“Cumhuriyeti halktan çaldılar ve el koydular, bu kadar basit.”
Kim çaldı cumhuriyeti, kim el koydu ona? Çalındığı ve el konulduğu söylenen cumhuriyet gerçekten de halka mı aitti? Bu tarihsel olayın açıklaması sahiden bu kadar basit mi?
Yanlış anlaşılmasın. Yukarıda alıntılanan ifadede bir sosyalist veya devrimci-demokratik halk cumhuriyeti kastedilmiyor. TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, 1923’te ilan edilen Türk burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenliğindeki cumhuriyetten, resmi adıyla Türkiye Cumhuriyeti’nden bahsediyor. 1
Kemal Okuyan’ın partisi de 100. yılı kutlanan Türkiye Cumhuriyeti’ni coşkuyla selamlıyor. TKP’nin açıklamasında şöyle deniyor: “Selamladığımız emperyalist işgale ve çürüyen Saray’a karşı verilen zorlu bir mücadelenin ardından kurulan Cumhuriyet’tir. Selamladığımız Cumhuriyet ile gelen umut ve heyecandır. Selamladığımız Anadolu insanının mücadelesidir. Selamladığımız Mustafa Kemal ve arkadaşlarının iradesidir.”
Bu fütursuz tarih çarpıtıcılığına, bu sahte cumhuriyet anlatısına, işçi sınıfını temsiliyet adına gerçekleştirilen bu burjuvazi dalkavukluğuna biraz daha yakından bakalım.
Türkiye Cumhuriyeti başlangıçta halka mı aitti?
Kemal Okuyan’a göre, evet, cumhuriyet halka aitti. Cumhuriyetin kuruluşu bir burjuva devrimdi, yüzyıl önceki devrimci dönüşümler Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin önünü açan büyük tarihsel ilerlemenin basamaklarıydı. Fakat bütün bu yüzyıl boyunca adım adım semiren, güçlenen ve ipleri eline alan sermaye sınıfı halktan yana ne varsa bir bir yok etmeye başladı, nihayetinde cumhuriyetin bağımsızlık, laiklik, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin hepsini iç etti.
Felsefi düzlemde pozitivist, tarihi düzlemde anakronik, ulusal düzlemde sosyal-şoven, siyasal düzlemde sınıf işbirlikçisi, son derece yavan ve dahası olguları kasten çarpıtan bir değerlendirme bu.
Okuyan, buradaki tarih çarpıtıcılığının temelini, “ülkemizin tarihinden söz etmeye başladığımızda bunu cumhuriyetle, cumhuriyete giden yolu döşeyen milli mücadele ile başlatmakta aslında hiçbir sakınca yok” diyerek, bunu “çünkü aynı zamanda Osmanlı’dan bir kopuştan söz ediyoruz” vurgusuyla tamamlayarak atıyor. Öyle ya, sürekliliği es geçip sadece kopuşa vurgu yaptığınızda, Mustafa Kemal’i ve cumhuriyetin diğer siyasi kadrolarını, İttihat ve Terakki Partisi’nin hem Osmanlı’da iktidar gücüne dönüşmüş örgütsel yapısından, hem de Osmanlı’nın son birkaç yılına damgasını vurmuş Türkçü burjuva ideolojik-politik çizgisinden bir çırpıda ayırabilirsiniz.
Lakin tarihsel gerçeklik böyle midir?
Mustafa Kemal liderliğinde birleşen siyasi kadroların cumhuriyeti kurmaları Osmanlı devletinden bir bakıma kopuştu. Evet ama, burjuva devletleşmenin ve burjuva modernleşmenin en çarpıcı kesiti 1908 burjuva devrimi olan onlarca yıllık bir geçmişi bulunuyordu. Mustafa Kemal ve diğerleri ise İttihat ve Terakki Partisi’nin genellikle ikinci dereceden kadrolarıydılar, partinin Balkan Savaşı’yla konaklamış olduğu Türkçü burjuva ideolojik-politik çizgiyi sürdürdüler ve cumhuriyetle güncelleyip boyutlandırdılar. Dolayısıyla modern Türkiye’nin Kuvayi Milliye ve cumhuriyet öncesi bir tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun Osmanlı devletinde iktidara yerleşmiş olan İttihat Terakki’yle bir süreklilik ilişkisi kesinlikle vardı.
Halk düşmanı bir burjuva diktatörlük inşa etmiş olan İttihat Terakki, 1. Dünya Savaşı süresince Ermeni, Keldani, Süryani ve Pontus soykırımlarına imza atmış, Anadolu’yu Türkleştirme siyaseti izlemiş, Müslüman olmayan halkların soykırımcı biçimde mülksüzleştirilmesi yolundan Türk burjuvazisini hakim kılmaya yönelmiş, aynı zamanda pan-İslamcılıkla Orta Asya’ya yayılma amacı gütmüştü. Osmanlı devletinin 1. Dünya Savaşı’ndaki yenilgisinin ve İttihat Terakki’nin siyasi iktidardan düşmesinin ardından Mustafa Kemal, soykırımcı mülksüzleştirmeyle palazlanan Türk burjuvazisinin ulusal temsilcisi olarak sahneye çıktı. Kuvayi Milliye Mustafa Kemal liderliğindeki Türk burjuvazisinin siyasi hareketiydi.
Meseleye, sömürücü sınıflar açısından değil de işçi sınıfının, toplumsal ve ulusal olarak ezilenlerin çıkarları görüş açısından bakıldığında karşımıza çıkan gerçekler, Kemal Okuyan’ın Türk burjuvazisinin çıkarları kürsüsünden, burjuva ulusalcılığı temelinde konuştuğunu göstermektedir. Bu iddiamızı test etmek üzere sürecin gelişimine ve olgulara daha yakından bakalım:
Cumhuriyetin kuruluşu öncesinde Kuvayi Milliye süreci, nesnel olarak, sınırlı bir antiemperyalist ve demokratik karaktere sahipti. Bu, Kuvayi Milliye’nin Avrupalı emperyalist devletlerin sömürgeci işgal hareketleriyle ve paylaşım planlarıyla çelişmesinden, demokratik özellikleri bulunan Birinci Meclis’e ve 1921 anayasasına dayanmasından kaynaklanıyordu.
Kuvayi Milliye’deki antiemperyalist niteliğin sınırlılığını belirleyen, onun emperyalizme bağımlılığa değil emperyalist işgale son verme hedefi, Anadolu’da, Doğu Trakya’da ve Mezopotamya'da Türk burjuvazisinin siyasi hakimiyetini yeniden tesis etmekle çerçevelenen amacıydı. Mustafa Kemal’de simgelenen burjuva ulusal mücadele, emperyalist emellerle dahil olunmuş 1. Dünya Savaşı’nda alınan ağır yenilginin faturasını ödemekten mümkün mertebe kaçınmak, Batı Anadolu topraklarının Yunanistan’a ilhakını ve Doğu’daysa Ermenilerin tehcire tabi tutulduğu topraklarda Ermenistan’ın kuruluşunu engellemek, yani Osmanlı’da Meclis-i Mebusan tarafından kabul edilen Misak-ı Milli’nin işaret ettiği coğrafyada Türk egemenliğini elde tutmak, böylelikle büyük mülk sahibi Türklerin varlıklarını korumak içindi. Yunan ordusuna ve Ermeni lejyonlarına karşı verilen ulusal savaşın da galip emperyalistlere teslim olmuş Osmanlı hanedanı yanlılarına karşı yürütülen iç savaşın da Rusya’nın devrimci Sovyet iktidarından destek arayışının da tarihi ve siyasi nedeni buydu.
Birinci Meclis’in oluşumu farklı programlara sahip çeşitli siyasi güçler arasındaki bir denge durumunu yansıtıyordu. Türk burjuvazisi siyasi temsiliyetini öncelikle Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye’de bulurken, Türk emekçi köylülüğünün temsiliyeti Çerkes Ethem ve Kuvayi Seyyare ile bir süre sonra Yeşil Ordu Cemiyeti’nde, işçi sınıfının temsiliyeti ise Mustafa Suphi ve yeni kurulan TKP ile Halk İştirakiyun Partisi’nde cisimleşiyordu. Kuvayi Milliye Doğu’da Kürt ulusal güçlerine dayanıyor ve Türk-Kürt ittifakı niteliğine bürünüyor, Birinci Meclis’te Kürdistan vekilleri bulunuyordu. Dönemin bu siyasi güçler kompozisyonundan dolayı Birinci Meclis kimi demokratik özellikler içeriyordu. Aynı siyasi denge durumunun ifadesi olan 1921 anayasası, temel hak ve özgürlükleri, Kürt ulusal demokratik haklarını, din ve devlet işlerinde ayrışmayı tarif etmemesine rağmen, Sovyet sistemine öykünen bir meclisler ağı, merkezi meclisin işleyişinde belirli demokratik normlar, halk oyuyla seçilen yerel meclisler, bu meclislere dayalı yerel özerklik, yine bu kapsamda Kürtlerin çoğunluk olduğu yerlerde kısmi idari özerklik öngörüyordu. Fakat Mustafa Kemal liderliğindeki Kuvayi Milliye, bu siyasi denge durumunu kendi lehine bozmak için, sadece Osmanlı hanedanı yandaşlarına karşı değil, devrimci, halkçı ve ulusal özgürlükçü güçlere karşı da bir nevi iç savaş yürüttü.
Mustafa Kemal liderliğinde Türk burjuvazisince yürütülen ve onun antidemokratik çizgisini gözler önüne seren bu ikinci kulvardaki iç savaş, Ocak 1921’de Mustafa Suphi’yi ve TKP önderliğini katletme, aynı günlerde Çerkes Ethem’i ve Kuvayi Seyyare önderliğini tasfiye etme, devamla Meclis’te Yeşil Ordu Cemiyeti’ni ve Halk İştirakiyun Partisi’ni dağıtma, Haziran 1921’de bu kez Koçgiri’deki ulusal özgürlükçü Kürt başkaldırısını ezme uğraklarından geçti. Lakin Kemal Okuyan’ın Kuvayi Milliye efsanesinde Mustafa Kemal’in o dönemin demokratik özelliklerinin böyle canına okuyuşuna yer yok. Mustafa Suphi’leri topluca katletme eylemiyse öznesiz, failsiz, siyasi niteliği belirsiz bir acı olaydan ibaret.
Peki ya cumhuriyetin ilanı?
Nisan 1923’te Mustafa Kemal, 1921 anayasasının hükümlerini ve meclis iç tüzüğünü açıkça çiğneyerek, Birinci Meclis’i dağıttı ve vekillerin tamamını kendisinin atadığı İkinci Meclis’i oluşturdu. Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla, Türk burjuvazisi Batılı emperyalizmin limanına demirledi, emperyalistlerle yaptığı uzlaşma sayesinde Kuzey Kürdistan’ı ilhak etmeyi başardı. Eylül 1923’te Mustafa Kemal’in siyasi otoritesini yoğunlaştırmanın aracı olarak CHP kuruldu. Ekim 1923’teyse, anayasayı tam bir keyfilikle yırtıp atan Mustafa Kemal, siyasi iktidarı bütünüyle tekeline almak, düpedüz kendi şeflik rejimine geçişi sağlamak üzere cumhuriyeti ilan etti.
Kemal Okuyan ise, feodal bir devletten modern burjuva bir devlete geçişle özdeşleştirdiği Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanını burjuva devrimin atılımı, tarihsel ilerlemenin motoru sayıyor. Onun pozitivizmle sakatlanmış düşüncesi ve çözümlemesi, siyasi biçimi cumhuriyet olan devleti siyasi biçimi cumhuriyet olmayan devletten otomatikman üstün tutuyor, burjuva modernleşmeye mutlak ilerici bir öz atfediyor, genel teorik soyutlamaları tarihsel somut olguların yerine koyuyor. Oysa modern devletin en yaygın siyasi biçimi olarak cumhuriyetin tarih ve toplum dışı, kendinden menkul bir kerameti yok. Yani mollaların faşist teokratik iktidarının bulunduğu İran’da, bir milyon komünisti katleden bir siyasi soykırımın gerçekleştiği Endonezya’da, ırkçı apartheid rejiminin hüküm sürdüğü Güney Afrika’da ya da Saddam Hüseyin’in kanlı diktatörlüğünü inşa ettiği Irak’ta devletin siyasi biçiminin cumhuriyet olduğunu söylemenin hiçbir ayırt ediciliği yok.
Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal somutluğunda, emperyalist işgale karşı Türk ulusal mücadelesinin tamamlanması da burjuva meclisi siyasi iktidar organı olarak tanımlayan anayasanın kabulü de saltanatın kanunen kaldırılması da cumhuriyetin ilanından önce gerçekleşmişti. Cumhuriyetin ilanı Türk ulusal mücadelesinin sınırlı antiemperyalist niteliğinin ve gitgide budanan burjuva demokratik özelliklerinin sonunu imledi. Cumhuriyet Türk burjuva devriminin atılımı değil, olsa olsa Thermidor’uydu.2
Kemal Okuyan’ın Türk burjuvazisinin toplumsal gücünün o sırada sınırlı olduğunu ima ederek sınıfsızlaştırdığı, bir tür “kendinde şey” olarak takdim ettiği, sermayenin pençesine sonradan düştüğünü iddia ettiği cumhuriyet başlangıçta da halka ait değildi. Altını çizelim: burjuvazi yalnızca toplumsal bir sınıfa indirgenemez, o aynı zamanda siyasal bir sınıftır.Ve geç kapitalistleşen pek çok ülkede burjuva sınıfın siyasal gücü toplumsal gücünün önünde gitmiştir. 1920’lerde Türk burjuvazisi de toplumsal olarak zayıflığına rağmen, siyasal olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran sınıftı. Mustafa Kemal, Türk burjuvazisinin siyasi lideri, cumhuriyet de daha baştan Türk burjuvazisinin siyasi aygıtıydı. Üstelik cumhuriyetin kurucu kadrosunu meydana getiren askeri ve sivil bürokratlar zümresi, devlet politikalarıyla sermaye sınıfını palazlandırdığı gibi, birçok üyesinin bizzat sermaye birikimi yapmasıyla da bu sınıfın dolaysız bir parçasını oluşturdu.
Bu sınıfsal aidiyet gerçeğini test etmek için, Okuyan tarafından halkçı bir içerik atfedilen cumhuriyetin ilk yıllarına şöyle bir göz gezdirmek yeterli olur.
Orada, önce 1921 anayasasının fiilen ilga edilişini, sonra da 1924’te kabul edilen yeni anayasayla Mustafa Kemal’in tekçi diktatörlüğünün resmileştirilişini, tüm demokratik hakların ortadan kaldırılışını ve Kürt ulusal varlığının inkar edilişini görürüz. Şeyh Sait isyanının başlamasıyla Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn yasasının siyaseten tam bir mezarlık sessizliği yaratmaya odaklanışını görürüz. Komünistlere, halkçı demokratik taleplere, Kürt ulusal özgürlük hareketlerine, hatta burjuva muhaliflere karşı Mustafa Kemal’in kılıcı olan İstiklal Mahkemelerini görürüz. 1926’da İzmir suikastı bahanesiyle burjuva muhalefetin de yasaklanışını ve Mustafa Kemal şefliğinde tek parti rejiminin kurumlaştırılışını görürüz. Mustafa Kemal’in kumandası altında ve İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulan faşist nitelikteki hükümetleri, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek dil, tek mezhep esaslarıyla şekillendirilen resmi devlet ideolojisini görürüz. 1 milyondan fazla Rum’un nüfus mübadelesine tabi tutularak Anadolu’dan sürülüşünü, bunun üzerinden on yıl geçmeden Trakya ve Çanakkale’deki Yahudilerin kovuluşunu, Müslüman olmayanların servetlerinin devlet zoruyla Türk burjuvazisine aktarım sürecini tamamlayacak Varlık Vergisi’ne giden güzergahı görürüz. İşçi sınıfının işgücünün ve emekçi köylülüğün küçük mülkünün en kuralsız biçimlerde yağmalanışını, Türk burjuvazisinin “milli iktisat” politikasıyla palazlandırılışını görürüz.
Kemal Okuyan işte bütün bunları görmezden geliyor. Mustafa Kemal’in hangi sınıfın siyasi temsilcisi olduğuna, onun siyasi programının hangi sınıfın çıkarlarını bayraklaştırdığına ilişkin bir değerlendirme yapmaktan itinayla kaçıyor. O, cumhuriyeti demagojik bir halkçılık övgüsüyle parlatmak, adım adım güçlenen sermaye sınıfının Adnan Menderes ve Demokrat Parti iktidarından itibaren cumhuriyete el koymaya başladığı palavrasını yutturmak için, Mustafa Kemal’in ve cumhuriyetin kurucu kadrosunun Türk burjuvazisinin siyasi temsilcisi olduğu gerçeğini bile isteye gizliyor.
Fransız Devrimiyle Kurulan Analoji Türkiye Cumhuriyeti’ni Devrimci Kılar Mı?
Kemal Okuyan 1789 Fransız burjuva devriminde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sahiplenme tutumuna soldan meşruiyet kazandırmanın dayanaklarını arıyor. O, “Sonrasında Fransız sömürgeciliği ve emperyalizmi güçlendi diye Fransız Devrimi’ni karalamak saçma değil mi?” diye sorarak, çoktan bayatlanmış bir tarihsel analojiye girişiyor.
1923’te Anadolu ve Mezopotamya topraklarında gerçekleşen cumhuriyet ilanında 1789 Fransız devriminin ana hatlarını keşfetmeye çalışmak, Mustafa Kemal şahsında bir Robespierre bulmayı ummak daha baştan anakronik bir yaklaşıma saplanmak demek. Zira 1789 Fransız devrimi burjuva devrimler çağının doruğunu teşkil ederken, Mustafa Kemal bu çağın kapanmasından sonra, burjuvazinin dünya ölçeğinde artık gericileşmiş olduğu emperyalizm çağında ortaya çıktı. O, Ekim 1917’de proleter devrim ateşinin tutuştuğu Rusya’nın hemen bitişiğinde, toplumsal düzeyde henüz zayıf bir burjuva sınıfın siyasi temsilcisi olarak, işçilerin, köylülerin ve tüm ezilenlerin devrimci inisiyatif göstermeleri ihtimalinden duyduğu korkuyla hareket etti.
Mustafa Kemal bir Jakoben değildi. Çünkü Jakobenler baldırı çıplakların radikal devrimci inisiyatif merkezi olarak konumlanmışken, burjuva devrimine bir halk devrimi niteliği aşılamışken, bu yüzden sonunda kendileri de giyotine gönderilmişken, Mustafa Kemal siyasi iktidarını devrimci ve halkçı nitelikteki tüm güçlere amansızca saldırarak kurdu ve pekiştirdi. Fransız devrimiyle bir benzeştirme yapılacaksa, Mustafa Kemal burjuvazinin basbayağı tutucu kesiminden bir Jirondene benziyordu.
Fransız devrimci cumhuriyeti feodal aristokrasiyi giyotin sırasına dizmiş, feodal mülkiyeti tasfiye etmiş, toprak devrimi gerçekleştirip köylülüğü özgürleştirmişti. Mustafa Kemal cumhuriyetinin üzerinde yükseldiği sınıfsal temel ise Türk burjuvazisi ile feodallerin ittifakıydı. Türkiye’de cumhuriyet asla bir toprak reformuna yönelmedi, bilakis toprak ağalarını siyasi iktidar mekanizmalarına ortak etti ve köylülüğün feodal ilişkiler cenderesindeki perişan halini onlarca yıl boyunca devam ettirdi.
Fransız devriminde laiklik, feodal sınıfın bir bileşeni ve kendisi de büyük toprak mülkiyeti sahibi olan kilise örgütlenmesine yönelik devrimci saldırının bayrağı olmuş, burjuva aydınlanmacılığın ve modernizmin feodalizme ve dine meydan okuduğu bir çağda halk kitlelerinin devrimci eyleminde cisimleşmişti. Buna karşılık, Türkiye’de cumhuriyetin benimseyip uyguladığı Kemalist laiklik hiçbir zaman feodal sınıfa karşı mücadelenin ilkesi olmadı. Mustafa Kemal’in elinde laiklik hem tüm siyasi muhalefet zeminini yok etmek hem de Türk uluslaşmasını geliştirmek için bir manivelaydı. Kürtlerin ulusal demokratik başkaldırıları “dinci gericilik” diye lanse edilip bastırılıyor, Mustafa Kemal’in şeflik rejimine alternatif olabilecek burjuva odaklar “irticai” olarak damgalanıp yasaklanıyordu. Daha önemlisi, millet tanımı ve bilinci, ırkçı milliyetçilikle beraber halklarımızın sırtında şaklayan laiklik kırbacı sayesinde Müslümanlık çerçevesinden çıkarılıp Türklük çerçevesine sokuluyordu.
Kemal Okuyan’ın Fransız burjuva devrimiyle kurduğu analoji, Türk burjuva cumhuriyetinin ilanına yaptığı güzellemeyi emekçi sol hareket nezdinde ikna edicilik sosuna bulamaktan başka bir amaç taşımıyor. Fakat gerçek tarih bilgisine ve tarihsel materyalist incelemeye bu uzaklıktan, tarihin keyfi ve sübjektivist yorumundaki bu cevvallikten, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iktidarını ondan yüz küsur yıl önceki Fransa Cumhuriyeti’nin Jakoben devrimci iktidarı kılığına sokacak bir sihirli formül elbette çıkmıyor.
Kürtler Bugün Neden Cumhuriyetin İlanını Selamlasınlar?
Kemal Okuyan yaptığı değerlendirmede böyle bir soru sormuyor ve tabii ki bu soruya yanıt da vermiyor. Onun cumhuriyetin kuruluş dönemine dair değerlendirmesinde Kürdün yeri yok. Tıpkı cumhuriyetin kuruluş esaslarında Kürdün yerinin olmaması gibi.
Okuyan’ın cumhuriyetin ilanı bağıntısıyla ve “Bu ülkede iyi şeyler de oldu” vurgusuyla “tarihimizin onur sayfalarından” okuduğu isimler arasında Musa Anter de yer alıyor. Ne ki, Kürdistanlı Musa Anter “Türkiye dediğimizde aklımıza” gelen bir isim, Okuyan’ın aklında Kürdistan’ın herhangi bir izi olmadığı kesin. Kemalist cumhuriyetin hatibine de bu yakışır!
Sorumuza dönelim: Kürtler, vatanlarını sömürgeleştiren, ulusal kimliklerini inkar eden, anadillerini yasaklayan, ulusal demokratik taleplerini her defasında kurşunlarla ve bombalarla yanıtlayan bu cumhuriyeti neden selamlasınlar? Dahası, selamlayanın kendisini halkçı, devrimci, özgürlükçü ve eşitlikçi olarak tanımlayışına neden inansınlar?
Bugünkü ırkçı ve inkarcı sömürgecilik gerçeği Okuyan’ın “devrimci dönüşümler”ine övgüler dizdiği erken cumhuriyet döneminden sonra ortaya çıkmadı, kuruluş esaslarından birincisi olarak cumhuriyete içkindi.
Mustafa Kemal liderliğindeki Türk burjuvazisi emperyalist işgali sonlandırmak ve Osmanlı bakiyesi toprakların mümkün olan en geniş kısmında siyasi egemenliğini tesis etmek için Kürtleri yanına çekmek zorundaydı. Kuvayi Milliye, Doğu’da, Sevr Antlaşması’ndan ve Ermenilerin gasp edilen topraklarını geri almaları ihtimalinden ürken, Müslümanlık ortak paydası ve “Kürdistan’a özerklik” vaadi temelinde Türk burjuvazisiyle ittifak yapan Kürt egemenlerine dayandı. Fakat Mustafa Kemal özerklik vaadine bağlı kalmadı. Zira Lozan Antlaşması’nda Türk burjuvazisinin devletsel egemenliğinin güvencelenmesi ve Kürdistan’ın kuzey parçasının resmen bu yeni devletin sınırları içinde bırakılmasıyla, Bakur Kürdistan’ı sömürgeleştirmenin yolu açılmış oldu.
Cumhuriyetin inşasına Kürtlerin ulusal inkarı zemininde başlandı, bütün ulusların ve ulusal toplulukların Türkleştirilmesine girişildi. 1924 anayasası tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek dil anlayışını cumhuriyetin yapıtaşı kıldı. Ulusal inkara ve asimilasyona razı olmayıp isyan eden Kürtler, Şeyh Sait başkaldırısından itibaren büyük katliamlara maruz bırakıldı. Kürt halkına yönelik ırkçı katliam saldırıları, Zilan isyanının bastırılmasından Dersim isyanının ezilmesine, tam da Mustafa Kemal’in şefliği döneminde soykırım düzeyine tırmandırıldı.
Böylece, Kemal Okuyan’ın “Bu ülkeyi ileriye götüren, bu ülkenin insanlarına heyecan ve umut veren bir dönem” dediği dönem, Kürtler için anadilinde konuşmanın bile yasaklandığı ağır bir ulusal kölelik dönemi oldu.
Ama Okuyan, Mustafa Kemal’in Türk burjuva cumhuriyetinin Kürt ulusunu inkarcı sömürgeci boyunduruğa vurmasını yok saymakla yetinmiyor, Mustafa Kemal’in 1930’larda en ırkçı çalışmalarını yapmakta, Türk Tarih Tezi ve Güneş Türk Dil Teorisi zırvalıklarını üretmekte olduğu sıralarda kendine seçtiği “Atatürk” soy ismini kullanmaktan da imtina etmiyor.
Mustafa Kemal’den Atatürk ismiyle bahsetmesi, yani onun Türklerin atası, Türk ulusunun babası olarak yüceltilip ilahlaştırılmasını amaçlayan bu isimlendirmeyi benimsemesi, Mustafa Kemal’i ulusun ezeli ve ebedi önderi kılan ideolojik zehri böyle gönül rahatlığıyla herkese ikram etmesi, yalnızca bu tercih bile, Kemal Okuyan’daki derin ve pervasız sosyal-şovenizmi sergilemeye yetiyor.
Kemalist Cumhuriyeti Savunmak Kime Hizmet Ediyor?
Mustafa Suphilerin katlinin ardından politik irade kırılmasına uğrayan TKP, Şefik Hüsnü liderliğinde reformist, sınıf işbirlikçisi ve sosyal-şoven bir çizgiye kaydı. Cumhuriyetin modernleşmeci uygulamalarını, burjuva devletin emekçiler ve ezilenler üzerindeki zorbalığı niteliğinde olanlarını bile, tarihsel ilerleme saydı ve destekledi. Kürtlerin ulusal demokratik taleplerle her ayaklanışında, TKP liderliğinin siyasi pozisyonu sömürgeci Türk burjuvazisinin kuyruğuna takılmak oldu. Bu kuyrukçuluk, dini motiflere sahip Kürt ulusal ayaklanmalarına “feodal irticai” etiketi yapıştırmakta, Kemalist cumhuriyet rejiminin bu ayaklanmaları tam bir ırkçı gaddarlıkla ezmesini olumlamakta somutlaştı. Türkiye Cumhuriyeti’ne burjuvazinin değil emekçilerin tarafında durma, Batılı emperyalizmle değil Sovyetler Birliği’yle ittifak kurma çağrıları birbirini kovaladı. Bu erken cumhuriyet döneminde TKP tarafından sınıf savaşımı asıl olarak işçilerin patronlara karşı ekonomik mücadeleleri çerçevesinde tutuldu, Türk burjuva devletini devirme amacı rafa kaldırıldı ve politik mücadeleler Kemalist cumhuriyet rejimini ileri itmeye endeksli reform taleplerine daraltıldı. Öyle ya, burjuva devrimin taptaze ürünü olan cumhuriyetin varlığı halen tarihsel ilerlemeye tekabül ediyordu!
Bu çizgide düzen içi siyasal-örgütsel varoluş arayışını sürdüren Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP’yi Türk burjuva cumhuriyet düzeni bir türlü içine almadı. İşçilere, emekçi köylülere, ezilen halk ve inançlara düşman politikaların zayıf kıldığı cumhuriyetin bekası adına, TKP’yi Komintern ile ilişkili bir hasım, yok edilmesi gereken potansiyel bir tehdit olarak gördü ve gözaltılara, işkencelere, hapislere maruz bıraktı. O günkü TKP’nin trajedisiydi bu. Devrimci ve Kürt ulusal demokratik savaşımı karşısındaki konumlanışı nedeniyle gözaltından, işkenceden, hapisten muaf tutulan bugünkü TKP’nin cumhuriyet güzellemesi ise bir trajediden ziyade rezil bir çürüme halidir.
Kemal Okuyan’ın ve TKP’nin bugün Kemalist cumhuriyeti savunup selamlamalarındaki gerçek politik amaç nedir?
Amaç, “cumhuriyetin kazanımlarını savunmak” adı altında tekelci Türk burjuvazisinin bir kanadıyla, burjuva muhalefet cephesiyle siyasi uzlaşma ve iş birliği yolunu döşemek, burjuva solun ideolojik-politik etkinlik alanında ön sıralardan yer kapmak, böylelikle Türk burjuva devlet düzeni içinde TKP’nin siyasal-örgütsel varoluşunu güçlendirmektir. Bu uğurda Kuvayi Milliye ve erken cumhuriyet tarihini Mustafa Kemal’in palavra dolu Nutuk yazıtından okurcasına anlatmak, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Musa Anter, Deniz Gezmiş ve Ali İsmail Korkmaz gibi devrimci ve ilerici değerleri el çabukluğuyla Kemalist cumhuriyetin hanesine kaydetmek, işçi sınıfına, emekçi köylülüğe ve ezilen halklara yaşamı zindan etmiş Kemalist burjuva cumhuriyet hakkında işçilere ve ezilenlere boş hayaller pazarlamak Kemal Okuyan için mubahtır.
“Bizim meselemiz, bu bir cumhuriyet kavgasıdır, bu bir emek kavgasıdır, eşitlik kavgasıdır, adalet kavgasıdır” diyor Kemal Okuyan.
Kemalist cumhuriyetin kavgası ile emeğin, eşitliğin, adaletin kavgasını aynı anda veremezsiniz!
Komünist önder Mustafa Suphi ile onun kanını döken burjuva önder Mustafa Kemal’i aynı anda savunamazsınız!
Çünkü Kemalist cumhuriyet kavgası, Erdoğan’ın faşist şeflik rejimi karşısında siyaseten burjuva muhalefet gericiliğinin yelkenlerini şişirmeye, emek, eşitlik ve adalet kavgasını kötürümleştirmeye yazgılıdır.
Çünkü Mustafa Kemal’in siyasi eserini savunmak Mustafa Suphi’nin siyasi amacına ihanet etmektir.
Kemal Sülker’in “100 Soruda Türkiye'de İşçi Hareketleri” adlı kitabında3 yer verdiği şu bilgilerle noktalayalım:
“Hükümetin tutumu, gittikçe daha sertleşti ve 1924'te bu kez, İstanbul’da grev yapan işçilere (Temmuz 1924) karşı silahlı kuvvetler çıkardı ve 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenlere tazyik yaptırdı. Bu arada işçileri oyalamak için bir «Mesai Kanunu» hazırladığını bildirdi, fakat bu kanun tasarısının işçilere hiçbir yarar getirmeyeceği görüldü (Şubat 1925).
Zaten denebilir ki 1925 yılında iktidar, kesin olarak işçi sınıfına karşı olan tavrını pekiştirmişti. İşçilerin bilinçlenmesini ve sosyalist görüşlerini yaymayı amaçlayan dergileri kapatmış, geniş tutuklamalar yapmış, sanıklar İstiklal Mahkemesine verilerek ağır cezalara çarpılmıştı. Burada dikkati çeken nokta, Cumhuriyet Türkiye'sinde sosyalistleri ağır hapis cezalarına çarptırmak için uygulanan yasa maddesiydi: Uygulanan madde, Padişaha karşı, yani «Zatı şahaneye suikast» yapmaktı.”
“İşçilerin teşkilatlanması, 1925’te, hele 87 sayılı Resmi gazetede yayınlanarak 4 Mart 1341'te (1925) yürürlüğe giren Takriri Sükûn Kanunu ile kesin olarak durakladı. Çünkü bu kanun, gericiliğe, isyana yönelen, memleketin kurulu sosyal düzenini, huzurunu, sükununu, emniyet ve asayişini bozmaya yol açan bütün teşkilatları, kışkırtmaları, öne sürmeleri, girişimleri ve yayınları hükümetin kendi başına ve idari yolla, Cumhurbaşkanının onayı ile yasaklama yetkisini tanıyordu. Sanıklar İstiklal Mahkemelerine verilecekti.
Bu nedenle kimsenin yeni bir örgüt kurması mümkün olmadı. Hatta daha önce kurulmuş olan Amele Teali Cemiyeti de 1928’de kapatıldı. 10 yıl sonra da (1938’de) sınıf esasına dayanan dernek kurma tamamen yasaklandı.”
“1925'ten 1945'e kadar geçen 20 yıl içinde hem çok partili döneme son verilmiş, hem işçi örgütlenmesi imkansızlaşmış ve çeşitli gazete ve dergiler kapatılmıştı. Buna karşılık Teşviki Sanayi Kanunu ile (28 Mayıs 1927) bir ulusal burjuvazi yaratmaya yönelmiş tedbirler öngörülmüş, bu sınıfa bazı imtiyazlar ve muafiyetler tanınmıştı.”
Ne diyordu Kemal Okuyan: “Bizim meselemiz, bu bir cumhuriyet kavgasıdır, bu bir emek kavgasıdır, eşitlik kavgasıdır, adalet kavgasıdır.”
Yukarıda sunulan tablo Kemalist Türk burjuvazisinin bu gecikmiş hatibinin yerden göğe haklı olduğunu söylüyor, öyle değil mi?
İyi kutlamalar Kemal Okuyan!
Dipnotlar
1 Yazı boyunca Kemal Okuyan’dan yapılan aktarımlar, Okuyan’ın TKP’nin Sesi’ndeki değerlendirmelerinden alınmıştır. Bkz. Kemal Okuyan: Cumhuriyeti halktan çaldılar ve el koydular, SOL, 01.12.2023.
2 Thermidor Fransız devrim takviminin 11. ayıdır. Fransız burjuvazisinin devrimci ilerleyişin hızından korkuya kapılan kanadı 27 Temmuz 1794’te, devrim takvimiyle 9 Thermidor’da, Robespierre liderliğindeki devrimci Jakoben iktidarı devirdi. Thermidor gericiliği Jakoben devrimcilerin giyotine gönderilmesi, 1795’te yeni bir anayasanın kabul edilmesi, merkezi devrimci iktidar organı olan Ulusal Konvansiyon’un kaldırılması ve onun yerine Direktuvar organının konulmasıyla sürdü.
3 100 Soruda Türkiye’de İşçi Hareketleri, Kemal Sülker, Gerçek Yayınevi, Genişletilmiş Üçüncü Baskı: Şubat 1976, İstanbul.