Burjuva cumhuriyet sermaye ve büyük toprak sahipleri sınıfının temsilcisi olacağını henüz ulusal kurtuluş sürecindeyken öncülüğü elinde tutanların şahsında kanıtlamıştı. M. Kemal ve çevresindeki kadrolar önce işçilerin sınıfsal varlığını yadsıyarak, burjuvaziyle kaynaşmış bir kitle olarak ilan etti. Sonra sınıf olarak varlığını yadsıyamadığı koşullarda örgütlenmesi ve eğitimini yasaklayarak, saldırılarını işçi sınıfı ve öncüsü üzerinde yoğunlaştırarak büyük bir hapishane yarattı. Sınıf, gerek öncüleriyle gerekse de kendiliğindenliğin bilinciyle hemen her fırsatta yaratılan hapishanenin duvarlarında gedikler açmaya çalıştı.
Türk ulusal mücadelesinde işçi sınıfı
1917’de Rusya’da Ekim Devrimi’nin patlak vermesinin ardından Almanya’da Spartakistlerin önderliğinde 1918’de gelişen devrim ve 1919’da Macaristan’da gerçekleşen devrimler coğrafyamızda devrim ve sosyalizmin etkisini yükseltmişti. Diğer taraftan I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla Osmanlı, topraklarının önemli bölümünü kaybetmiş, Anadolu’ya sıkışmıştı. İstanbul ve Anadolu İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalistlerinin işgaline açılmış, Yunanistan da işgale dahil olmuştu.
1918’den itibaren sosyalizm idealinin yayılmasında ya da sosyalist partilerin kurulmasında ve faaliyete geçmelerinde ve işçi hareketinde ciddi bir canlanma oldu. 1919’da Hüseyin Hilmi (İştirakçi Hilmi) bu kez yeni kadrolarıyla daha ileri bir programla Türkiye Sosyalist Fırkası’nı (TSF) kurdu. Kısa sürede işçi sınıfında bir hareketlilik yarattı, örgütler oluşturdu. Şefik Hüsnü’nün başında olduğu kesimler Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nı (TİÇSF) kurdu. İşçiler içinde örgütlenmek için de İstanbul İşçi Derneği’ni (İİD) faaliyete soktu. Lakin TSF’nin işçiler üzerinde muazzam etkiler yarattığını ve hegemonyasını kıramayacağını görünce TİÇSF ortak cephe kurmak için uğraştı. TSF bu öneriye yanaşmadı. TİÇSF daha sınırlı kesimlerle ilişki geliştirdi.
Anadolu’da da Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası aynı dönemde faaliyetteydi. Ayrıca Yeşil Ordu Cemiyeti adıyla bir nevi “İslam sosyalizmi” savunan bir örgüt kurulmuş, Mecliste de “Halk Zümresi” ismiyle örgütlenmişti. Çerkes Ethem bütün çevresiyle Yeşil Ordu’ya katılmıştı. Mustafa Suphi’nin önderliğinde ve Komintern’in çabasıyla İstanbul ve Anadolu’da 15 komünist grup birleşerek Bakü’deki kongreyle 10 Eylül 1920’de TKP’nin kuruluşu ilan etti. M. Kemal, Sovyet Rusya’dan destek almak için daha önce resmi, sahte TKP’yi kurdurdu. “Bu memlekette komünist parti kurulacaksa onu da biz kurarız” zihniyeti daha o zamandan yürürlükteydi. TKP’nin örgütlenmesine fırsat vermemek için Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı katledildi. Diğer partilerin kapısına birer birer kilit vuruldu.
1919 yılının başından itibaren işçi hareketi yeniden canlanmaya başladı. Hem işgale karşı hem de ekonomik taleplerle mücadele gelişti. 1919 Mayısında İzmir’in işgali üzerine İstanbul’da işgale karşı düzenlenen mitinge işçiler katılmıştı. 1919-23 yıllarında İstanbul, İzmir, Aydın, Edirne, Zonguldak ve Adana’da birçok grev gerçekleşti, yeni sendikal örgütlenmeler oluşturuldu.
Emperyalistlerin ve işgalci güçlerin şirketlerinde işçilerin iş bırakma, iş yavaşlatma ve sabotaj eylemleri gerçekleşti. Bu eylemler antiemperyalist ve işgal karşıtı bilincin ürünüydü. Reji işçileri, tünel, tersane, tramvay, Kazlıçeşme deri işçileri grevleri döneme damgasını vurdu. 1 Mayıs 1921’de Seyr-i Sefain, Şirket-i Hayriye, Haliç idaresinde çalışan gemiciler, deniz yolları ve tramvay işçileri çalışmayarak 1 Mayıs kutlamalarına katıldı. Grevler yıllar içinde devam etti. 1923 yılında da önemli grevler gerçekleşti: Zonguldak maden, Aydın şimendifer, İstanbul matbaa, tramvay, Terkos ve Şark şimendifer işçilerinin grevleri döneme damgasını vurdu.1
Ekim Devrimi’nin yarattığı korku burjuvaziyi komplolar ve vahşice katliamlara yöneltmekle kalmadı. M. Kemal ve çevresi, burjuva önderlik sahte işçi örgütleri, sahte partiler kurarak da sınıf hareketinin gelişmesini kontrol altına almaya çalıştı. Hareketi yasaklayarak ya da ezerek yok edemediği koşullarda bu taktiğe başvurdu, ki bu Tatil-i Eşgal Kanunu’nda (TEK) olduğu gibi Osmanlı’dan devralınan bir yöntemdi. Osmanlı Mesai Fırkası, Türkiye Komünist Fırkası (Resmi), Amele Siyânet Cemiyeti, İstanbul Umum Amele Birliği ve bunlara bağlı örgütler, birlikler, sendikalar bunların en önemli örnekleridir.
Komünistlerin, emekçi solun ve Kürtlerin tasfiyesi
Türk burjuva cumhuriyetinin ilanına kadar ortalık düzlenmişti. Kemalistler, işgale karşı mücadelenin temel güçleri yoksul köylülerin temsilcilerinin de içinde örgütlendikleri köylülüğün temsilcisi Çerkes Ethem güçlerini ve köylü silahlı direniş hareketini ezmiş, işçi sınıfının temsilcileri Mustafa Suphi ve yoldaşlarını imha etmiş, direnişin halkçı, demokratik ve antiemperyalist karakterini darbelemiş, inisiyatif Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının temsilcisi M. Kemal ve etrafındaki kadroların eline geçmişti. Böylece adım adım iktidara tek başına el koymanın yolu açılmaktaydı. Sırada Kürtler vardı. M. Kemal’in hararetli savunucularından Yusuf Ziya Bey de Kürt isyanı örgütlemek suçlamasıyla karşısına çıkarılacaktı. Kurtuluşun temel dayanağı ve ulusal bağlaşığı Kürtler de temsilcilerinin arkadan hançerlenmesiyle2 tecrit edilince iktidar Türk burjuvazisi ve toprak ağalarının temsilcileri için elverişli hale gelmişti. Türk burjuva cumhuriyetinin ilanından önce işçi sınıfı ve öncülerine yaşatılanlar gelecekte yaşanacakların işaretlerini veriyordu.
İzmir İktisat Kongresi
17 Şubat- 4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen İzmir İktisat Kongresi’nin hem İstanbul sermayesiyle Ankara hükümetini uzlaştırma hem de sermayenin çeşitli kesimleriyle çiftçilerle işçileri uzlaştırma işlevi vardı.3 Sermayenin çeşitli kesimleriyle, çiftçiler adına katılan grupların yanında işçi grubu adına “Milli Türk Ticaret Birliği” tarafından örgütlenen işbirlikçi İstanbul Umum Amele Birliği (İUAB) katılmıştı. Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası/ Aydınlık çevresi de dışarıdan işçi ve köylü delegelere yönelik aydınlatma faaliyetleri yürütmüştü.
Kongrede işçilerin önerisi olarak önemli kararlar alınmıştı: Sendikalaşma hakkı ve 8 saatlik iş günü, kadınlara doğum öncesi ve sonrası izin, işçilere ücretlerinin nakit olarak ödenmesi, asgari ücretin belirlenmesi, işçilere haftada bir gün izin verilmesi, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kabul edilmesi, hastalanan işçiye üç aya kadar yevmiyesinin ödenmesi. Ancak bunlar kağıt üstünde kalacaktı. Bu durum Türk burjuva önderliğinin iki yüzlülüğünü yansıtmaktadır. Hafta tatili ücreti, yıllık ücretli izin, çalışamayacak düzeyde hastalanan işçiye işletme tarafından tazminat ödenmesi, iş kazası geçiren işçinin hayatının güvenceye alınması gibi konular burjuvazi ve çiftçi olarak temsil edilen toprak ağaları tarafından kabul edilmedi. Sanayici, tüccar ve toprak sahipleri için alınan kararların hemen tümü hayata geçirildi.4
Sermayenin çeşitli kesimlerinin önerileri hemen dikkate alınıp hayata geçirilirken işçilerin taleplerinin dikkate alınmaması Kemalist rejimin burjuvazinin temsilcisi olmasıyla ilgilidir. M. Kemal ve çevresindeki kadrolar burjuvazi ve toprak sahipleri sınıfının kararlı savunucusudur.
İUAB, İzmir İktisat Kongresi’nde Türkiye Umum Amele Birliği’ne dönüştükten sonra hükümetin gündeminde bulunmasına rağmen birçok sınıf işbirlikçi örgüt gibi bağlandığı sınıfın baskısından kurtulamamış ve kendisini feshetmiştir.
Türk Burjuva Cumhuriyeti’nin ilanı
1920’de kurulan “Birinci Meclis”, bir direniş örgütüydü ve işgal karşıtı mücadeleye katılan bütün kesimlerin az çok yer edindiği çoğulcu ve kısmi demokratik bir karakter taşıyordu. Fakat 1923’e gelindiğinde hükümet olmanın avantajlarını da kullanarak bir çeşit darbe yoluyla bütün rakiplerini bertaraf eden, muhalifleri de baskı altına alan M. Kemal ve çevresindeki kadrolar Birinci Meclis’in bu çoğulcu karakterini de tasfiye etti. Böylece 1923’de kurulan İkinci Meclis’te M. Kemal ve kadroları henüz süreç tamamlanmasa da egemenlik kurmuştu.5 Tek parti ve şeflik dönemi başlayacaktı.
İktisat kongresiyle yüzünü batı kapitalizmine çeviren Türk burjuva önderliği daha kuruluş sürecinde Cumhuriyetin tüm imkanlarını kapitalist gelişmenin hizmetine yönelteceğinin ilan etti. Zayıf burjuvazi emperyalist devletler ve şirketlerin yatırımlarını teşvik edecek bir yol izledi. Bunun yanında ulusal sanayiyi geliştirebilmek için devlet kapitalizmine yöneldi.
Cumhuriyetin ilan edileceği 1923’de kabaca işçi sınıfının durumu şöyledir: Henüz sanayinin çok cılız olduğu keza nüfus mübadelesinin öncesinden başlayıp 1923-36 arasında devam ettiği koşullarda 1 milyon 200 bin Rum’un Yunanistan’a göç ettiği ve bunun büyük çoğunluğunun işçi olduğu göz önünde bulundurulursa durum daha iyi anlaşılır. 1923 yılında 12 yaş üstü sanayide 182 bin 955 işçi vardır, oranı % 3,4’tür; hizmet sektöründe 336 bin 299 işçi vardır, oranı % 6,4’tür. Tarım kesiminde genelde ücretsiz aile işçiliği yaygındır, bununla birlikte Çukurova ve Ege bölgelerinde her yıl sayıları 100 bini bulan ücretli tarım işçileri vardır. Belirtmek gerekir ki işçi sınıfının sayısı azdır.6
Takrir-i Sükûn Kanunu ile yaratılan baskı rejimi
Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı’nı gerekçe gösteren M. Kemal, İ. İnönü grubu 4 Mart 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nu (TSK) çıkartarak tüm yurtta sıkıyönetim ilan etti. Biri doğuda diğeri Ankara’da olmak üzere iki istiklal mahkemesi kurdu. Daha öncesinde mecliste olan tüm yetkiler cumhurbaşkanı ve hükümet elinde toplandı. “Toplumu susturma kanunu” olarak da nitelendirilen Takrir-i Sükûn Kanunu, Kürt isyanını bastırmanın keza aynı zamanda tüm toplumsal muhalefeti ezmenin de bir aracı oldu. Yanı sıra burjuva muhalefeti susturmanın ve sindirmenin fırsatına da dönüştürüldü. M. Kemal böylece kendi gibi düşünmeyen çevresindeki kadrolardan kurtuldu. Tek parti diktatörlüğü ve şeflik rejimi için uygun koşulları TSK’yla sağladı.
1924 Anayasasının birden fazla partiyi reddetmemesi üzerine Halk Fırkası’nın içinden çıkıp kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası da bir yıl sonra kapatıldı. Gazeteler, dernekler, sendikalar da kapatılarak baskıdan nasibini aldı. 1920 yılından bu yana canlı olan işçi hareketi bastırıldı. Amele Teali Cemiyeti (ATC), Aydınlık grubuyla 1 Mayıs 1925’te “1 Mayıs nedir?” başlıklı bir broşür dağıttığı için 38 kişi istiklal mahkemesinde yargılandı, 7-15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. ATC, TSK ve Şeyh Said İsyanı’yla ilgili alınan önlemleri desteklediğini açıklamasına rağmen kapatılmadan kurtulamadı. Ancak bir yıl sonra mahkeme yoluyla tekrar açıldı; sonradan yine kapatıldı.
TSK’ya rağmen 1925 yılından itibaren az sayıda da olsa önemli grevler gerçekleşti. İstanbul Havagazı Şirketi, İstanbul Tramvay Şirketi, Zonguldak-Ereğli Kömür Madeni, İzmir Kuru Üzüm İmalathanesi işçileriyle Adana, Samsun ve Erzurum telsiz-telgraf memur ve işçileri grevler gerçekleştirdi. 1926 yılında Soma ve Bandırma demir yolu ve İstanbul liman işçileri ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle greve gitti. 1927’de ise burjuva cumhuriyetin kuruluş yıllarının en kitlesel ve en büyük grevleri yaşandı. En şiddetli geçen grev ve direniş; İstanbul liman işçilerinin direnişiydi. 3 bin işçi yıllardır alışmış oldukları çalışma düzenini değiştirip yeni bir düzen getirme ve kendilerini şirketin bağımlısı haline dönüştürme çabalarına karşı greve çıkmışlardı. Greve polis saldırınca direniş büyümüştü. İşçiler grev ve direnişten vaz geçirilemeyince çatışmalar yaşanmıştı. Direnişin sonunda 15 işçi, 5 polis ölürken, onlarca işçi yaralandı. 320 işçi tutuklandı, 33’ü istiklal mahkemesine sevk edildi. Bunun dışında İstanbul tütün rejisi işçileri de iş durdurdu, pazarlık sonucu taleplerinin önemli bir bölümünü kabul ettirdi. Fransız sermayeli Adana-Nusaybin hattında çalışan işçilerin başlattığı grev polis ve jandarma zoruyla bastırılınca grev kırıcılar vasıtasıyla hattan tren geçirilmek istendi. Buna izin vermemek için grevci işçiler, eşleri ve çocuklarıyla hatta yatarak trenin geçişine engel oldu. Jandarma hatta yatanların üzerine ateş açtı. Çok sayıda işçi yaşamını yitirdi, yaralandı.
1928’de de grevlerde artış oldu. Adapazarı Karasör İmalathanesi, İstanbul ve Edirne Demiryolu Şirketi, İstanbul Dokuma Fabrikası, Tütün İmalathanesi, Demir- Çelik İmalathanesi ve Tramvay Şirketi işçileri greve çıktı. 1924’ten 1928’e kadar sıkıyönetim döneminde grev dalgası sürdü.7
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun sınırlarını zorlayıp, yasadaki boşluklardan yararlanarak mücadeleci bir hattan ilerlemeye, grev ve örgütlenme yasaklarını, sınırlandırmalarını aşmaya yöneldi. Azalsa da, seyrelse de grevler 1936 yılına kadar devam etti. Türkiye’nin de derinden etkilendiği 1929 dünya ekonomik krizi döneminde grevlerin sayısı bir hayli düştü.
Grevleri, direnişleri ve işçilerin örgütlenmesini engelleyemeyen CHF işçi hareketini engellemek için daha farklı yollara başvurdu. Bunlardan birincisi: örgütlenme ve grev yasaklarını daha da ağırlaştırmak; işçileri kendi denetimi altına alacak örgütsel ve ideolojik araçlara başvurmak oldu.
İş Kanunu, Cemiyet Kanunu
TSK, 1929 yılına kadar yürürlükte kaldıktan sonra kaldırıldı. Ancak işçi sınıfı ve emekçi sol hareket üzerinde yasaklamalar bir türlü dinmek bilmedi. Fiili yasakların, saldırıların yanında yasalarda boşluk ortaya çıktığında o boşlukları dolduracak düzenlemeler gecikmedi.
1926 yılında 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 201. maddesi; herhangi bir yolla zanaat ve ticaret serbestisinin engellenmesi durumunda yani işçinin şu veya bu nedenle işi durdurması durumunda 2 yıla kadar hapis ve 30-150 lira arası ağır para cezası ile cezalandırılmasını öngörüyordu. Ancak bu yetmemiş olacak ki, Türk burjuva cumhuriyetinin kurucusu ve tek partisi CHF, 1933 yılında TCK’da yaptığı değişiklikle grev ve lokavtın cezasını artırdı, yasanın kapsamını genişletti, grev daha açık ifadelerle tanımlandı. Greve giden, grevi uzatan işçiye 6 aydan 5 yıla kadar hapis cezası öngördü. Kapitalist devlet ve patron yasalarla daha fazla kollandı; işçi patron karşısında savunma ve hak arama silahlarından tamamen yoksun bırakıldı.
1936 yılında çıkarılan İş Kanunu burjuva cumhuriyetin hem ilk hem de en kapsamlı özelliğe sahip yasasıydı. Burjuvazinin çıkarlarına o kadar çok uydu ki; 35 yıl uygulamada kalmıştır. Bu kanunun ideolojik-felsefi yanlarını CHF’nın Genel Sekreteri faşist Recep Peker şöyle açıklamıştı: “Yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkan verici hava bulutlarını silip süpürecektir.”8 İşçinin burjuvazisiyle kaynaşmasını öngören, işçi sınıfının sınıf olarak varlığını yadsıyan yaklaşım bu yasayla hazırlanmıştır.
Sendika ve toplu pazarlıktan söz etmeyen yasa grev ve lokavtı açıktan yasaklamıştı. “İşçi Mümessilliği”ni kabul eden yasa patrona, işçi sorunlarını iletme ve uyuşmazlığın ortaya çıktığı koşullarda işçi ve işveren arasında uzlaştırma işlevi yüklenmişti. İşçi mümessilliği 1963’de kaldırıldı. Yerine iş yeri temsilciliği mekanizması getirildi. 3008’in getirdiği bazı olumlu haklar ise; asgari ücret, işçi sigortalarının kurulması, kıdem tazminatı gibi koruyucu mekanizmaların oluşturulmasıdır.9
1923’de İktisat Kongresi’nde İşçi Bayramı olarak karar altına alınan 1 Mayıs, 1935’te ulusal bayramla ilgili yasada “Bahar Bayramı”na dönüştürüldü. Birçok madde kağıt üstünde kaldı.
Böylece diğer ülkelerin işçileriyle enternasyonal bağ oluşmaması için CHP önlemlerini almaktaydı.
1929 dünya ekonomik krizinin sonunda dünyada faşizm gelişmeye başladı. Türkiye’ de bu gelişmelerden belli biçimlerde etkilendi. 1934’de çıkarılan “Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu” ile polise olağanüstü yetkiler verildi. 1936’da 1930 tarihli faşist İtalyan Ceza Yasası’nı emsal alan CHP, örgütlenme, düşünce ve düşüncelerini yayma hakkına ağır cezalar öngören 141 ve 142. ceza maddelerini yasalaştırdı.
Salt CHP’nin dışındaki partilerin haklarını ortadan kaldırmıyor, aynı zamanda faşizmden esinlenme korporatist sendika modeli “tek ve ve zorunlu sendikacılık” dışındaki sendikal örgütlenmeyi de yasaklıyordu. 141 ve 142. ceza maddeleri; “Bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf üzerinde hakimiyetini tesis etmek”, “cemiyetin siyasi ve hukuki nizamını bozmak” gibi ağır yaptırımları kapsamaktaydı. 142. madde, “141. madde doğrultusunda propaganda yapanların ağır hapis cezasıyla cezalandırmalarını” öngörüyordu.
Sınıfsız, kaynaşmış kitleden milliyetçi Türk işçisine
M. Kemal, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde “menfaatleri yekdiğerlerinden ayrılır, sınıf halinde değil; bilakis mevcudiyetleri ve muhassalai mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibaret” görüyordu. “Çiftçiler, sanatkarlar, tüccarlar, ameleler… Bunların hangisi yekdiğerinin muarizı olabilir.”10 Türkiye’de sınıflar olmadığını farklı mesleklere sahip insanlar bulunduğunu ve bunların birbirlerinin karşıtı değil, çıkarları ortak olan imtiyazsız kaynaşmış bir kitle oluşturduklarını savunur. CHF’nın 1923 ve 1927 tüzüklerindeki “hiçbir sınıfın hiçbir ferdin imtiyazını” kabul etmeyen hükümleri, işçi sınıfını mücadelesizliğe itmek için korportist sınıf işbirliği fikrini egemen kılmak istiyordu. Bu hükümler yasaklarla birlikte ele alınınca, M. Kemal ve çevresindeki kadroların işçi sınıfına burjuvazi ve iktidarının hizmetçisi olma rolü biçitiği net şekilde açığa çıkıyor.
O nedenle işçi sınıfının örgütlenme ve hak arama eylemi olan grev hakkı çıkarılan bu yasalarla on yıllarca yasaklanmıştır. İşçi sınıfını örgütlemeyi temel alan ve toplumsal kurtuluşun işçi sınıfının eylemiyle olacağını savunan komünistler ve komünist partiler ile emekçi sol hareket, burjuvazinin iktidarının hedefi olmuş, cumhuriyetin kuruluşundan günümüze sistematik ve sürekli olarak tutuklamalara ve infazlara maruz kalmıştır. Örgütlenme hakkı her vesileyle yasaklanmıştır. 1930’a kadar devam eden “sınıfsız, imtiyazsız ve tezatsız bir millet”11 söylemi yerini “Milliyetçi Türk işçisi” söylemine bıraktı.
M. Kemal, 20 Nisan 1931’de yayınladığı beyannamede -ki bu beyanname CHF’nin 1931 yılı programına olduğu gibi geçecekti- şöyle yazıyordu: “milliyetçi Türk amelesi ve işçileri mevcudiyetleri ve emekleriyle Türk camiasının kıymetli uzuvlarıdır”…”Milliyetçi Türk amelesi ve işçilerin hayat ve haklarını göz önünde tutacağız. Say (emek) ile sermaye arasında ahenk tesisi ve bir iş kanunu ile ihtiyaca kafi hükümleri vaz’ı Fırka’nın mühim işleri arasında görülür.”12
CHF Genel Sekreteri faşist Recep Peker’in 16 Eylül 1931’de “Milliyetçi Türk işçisi” argümanına, “milliyetçilik” ilkesine neden ihtiyaç duyduklarını itiraf etmektedir: “... milletimizin hususi seciyelerinin ve müstakfi hürriyetinin mahfuz kalması için her nereden gelirse gelsin ve her ne milliyette olursa olsun beynelmilliyecilik cereyanlarına kapılmanın milli menfaatler (karşıtlığı-bn) doğuracağına kaniyiz. Her ferdimizin bundan dikkatle kaçınmasını lüzumlu görürüz. Program, iktisat kısmında amele ve işçilerimiz için milliyetçilik şartını zikre sebep olan esas fikir budur… Bütün dünyada görülen misallere bakarsak sınıflaşmak fikri insafsız, ihtiraslı ve hesaplı bir sınıfın mücadelesini ve bu vatandaşların mütemadi çatışmasını doğuruyor. Bu çatışma bir devletin yaşamasında ve tehlikelerden korunmasında en büyük kuvvet olan milli birliği ve milliyet fikirlerini yavaş yavaş tahrip ediyor. Bunun için de sınıflaşmayı reddedip, bunun yerine milletçe kitleleşmek fikrini müdafaa etmek gerekiyor.”13
9 Mayıs 1935’te toplanan CHP’nin 4. kurultayında kabul edilen yeni parti programının 144. maddesinde işçi sınıfına düşman faşist anlayış yeniden ve daha net olarak ortaya konuyor: “İş anlaşmazlıkları, uzlaşma yolu ile buna imkan olmazsa devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile kotarılır. Grev ve lokavt yasak olacaktır. Ulusçu Türk işçilerinin hayat ve hakları ile bu esaslar içinde ilgileniriz. Çıkarılacak iş kanunlarımız, bu esaslara uygun olacaktır.”14
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde işçi sınıfının nicelik olarak varlığının zayıflığı karşısında burjuva iktidarın gayreti abartılı hatta anlaşılmaz gelebilir. Lakin hızla gelişecek, nitelik olarak artacak bir sınıf olması nedeniyle, işçi sınıfının Türk devletinin ve burjuvazisinin engelsiz ve hızlı sermaye birikimini sağlayabilmesi ve zayıf olan Türk burjuvazisinin iktidarını kaybetmemesi ve işçi sınıfının devrimin motor gücü olmaması hedefi göz önünde bulundurulduğunda Kemalist iktidarın kaygıları anlaşılabilir.
Ekim Devrimi’nin yarattığı etki, her ülkedeki işçi sınıfında uyandırdığı sempati, her ülkede burjuvazinin sınıf mücadelesinden korkularını büyüttü. İdeolojik, politik ve örgütsel saldırılarını yoğunlaştırmasına yol açtı. Bu korkular ve endişeler CHF’yi işçi sınıfı içinde örgütlenmeye yöneltti. Kendisine bağlı kitle örgütleri kurdu ve bazı cemiyetlerin yönetimini ele geçirerek kendisine bağlamak istedi. TKP (resmi), Türkiye Umum Amele Birliği, Amele ve Esnaf Birlikleri, Türk İşçi Birliği gibi parti, cemiyet vb’leri bir dönem sonra istenilen sonuç elde edilemeyince kapısına kilit vuruldu.
Tek parti iktidarı zaten temel haklarından yoksun olan işçilerin geride kalan haklarına saldırmaya devam etti. 2. Dünya Savaşı’nın gölgesinde yaşanan saldırılarla 1940 yılında çıkardığı Milli Koruma Kanunu ile çalışma süresini 11 saate çıkardı. Hafta tatilini kaldırarak çalışmayı zorunlu hale getirdi. Erkeklerin askere çağrılmasıyla kadınlar ve çocuklar çalıştırıldı. Ücretleri de yüzde 50 oranında indirildi. Bu dönemde 2,5 milyon köylü ve işçi askere alındı. Sanayinin değişik kollarında 10 bin tutuklu ve hükümlü askere çağrılarak “Amele Taburu” oluşturuldu, zorla ve ücretsiz olarak çalıştırıldılar. Angaryanın yaygın olduğu bir süreç yaşandı. Bu uygulamaya karşı çıkan yüzden fazla sınıf bilinçli işçi ve aydın tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldı. Açlık ve sefalet diz boyu yaşandı, kıtlık baş gösterdi. Milli şef hükümeti uyguladığı politikalarla savaşa girmekten beter etti.15
Tüm bu ağır faturanın temel bir nedeni de aynı dönemde iktidarın Alman emperyalizmiyle geliştirdiği siyasi ve ticari ilişkilerdir. Hitler faşizminin desteklenmesi, Alman ordusunun bir kısım ihtiyaçlarının Türkiye tarafından tedarik edilmesi ve savaş yıllarında işçi sınıfı ve köylülük üzerindeki sömürünün bir kaç misli artırılması kıtlığın, açlığın yaşanmasına yol açtı. 2. Dünya Savaşı nedeniyle uygulanan sıkıyönetim 1947 yılının sonuna kadar devam etti.
1923’ten 1946’ya kadar ki dönemde işçi sınıfının hemen hemen tüm nefes boruları kesilmiş, örgütlenme hakkı gasp edilmiş, direnmesi ve greve başvurması yasaklanmış, sosyalist öncüyle kurmak istediği bağ darbelenmiş, CHP (1935 kurultayında “Fırka” ismi terk edilerek “parti” ismi kullanılmaya başlandı) kuşatmasıyla devlete bağlanmak istenmiş, polis zoruyla nefessiz kalmıştır. Lakin en küçük fırsatını bulduğunda örgütlenmek ve grev-direniş hakkını kullanmak için harekete geçmiştir. Yasaları zorlamış, burjuvaziye biat etmeyeceğini göstermiştir. Yaşanan sınırlı örnekler bunu göstermiş, tarihin ilerleyen diliminde başka örneklerle de göstermeye devam etmiştir.
Notlar
1 Emek Tarihi, Hz. A.H. Saygılı, Ceylan yayınları, s. 14,15; Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi, 6. Cilt, s. 1868
2 Teoride Doğrultu-36, Temmuz-Ağustos 2009, s.17
3 Yüksel Akkaya, Cumhuriyetin Hamalları: İşçiler, 2. Baskı, Yordam Yayınları, s. 64
4 DİSK Tarihi 1. Cilt, DİSK yayınları, s. 50
5 Emek Tarihi, s. 60
6 Yüksel Akkaya, s.61; Kaynak Timur Bulutay, DİE/İLO, 1995
7 STM Ansiklopedisi, 6. Cilt, s. 1894
8 A.g.e, s. 56
9 A.g.e, s. 55-56; Sendikalar Ansiklopedisi 1, s. 510
10 Teoride Doğrultu-36, s.18
11 CHF’nin 1931 programı
12 Y. Akkaya, A.g.e, s. 67-68; CHF Nizamnamesi ve programı 1931, s.33
13 Y. Akkaya, Ag.e, s. 68; Recep Peker, CHF programının izahı, 1931
14 akt. Çağdaş Görücü,,https://www.calismatoplum.org/makale/tek-parti-doneminde-halkcilik-ve-sosyal-politika-solidarizm-ve-korporatizm-kavramlari-cercevesinde-1936-is-kanunu-hakkinda-bir-degerlendirme
15 Emek Tarihi, s.72-73