Eğer emperyalist işgale karşı tutum alan sınıfları kişilerde cisimleştirirsek bunların Türk ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarını temsilen M. Kemal, Kürdistan toprak beylerini ve Kürt ulusunu temsilen Yusuf Ziya, Türk yoksul köylülerini temsilen Çerkes Ethem ve işçi sınıfını temsilen M. Suphi olduğunu söyleyebiliriz. M. Kemal, önce hem işgale karşı silahlı direnişin başlatıcılarından hem de padişah ve işgal yanlısı egemen sınıfların önderlik ettiği gerici ayaklanmaları bastırarak direnişe kurtuluş savaşı hüviyeti veren Çerkes Ethem’in liderliğindeki gerilla ordusunu dağıttı. Çerkes Ethem ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Yine aynı sıralarda Ekim Devrimi’nin etkisiyle İstanbul ve Anadolu’da esen sosyalizm rüzgarının sayıca çok cılız ama örgütlendiğinde yoksulluktan kırılan Anadolu insanına umut verecek olan işçi sınıfının liderlerini Karadeniz’de boğdurttu. Bu aynı zamanda işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakına vurulmuş bir darbeydi.
İşçi sınıfı ve yoksul köylülüğün devrimci dinamiklerinin tasfiyesinden sonra sıra Kürtlere gelmişti. M. Kemal’in en hararetli savunucularından Bitlis mebusu Yusuf Ziya Bey de Kürt isyanı örgütlemek suçlamasıyla kurşuna dizilecekti. Böylece Kürt-Türk ittifakının da canına okunuyordu.
1919-1925 arasındaki bu altı yıl Türk ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarının emperyalist işgalden kurtuluş savaşının ana kitlesini meydana getiren yoksul köylülerle işçilerin liderliğini ezerek; kurtuluşun temel dayanağı ve ulusal bağlaşığı, Kürt ulusunun temsilcilerini arkadan hançerleyerek hegemonyasını inşa ettiğine tanıklık ediyordu.
Bu süreç, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’na halkçı ve demokratik nitelik kazandıran unsurlar tasfiye edildikçe demokratik ve halkçı muhtevanın yerini giderek koyu bir gericiliğe bıraktığını gösterir. Böylece sendika kurma, örgütlenme ve basın hürriyetinden (1923 İktisat Kongresi) her türlü demokratik hak ve hürriyetin faşist Takrir-i Sükûn Yasası’yla lağvedildiği döneme gelindi. Kürt ulusuyla ulusal haklarına saygı temelinde “öz kardeşlik” birliğinden “Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı”na1 gelindi. Bu anlayış sadece Türk olmayanların değil, Türk milliyetinden köylü ve işçilerin Türk egemen sınıflarına hizmetçi ve köle yapılması amacını ifade ediyordu aynı zamanda.
Sınıfsız Kaynaşmış Kitle
“Bence bizim milletimiz yekdiğerinden çok farklı menâfi (faydalar) takip edecek ve bu itibarla yekdiğeriyle mücadele halinde buluna gelen muhtelif sınıfa malik değildir. Mevcut sınıflar yekdiğerinin lazım ve melzumu mahiyetindedir ”2diyordu M. Kemal, 1923'de. İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında da, “Bil’akis mevcudiyetleri ve muhasala-i mesaisi (çalışmanın elde edilen sonuçları itibarıyla) yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir... Çiftçiler, sanatkarlar, tüccarlar, ameleler... bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir”3 diyerek benzeri fikirlerini ifade ediyordu. Aynı kongrede ikinci konuşmayı yapan İktisat Vekili Mahmut Esat Bey de “Dün olduğu gibi bugün de bizde iktisadi manasıyla mutebellir bir sınıf meselesi mevcut değildir. Bizde tüccar da, çiftçi de, sanayi erbabı da, amale de hülasa (özetle) bütün iktisat amillerimiz doğrudan doğruya yabancı sermayenin esiri ve hizmetkarlarıdır. Bütün bu iktisat zümrelerimizin birleşmesi, kendilerini teşkilata bağlaması lazımdır”4 diyordu. Türkiye’deki sınıfların birbirleriyle çelişki içinde olmadığı, aksine birbiri için gerekli olduğu ve bu nedenle bir arada örgütlenmeleri gerektiğine işaret eden korporatif görüşler daha 1920'li yılların başında egemen sınıf ideolojisi olarak yükseltiliyordu.
Halk Fırkası Nizamnamesinin (1923) 2. maddesinde “Halk Fırkası nazarında halk mefhumu, herhangi bir sınıfa münhasır (sınırlanmış) değildir.”5 deniliyordu. 193l’de de M. Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep (oluşmuş) değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için iş bölümü itibarıyla muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek (saymak, kabul etmek) esas prensiplerimizdendir ”6 diyordu. Bu görüş 1935 CHF kongresinde “Temel ilkelerimizden biri, Türkiye Cumhuriyeti halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir topluluk olarak değil, Türk halkının bireysel ve toplumsal hayatı için gerekli olan iş bölümü uyarınca çeşitli mesleklere ayrılmış bir topluluk olarak kabul etmektir. Fırkamızın hedefleri sınıf çatışması yerine toplumsal düzeni ve dayanışmayı gerçekleştirmek, menfaatler arasında uyum sağlamaktır. “7 biçiminde ifade ediliyordu. 1938 CHF olağanüstü kurultayında ise M. Esat Bozkurt, “Siyasal, sosyal ve ekonomik görünümlerden biz ayrı ayrı bir sınıf ve zümre kabul etmiyoruz. Belki başka yerlerde bu sınıf ve zümre farkı, daha açık bir deyimle bir insan farkı bahse mevzu olabilir. Fakat Türk ulusunda asla...” diyor ve “ülke birliği içinde sınıfsız zümresiz Türk ulusu”ndan8 söz ediyordu.
İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen Misak-ı İktisadi esaslarının 11. maddesinde “Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsun, candan sevişirler "9 deniyordu. Kemalizm tarihi aynı zamanda bir yönüyle bu “candan sevişme” sahtekarlığına dayalı bir sınıf ideolojisinin her türlü yöntem ve araçla inşa edilmesinin de tarihiydi.
Köylüler Yekpare Miydi?
İktisat kongresinde işçi sınıfı adına sunulan “amele sınıfının teklif ettiği esaslar”da o günkü köylülük şöyle tarif ediliyordu: “Bazı taraflarda, bütün bir ülkeye, bir sancak dahilinde arazinin heyet-i mecmuasına tesahub eden (sahip çıkan) beyler olduğu gibi, binlerce köylüler de arazide mahrum bir esir hayatı geçirmektedir. Ekseriye semtine bile uğramayan şehirli akar sahiplerine ait büyük çiftlikler vardır. Köylülerimizin en büyük kısmı ihtiyacın altında araziye sahiptir ve çok defa bunu bile işletecek vesaitten mahrumdur. Ve bunların çoğu da borç içindedirler. Fakir köylülerin istismarına neden olan muhtelif ortaklık ve yarıcılık usulleri tatbik edilmektedir.”10
1920'lerin başında “candan sevişen” toprak ağaları, tefeci tüccarlarla, küçük ve orta köylülerin, topraksızların manzarası böyleydi. O yıllarda tarım sektörü çalışan nüfusun yüzde 80'ini oluşturuyordu.
M. Kemal, 7 Şubat 1923'teki Balıkesir nutkunda toprak-köylü sorununa yaklaşımını şöyle izah ediyordu: “Biliyorsunuz ki memleketimiz çiftçi memleketidir, o halde milletimizin azim ekseriyeti de çiftçidir. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi sahipleri hatıra gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tahkik edilirse görülür ki, memleketimizin vüsatine (genişliğine) nazaran hiç kimse büyük araziye sahip değildir. Binaenaleyh bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır.”11
Bu konuşmasıyla M. Kemal toprak ağaları sınıfının çıkarlarının kararlı savunucusu olacağının kuvvetli işaretlerini vermişti. Oysa o dönemde köylünün ezici çoğunluğu Hitit döneminden beri süregelen ilkel araç ve yöntemlerle toprağı işler, önemli bölümü topraktan yoksun aç biilaç, bir nevi esir hayatı yaşarken nüfusun çok küçük bölümü muazzam büyüklükte toprakları elinde bulunduruyordu. “1920'ler Türkiye’sinin tarım kısmında birkaç bin büyük arazi sahibi ile bir milyonu aşkın köylü ailesi bulunmaktaydı. Büyük arazi sahiplerinin bir kısmı topraklarını kapitalist, bir kısmı feodal benzeri üretim ilişkileriyle işlemekteydi. Bir kısmı da kentlerde yaşayan “absentee” toprak ağalarıydı. Köylülerin önemli bir bölümü, tarihsel süreç içinde mülksüzleştirilmişlerdi ya da mülk sahibi olamamışlardı.12
Çoğunlukla feodal sömürü temelinde işletilen büyük toprak sahipliğine yoksul ve topraksız köylülerin sefil yaşam tarzına son vermenin koşulları doğmuştu. Emekçi sınıfların toplumsal talebi bu yöndeydi. Eski rejim yıkılmıştı, şimdi “hakimiyet kayıtsız şartsız milletin”di. Ne var ki, Türk tefeci-tüccar burjuvazi ve toprak ağaları ittifakına dayalı yeni egemen sınıfın bu yönde hareket etmesi beklenemezdi. Bu ittifakın lideri M. Kemal, halkı berbat bir yoksulluk, koyu bir cehalet ve ilkel koşullarda yaşamaya mahkum eden toplumsal koşulları korumayı kendine vazife bildi, tam da Balıkesir konuşmasında ifade ettiği gibi padişah mülkleri dışında kalan eski mülkiyet biçimlerini medeni kanun ve “cumhuriyet devrimleri” örtüsü altında himaye etti.
1924 Anayasasında “Değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı istimlak ve mülkü istimlak olunamaz”13(madde 74) denilerek arazi sahipleri koruma altına alındı. 1924 Kadastro Kanunu ve arazi konusunda özel mülkiyet rejimini pekiştiren 1924 Medeni Kanunu ile geniş tarım alanları üzerinde fiili denetim kurmuş olan güçlü ailelerin bunları tapuya kaydettirme olanağı doğmuştu. 1929'da ise “tımar, iltizam gibi kurumlarla ilgili olarak Osmanlı Hükümetinin geçmiş yüzyılda içinde çeşitli ailelere vermiş olduğu ve geniş tarımsal alanlara tasarruf hakkı sağlayan belgeleri, bu alanların 1926 Medeni Kanun çerçevesinde özel mülk olarak tapuya kaydettirmesi için yeterli”14 sayan bir kanun kabul edildi. Eski sahiplik biçimlerinin kanunen koruma altına alınması bir yana, kadastrosu bulunmayan bir ülkede, Osmanlı tasarruf belgelerinde belirtilen sınırlar muğlak iken, nüfuzlu toprak beylerinin fiilen sahip olduklarından çok daha büyük bir toprak parçasını hukuki mülkiyet altına alacağı açıktı. Aynı zamanda bu kanun Ermenilerden ve Rumlardan kalan on milyonlarca dekarlık arazinin büyük toprak sahiplerince mülk edinilmesinin yolunu açmıştı. Çağlar Keyder’in yaptığı bir hesaba göre Batı Anadolu’da Rumlardan kalan arazi o bölgedeki ekilebilir arazinin yüzde 15 'ini oluşturuyordu.15 Tek başına bu bile büyük toprak sahiplerine kol kanat germenin ne anlama geldiğini gösteriyordu.
Kemalistlerin büyük toprak sahipleri sınıfının çıkarlarını böylesine militanca savunmalarının sonucu küçük ve yoksul köylünün ilkel-sefil-cahil yaşam tarzı biraz olsun iyileşmek yerine daha da kötüleşmiş, büyük toprak sahiplerinin elindeki toprak giderek daha çok artmıştır.
Rozaliev’e göre “Birinci Dünya Savaşı başlangıcına doğru büyük toprak sahibi ağalar (köy nüfusunun yüzde 1’i) tüm işlenen toprakların yüzde 39.3'ünü, küçük toprak ağaları ve zengin köylüler (yüzde 4) toprakların yüzde 26.2'sini ellerinde tutuyorlar, köylü ailelerinin (köy nüfusunun yüzde 95'i) payına ise işlenen toprakların yüzde 34.5'i kalıyordu. Kemalist devrimden sonra, toprağın büyük toprak sahipleri elinde yoğunlaşması önemli oranda hızlanmıştır.”16 Aynı yazar, 1930'ların başlarında Türkiye’de işlenen arazilerin yüzde 40-50'sinin büyük toprak sahiplerinin elinde olduğunu belirtiyor.
Bir başka Sovyet araştırmacısına göre 1920'li yılların sonunda Türkiye’de kırsal ailelerin yüzde 5'i tarımsal arazilerin yüzde 65'ine sahipti. Keza bir Türk yazarın 1932'de yazdığına göre 33 bin büyük arazi sahibinin 8 milyar hektar arazisi vardı ve bu aileler ekili alanların yüzde 35 'ini denetlemekteydi.”17
Y. S. Tezel’in yaptığı hesaplara göre ise 1940'larda kırsal ailelerin yüzde 1'inden azı tarımsal alanların yüzde 20'sini elinde bulundurmaktaydı.18 Nereden bakılırsa bakılsın, arazi küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşmıştı ve bu hiç de azımsanacak düzeyde değildi.
Emekçi köylüler aleyhine gelişmeleri başka örneklerle de göstermek mümkündür. İşlenen tarla alanı 1926'da 11 milyon hektardan 1950'de 15 milyona çıkmıştır. Kullanıma açılan toprak neredeyse yarı yarıya çoğaltılmışken, buna bağlı olarak hiç toprağı olmayan ailelerin oranı azalacağına yükselmiş, 1927'de yüzde 17'den 1950'de yüzde 20'ye çıkmıştır.19 1950 yılı tarım sayımı sonuçlarına göre 314 bini daimi olmak üzere 1 milyonu aşkın tarım işçisi vardı. Kırsal ailelerin yüzde 62'si tamamen kendine ait arazilerde çalışıyordu. Ama bunların ezici çoğunluğu 6 hektardan az toprak işliyordu ve bu kendi başına sefil bir yaşamı biteviye sürdürmekten öte bir anlam taşımıyordu. Kırsal kesimin yüzde 18'i de kısmen kendi toprağında kısmen de başkasının arazisini çeşitli ortaklık ve yarıcılık yöntemleriyle işlemekteydi. 1920'lerde toprak dağılımındaki dengesizlik ne ise 1940'ların sonunda biraz daha bozularak devam etmişti.
Tarım teknikleri bakımından da Kemalistlerin döneminde köylülerin ezici çoğunluğu bakımından herhangi ciddi bir iyileştirmeden söz edilemez.
1920'lerin başında Türkiye’nin birçok bölgesinde üretim hala tarih öncesinden kalma teknikler, araç ve gereçlerle yapılmaktaydı. İç bölgelerde kullanılan saban, neolitik çağdaki gibi, ucuna çakmak taşı cinsinden sert bir sivri taş takılmış kanca biçimli bir odun parçasıydı. Yapay gübre bilinmiyordu. Tohum ekme işi ve hasat elle yapılıyordu. Altı taşlı ilkel bir döven kullanılıyor, tanenin sapından ayrılması için, binlerce yıl öncesinde olduğu gibi rüzgardan yararlanılıyordu. Bir Hitit köyündeki buğday üretiminin 1920'lerin başındaki Anadolu’dan farkı yoktu.* Var olan 1000 traktör de Ege, Marmara, Akdeniz’deki büyük toprak sahiplerinin elindeydi. Demir pulluk sayısı bile yalnızca 211 bindi. Buna karşın 1 milyon 187 bin kara saban vardı. 1950 yılına gelindiğinde Hitit köyündeki buğday üretim biçimi yerli yerinde duruyordu.
Traktör sayısı 1944'de 956'ya kadar düşmüş, ABD yardımlarının aktığı 1948 yılında bile 1930'dakinin (2000) altında (1756) kalmıştı. Demir pulluk sayısı 1944'de 430 bine çıkmıştı ama kara sabanın sayısı da neredeyse iki milyona (1.803.000) dayanmıştı. Bu ilkel üretim koşullarının sonucudur ki, 1946-50'deki 3 milyon 2 yüz 58 bin ton olan yıllık buğday hasadı 1914'deki üretim düzeyini (3.400.000) hala yakalayamıyordu. Tahıl ekiminin tarla alanlarının ürün gruplarına oranı hiç değişmediği de (1928'de %88, 1948'de de %88) düşünülürse20 orta, küçük, az topraklı ya da topraksız köylülerin bütün bu dönem boyunca nasıl feci bir yoksulluğa, cehalete, perişanlığa, ilkelliğe mahkum edildiği daha iyi anlaşılır.
1943 yılında Tarım Bakanı Hatipoğlu’nun mecliste yaptığı konuşma Kemalizm yılları boyunca “candan sevişme”nin nasıl bir şey olduğunun itirafıydı: “Bu geniş yurt içinde yer yer toprağı kendisine yetmeyen ve topraksız insanlar da vardır. Bunların sebebi toprağın benimsenmesindeki elverişsizlik vardır, toprağın kullanışında elverişsizlik vardır. Mevcut olan arazinin rasyonel bir surette istismarı henüz ele alınmamıştır. Yurdumda büyük mülk sahipleri vardır, şehirde otururlar. Mülklerin semtine uğramazlar, arazileri bomboştur. Öte yandan emeğini toprağa dökmek isteyenler durmaktadır. Sonra memlekette büyük toprak sahipleri vardır. Bunlar topraklarını bizzat işletmezler, bu işe sermaye koymazlar, toprağın başına geçmezler, fakat köylü ile ortakçılık yaparak hususi menfaatlerini temin ederler... Topraklar boş ve atıl... Sermayesiz... Tekniksiz... Sadece ortakçı köylü emeği ile (işlenmektedir).”21
1923 İktisat Kongresi’nde işçi temsilcilerinin tarımsal alana dair yaptığı tarifle 1943'de tarım bakanının yaptığı arasındaki çarpıcı benzerlik Kemalistlerin 20 yılda tarımsal alandaki derin eşitsizlik, ilkel üretim araçları kullanımında ve feodal, yarı feodal üretim ilişkilerinde dişe dokunur hiçbir iyileşme yaratamadığını göstermektedir.
Kemalistlerin toprak ağaları sınıfı ile halk düşmanlığı temelindeki işbirliği öyle bir düzeydedir ki; sırf toprak ağalarının çıkarları zedelenmesin diye genel ekonomik durumun iyileştirilmesi bakımından atılması zorunlu en basit adımlar bile atılmamıştır. Hükümet- toprak ağaları- köylülük arasındaki ilişkinin içeriğine dair CHP’nin yetkililerinden Şükrü Kaya’nın Mecliste yaptığı konuşma çok çarpıcıdır: “Devlet metruk arazi diye muhacire veriyor. Onlar da imar ediyorlar. Sonra herhangi bir sahibi çıkıyor ve diyor ki, bu benim mülkümdür. Tapusunu gösteriyor ve muhaciri sokağa atıyor. Böyle kaç tane arazi sahibi çıkmıştır. Ne kadar metruk arazi imar edilmişse bunların hepsinin sahibi çıkmıştır. Gedikalat körfezinde yerli halk bataklığı kuruttu. Burada sıtma vardı. Bunlar her türlü bataklığı kuruttular ve yerleştiler. Ektiler, biçtiler, çalıştılar, kanallar açtılar. Bir zat geldi bu toprakların kendine ait olduğunu söyleyerek bunları buradan çıkarttı. Halk yine topraksız kaldı. Dağlara sığındılar. Çalı çırpı toplayarak geçinmeye başladılar.”22
İnönü iki yıl sonra manzarada bir değişiklik olmadığını şu sözlerle ifade edecektir: “Yurdumuzda topraksız çiftçinin sayısı, her tasavvurun üstündedir. En ziyade toprağı taksim edilmiş yerlerimizde bile köylünün yarısına yakın bir miktarı topraksızdır. Başkalarına ait topraklar üstünde, çok fena şartlar içinde ve çok verimsiz olarak çalışmak mecburiyetindedirler.”
Toprak Reformu Neden Yapılmadı?
1928 yılında Meclis açılışı konuşmasında M. Kemal hükümete “Toprağı olmayan çiftçilere toprak tedarik etmek meselesiyle ehemmiyetli olarak uğraşmaları” çağrısında bulunmuştu. M. Kemal özellikle doğu illerinden söz etmişti. Amaç toprak dağıtmak değil, Kürdistan’daki isyancı aşiretlerin ileri gelenlerinin ekonomik gücünü kırarak onları topraklarından sürgün etmek ve böylece politik gücünü yok etmekti. Bu bir sömürgeleştirme siyasetiydi ve hiçbir ilerici-halkçı içerik taşımıyordu. M. Kemal’in talimatı doğrultusunda 1929 yılında “Şark mıntıkası dahilinde muhtaç çiftçilere” arazi dağıtılması için kanun çıkartıldı. Kanun gereği isyan bölgelerinde büyük toprak sahiplerine ait araziler topraksız köylülere dağıtmak üzere kamulaştırılacaktı.
Şeyh Sait İsyanı’nın ardından başlayan bu tıp girişimler 1930 Ağrı İsyanı’ndan sonra yeni bir boyut kazandı. 1934 yılında “İskan Kanunu” Meclisten geçirildi. Kanunun 10. maddesinde şöyle deniyordu: “Reis, bey, ağa ve şeyhlere ait olarak tanınmış, kayıtlı, kayıtsız bütün gayrimenkuller devlete geçer. Bu gayrimenkuller muhacirlere, mültecilere göçebelere, nakil olunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanır.”24 Bu içerikte bir kanun maddesi ancak bir ihtilalin eseri olabilirdi. Reis, ağa, bey, şeyh vb. ait topraklara karşılıksız el konulacağı belirtiliyordu. Fakat ne gariptir ki, bu kanuna oy verenlerin başında Emin Sazak, Cavit Oral, Adnan Menderes gibi Türkiye’nin en büyük toprak ağaları, beyleri vardı. O dönem büyük mülklerin toplam alanı yüzde 1, Orta Anadolu’da yüzde 6’ydı. Büyük mülk toprakların asıl yoğunlaştığı yerler Güneydoğu ve Akdeniz’di. Güneydoğu’da büyük mülk arazilerin işlenen toplam alana oranı yüzde 59, Akdeniz’de yüzde 33'tü. Aynı oran Marmara’da yüzde 25 ve Ege’de yüzde 16’ydı. Kanuna esasen konu edilen bölge Doğu Anadolu’da ise bu oran bunlardan çok daha düşük, yüzde 13 seviyesindeydi.25 Akdeniz, Ege ve Marmara’da büyük mülkler biçiminde toprak yoğunlaşması Doğu Anadolu’nun çok üstündeydi. Ama kanun Kürtlere özellikle de belirli bir bölgeye yönelik olarak çıkarılmıştı. Batı’da Osmanlı’dan kalma tımar ve iltizam kağıtları bile tapu için yeterli iken Kürtlerin, daha doğrusu isyancı Kürtlerin topraklarına el konuyordu. Görüleceği gibi, bu kanun feodal toprak mülkiyetine, büyük toprak sahipliğine, reis, bey, ağa ve şeyhlere karşı değil, isyancı Kürt reis, Kürt bey, Kürt ağa, Kürt şeyhlerin topraklarını gasp etmeye dönük gerici, sömürgeci bir girişimdi. Bu kanun çerçevesinde 48 bin yerli topraksız aileye toprak dağıtılması yanında, kolonyalist bir mantıkla 41 bin göçmen aile de toprak verilerek bölgeye yerleştirildi.
Sonraki yıllarda Türkiye genelini kapsayan toprak reformu girişimleri zaman zaman gündeme geldi. 1935 yılında kabul edilen CHF programına “Her Türk çiftçisini yeterli toprak sahibi etmek... Topraksız çiftçiye toprak dağıtmak için istimlak kanunları çıkarmak lüzumludur” maddesi eklendi. 1937 yılında, anayasanın, kamulaştırma bedelinin peşin ödeneceğine dair 74. maddesi değiştirildi. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, toprak reformunun zaruretini 1937'de Mecliste yaptığı konuşmada şöyle dile getiriyordu: “18 milyon Türkün 15 milyonu çiftçidir. Bu 15 milyonun çoğu kendi toprağında çalışmaz. Muğla vilayetinin Köyceğiz kazası tamamıyla çiftlik ağalarının elindedir. Hükümet konağı bir çiftlik ağasının tarlası içindedir. Köylünün zerre kadar toprağı yoktur ve ağaların tarlasında çalışır. Muğla'nın yarı çiftçisi topraksızdır. Çalışmayan ağa oturur, köylü çalışır. Antalya’da da böyledir. Şark vilayetlerinde de böyledir” der ve devam eder: “Topraksız çiftçi kendi topraklarında el emeğine kendi hakim olmazsa bu memlekette daha ne yapmak istiyoruz? Bu inkılabın yeri ve şerefi olur mu? Kendi vatandaşını topraksız bırakıp şu veya bu materyal idealler peşinde koşmak kendi kendimizi aldatmak değil midir?”26
Peki, ne oldu? İnkılap yer ve şeref kazandı mı? Vatandaş aldatılmaktan kurtuldu mu? Sonuç tam bir hiç oldu. Başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Şükrü Kaya, Muğla milletvekiliydi. Onu Meclise gönderen de o yörenin toprak ağaları değil miydi? Dahası Adana, Mersin, Antalya, İzmir, Manisa, Eskişehir, Balıkesir vb. illerin toprak ağaları bizzat M. Kemal’in de isteğiyle Meclise atanmamışlar mıydı? (Bazıları buna “seçim” diyor; gerçekte yapılan, M. Kemal’in tek seçici olduğu bir atamaydı.)
1920-50 aralığında milletvekillerinin yüzde 25'i serbest meslek sahibiydi. Bunların da üçte biri ticaretle uğraşan ya da büyük arazi sahiplerinin çocuğuydu. Milletvekillerinin yüzde 10'u tüccar ve yüzde 7'si büyük arazi sahibiydi. Geriye kalan yüzde 47'de yüksek bürokrasiden gelmeydi.27 Bu meclisten halk yararına bir kanun çıkarması beklenebilir miydi?
Ya M. Kemal? O salt ideolojik-politik olarak değil sahip olduğu mülk çeşitliliği ile de toprak ağası-tefeci-tüccar-sanayiciyi kendinde birleştirmişti. En büyük toprak sahiplerinden biri olan Emin Sazak’ın 70 bin dönüm, bir başkası olan Adnan Menderes’in 60 bin dönüm toprağı vardı. M. Kemal’in sahip olduğu arazi ise 300 bin dönümdü. Bunun dışında birer bira, malt, tuz, soda ve gazoz, deri, ziraat aletleri ve demir fabrika ve atölyeleri, yoğurt ve şarap imalathaneleri, değirmen ve mandıraları, bir çeltik fabrikasında yüzde 60 hissesi vardı. 13 bin 100 baş koyun, 443 baş sığır ve 69 ata sahipti. 16 traktörü, 13 biçerdöveri ve harman makinesi, 5 kamyon ve kamyonet, bir deniz motoru, 2 binek otomobili vb. ona ait mülkiyet arasındaydı.28
Böyle bir meclis ve böyle bir “ebedi şef”in olduğu yerde toprak reformunun hayata geçmeyeceği açıktır. 1937-1938'de lafı edilip rafa kaldırılan toprak reformundan sonra 1945'de “çiftçiye toprak dağıtılması ve çiftçi ocakları kurulması hakkındaki kanun tasarısı" Meclise sunuldu. Sovyet orduları 24 Nisan’da Berlin’i kuşatmış, 7 Mayıs’ta Almanya teslim olmuştu. Toprak Reformu Kanunu ise 14 Mayıs’ta Meclise gelmişti. Recep Peker’in kanunu gerekçelendirirken sarf ettiği sözler gerçek niyeti kolayca ele veriyordu: “Çiftçi yeter toprağa sahip edilmezse, savaş sonunda azgın seller gibi her yana akacak ideolojilerin nereden geldiği belli olmayan etkileri toplum hayatını kökünden rahatsız eder.”29 Recep Peker’in ifade ettiği Sovyetler Birliği’nin savaştan zaferle çıkmasıyla sosyalizmin “azgın seller gibi her yana akacak" olmasının yarattığı korku Türkiye’nin ABD limanına sığınmasıyla geçiştirilmiştir. 1945'te kanun muhalefete rağmen hükümetin istediği biçimde çıkmıştı. Ama kanunun uygulanması için gerekli olan tüzük ancak iki yıl sonra 1947'de yayımlandı. Kanunu yapan, tüzüğü çıkartan İnönü hükümeti, kanunu hiçbir zaman uygulamadı. 1948'e gelindiğinde İnönü, Mecliste görüşülürken kanuna en sert muhalefet edenlerden biri olan, büyük toprak sahiplerinden Cavit Oral’ı Tarım Bakanı yaptı. Yine İnönü hükümeti 1950'den hemen önce topraklandırma kanununu, özel büyük arazileri kamulaştırma olanağı bırakmayacak tarzda değiştirerek, toprak dağıtımı yönünden kanunu geçersiz kıldı. Artık ABD vardı ve yeterli toprağa sahip olmadığı için “nereden geldiği belli olmayan" ideologların peşine takılma ihtimali olan yoksul köylülere toprak dağıtarak teskin etmeye gerek kalmamıştı. Devlet bundan böyle ABD malı sopa kullanacaktı. Köylü yine topraksız, aç, sefil, perişandı. Yine aldatılmıştı. Doğruydu “köylü milletin efendisiydi" ama onların toprak ağaları/beyleri kısmı. Geriye kalan yoksullar, büyük toprak sahipleri ve bütün büyük mülk sahipleri “milleti"nin kölesiydi, hem de en ilkelinden.
İşçi Sınıfının Sefaleti
İktisat kongresinde sendika hakkı, 8 saatlik iş günü, kadınlara doğum öncesi ve sonrası 8 hafta ve her ay üç gün izin verilmesi, ücretlerin asgari geçimi esas alması, fazla mesainin iki kat ücretlendirilmesi gibi işçilere dönük bir dizi olumlu karar alınmıştı.30 Ne var ki, bu kararların bir teki bile hayata geçmedi. Bir İş Kanunu bile ilk kez 1936'da çıkarıldı. Bu tarihe kadar hiçbir kurala bağlanmadan işçilere keyfi çalışma koşulları dayatıldı. 1936 İş Kanunu ise işçilerin haklarını tanımak için değil, işçiler arasında giderek artan hoşnutsuzluğa set çekmek içindi. Recep Peker’in deyişiyle İş Kanunu “sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici hava bulutlarım ortadan silip süpür(mek), yurttaşların sınıflaşarak parçalara ayrılmasına karşı bir kale duvarı örmek”31 maksadıyla çıkarılmıştı. Bu kanunla her türlü sendikal örgütlenme kesinkes yasaklandı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren “Amele birliği" vb. dernek ve sendika tipi örgütleri kontrol altına almaya, sonunda onları partinin bir alt kolu olarak bütünüyle kendine bağlamaya çalışan CHP, bunda başarılı olamayacağını anlayınca, sorunu kökünden halledip, çıkardığı İş Kanunu’yla her türlü işçi-emekçi örgütlerinin oluşum olanaklarını ortadan kaldırdı.
1924 Anayasası, kısıtlı da olsa örgütlenme hakkını tanıyordu. İstanbul, Adana, İzmir, Eskişehir, Bursa, Edirne, Konya, Zonguldak vb. birçok şehirde ayrı ayrı ve bölgesel sendikalar kurulmuştu. Ne var ki, bir dizi hükümet baskısıyla bunlar çalışamaz duruma getirilmişti. 1920'de M. Kemal tarafından sahte TKP kurulması gibi sahte sendika “Türk İşçi Birliği" vb. kuruldu. Hükümete bağlı bir birlikti. Yöneticileri bürokratlardan oluşuyordu.
Fakat işçiler bir süre sonra burjuvaların değil, kendi sınıf çıkarlarının savunucusu olarak birliği terk edip Amele Teali Cemiyeti’ni kurdu. Bu, yirmi sendikadan meydana gelen 30 binden fazla üyesi olan bir sendikal birlikti. 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile sendikal örgütlenme hakkı rafa kaldırırdı.
1926'da bir İş Kanunu çıkarılması için Meclise giden Amele Teali Cemiyeti’nin üyeleri tutuklandı ve ardından “Cemiyet” kapatıldı. 1933'te her türlü grev yasaklandı. 1924-1927 ve 1930-33 yılları arasında bir dizi grev patlak vermiş, bunlardan bazıları vahşice ezilmişti. Örneğin Adana’da demir yolu işçilerinin başlattığı greve askerler saldırmış, grevci işçiler ile kadın ve çocuklara ateş açılmıştı.32 Sadece 1925 yılında 32 bin işçinin katıldığı 10 grev olmuştu. 1927'de liman işletme tekeli idaresinden alacaklarının ödenmesi için greve çıkan 3 bin kayıkçıya asker saldırmış, 10 işçi öldürülmüş, yüzlercesi tutuklanmıştı.
1927'de 13.5 milyon nüfusun 5 milyon 350 bini bir işte çalışmakta, bunların 300 binden azı (yüzde 5.5) endüstri alanındaydı (267 bin erkek, 32 bin 500 kadın). 65 bin iş yerinden sadece 155 tanesi 100 ve daha yukarı işçi çalıştırmakta, yüzde 80'i ise üç kişiden az işçinin çalıştığı iş yerlerinden oluşmaktaydı. Çalışma teknikleri ve koşulları o denli ilkeldi ki, iş yerlerinin ancak yüzde 43’ü motor kullanmaktaydı.34
Çocuk işçiliği yaygındı. Sadece İstanbul’da 14 yaş altındaki işçilerin sayısı 22 binin üzerindeydi.35 Günlük işçi ücretlerinin 80-250 kuruş arasında değiştiği İstanbul’da çocuklara 10-90 kuruş arası ücret veriliyordu. Kadınların ücreti de düşüktü. Örneğin, erkek dokumacılar günde 150 kuruş alıyorsa kadınlar 75 kuruş, çocuklar da 20 kuruş alıyorlardı.36
“İş günümüz güneş doğmadan, saat 5.30’da başlar ve gece saat 10.00'a kadar sürer. Cuma günleri 11.00, hatta 11.30'a kadar çalışmak zorunda kalıyoruz. Ağır işimiz. 24 saatte en az 14 saat sürüyor.” Haliç vapur işletmelerinde çalışan bir yükleyici işçinin 1923'teki koşulları tarifi böyledir. Bu koşullar sonraki yıllarda da değişmez. Örneğin demir yolu inşaatında günlük çalışma 15 saat, ücret 80 kuruştur. Dokumacılar ve tütün işçileri 15 saate karşılık 1 lira ücret almaktadır. Fırın işçileri 18 saatten fazla çalışırlar.37 “Türkiyeli işçi” diye yazıyordu Pravda Gazetesi 1927'de; “40 yaşına varınca bir ihtiyardır. İnsan gücünün üstünde olan ağır iş ve gerektiği gibi beslenememesi, işçinin bünyesini tez yıpratıyor.”38
Döneme dair yetersiz verilere karşın K. Boratav’ın 1929-1939 yıllarının bölüşüm göstergeleri tablosu bu dönemin sınıf eşitsizliği tablosunu yansıtmaktadır.39 Buna göre özel sanayide ücret payı 1932'de yüzde 28'den 1939'da yüzde 21.8'e gerilemiş, karlar ise yüzde 72'den yüzde 78.2'e çıkmış. İşçinin reel geliri de 1932=100 kabul edildiğinde 1939'da 90,3'e düşmüştür. İşçi gibi küçük üretici köylü de kaybetmiştir. Sanayi mamullerine göre tarım fiyatları önemli oranda düşmüş, köylülerin ezici çoğunluğunun meşgul olduğu buğday üretiminde fiyat değişimi yarı yarıya olmuştur. Tütün- pamuk gibi endüstriyel tarım yapan büyük toprak sahipleri ise ya durumlarını korumuş ya da kazançlı çıkmıştır. Diğer kazançlı çıkanlar da memurlardır. Çalışan nüfus içindeki payları yüzde 4 civarında olan kamu personelinin milli gelirden yüzde 10'a yakın pay alması özellikle yüksek devlet bürokrasisinin nasıl ayrıcalıklı bir tabaka olarak emekçilerin ensesinde boza pişirdiğinin göstergelerinden biridir.
Aynı yıllarda yerli sanayi devlet korumasına alınmıştı. Boratav bir başka yerde bu dönemde “parasal ücretlerin sınai fiyatlara göre düşük kaldığını ve dönem boyunca sanayi kesiminde kısmen himaye rantını da içeren büyük karlar elde edildiğini” belirtir.40
Sömürücü Ve Asalak Devlet
CHF kadroları ve bürokrasi -ki bu çoğunlukla aynı şey demekti- ya bizzat Türk tefeci, tüccar, sanayici ve toprak ağalarından veyahut onların çocuklarından gelmeydi ya da bu çevrelerle kaynaşmışlardı. CHF iktidarı ele geçirerek, egemen sınıf konumuna yükselen ya da buradaki yerini pekiştiren sınıf ve tabakaların devlet partisi, M. Kemal de onların birleşik çıkarlarının kültürüydü.
1923'de kurulan Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi’nin kurucuları arasında 54 milletvekili ve 37 tüccar vardı. “Hissedarlarımızın büyük bir kısmı kahraman ordumuzun binbaşı ve daha yüksek rütbeli subaylarından ibaretti” deniyordu, şirket ilanında.41 Bu şirketin amacı da İstanbul’da kurulan Milli Türk Ticaret Birliği’nde olduğu gibi; “Batı sermayesi ile Türkiye arasında aracılık yapan azınlıkların ekonomik hayattan tasfiyesi ve bunların yerini Türk tüccarların almasıydı.” Emperyalizmle ekonomik ilişkiler korunacak, sadece aracılık ve komisyonculuk ‘milli’ kisveye bürünecekti.42 1923-1929 yılları “Yabancı sermayenin koruyuculuğuna yönelmiş eski Kuvayi Milliye kadroların başkent hayatını biçimlendirdikleri, sermayenin siyasi iktidarla bütünleşmesini simgeleyen İş Bankası grubunun oluştuğu” dönemdi.43
İş Bankasında 13 milletvekili vardı. Yalnız orada değil, milletvekilleri her türlü akçeli işin içindeydi. “1929 Türkiye’sinde 25 milli kapitalist sanayi ve maden şirketi vardı. Bunların idaresinde 20 milletvekili saydık. 38 milli bankada 31 milletvekili saydık. Demek, hemen her büyük yerli milli şirketin Millet Meclisinde 1 milletvekili var. Her şirkette ayrıca bunların bir çok eski Yargıtay üyeleri, büyük askeriye ve mülki erkan da hesaba katılmalıdır.”44 Nihayet 1931-1940 yılları arasında kurulan işletmelerin başındakilerin yüzde 74,2'si devlet bürokratlarıydı.45
Toprak ağaları, tüccar ve sanayicilerin bürokraside yer alması, bürokrasinin bu sınıfla kaynaşması özellikle 1930-1945 yıllarında, sömürü düzeninin ve rejim biçiminin karakterini belirliyordu. Egemen sömürücü sınıfların kendisini tek partide ifade ettiği, her türden demokratik hak ve özgürlüklerin yasaklandığı, ırkçı milliyetçiliğin egemen kılındığı, Hitler’in “Mustafa Kemal’in ilk talebesi Mussolini, ikinci talebesi benim”46 diye övündüğü, bir Alman tarihçisinin gerek nasyonal sosyalizmin gerekse faşizmin M. Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylediği47 korkunç bir sömürü düzeniydi bu.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı eserinde şunları söylüyordu: “Hristiyan halkı tasfiye etmekle memleket ekonomisini köklerinden sökmüştük. Her yerde bağlar bozulmakta, zeytinler yabanileşmekte ve kesilmekte, balık avcılığı ölmekte, çarşılar kapalı durmakta idi. Ermeni tehciri sırasında Anadolu şehir ve kasabalarının oturabilir mahallelerini yakmışlardı. İzmir’den Uşak’a doğru yalnız tüten harabeler ve yıkıntılar (vardı). Sıfıra inen vatan, yoksulların parasıyla yapılacaktı.48
“Vatanın yeniden inşası” dedikleri; iktidarı ele geçiren yeni sömürücü sınıfların halkın sırtından ve devlet olanaklarını halka zulüm yönünde sonuna kadar zorlayarak kendilerini ve düzenlerini kurmasıydı ve bunu gerçekten de başardılar.
Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde (%80) yaşıyor ve onların ezici çoğunluğu da (%88) buğday ekiyordu. 1927'de buğdayın satın alma gücü 100 ise 1938'de bu 63,7'ye düşmüştü. 1927'ye göre, yüzde 40 gibi feci bir gelir kaybı, yoksullaşma demekti bu. Aynı yoksullaşmayı kişi başına gayri safi gelirde de görmek mümkündür. 1927=100 sayılırsa 1934'te gelir 60,5'e gerilemişti. Yoksul tabakalar için durum bu denli vahimdi. Sefalet korkunçtu. Bu büyük yoksullaşmaya karşın kişi başına vergiler 1927=100 ise 1934'de 153 olmuştu. İnsanların geliri yüzde 40 azalmış, ama zorunlu vergiler yüzde 50'den fazla artmıştı.49
1924'te gelirlerden alınan vergiler yüzde 30'du. Servetlerden ise yüzde 7. 1947'de bu oranlar 37'ye 3 olmuştu. Dolaylı vergiler doğrudan vergilerden daha büyük yekun tutuyordu. 1924'de harcamalardan alınan vergi bütçe gelirlerinin yüzde 33'ünü oluşturuyorken, bu rakam 1947'de yüzde 42'ye yükselmişti. Devlet tekel gelirleri ve vergiler 1924'de yüzde 11 iken 1943de yüzde 23'e kadar çıkmıştı.50
Devlet çeşitli maddelerdeki ticaret tekelini halkı sömürmek için korkunç bir silaha dönüştürmüştü. 4.5 kuruşa ithal edilen gaz yağı -dört kat fazlasına- 16,5 kuruşa halka satılıyordu.51 18 kuruşa ithal edilen şeker ise 60 kuruşa satılıyordu. Aynı yıllarda bir koyun 50 kuruş ediyordu.52 Yoksullaşma o düzeye ulaşmıştı ki, yıllık 8-16 lira olan yol vergisini ödeyemediği için bedenen çalışmak zorunda kalanların sayısı 1934'te 711 bine çıkmıştı.53
Yol vergisi, aşarın kaldırılmasından hemen önce kanunlaştırılmıştı. Aşar 1925'te kaldırılmıştı. Bu verginin kaldırılması küçük çiftçiler için ancak dolaylı yoldan yararlı olmuş, gerçekte toprak ağaları ve kapitalist toprak sahiplerinin talepleri doğrultusunda aşardan vazgeçilmişti. İktisat kongresinde çiftçilerin (büyük toprak sahipleri) talebi bütün kesimlerce desteklenmişti.54 Aşarın kaldırılmasından önceki cumhuriyetin ilk iki yılında aşarın bütçe geliri içindeki payı yüzde 26’ydı. Bu verginin kaldırılmasıyla arazi ve hayvan vergileri artırıldı. Yol vergisi getirildi. Dolaylı vergiler yükseltildi. Daha sonra ücret ve maaşlardan kesilen vergiler artırıldı. 1943 yılında Toprak Mahsulleri Vergisi ile tarımsal üreticilerin gayri safi üretimlerinin yüzde 8 ile 12'si arasında hükümete ayni olarak teslim edilmesi zorunlu hale getirildi.
“Tarım sektörü Türkiye’de GSYH’nın yaklaşık olarak yarısını üretmeye devam ettiği halde bu sektörün ödediği doğrudan vergilerin hükümetin ve il özel idarelerinin bütçe gelirleri içindeki payı, 1924'de yüzde 29'dan 1929'da yüzde 12'ye 1950'de yüzde 1'e indi.55 Tarım sektöründen bütçeye aktarılan gelirdeki bu düşme, orta-küçük ve yoksul köylülerin yaşamlarında en küçük bir iyileşme yaratmadı, tersine aynı dönemde uygulanan farklı doğrudan ve dolaylı vergilerle geliri düşen bu köylü kesimine daha büyük bir yük bindirildi. Buna karşın büyük toprak sahiplerinin yükü hafifletildi. Bunda “Kemalist yönetici kadronun iktidarının dayandığı toplumsal temeller ve bu temellerde büyük arazi sahiplerinin işgal ettiği.. [yerin].. önemli bir rolü olduğu açıktı.”56
Kimin İçin Çağdaşlık Kimin İçin Çağ Dışılık
1923-1945 yılları arasında emekçilerin iktisadi-sosyal-kültürel yaşamlarında köklü bir değişiklik meydana gelmemiş, başlangıçtaki ilkel yaşam koşulları kimi yıllar çok daha kötüleşerek devam etmiştir. Kemalist devlet ve mülk sahibi sınıflar, emekçileri durmadan daha çok soymuş, onlardan zorbalık ve korkunç sömürü ile aldıklarından hiç değil bir bölümünü dahi gündelik yaşamlarını iyileştirmek için kullanmamışlardır. Üst tabaka “çağdaş” bir hayat sürüyor ve alt tabaka bir Hititli gibi yaşamaya devam ediyordu. Yetmiyor, bu “çağdaş’lar “çağ dışı” halkı her bakımdan aşağılıyorlardı. Kemalizm, emekçi halk açısından tam bir çağ dışılıktı.
1926-30 yılları arasında kişi başına buğday üretimi, 130 kiloyken, 1946-1950 arası 128 kiloya inmiştir. Aynı dönemde kişi başına şeker tüketimi 5 kilodan 6 kiloya çıkmıştır. Pamukla mensucat kullanımı ise 1,7 kilodan 1,6 kiloya inmiştir. Sınıflar arası gelir uçurumu bir kenara bırakılsa bile insanlar 1950'de 1926'dan daha az beslenmiş ve daha az giyinmiştir.57Nüfusun ezici çoğunluğu için 1923'de olduğu gibi 1950'de de tezek başlıca yakacak maddesiydi. Ülkenin büyük bölümü elektriksizdi. Tarımda üretim teknikleri binlerce yıl neyse öyle kalmış, karasaban azalacağına artmış, (1927=1.181.000 1950=1.803.000) traktör sayısı artacağına bazı yıllar yarı yarıya düşmüştür.(1929=2000 1944=956)58 Örneğin SSCB’de 1929'da toplam traktör sayısı 34 bin 900 iken, 1938'de 483 bin 500'e yükselmiş, neredeyse 10 yılda 15 kal artmıştır.59Kemalizm’in çağ dışılığı, bu kıyaslamada çok çarpıcıdır.
Eğitim alanında da bu çağ dışılık, bütün karanlığı ile döneme damgasını vurmuştur. Neredeyse otuz yıllık bir zaman zarfında okuma yazma oranı yüzde 20'den ancak yüzde 30'a çıkabilmiştir. On bin kişiye düşen ilkokul öğrencisi sayısı 320'den 660'a yükselmişken, üniversite öğrenci sayısı, on binde 3'ten 1940'da 11'e ulaşmıştır. Başlangıç sayıları o kadar düşüktür ki, öğrenci sayılarındaki iki üç katlık artışlar ciddiye alınır bir ilerleme olarak gösterilemezler. Örneğin 1950 yılına gelindiğinde nüfusun üçte ikisinden fazlası okuma yazma bilmiyordu. Bu 20 milyonluk nüfustan 15 milyon demekti. Yine 1950'de ilkokula giden öğrenci sayısı 1 milyon 591 bin, orta öğrenim öğrencilerinin sayısı 145 bin ve üniversiteler 25 bindi.60 Eğitim çağındaki insanların yüzde 20'si bile etmiyordu toplam öğrenci sayısı. Var olan sınırlı gelişme de esasen büyük şehirlerde olmuştu. 1950'de İstanbul’da okuryazarlık yüzde 73 iken Doğu’daki 36 il ortalaması yalnızca yüzde 23'tü.61
Sağlık alanında da benzer bir durumla karşılaşırız. 1927'de 12 bin 660 kişiye 1 doktor düşerken, 1945'de 9 bin 661 kişiye 1 doktor düşüyordu.62 İlerleme bu denli yavaştı. Tıpkı eğitim alanında olduğu gibi bu alanda da gelişme neredeyse bütünüyle büyük şehirlerde meydana gelmişti. 1953'e gelindiğinde İstanbul’da 100 bin kişiye düşen doktor sayısı 316 iken Ankara, Bursa, İzmir, Adana’da 56, Eskişehir, Konya, Zonguldak gibi Batı’daki 22 ilde (ortalama) 24 ve Doğu’daki 36 ilde 15'ti. İstanbul’la Doğu illeri arasındaki fark 20 kattan fazlaydı. Doktorsuzluk, hastanesizlik, ilaçsızlık, 1920'li yıllarda ne ise 1940’lı yıllarda da Anadolu için oydu.
“Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” diye övünür Kemalistler. Tam bir aldatmacadır bu da. 1923'de 4 bin 100 km olan demir yolu uzunluğu 1929'da 5 bin 100 ve 1945'de de 7 bin 500 kilometreye ulaşmıştı. 22 yılda hepsi topu topuna 3 bin km demir yolu döşemişler. Yılda 150 kilometre bile etmez. Henüz başkaca hiçbir ulaşım alt yapısı olmayan bir ülke için tam bir rezilliktir bu. Kaldı ki, söz konusu yollar da yoksul köylülerle Hristiyan yurttaşların köle olarak kullanılmasıyla yapılabildi. Yol vergisi ödemedikleri için tam kölelik koşullarında çalıştırılan yüz binlerce köylü dışında 1940'larda amele taburlarına alınarak yol yapımında ölesiye çalıştırılan binlerce Hristiyan erkek vardır. “Yaptığımızın askerlikle bir alakası yoktu. Başımızda silahlı muhafızlar, yaz kış demeden sabahtan akşama kadar çalıştırılıyorduk. Ben demir yolu yapımında çalıştırılanların Sivas’tan Erzurum’a kadar olan yolun her kilometresini bilirim” diyordu Sarkis Çerkezyan.63
Kara yolları için de durum farksızdı. 1923'de 13 bin 900 km olan uzunluğu 1929'da 14 bin 400 ve 1945'de 20 bin olmuştu. 1920'lerde otomobille yapılacak bir İstanbul-Ankara yolculuğunun 80 saat tuttuğu inanması güç ama gerçek! Hesap edilirse söz konusu edilen “yol” denilen şeyin ne durumda olduğu daha iyi anlaşılır.64 1923'te bin 500 olan motorlu kara yolu taşıtı sayısı 1938'de 9 bin 500'e çıkmış 1940'da 8 bin 900'e gerilemiştir.65
Otomobil, kamyon vb. toplam sayı on bin bile değildir.
Kemalizm “Batılaşma” yolunda emekçileri aç, sefil, çıplak ve cahil bırakmış, onları çağ dışılığa mahkum ederek koyu bir zulüm altında karanlığa gömmüştür. Gerisi bir avuç zengin- madrabaz-vurguncu tefeci-tüccar-sanayici-toprak ağası ve bürokratın baloları, sofraları, şaşasıdır
Notlar
1 - Adalet Bakanı M. Esat Bozkurt, Milliyet, 19 Eylül 1930
2 - M. Kemal, İzmir’de gazetecilerle konuşma, 30 Ocak 1923, Aktaran: Zafer Toprak, Halkçılık İdeolojisinin oluşumu, Atatürk döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları- İTİA Mezunları Derneği Yayınları içinde, Sf. 20 İkinci Baskı, Eylül 1977
3 - Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, sf.255, İkinci Baskı-Ankara 1971
4 - Age, sf. 263
5 - M. Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek Parti Yöneliminin Kurulması, sf. 375, Tarih Vakfı yayınları, 4. Basım
6 - Zafer Toprak, age, sf. 23
7 - Feroz Ahmed, Kemalizmin Ekonomi Politiği, İttihatçılıktan Kemalizme sf. 178-188 Kaynak Yayınları, 3. Baskı
8 - Zafer Toprak age, sf.28
9 - G. Ökçün, age, sf.389
10 - Age, sf.169, 170, 171
11 - Zafer Toprak, age. Sf.20
12 - Yahya S. Tezel, Cumhuriyet Dönemi İktisadi Tarihi, sf. 370, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 5. Baskı
13 - F. Alpkaya, Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşu, sf. 414, İletişim yayınları
14 - y. S. Tezel, age, sf.371
15 - Aktaran M. Tuncay, age, sf. 194
16 - Y. N. Rozaliev, Türkiye’de Kapitalizmin gelişme özellikleri, sf.23-24
17 - Y. S. Tezel, age sf. 359
18 - Age, sf. 361.
19 - Age, sf. 365
20 - Age, sf. 102, 354, 355
21 - Age, sf. 366
22 - Age, sf. 376
23 - Ümit Doğanay, 1923-1938 döneminde Toprak Reformu sorunu, Atatürk Dönemi Ekonomik Toplumsal Sorunları İçinde, sf. 368
24 - Y. S. Tezel age, sf. 377
25 - Age, sf. 338
26 - Age, sf. 381
27 - Age, sf. 141
28 - Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk
29 - 1966
30 - Y. S. Tezel, age, 398
31 - G. Ökçün, age, 430-31-32-33-34
32 - Z. Toprak, age, sf. 27
33 - Dimitır Şişmanov, Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi, sf. 130-131, Belge Yayınları, 2. Baskı
34 - Şnurov, Türkiye Proletaryası, sf. 63, Yar Yayınları, 3. Baskı
35 - M. Tuncay, age, 196
36 - H. Kıvılcımlı, Türkiye İşçi Sınıfının Varlığı, sf. 49-57'de ayrıntılı rakamlara bakılabilinir. Sosyal İnsan Yayınları
37 - Şnurov, age, sf. 26-27
38 - Age, sf. 23-24
39 - Age, sf. 30
40 - K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, sf. 73, İmge yayınları, 8. Baskı
41 - K. Boratav, 1923-1939 yıllarının iktisat politikası açısından değerlendirilmesi ADETS- İTİA içinde sf. 48-49
42 - F. Başkaya, Paradigmanın İflası, sf. 225, Özgür Üniversite, 13. Baskı
43 - Erdoğan Teziç, 1923-1938 Döneminde siyasal parti programlarında sosyal ve ekonomik görüşler ADETS-İTİA içinde sf. 66
44 - K. Boratav, age, sf. 42
45 - H. Kıvılcımlı Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, sf. 149, Sosyal İnsan Yayınları, E. Saral, Özel kesimde Türk Müteşebbisleri, aktaran Güllen Kazgan, ADETS-İTİA içinde, sf. 263
46 - F. Rıfkı Alay, Çankaya, sf. 319
47 - F. Başkaya, age, sf. 151
48 - F. Rıfkı Atay, age, sf. 419-420
49 - G. Kazgan, Türk Ekonomisinde 1927-35 Depresyonu, ADETS-İTİA içinde sf. 247-252
50 - Y. S.Tezel, age, sf. 436
51 - Şnurov, age, sf. 28
52 - F. Başkaya, age, sf. 270
53 - G. Kazgan, age, sf. 270
54 - G. Ökçün, age, sf. 394-95
55 - Y. S. Tezel, age, sf. 441
56 - Age, sf. 441
57 - Age, sf. 494
58 - Age, sf. 354
59 - J. Stalin, SBKP(B) XVI, XVII ve XVIII Parti Kongre raporlarından alındı, İnter Yayınları
60 - Y. S. Tezel, age, sf. 130
61 - Age, sf. 503
62 - Age, sf. 131
63 - Agos Gazetesi, 24 Nisan 2009
64 - Y. S. Tezel, sf. 106
65 - Age, sf. 129