“Benim Yahudiliğin asli doğasına dair farkındalığım, ne kadar mütevazı boyutta olursa olsun sınırları, bir ordusu ve dünyevi bir iktidara sahip olan bir Yahudi devleti fikrini kabul etmekte zorlanıyor. Yahudiliğin kendisine içten verilen bir zarardan mustarip hale gelebilecek olması beni korkutuyor; kendi içimizde doğabilecek ve şimdiye kadar bir Yahudi devleti olmadan da güçlü bir şekilde mücadele ettiğimiz dar bir milliyetçilikten gelebilecek bir zarardan bahsediyorum.”
“Eğer Araplarla yüzleşmenin ve dürüst bir iş birliğine girmenin yolunu bulmayı başaramazsak, 2000 yıldan fazla süredir çektiğimiz çileden hiçbir şey öğrenememişiz ve bizi kuşatan kaderi hak ediyoruz demektir.” A. Einstein
Yalnızca önceki yıl ve yıllarda değil, 2023’te de, Filistin halkını ırkçı-siyonist sömürgeci terörle katletmeye, işgal alanlarını genişletmeye, hayatı dayanılmaz hale getirmeye, göçe zorlamaya, en keyfi biçimde tutuklanan binlerce Filistinliye zindanlarda zulmetmeye, Gazze’de yarattığı çocuk Filistinliler mezarlığını genişletmeye devam eden ırkçı-siyonist sömürgeci İsrail devleti, 7 Ekim sabahı Filistinlilerin kurduğu antisömürgeci cephenin iyi hazırlanmış, büyük ve görkemli bir saldırısıyla yüz yüze geldi. “Şok”un unutulmayacak bir örneğine hayat veren bu hamlede 5 bin füze saldırısı gerçekleştirildi, 2 bin Filistinli savaşçı ölümüne bir kararlılıkla İsrail devletinin sınırlarından içeri girdi. 12 Filistinli parti ve grubunun oluşturduğu antisömürgeci cephe, 7 Ekim eylemiyle dünya ölçeğinde politik gündemi belirledi. Sınıfsal ve toplumsal saflaşmayı koşulladı. İsrail adlı işkencecisi ve celladı semirtildikçe semirtilen, adeta unutulmuş, dağ gibi acılarına arsızca sırt dönülmüş mazlum Filistin halkının direnişçi sesi tüm dünyayı kapladı.
Irkçı, sömürgeci İsrail devleti, siyasi ve moral etkisi çapını çok aşan bu ağır darbenin altından kalkmak, 7 Ekim cüretini sergileyen güçlerin iradesini kırmak, Filistin halkını katliamla korkutup yıldırarak ulusal demokratik haklarını savunamaz hale getirmek, işgal alanlarını genişletmek, esirleri geri alıp moral üstünlük ortamı yaratmak, bölgedeki direnişçi ve antisiyonist halk güçlerine gözdağı vermek için saldırıya geçti. Soykırım düzeyinde katliamlar yapacağını tüm dünyaya ilan etti. Başta ABD olmak üzere NATO üyesi kapitalist-emperyalist devletler ve başka bazı ABD müttefikleri buna koşulsuz, kayıtsız desteklerini ifade etti. İran, Rusya ve belirli bir aşamadan itibaren Çin İsrail’in katliam plan ve saldırısına destek vermeyeceklerini yansıtırken, Türkiye, Mısır ve Suudi Arabistan demagojik bir zeminde kalmayı, Arap halkının tepkisini çekmemeyi esas aldı.
Filistinli, Kürdistanlı, Tamilli anaların yüreğini aynı duygularla birleştiren cüretli 7 Ekim hücumu, yalnızca emperyalist ve bağımlı kapitalist devletleri ve burjuva güçleri değil, kendini ilerici, demokratik sosyalist, Marksist, antifaşist, devrimci, Maoist, Marksist-Leninist, sosyalist feminist, feminist, ekolojist biçiminde tanımlayan partileri, örgütleri ve çevreleri de dünya ölçeğinde saflaştırdı.
Bu saflaşmanın birinci cephesinde demagojik bir antisemitizm gerekçesinin arkasına saklanarak, ırkçı, sömürgeci İsrail devletini, onun soykırımcı saldırı ve katliamlarını savunan, Filistin halkı ve direnişiyle dayanışmaya karşı sözlü ve fiili saldırı tutumu alanlar yer aldı. “Anti-Deutsche” (“Anti-Alman”) adlı İsrail devletinin ırkçı, sömürgeci, soykırımcı politikalarını ve saldırılarını meşrulaştırma makinası olarak çalışan gruplar, çevreler bunun en uç örneğini oluşturdu. (Ki bunlar aynı zamanda İslam karşıtlığı gerekçesiyle ABD işgallerini desteklemektedirler.)
Saflaşmanın ikinci cephesini, 7 Ekim hamlesini somut gerçekliği ve içeriği temelinde değerlendirmek yerine, Hamas’ın ideolojik kimliğini, politik güvenilmezliğini ve ilişkilerini öne çıkaran; bunu İsrail’in, ABD ve AB emperyalistlerinin öfkesinden sakınma imkanına dönüştüren içlerinde Türkiye ve Bakur’dan emekçi sol kesimlerin de yer aldığı parti ve gruplar oluşturdu. Bu kesimde Hamas’ın politik İslamcılığıyla (“dinciliğiyle”) birlikte saldırı sırasında oluşan sivil ölümleri de eyleme mesafeliliğin gerekçesi olarak öne çıktı. Bu kümede yer alan parti ve gruplar, “sivil ölümler” meselesinde ilk birkaç günden sonra İsrail devletinin yalana dayalı ırkçı sömürgeci psikolojik savaşının yedeğine düştü.
Saflaşmanın üçüncü cephesinde, 7 Ekim hamlesinin, süregiden savaşım içinde, İsrail’in ırkçı, sömürgeci, soykırımcı faşist politikalarına karşı bir meşru, kaçınılmaz bir hücum, ulusal demokratik haklar açısından ahlaki bir duruş olduğunu savunan ve İsrail’in başlattığı işgal alanlarını genişletme ve soykırım amaçlı saldırılar karşısında Filistin’le dayanışma ilan eden bazı komünist, devrimci ve antifaşist partiler, örgütler bulunuyordu. Bu küme içinde yer alan MLKP, 8 Ekim 2023 tarihli açıklamasında şunları söylüyordu:
“ (...)
Faşist, ırkçı, sömürgeci siyonistlerin yönetimindeki İsrail adlı savaş makinası Yahudilerin utancıdır. İsrail devleti, Müslüman ve Hristiyan Filistin Arap halkına karşı 80 yıldır işlediği ağır insanlık suçları ve dünyadaki işçi-emekçi düşmanı faşist, işkenceci rejimlere verdiği destekle Yahudilerin alnında kara bir lekedir. Halkların azgın düşmanı Rus Çarlığından ırkçı, faşist, soykırımcı Hitler rejimine değin 20. yüzyılda dünyanın dört köşesinde Yahudi katliamları, soykırımları yapanlarla, bugünkü İsrail devleti ve onu yöneten Netenyahular, Gallantlar, Haleviler aynı soydandır. Aynı zihniyete, aynı ideolojiye sahip insanlık düşmanlarıdır.
Filistin halkının, faşist savaş makinasına, soykırımcı saldırılara ve sömürgeciliğe karşı yürüttüğü politik askeri mücadele meşrudur, haklıdır, ahlakidir. Hiçbir demagoji bu gerçeği karartamaz. MLKP Filistin halkıyla ve 7 Ekim hamlesiyle omuz omuzadır. Filistin direniş siperleri ve hücum mevzileri tüm ön Asya ve Ortadoğu halklarının direniş siperleri ve hücum mevzileridir.
Bin çiçekli Ortadoğu bahçesinin Arap, Kürt, Acem, Keldani, Asuri, Süryani, Ermeni, Çerkes, Türkmen halklarını, Müslüman, Hristiyan, Musevi, Êzîdî inancından işçileri, kadınları, gençleri, kent ve kır emekçilerini, bilim insanlarını, aydın ve sanatçıları Filistin halkını desteklemeye; İsrail ve ABD merkezli Ortadoğu halklarına düşman ittifaklara ve güçlere karşı, Filistin’in kurtuluşu için, özgür Ortadoğu ve Demokratik Ortadoğu Federasyonu için dayanışmayı, birleşik mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.
Tüm kıtalardan işçileri ve ezilenleri İsrail’in faşist, sömürgeci, soykırımcı saldırılarının koşulsuz durdurulması; Filistin Arap ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, İsrail zindanlarındaki tüm politik tutsakların derhal serbest bırakılması ve sürgündeki milyonlarca Filistinlinin geri dönüş hakkının şartsız uygulanması için sokaklara çıkmaya, mücadeleyi tüm dünyaya yaymaya davet ediyoruz.”
7 Ekim’den başlayarak politik duruşlar sıralanan üç ayrı saflaşmaya uygun biçimde gelişti, derinleşti.
Kötü Bir Sürpriz ve Açık Bir Yanlış Olarak KCK’nin Tutumu
Ulusal demokratik hareket, gerek KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı’nın yaptığı açıklamalar, gerekse de Özgür Politika gazetesinde ideolojik-siyasi olarak aynı çizgide görüş ve değerlendirmeler sunan Selahattin Erdem’in yazıları yoluyla 7 Ekim hamlesini ve sonrasını “karşılıklı saldırılar”, “Hamas-İsrail savaşı”nın bir parçası olarak gördüğünü açıkladı ve “tarafsızlık” konumu ilan etti. Selahattin Erdem 7 Ekim hamlesinin ABD’nin hazırlayıp Erdoğan aracılığı ile Hamas’a uygulattığı bir provokasyon olmaktan iki emperyalist kamp ve müttefikleri arasındaki ticaret yolları savaşına kadar değişik nedenlerden kaynaklanmış olabileceğini öne sürdü. Devrimci ve antifaşist, antisömürgeci parti ve örgütlerce muhakkak dikkate alınması gereken FHKC’nin açıklamaları ve çağrıları da ulusal demokratik hareketin ve Selahattin Erdem’in daha sonraki açıklama ve değerlendirmelerini esasen değiştirmedi.
Durum somutunda hiçbir politik karşılığı olmayan “tarafsızlık konumu” yanlışı dışında, ırkçı sömürgeci bir savaş ve soykırım makinasına karşı geliştirilmiş bir eylemin “provokasyon”, “sivil ölümler”, “şiddet” gibi kavramlarla analiz edilmesi ve nitelenmesi hatayı ağırlaştıran bir etken oldu.
“Şiddet çözüm değil” diyor KCK Yürütme Komitesi Eş Başkanlık açıklaması. Peki Filistin’e ne öneriliyor? Tıpkı Kürt ulusal mücadelesi karşısında olduğu gibi, başta ABD olmak üzere, emperyalist dünyanın en güçlü devletlerinin İsrail’e başta askeri ve politik olmak üzere her türlü desteği verdiği, Filistin direnişinin elinin kolunun bağlanmaya çalışıldığı, ırkçı sömürgeci terörün Filistin halkının yaşamının günlük bir parçasına dönüştürüldüğü koşullarda hangi yolu yöntemi kullanmalı Filistin demokratik ulusal mücadelesi?
ABD himayesinde Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak ilan edildiği, Abraham anlaşmasının uygulanması için Körfez ülkeleriyle özel anlaşmaların yapıldığı, BAE ve Suudi Arabistan elebaşılığında Cezayir dışındaki Arap devletlerinin tümünün İsrail’in siyonist çıkarları lehine, Filistin ulusal kurtuluş özlem ve mücadelesinin aleyhine imzalar attığı; Filistin’in elleri kelepçeli olarak ırkçı, işkenceci ve cellat düşmanına teslim edilmek istendiği koşullarda, antisömürgeci zeminde birleşik direnişi, kitlesel feda eylemini gündemleştirmek ve uygulamak neden meşru değil, neden zorunlu ve ahlaki değil?
Mersin ve Ankara eylemlerini bahane eden faşist inkarcı sömürgeciliğin, Bakur ve Türkiye’de kadrolar ve yurtsever kitle üzerinde estirdiği terörden Rojava’ya, Medya Savunma Alanlarına ve Şengal’e karşı giriştiği soykırımcı saldırılardan hareketle, “provokasyon”, “karşılıklı çatışma” nitelemelerine dayalı analizler yapılabilir, sonuçlar ve hareket planları çıkarılabilir miydi? Daha eski örnekler bir yana, Mersin sonrası, HDP dahil, emekçi soldan pek çok yasal parti ve grubun “provokasyon” açıklaması için upuzun kuyruk oluşturduğu, kınama yarışına girdiği; Ankara sonrası, eylem yeri, hedefi ve gününden veya böyle bir eylemin devlet onayı dışında başarılamayacağından hareketle burjuva cenahtan “provokasyon” imaları, yorumları yükseldiği, o yüzden bir tv yorumcusunun tutuklandığı hafızalarda capcanlı değil mi?
Bakur’u, Başûr bir yana bırakalım, yalnızca Efrîn, Serêkaniyê işgallerini sona erdirmek için girişilecek askeri hamleler, çapına, doğabilecek irade dışı kimi sonuçlara ve düşmanın onu bahane ederek girişeceği faşist sömürgeci saldırılara bakılarak “provokasyon”, “karşılıklı çatışma” olarak nitelenebilir mi? İşgalci sömürgeci devletle antisömürgeci eylem güçleri bu tarzda “eşitlenebilir mi?”
Selahattin Erdem’in, “savaş ve çelişkinin birinci ve esas nedeni, her iki tarafta da hakim olan milliyetçilik ve dinciliktir, milliyetçi ve dinci zihniyet ve siyasettir. Başka bir deyişle, gerçek demokrasi yoksunluğudur” değerlendirmesi gerçeğe uygun değildir. Bu bakış açısından doğru bir sonuca elbette ulaşılamaz.
“Savaş ve çelişkinin birinci ve esas nedeni”, siyonist ırkçılık ve sömürgeciliktir. İlişkinin tüm diğer “parçaları” bu zemin üzerinde şekillenmektedir. Bugün Rojava’da halkçı devrimci zihniyette ve demokrasi zemininde duran bir yönetim var, Türk burjuva devletinin sömürgeci işgali ve sistematik katliamcı saldırıları karşısında ne işe yarıyor, hangi sorunu çözüyor? Faşist sömürgeci Türk burjuva devletinin “demokrasi” anlayışı kazanacağı günlerin gelmesinin beklenmesi savunulamayacağına göre, Efrîn, Serêkaniyê askeri mücadele olmaksızın; halk, devrimci savaşa askeri bakımdan da katılmaksızın özgürleştirilebilir mi?
Şunu da vurgulayalım: Ulusal demokratik hareketin açıklamalarında ve hareketi temsil etme niteliği taşıyan yazılarda Filistin-İsrail çelişkisinin “demokratik konfederalizm” ile aşılması öneriliyor. Halklara böyle bir “demokratik çözüm” çağrısı yapılması kuşkusuz yerindedir. Fakat, bu öneri ve çağrı 7 Ekim hamlesini aydınlatmadığı gibi, ABD ve NATO’cu müttefiklerinin desteği ve koruması altında İsrail’in, Filistin halkına karşı yeni bir soykırım saldırısı başlatması, kitlesel katliamlar yapması, işgalciliğini yeni topraklara yayması, sağlık kurumlarını ve alt yapıyı yıkması karşısında “İki tarafın da yanında değiliz” biçiminde bir tutumu hiç ama hiç koşullamıyor. Tersine “demokratik çözüm”ün engeli ve düşmanı olan ırkçı, sömürgeci İsrail devletine, onun soykırımcı saldırılarına tutum almayı, antisömürgeci 7 Ekim hücumunun haklılığını ve meşruluğunu tanımayı gerektiriyor.
Haklı ve Haksız Savaş
Hamas’ın politik İslamcı kimliği, ulusun egemen sınıflarının temsilcilerinden biri olduğu, ideolojik veya politik pragmatizm nedeniyle bölge sömürgecileriyle, emperyalist güçlerle uzlaşıcı ve kimi gerici ilişkiler içinde olduğu açık verilerdir. Fakat bunlar, İsrail-Filistin denkleminde “haklı” ve “haksız”ı saptamaya engel değil. İsrail, ırkçı, sömürgeci haksız savaşın, Filistin halkı; 7 Ekim hamlesini birlikte hazırlayan ve pratikleştiren 12 parti ve grupta cisimleşen Filistin ulusal iradesi haklı savaşın tarafıdır. Bu ayrım yapılmaksızın, “saldırı”, “sivil ölümü”, “üzüntü duymak”, “şiddetin çözüm olmaması” vurguları içeriksizleşir, haklı, meşru, zorunlu bir direnişin üzerini örter.
Haklı ve haksız savaş karşısında tarafsız olunamaz. Diğer her şey (eleştiri vb.) bu konuda açık bir tavırdan sonra gelir. “İki taraf” vb. vurgular bu gerçeği bir kenara itmekten, sorunun kaynağını, çözümün içeriğini tartışmanın dışına atmaktan başka bir sonuç üretemez.
Kaldı ki, İsrail salt Filistin’e karşı haksız, sömürgeci savaş yürüten, Filistin halkının ırkçı, soykırımcı celladı bir devlet değil, faşist sömürgeci Türk burjuva devleti de içinde olmak üzere dünyanın değişik noktalarındaki faşist, gerici, halk düşmanı rejimlere işkenceci eğitimi dahil, her türlü desteği veren bölgenin karşıdevrimci üssü ve ABD emperyalizminin kanlı mızraklarından biridir. Mevcut ırkçı, sömürgeci İsrail devleti ve rejimiyle Musevi’ler arasına eşit işareti konulamayacağına göre, İsrail’in sömürgeci katliamlarına tavır, İsrail’in ilerici, demokratik güçleriyle ilişkilenmenin, devrimci demokratik bir çözüm için Arap ve Musevi halkın iş birliği yapmasının engeli değildir. Dünyanın değişik köşelerinden Musevilerin İsrail’in işgal ve katliam savaşına karşı yaptıkları eylemler ve açıklamalar bu soruna dıştan tutulan ışıklardan biridir.
Arap Halkıyla Kürt Halkı Stratejik İttifaka Mecburdur
ABD ve NATO’cu müttefikleriyle, Rusya, Çin ve müttefikleri arasındaki rekabetin değişik biçimlerinin süregittiği, emperyalist devletlerin kendi ulusal damgalarını taşıyan dünya tekellerinin ve emperyalist kapitalizmin vazgeçilmez çıkarları nedeniyle kara, deniz ve hava hakimiyeti için kıyasıya rekabet halinde oldukları; 1991’den günümüze emperyalist işgaller ve bölgesel savaşlarda milyonlarca insanın katledildiği, milyonlarcasının göçe mecbur bırakıldığı; halkların demokratik, devrimci ve sosyalist talep ve özlemlerinin sırtını emperyalistlere dayamış bölgenin halk düşmanı çeşitli türden rejimlerince dizginsiz beyaz terör yoluyla bastırıldığı, ezildiği; ulusal, mezhepsel farklılıkların, ırkçı, şoven karşıtlıklar biçiminde egemenlerin gücüne dönüştürüldüğü Ortadoğu’da, işçi sınıfları ve ezilenler, somutta onların ilerici, antifaşist, anti şovenist, devrimci, komünist güçleri arasındaki dayanışma, işbirliği ve birleşik savaşım stratejik değerde, stratejik önemdedir.
Rojava hem devrimin zaferi ve savunulması sürecinde, hem de Kürtler ve Araplar başta olmak üzere, değişik ulus ve inançlardan halkların Rojava ve Suriye’nin kuzey doğusunda kurdukları halkçı devrimci iktidar pratiğinde bu stratejik imkanın güçlü, umut veren, cesaretlendirici bir örneğini yarattılar. Bu örnek Kürt halkına karşı yaygın, derin ve etkili Arap şovenizmine de Arap halkına karşı yerleşik Kürt ihtiyat ve güvensizliğine de vurulmuş enternasyonalist bir darbe oldu.
Buna karşın, Rusya, İran destekli Beşar Esad rejiminin Kürt ulusal varlığını ve haklarını tanıyan demokratik bir çözüme yanaşmaması nedeniyle, Medya Savunma Alanlarında ve Bakurê Kürdistan’da nesnel olarak savaşılan ABD ve Batı Avrupalı müttefikleriyle Rojava’da girişilen ve sürdürülen askeri ittifak, değişik devletlere parçalanmış Arap halkında tereddütleri, gerici-şovenist duyguları alevlendirdi. Bu doğal olarak ilerici, devrimci Arap parti ve gruplarının düşünce ve pratiklerinde somutlaştı. Aynı kuşku ve güvensizliğin, Esat rejiminin sömürgeci çözüm dayatan tutumuna gözlerini kapamak dışında, resmen veya fiilen Rusya, Çin, İran ve Suriye rejimlerini bir çeşit “antiemperyalist” gören çarpık, politik ve ideolojik bakımdan yozlaşmaya açık bir görüş açısına sahip dünyanın değişik köşelerinden parti ve örgütler bakımından da geçerli olduğunu biliyoruz. Bunların Rojava’daki koşullu ve kısmi askeri ittifakı, siyasi ittifak, hatta “ABD işbirlikçiliği” biçiminde değerlendirdikleri de malum.
KCK ve PKK’nin bu olguları göz önünde tutması gerektiği herkes için açık olmalı. İsrail sömürgeciliğine karşı geliştirilen 7 Ekim hamlesi ve İsrail’in işgalci soykırımcı saldırısı karşısında “tarafsızlık”, “iki tarafa çağrı” tutumunun yanlışlığı bir yana, en başta Arap halklarında, onun demokratik, devrimci kuvvetlerinde güvensizlik örgütleyici bir nitelik taşıdığı şüphe götürmez. Bu, Rojhilat-İran-Belucistan halklarının ayaklanması karşısındaki tutumda veya Türkiye-Bakurê Kürdistan’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kılıçdaroğlu’nun desteklenmesinde maddileşen fiili durumun, savaşın mevcut seyrinin, savaş cephesini genişletmeme, daraltma ihtiyacının yol açtığı taktik savunmadan öte bir durumdur.
Bu önem derecesinden ayrı olarak Gezi Haziran ayaklanması ve Başûr’daki bağımsızlık referandumu tipinde bir yanlış değerlendirme ve hatadır.
7 Ekim hamlesinden başlayarak Filistin halkıyla ırkçı, sömürgeci İsrail devleti arasındaki savaş konusunda yapılan değerlendirmelerde ve bunun dolaysız bir ifadesi olarak Filistin halkına kitle eylemlerine dayalı politik, moral destek sunulmamasında maddileşen tutuma (ki, antisömürgeci, antisoykırımcı ilkesel duruşa da, Kürt-Arap direnişçi güçleri ve halkları arasındaki ilişkilere zarar vermiştir) soru sormak bölgedeki faşist, gerici, sömürgeci rejimlere karşı mücadelede öncü bir dinamik olan; bu niteliğiyle dünyada mücadele yürüten kuvvetlere moral güç taşıyan PKK için gerek kendi duruşu, gerekse de Arap halkıyla ittifak bakımından özel bir öneme sahiptir.
Bu gerçek ya da bu ihtiyaç hiç hafife alınmamalıdır.