımı’nın sorumlularındandı. İngilizler onu bu nedenle sürgüne göndermişti. Sürgünden döndükten sonra Ankara’ya giderek TBMM’ye Diyarbakır Milletvekili olarak M. Kemal tarafından atanmıştı. Sonra Halk Fırkası’nın (CHP) kurucularından olur.
Osmanlı ve onun yönetici İttihat Terakkici kadroları 1. Paylaşım Savaşı’nda yenilmiş, Mondros ve Sevr antlaşmaları çok ağır şartlarla kabul edilmiş, Osmanlı'nın elinde Anadolu ve Kürdistan'ın bir bölümü kalmıştır. Kaybedilen topraklar ve itibar geri kazanılmalıydı. Lakin Osmanlı eski ihtişamını çoktan kaybetmiş, yerinde yeller esiyordu. İttihat Terakki kadroları imparatorluk kodlarıyla hedeflerine ulaşamayacaklarını artık iyi biliyorlardı. Zaten 1. Paylaşım Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldıkları için eski hayallerini unutmak zorundaydılar. Yeni bir yol, yeni bir ideoloji, yeni bir yapılanma gerekiyordu. M. Kemal onlara bu yolu gösterdi.
1922 yılına gelindiğinde: Kemalistler Sivas, Erzurum, Amasya kongrelerini toplamış, Ege’de Çerkez Ethem liderliğindeki kuvvetler çok önemli bir güç haline gelmiş, Osmanlı'nın Doğu Orduları Komutanı Karabekir Paşa taraf değiştirerek Kemalistlere katılmış, Koçgiri ayaklanması ezilmiş, 1. Meclis toplanmış, 21 Anayasası yapılmış, Misak-ı Milli ilan edilmiş, Ankara hükümeti Londra konferansına İstanbul Hükümeti’yle birlikte çağrılmıştı; böylece ilk defa fiili olarak tanınmış oluyordu.
Lozan’a gelindiğinde müttefik devletler artık Ankara hükümetiyle görüşmeler yapıyor ve Lozan konferansına resmi olarak çağırıyorlardı. Emperyalistler Ankara Hükümeti’nin gücünü gördükten ve artık onlarla iş birliği yapmanın gerekliliğini anladıktan sonra Kürtlere yönelik lafzi sözlerden bile vazgeçtiler. Çünkü onların çıkarı, artık hem Sovyetler karşı hem de bölgesel diğer güçlere karşı Kemalistlerle ittifak kurmaktan geçiyordu. Ne emperyalistler ne de Kemalistler hiçbir zaman Kürtlerin demokratik haklarının savunucusu olmadılar. Sadece karşılıklı koz olarak kullanılacak bir argümana dönüştürdüler.
Ankara Hükümeti zaman zaman Sovyet Rusya’yla da güçlü ilişkiler geliştirmişti. Diğer yandan sosyalizmin, Bolşevik devrimin etkisi çok fazladır ve gittikçe yayılmaktadır. (Çerkez Ethem’in 5 bin kişilik kuvvetinin içerisinde “700 kişilik Bolşevik taburu” vardır). Ankara hükümeti Rusya’nın yardımını alabilmek ve içeride gelişen sosyalist mücadelenin önünü kesebilmek için Rusya’yla yakınlaşma siyaseti izler. Sovyet örgütlenmelerinden bazı uyarlamalar yapar. Birinci meclisin, yasama ve yürütme organını birleştirmesi, yerel özerklikler, il idari yasaları vb. “Gerekirse komünist de oluruz” diyerek TKP’yi kurar. Bu uygulamalar, emperyalistlerin Kemalistlere karşı mesafeli olmalarına neden oluyordu. Kemalistlerin taktiği belliydi: Emperyalistlerden daha fazla yararlanmak ve kabul görmek için Rusya’ya yanaşma, Rusya’dan daha fazla yardım alabilmek için emperyalistlere yanaşma.
Lozan konferansından aylar önce yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde Kemalistler rotalarını netleştir. Tam olarak emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda bir mali-ekonomik kapitalist sistem ve burjuva hukukunu benimser. Emperyalistlerin kaygıları ve kuşkuları giderilir. İzmir İktisat Kongresi’nde emperyalist kapitalist sisteme güvence verilince Lozan’da her şey Kemalistler lehine kolaylaşır ve Kürt sorun ve diğer demokratik açılımların hemen hemen hepsi rafa kaldırılır ya da esnetilir. Uzlaşılamayan tek bir konu vardır: Musul sorunu. O da 1926 yılında Ankara antlaşmasıyla emperyalistlerin istekleri doğrultusunda çözülür. Kürt sorunu zaten artık ne emperyalistler için ne de Ankara Hükümeti için kalmıştır. Lozan antlaşmasıyla Kürdistan'ın parçalanması ve sömürgeleştirilmesi tamamlanır.
Ankara Hükümeti uluslararası alanda varlığını Lozan anlaşmasıyla güvenceye alır almaz 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan eder. Birinci mecliste, 21 Anayasası’nda ve önceki bütün kongre, konferans, toplantı ve açıklamalarda Kürtler için sınırlı da olsa ifade edilen olumlu şeyler bütünüyle terkedilir. Hemen ardından Şeyh Said İsyanı (1925) kanla, katliamla ezilir. Türkiyelilik yerini her alanda ‘Türk’e bırakır. Tek millet, tek devlet, tek din, tek dil esas alınır. Kürtlerin asimilasyonu ve soykırımı için Şark Islahat Planı oluşturulur. Kürtler zorla yerlerinden, yurtlarında sürgün edilir, dilleri yasaklanır. 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ile her türlü hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılır. Siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik kolektif haklar için bütün mücadele biçimleri yasaklanır. Özellikle Kürt kız çocukları asimile edilmek için yatılı okullara gönderilir, Kürtçe coğrafi isimler değiştirilir, özel il idareleri yasalarıyla (bunlardan biri de Tunceli kanunudur) valilere idam cezası verme dâhil her türlü yetki verilir. Kürtler için tarihlerinin en kanlı, katliamcı, soykırımcı tarihi başlar. 1924 Anayasası tamamen bu içerikte yeniden yazılır. Böylece Kürt halkına yönelik soykırım politikası hukuksal bir boyutta kazanır. 1924 Anayasası’nda vatandaşlık tarifi tamamen Türkçülük esas alınarak yapılır: “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkes Türk’tür.” Faşist askeri darbenin ürünü olan ‘82 anayasasında aynı ırkçılık devam eder: “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” “Bu maddeler değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleriyle Türkçülük korumaya, Kürtçülük soykırıma tabi tutulur.
Kemalist diktatörlük gerçek yüzünü kısa sürede göstermiş, artık sahte Kürt söylemlerine, oyalamaya, aldatmaya gerek kalmamış, doğrudan inkâr, imha, soykırım politikaları devreye sokmuştur. Faşist Türk burjuva diktatörlüğünün gerçek karakteri budur ve devam etmektedir. Bu ara aşamalarda yapılan bütün hamleler taktiksel ve zorunluluktan kaynaklıdır ve aldatmacadan başka bir şey değildir. Faşist Türk burjuva diktatörlüğünün Kürt politikası özünde asla değişmemiştir. Bu faşist burjuva diktatörlük yıkılıp yerine işçi emekçi halk cumhuriyetler birliği kurulana kadar da sürecektir.
Yer: Cumhuriyet sonrası Türkiye.
Konuşan: Yine İnönü: “Açıkçası biz milliyetçiyiz. Bizi bir arada tutan yegâne unsur milliyetçiliktir. Türk çoğunluğunun karşısında diğer unsurların herhangi bir nüfuzu söz konusu olamaz. Topraklarımız üzerinde yaşayan insanları her ne pahasına olursa olsun Türkleştirmeliyiz; Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkan herkesi de yok edeceğimizi herkes bilmelidir.”
Mustafa Kemal’in Uluslaşma Anlayışı ve Kürt Ulusal Sorununa Yaklaşımı
Anadolu ve Kürdistan’ı Türkleştirme ideolojisi-politikası insanlık tarihinin en büyük soykırımlarından biriyle sonuçlanır. Osmanlıyı yaşatma arayışı içerisinde olan İttihatçılar 1915 yılında Ermeni Soykırımı’nı yapar. Bütün bu katliam ve soykırıma rağmen Osmanlı ve ittihatçılar 1. Dünya Savaşı’nda yenilmekten kurtulamaz. Bu ağır yenilgi onların bütün itibarını yitirmesine neden olur, birçoğu kaçar.
M.Kemal aslında Türkçülük ideolojisini çoktan benimsemiştir. Uygulamak için koşulların oluşmasını beklemekte diğer yandan da bu koşulları oluşturmaya çalışmaktadır. Paylaşım savaşına giren Osmanlı yenilmiş, paylaşılır duruma düşmüştür. Bundan dolayı bilerek isteyerek Türk kelimesini kullanmaz. 1921’de kurulan 1. BMM’de Türk kelimesi yerine, Türkiye kelimesini kullanır hep. Hatta Kürtlere yönelik olumlu mesajlar vermekten geri durulmaz. Kürt emir ve beyliklerine gönderdiği mektuplarda Kürtlere özerklikten bahseder. Kürtleri Erzurum ve Sivas kongrelerine davet eder. Bol bol din birliğinden, kardeşlikten bahseder, kader birliği vurgusunu yapar.
Ellerinde kalan coğrafyada ister Osmanlı’yı yaşatmak ister yerine Türk devleti kurmak için olsun M. Kemal’in Kürtlere ihtiyacı vardır. Kürtlerle ittifak kurmadan bunu gerçekleştirmenin olanağı yoktur; dayanacakları başka bir toplumsal güç kalmamıştır. M. Kemal, Misak-ı Milli bölgesini Türkleştirmek ve Kürtleri yok etmek için toplumsal ve siyasal koşulların elvermediğini görüyordu. Kürtlerin tarihsel olarak cihat çağrısına çoğunlukla olumlu yanıt verdiğini bildiğinden Kürtleri kazanmak için Hilafet için savaştığını da her fırsatta dillendirir. İstanbul’daki Hilafet’in düşman işgalinde olduğu propagandasını yapar. Sevr’de, Paris, Londra ve San Remo konferanslarında Ermenistan devletinin kurulmasıyla ilgili belirsiz vurgular vardır. Ermenistan olarak tarif edilen yerler Kürtlerin de yaşadığı yerlerdir. M. Kemal, “Kürtlerin toprakları elinden alınacak” kozunu oynayarak yedeklemeye çalışır. Bugün de hala devam eden din ve millet birliği ve kardeşliğini bol bol kullanır. Bağımsız Kürdistan fikrinin de Kürtlerin gündeminde olduğunu bildiği için yine burada da İngiliz ve Ermeni kozunu kullanır, kurulacak bir Ermeni devletinin Kürtlerin aleyhine olan bir İngiliz projesi olduğu propagandasını yayarak Kürtler arasında birliği bozmaya çalışır; başarılı da olur.
M.Kemal’de Makyavel’e rahmet okutacak yöntem zenginliği vardır. 1919’da Şeyh Mahmut Berzenci’ye gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu:
“Saygıdeğer Şeyh Mahmut Berzenci Hazretleri
Yüce Hilafet ve Osmanlı Saltanatı makamına olan gerçek bağlılığınız ve sevgili vatanımız için beslediğiniz yakın ilginiz… Hilafet ve saltanatın yıkılmasına, yurdumuzun Ermeni ayakları altında çiğnenmesine… Ermenilere esir olmasına boyun eğecek hiçbir Müslüman düşünülemez… Milletin birlik olarak gücünü ve kudretini bütün dünyaya göstermesinden başka kurtuluş yolu ve dayanak noktası kalmamıştır… Sizin gibi fedakâr, yurtsever dindaşlarımın benimle birlikte çalışacaklarına inanıyorum… O bölgede İngilizlerin aldatıcı propagandalarının önüne geçilmesi pek çok gereklidir.”
1919’da bir Kürt beyine bu mektubu yazan ve yardım dileyen M. Kemal çok değil birkaç yıl sonra asıl amacına ulaştıktan sonra tıpkı Ermeniler gibi Kürtleri de soykırıma tabi tutar.
Kürtlerin ayrılmasından, onlarda oluşan bağımsızlıkçı fikirlerden, sosyalizme, Sovyetlere yönelmelerinden alabildiğine korkmaktadır. Misak-ı Milli diye ilan ettikleri bölgeler Kürdistan'da Başûr ve Rojava’yı da içine almaktadır. Bu bölgelerde Kürt nüfusu ezici üstünlüktedir. Misak-ı Milli’nin gerçekleştirilmesi Kürtlerin yedeklenmesiyle sağlanabilir ancak. Bundan dolayı özellikle uluslararası alanda aynı zamanda sahte bir şekilde Kürtlerin de temsilciğine soyunur.
Irkçı Türk cumhuriyetinin ilanından sonra da ayaklanmalar eksik olmaz ve hatta daha da yoğunlaşır, yaygınlaşır: “Nasturi isyanı (1924- Hakkari), Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl- Muş-Diyarbakır), Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli), Reşkotan ve Reman isyanı (1925-Diyarbakır), Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani), Jilyan isyanı (1926- Siirt), Güyan isyanı (1926-Siirt), Haco isyanı (1926- Nusaybin), I. Ağrı isyanı (1926), Koçuşağı isyanı (1926- Silvan), Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926), Mutki isyanı (1927- Bitlis), II. Ağrı isyanı, Biçar harekatı (1927-Silvan), Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh), Zeylan isyanı (1930- Van), Tutaklı Ali Can isyanı (1930-Tutak-Bulanık-Hınıs), Oramar isyanı (1930- Van), III. Ağrı harekatı (1930), Buban aşireti isyanı (1934-Bitlis), Abdurrahman isyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt), Sason isyanı (1935-Siirt), Dersim isyanı (1937-Tunceli)”.
Bu ayaklanmalarda kimyasal silah da dâhil her türlü silah kullanılmıştır. Kürt halkı yediden yetmişe mağaralarda gazlarla boğulmuş, yüz binlercesi sürgüne yollanmış, yüz binlercesi katledilmiş, nehirler, dereler günlerce kanlı akmış ve sayısız insanlık suçu işlemiştir. M. Kemal Dersim Soykırımı da dâhil cumhuriyetin kurulmasından sonraki bütün katliamlardanbirinci dereceden sorumludur. Katliamları planlayan, talimatını veren, uygulattırandır. Bir örnek: Manevi kızı Sabiha Gökçen’in Dersim katliamında Kürtlerin üzerine bombalar yağdırıp onların vahşice öldürdüğünü (üstelik katlettiği insanların hepsinin sivil ve köylü olduğunu görür) zevkle anlatan kızıyla övünç duyar, tebrik eder ve modern Türk kadını olarak örnek gösterir. Sabiha Gökçen Avrupa’ya da “örnek Türk kadını” olarak gösterilir. Ne de olsa Avrupa’da henüz savaş pilotu bir kadın yoktur!
Sonrasında da: Varlık Vergisi, 6-7 Eylül pogromu; Çorum, Sivas, Maraş, Madımak; 90-93 arası Kürdistan’da serhildanlar, özyönetim direnişleri, Cizre, Nusaybin, Sur katliamları; Rojava Devrimi ve devrime karşı faşist politik İslamcı çetelerle birlikte devrimi ezme girişimleri, işgaller, saldırılar, katliamlar; gerillaya yönelik kimyasal silah, taktik nükleer bomba kullanımı… Liste uzayıp gidiyor ve gidecek; inkârcı, katliamcı, soykırımcı, sömürgeci, işgalci faşist Türk devleti yıkılana ve yerine Hakların Cumhuriyetler Birliği kurulana kadar.
Birkaç Sonuç
Kemalist Türk devleti Kürtlerin kolektif demokratik haklarını aslında hiçbir zaman kabul etmedi. Türk ulus devletleşme sürecinde Kemalistler taktik olarak Kürtleri yedeklemek için içeriği net olmayan özerklik, yerel halklara saygı, il idari yasalarında düzenlemeler gibi yaklaşımlar geliştirdi. 1. BMM özü bakımından ne demokratikti ne de eşitlikçi. Tam tersine Türk devletinin kuruluşunu gerçekleştirmek, başta Kürtleri kaybetmemek ve kendi yanına çekmek için planlanmış politik hamlelerdi. Tıpkı günümüzde faşist şef Erdoğan’ın Kürt ulusal özgürlük hareketiyle diyalog/çözüm süreci başlatması gibi. Aslında bir yandan Kürt ulusal direnişini ezmek için, inkâr, imha ve soykırım stratejisi geliştirilir, kalekollar yapılır, silah sanayi gerilla savaşına yönelik geliştirilir, devlet kontrgerilla örgütlenmesini yeniler, politik İslamcı faşist İŞİD ve diğer çeteler desteklenir, Rojava Devrimi ezilmeye çalışılır… Diğer taraftan aynı süreçte diyalog/çözüm süreci devam eder. Diyalog/çözüm süreci istenileni vermeyip Kürtler lehine gelişmeye başlayınca tarih ve Türklük tekerrür eder: inkâr, imha, katliam, zindan, işgal, işkence, soykırım… Tıpkı 1924’te olduğu gibi faşist burjuva Türk devleti gerçek yüzünü gösterir. Zorda kalınca, ihtiyaç olunca hatırlanan, ama işi bitince katliama, soykırıma uğratılan Kürt! Egemenlerin, işgalcilerin, sömürgecilerin Kürtlerle kurduğu ilişki biçimi tarih boyunca aşağı yukarı bu karakterdedir.
Uluslaşma kapitalizmin ortaya çıkarttığı en temel olgulardan biridir. Kürt halkının da tarihsel gelişmesine baktığımızda uluslaşmasını neden tamamlayamadığını ve hala neden ulusal bir birlik ve devletleşme sürecini gerçekleştiremediğini anlayabiliriz. Tabi ki en temel etkenlerden birinin bu olmasıyla birlikte özellikle tarihsel olarak iki büyük devlet (Osmanlı ve Safevi/İran) arasında kalması/sömürgeleştirilmesi uluslaşmasını engelleyen temel iki olguyu oluşturmaktadır. Buna emperyalist İngiltere ve Fransa’nın da çıkarları doğrultusunda müdahaleleri eklenince Kürtlerin ulusal birliğini kurma ve kendi kaderlerini tayin etmeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Kürtler tarihleri boyunca egemenlerle ve onların çıkarları doğrultusunda da savaşlara girmişlerdir. Egemenler amaçlarına ulaşınca Kürtler bir kenara atılmıştır.
Kürler kendilerinin hep aldattığını ifade etmişlerdir. Aldatma-aldatılma-aldanma özünde siyasal eylemlerin ahlakçı yorumudur. Bu doğru olmakla birlikte diyalektik, politik, bilimsel bir değerlendirme değildir. Bu bakımdan politik saflığın ötesinde bir durumu ifade etmez. Feodal ve kapitalist sistemler sınıflı toplum düzenleridir, devlet ve onun bütün aygıtları devletin gerçek sahipleri olan aristokrasiden ve burjuvazisinden yana olur hep. Geçerli olan tek kural vardır: Çıkar ve kar.
Kürtler tarihleri boyunca ulusal birliklerini kuramamışlardır. Bütün ayaklanmalar bölgesel ya da aşiretsel düzeyde kalmıştır. Egemenler de bu isyanların bastırılmasında aşiretler-emirlikler-beylikler arasındaki çelişkilerden hep yararlanmıştır.
Kürt ayaklanmaları çoğunlukla bölgesel savaşların yaşandığı dönemlere rastlar. Örneğin, Osmanlı-Rus, Osmanlı-İran, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı gibi. Bu tarihsel dönemlerde çok önemli fırsatlar ellerine geçmiş ama hiçbirini kendi lehlerine tam olarak kullanamamışlardır.
Kendi aralarında birliği sağlayamamaları hep yenilgilerinde en önemli etkenlerden biri olur. Sömürgecilerin taktiği hep iç çelişkilerden yararlanma ve önderlikleri ikna ya da hile yoluyla katletme şeklindedir. Kürt halkına ve direnişine karşı Osmanlı'da uygulan bu yöntem Kemalist Türk burjuva devletinin hem kuruluş sürecinde hem de cumhuriyet sürecinde devam etmişti.
Toplumsal gerçekliğin, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin uluslaşma bilincini ortaya çıkartacak bu maddi temelin zayıflığı kaçınılmaz olarak Kürtlerin ulusal birliğinin oluşumunu engellemiştir. Emirlerin, beylerin, şeyhlerin beceri ya beceriksizlikleri tabi ki önemli etkiler yaratmıştır. Ama temel olan bu değildir. Onların çıkar ilişkisi feodalitenin sınırları içerisinde kalan beyliklerinin, aşiretlerin çıkarlarını korumayı gerektiriyordu. Bu yüzden ayaklanan diğer Kürt beyliklerine karşı birlikte hareket etme aşiretsel çıkar söz konusu değilse olmamıştır. Bu ancak feodal sistemin parçalanması ve kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu koşullarda değişebilir. Kürtler feodal tarzda bir devlet de kuramadıkları (çok eski dönemleri dışta tutularak söylüyoruz) için, (iç ve dışsal koşullar bu olanağı da çok zorlamıştır) çok önemli tarihi eşikler hep kaçırılmıştır. Üstelik dört parçaya bölünüp sömürgeleştirilen Kürtlerin bağımsızlıklarını hangi biçimde olursa olsun elde etmeleri daha da zorlaşmıştır.
Türk burjuva ulus devletleşmesi kelimenin gerçek anlamıyla Türk kimliği üzerine kurulmuş bir burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir.
Türk ulus devletleşmesi asla Kürtlerin haklarını öngören bir yaklaşım içerisinde olmamıştır. Asla ne Kürtlere ne başka halklara, inançlara demokratik temelde bir yaklaşımı olmamıştır. Osmanlı'nın Kürtlerle ilişkisi özerklik temelinde olmuş olsa bile bu demokratikliğinden değil tarihsel koşullar ve çıkarları öyle gerektirdiği içindir. Zaten padişahlık sisteminde demokrasi aranmaz da. Türk devletinin kurucu kadroları hiçbir zaman demokratik karakterde olmadılar ve Kürtlere de bu eksende yaklaşmadılar.
Burjuva Türk cumhuriyetin kuruluş ve sonraki süreçlerdeki taktiklerin, kurulan ittifakların, vaat edilen sözlerin tamamı tek bir stratejik hedefe bağlanmıştı: Burjuva bir Türk ulus devletleşmesini gerçekleştirmek ve bu temelde bir Türk burjuva devleti kurmak.
Din olgusu Osmanlı'dan günümüze hep kullanılmıştır. Bugün de kontra örgütlenmesi olan Hüda-Par aynı işlevi görmektedir. AKP, MHP, İYİP, Refah, Büyük Birlik gibi irili ufaklı bütün düzen partileri din olgusunu kullanmaktan geri kalmamıştır. Din, işgalciler ve sömürgeciler tarafından hep Kürtlerin zararına olacak şekilde kullanılmıştır.
Türk ulus devleti ve cumhuriyetine, ırkçı, katliamcı, soykırımcı kontra karakter bizzat M. Kemal tarafından verilmiştir.
M.Kemal’den başlamak üzere; Milli Şef İnönü, Bayar, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller ve son faşist şef Erdoğan tarafından Kürt düşmanlığı sürdürülmektedir. Taktiklerde farklılıklar olsa da içerik aynıdır. Zorda kalınca, ona yanaşma, koşullar kendi lehine dönünce Kürde soykırım.