Sosyalist Dayanışma Devrimci Olmalıdır

6 Şubat ve ardından gerçekleşen depremlerin yarattığı konjonktür sürüyor. Son yıllardaki yangın, sel ve ardından küresel salgın felaketlerinin her birinde farklı bağlamlarda biriken toplumsal deneyimlerin giderek bilince çıkarıldığı, siyasi sonuçlarının belirginleştiği bu yeni felaket konjonktüründe emekçi solun tüm kesimleri büyük bir seferberlik içine girerken mesele farklı boyutlarıyla kapsamlı bir şekilde yazınsal olarak incelendi.1 Ortaya çıkan tablo olayın sıcaklığında öznelerin hareket tarzında önemli bir dönüşüme yol açacak sonuçlar çıkarmadı. Ancak meşruiyet bilincine yaslanarak el yordamıyla ilerleyen emekçi solun devrimci kesimleri daha önce olmadığı biçimde halkla kaynaşırken “devrim yapma” varoluş görevlerine dair bu kaynaşmadan sonuçlar çıkarmayı ihmal etmediler. Bu yazıda depremin ardından geçen 2 aylık süreçteki kimi tespitlere dayanarak bu konjonktürde çıkarılan sonuçların devrimci varoluş tarzında genelleştirilebilir olup olmadığını ele almaya çalışacağım.

Son yılların meşhur kavramsallaştırması “felaket kapitalizmi”nin “şok doktrini”nde yıkımların yeni kâr ve rant fırsatı haline getirilmesi ve halkın direniş imkanlarını düşürerek örgütlülüğü dağıtıcı etki yapması anlatılır. Bu, sermayenin felaketleri kâr için kullanışlı bir araca çevirmesinin ötesinde felaketleri yaratan koşulları bilinçli bir şekilde yaratarak bir yönetme tarzı haline getirdiği anlamına gelir. Küresel ekolojik çöküş koşullarında haklılık payı var. Ancak sınıf mücadelesini felaketten felakete sürüklenen edilgen bir şekilde okumanın getirdiği sonuç politik bir atalet olabilir. Bundan çıkış yollarından biri olarak da dayanışma önerilir. Ancak nasıl bir dayanışma bahsedilen “direniş imkanlarını” yeniden örgütler? Ekolojik çöküş ve deprem gibi doğa olayları kuracağımız yeni toplumun nesnel zeminini oluşturuyorsa bunların birer felaketten uyum sağlanılmış birer olguya dönüşmesi için hem devrim sürecinde hem de sosyalist inşada atılacak adımlara dair bugünkü tecrübelerden dersler çıkarmak gerekir. Dahası tüm bu toplumsal felaket hafızasının kapsamlı bir değerlendirmesini yaparak devrimci mücadelede oynayabileceği rolü somutlaştırmak gerekir. Burada kasıtlı olarak hafızadan bahsediyorum, zira her bir konjonktürün politik öncelikleri farklı olsa da bu hafıza belirli bir ideolojik şekillenme için kalıcı etki yapabilir. İşte bu depremde de toplumsal dayanışma hafızalara nakşedilmiş oldu.

Dayanışma

İnsanların, bugün var olan canlıların büyük çoğunluğunun, var olmayı sürdürebilmesi için sosyalizm zorunludur. Tarihsel sınırlarına ulaşmış, zincirlerinden boşanmış emperyalist kapitalizmin devamlılığı, doğanın yıkımına bağlı olduğu sürece bu böyle olacaktır. Sosyalizmin insanlık tarihinde bir zorunluluk ya da seçeneklerden biri olmasından bağımsız olarak oraya, sadece siyasi değil fiziksel-coğrafi anlamda da birçok altüst oluştan geçerek varılacağı ve onun tam da bu süreçte şekillenen nesnel zemin üzerine inşa edileceği de açıktır. Yani, “ya sosyalizm ya barbarlık” meşhur sözündeki barbarlık, sosyalizmin nesnel zemini olacak koşulların tümüdür. Sosyalist inşanın ana konusunun, odağının ne olacağını belirleyecek bu zemin bugünden şekillenirken devrimci öznelerin ve öncü güçlerin buna uygun bir zihinsel ve pratik bir dönüşüm geçirmesi sosyalizmin zaferi için belirleyici olacaktır. Küresel ekolojik çöküşün yarattığı büyük felaketlere, depremlere, doğanın yeniden üretiminin bu yeni koşullarına toplumsal ölçekte uyum sağlama becerisi, bunun gereklilikleri bu dönüşümün konusudur. Deprem sonrası toplumsal dayanışmayı bu açıdan ele aldığımızda kolektivizmin gücü ile öfke, yorgunluk ve belirsizliğin baskın olduğu toplumsal ruh halinin bize sunduğu temel siyasi sonuçlardan ikisi öne çıkıyor.

İlki, devrimciler bu tür felaket anlarını siyasi mücadelenin bir parçası olarak görecek görüş açısına sahip olmadıklarında, büyük özveriyle artırdıkları etkileri ne kadar yüksek olursa olsun düzenin restorasyonun parçası olmaktan kaçamazlar. Devrimcilerin toplumdaki artan itibarı, örselenmiş de olsa siyasi açıdan nefesi tükenmemiş felaketzedelerden ve dayanışmacılardan kazanılan taze güçler, bir felaketten diğerine sürenin iyice kısaldığı ve genel siyasi gündemi büyük ölçüde kapladığı koşullarda yeterli bir kazanım ve başarı olarak görülemez. Devrimin güncelliğine dair bir tartışma yapıyorsak yaşananların bunun bir parçası olduğunu ve devrime dair kurgumuza bu gerçekleri dahil etmemiz gerektiğini anlamalıyız.

Düzenden umudu kalmayanları, örneğin Samandağ’daki örneklerde olduğu gibi toplum sağlığı ve insanca bir yeniden inşa için dövüşen bir güç haline getirmek, esasen yaşamları her yönden siyasileştirmek, siyasi varlığı sadece seçimlerde oy vermeye indirgenmiş halkı her an siyasi özne haline getirmektir. Bu açıdan seçim-deprem konjonktürü çakışmasının halkın siyaset yapma biçiminde böyle köklü bir dönüşüm geçirmesine vurduğu darbeye karşı, devrimcilerin yaşadığı durgunluk dikkate değerdir. Devletin depremdeki hareket tarzı sermayenin kurgusuna uyarken devrimciler açısından durum, süreci devrimcileştirmekten çok, andaki kaosu çözmek, yani düzenin restorasyonuna istemsiz katılım biçiminde olmuştur. Dayanışmanın hem gönüllüler hem de depremzedeler için siyasi bir faaliyet olarak anlatılması, anlaşılması belirli bir zihinsel hazırlık eksikliğinden kaynaklanırken faşist şeflik rejimine karşı devrimci varoluşu korumanın biçimlerinden biri olarak çeşitli öncü eylemlerin örgütlenememesi güçlerin yetersizliğiyle ilgili olmuştur. Elbette, her şey yerli yerinde durmaya, çelişkiler var olmaya devam ediyor. Bu aynı zamanda salgın dönemi derslerini sindirmeye çalışan devrimci güçler açısından da kendini yeniden kurgulama dönemi olabilir. Kitlelerle kopan bağların yeni bir tarzda kurulması dayanışma örgütlenmelerinden faşizmin yıkılmasıyla halk iktidarına giden yolun bilince çıkarılmasını sağlayabilir.

Diğer siyasi sonuç ise kolektivizmin ancak acılarla, yıkımlarla örtüşür halde varoluşuna dair oluşan toplumsal algılamaya karşı anlamlı bir yanıt üretilememesidir. Deprem bölgesiyle dayanışma için seferber olan kesimlerin deprem bölgesi dışında yaşanan konut-kira kaosu, işsizlik sorunu, mevcut konutların güçlendirilmesi gibi doğrudan bu gündemle ilgili olanlardan başlayan ama örneğin öncesinden beri süren mültecilerle dayanışma, hak temelli işçi ya da adalet direnişleriyle aynı insani duygularla ilişkilenmemesinin ya da bunun sorunlaştırılmamasının nedenleri incelenmelidir. Yani ezilenler kurban değilken, bir mücadele öznesiyken onlarla dayanışmak ve bunu bir siyasi güç olarak süreklileştirmek için de dünden bugüne biriken deneyimler üzerinde durulmalıdır. Buna iyi bir örnek olarak son yıllarda Soma maden işçilerinin militan direnişleri ve Ankara’ya yürüyüşleri etrafında oluşan kitlesel dayanışma verilebilir. Burada ise devlet ve sermaye temsilcileriyle doğrudan çarpışan işçilerin ekonomik taleplerin ötesine geçecek bir siyasi özneleşmenin henüz başında oldukları, direnişteki aktif siyasi öznelerin de bu süreci hızlandırmada yetersiz kaldıkları görülür. Neticede günlük yaşamın kolektif olarak örgütlenmesi ve acıların ortaklaştırılmasının kendiliğinden bir siyasi bilinç yaratmadığı, bunun başarılması için, duruma neden olan koşullara isyanın ve söküp alma iradesinin örgütlenmesinin dayanışmanın temel noktası olması gerektiği görülür.

Geri Çekilme

Bunlar elbette depremden önce de mesele teorik bir soyutlama düzeyinde tartışıldığında kolaylıkla ulaşılabilecek sonuçlardır. Devrimci güçler açısından yeni bir durum söz konusu değildir. Ancak bu perspektiflerin istenilen düzeyde başarılamaması ve faşist şeflik rejiminin bu büyük halk düşmanı pratiğinden de bir şekilde (en azından şimdilik) az hasar alarak sıyrılmasının nedenleri üzerinde daha somut durmak gerekir.

Sendika.org yazarı Ali Ergin Demirhan deprem bölgesindeki çalışmaları ve gözlemlerine dayanarak şöyle diyordu: “Sosyalistler kendi dar örgütlülüklerini genişletmeye değil bu toplumsal seferberliği büyütmeye odaklanmalı; bugünün toplumsal tanıklığını, vicdanını ve deneyimini bir politik bilince dönüştürüp, ‘devlet yok’ken sahaya inen halk inisiyatiflerinde yarının kurucu iktidar potansiyelini açığa çıkarmalıdır.”

Benzer bir tartışmanın yürütüldüğü bu sözlerde de nasıl sorusuna sahadan net bir yanıt henüz üretilememiştir. Öncelikle devletin sahada polisiyle, valisiyle, sonra askeriyle, sivil faşist güçleriyle ilk andan itibaren olduğu pek tartışmaya yer götürmeyecektir. Halk seferberliğini bizzat baltalayan bu yaklaşıma karşı inisiyatiflerin, kurucu bir güce dönüştürülmesi için tam da şu an talepleri için devletin karşısına dikilebilecek şekilde örgütlenmesi gerekir. Halkın dövüşken bir güce dönüşmesi için mevcut koşullarda ise birleşik mücadele şarttır. Ancak inisiyatifler arası koordinasyon olsa da ne dövüşken ne de gerçekten birleşik olarak örgütlenebildi.

Bu açıdan tek tek örgütlerin büyümesinden daha önemli olan bahsedilen seferberliği birleşik tarzda ortak bir hedefe yöneltebilmektir, ancak ana hedefe, odağa devrimci mücadelenin gereklerini koymak gerekir. Devrimci parti ve örgütler elbette örgütsel güçlerinin mevcut durumuna göre hedefler belirleyebilirler. Yeterince kadro ve örgütlü güç varsa “mülksüzleştirmeye karşı mücadele derneği”, “depremzede işçiler inisiyatifi”, “yıkımın sorumlularını yargılatma kampanyası” gibi birleşik ve dövüşken mücadele kanalları yaratılabilir ama son yılların tasfiyeci sonuçları sonrasında bunu örgütleyecek güçler yoksa ya da hızlı bir şekilde üretilemiyorsa örgütlerin kendi örgütlülüklerini genişletmenin yollarını aramaları da meşrudur ve militan birleşik mücadele ile çatışmak zorunda değildir.

Devrimci parti ve örgütlerin bu tür felaketlere yukarıda bahsedilen hazırlıksızlığı bir kenara 2015 sonrası adım adım toplumsal alanlardan geri çekilmesi sözle eylem arasındaki bu farkı yaratan temel sebep olmuştur. Partilerin etki alanındaki kitlelerin daralması nedeniyle dayanışmanın kendiliğinden doğası tam da bugünkü apolitik biçimine evrilmiştir. Faşist şeflik rejimine karşı antifaşist mücadeleden kaçınan reformist kesimlerin legalizm ve parlamenterizmle malul varoluşları da bu kendiliğinden bilince daha kolay temas edebilmiştir.

14 Mayıs seçimleri de deprem etrafında gelişmesi muhtemel devrimci gelişmelerin önünü tıkayan bir rol oynamaktadır. Restorasyoncu burjuva blokun yanı sıra emekçi solun reformist kesimlerinin eleştirisi ve teşhiri de yine bu dönemde kitle çalışmasında devrimci çizginin öne çıkmasını zorlaştırıyor. Zira TİP, TKP gibi partilerin ihtiyaç giderme temelli dayanışmalarını bir propaganda gücüne dönüştürerek örgütsel genişlemeyi hedeflemeleri kendi çizgileri açısından en olağan durumdu. Devrimci örgütlerin iyiden iyiye daralan tabanlarını örgütlü bir güce dönüştürmekte zorlandığı son yıllarda salgın ya da büyük enflasyon dalgası gibi konjonktürler bu açıdan yeterince değerlendirilemese de politizasyonun daha yüksek ve rejimin kestirilemezliğinin belirleyici olacağı seçim sürecinde devrimci örgütlerin etrafındaki ilk halkada biriken antifaşist halk kesimlerin dayanışmayı götürecekleri en az 13 milyon (ve göç ettikleri kentlerde etkilenen yerel) öfkeli ve arayıştaki doğal bir taban önlerinde duruyor.

Komite, meclis, koordinasyon, inisiyatif vb. adlarla yürütülen çalışmaların deprem bölgesi dışındaki politik faaliyetlerle bütünleştirilememesi, deprem bölgesinin kendisi içinde merkezileştirilememesi daha başta, olası bir devrimci durumu bir “nefes alma” ihtiyacına yedirmiştir. Bu kez “nefes alma” somut olarak halkın yaralarını sarma biçiminde ifade edilmiştir. Oysa aradan geçen 2 aya yakın zamanda halkın temel ihtiyaçlarının dahi büyük oranda giderilememiş olmasının taze tuttuğu öfke, tam da bu ihtiyaçların giderilmesi için militan bir şekilde kolektif kamulaştırmalar, kamu binalarının işgali, saray rejimi temsilcilerinin bölgede rahat hareket etmesinin engellenmesi gibi biçimlerde örgütlenebilseydi halkın kendisine nefes aldıracak bir özgüveni inşa etmesi mümkün olabilirdi. Bu açıdan devrimci pörsümenin etkisi buradaki pratikte bir hayli belirgin hale gelmiştir.

Özneleşme

Hayati önemi sıkça vurgulanan ilk 72 saatte madenciler, sağlık emekçileri, motosikletli kuryeler, taşımacılar ve daha pek çok iş kolunda işçi ve emekçi hızla harekete geçerek yola düşmüş ve seferberliğe girişmişti. On binlerce gönüllü binlerce yardım toplama merkezinde kolileri hazır etmeye koşmuştu. Salgın döneminde farklı biçimlerde benzeri yaşanan dayanışmanın yaygınlığı ve çapı tipik küçük burjuva reflekslerini aşan, dönüştürücü düzeydeydi. Kitleler, devrimci öncü güçlerin zayıflığı koşullarında bu tür süreçlerle kendi özneleşme süreçlerini tüm olumlu ve olumsuz özellikleriyle birlikte yaşıyorlar.

“Deprem komünizmi” gibi ifadelerle estetize edilerek gelecek için “umut tohumları” saçması niyetlenen dayanışma pratiklerinin günübirlik ihtiyaçları giderirken genel amaç ve misyonları genişletildikçe ideolojik şekillenmeleri de söz konusu olacaktır. Burada oluşturulacak mücadele tarzı sonraki politik mücadelenin gücünü belirleyecektir. Amaç ve misyonlar yaşamın tamamını ne kadar kapsarsa, kısa ve uzun erimli süreğen ihtiyaçları gidermenin yollarını ne kadar somut bir şekilde tanımlarsa halkın örgütlenmelerdeki kalıcılığı da o kadar garanti altına alınacaktır. Halka yaptığı şeyin bizzat siyaset olduğunu anlatmadaki başarı esasen onu özneleştirmedeki başarı, devrimci örgütlerin kadro rezervlerinin genişlemesindeki başarı ve anın devrimci gerekliliklerini yerine getirmedeki başarı olacaktır. Hem bireysel hem toplumsal düzeydeki derin travmanın üstesinden gelmenin yolu budur.

Koşullar tamamen farklı elbette ama Gezi’den bu yana mücadelede bir süreklilik olduğundan bahsedebiliriz. Orada yaklaşık 1 ay süren sıcak sokak çatışmalarının ardından ortaya çıkan forum ve inisiyatiflerin çekim gücü 1 yılı aşan bir süre devam etmiş ancak sonra sönümlenme yönüne girmişti. Siyasete katılım açısından benzer tartışmalar yürütülmüş, farklı mücadele programları çatışmıştı. O günden bu yana birleşik devrimci önderliğin inşası açısından belirli bir yol alınsa da bu tür süreçlerde yan yana gelmeyi sağlayacak asgari bir mücadele programının olmadığı ve bunun devrimci yapıların sahadaki dağınıklığının temel sebeplerinden biri olduğu görüldü. Bu eksiklik bugünkü özneleşme sürecini de akamete uğratacak temel bir mesele olarak muhataplarını çağırıyor.

Bir diğer “dayanışma” örneği olan SGDF’nin “Kobanê’yi Yeniden İnşa Kampanyası” nasıl Gezi’nin çocuklarını Rojava Devrimi’yle buluşturmayı hedefledi ve buluşturduysa bugün yaşamın her alanının yeniden inşasında kurulacak köprüler, bu uzun sürecin ardından geriye kalan “yenilgi” duygusundan silkinmek için kullanılabilmelidir. Devrimci hücum konjonktüründe devrimci siyasi bilinç üreten dayanışma geri çekilme döneminde depolitizasyonun bir biçimi olarak işlev görebiliyor. İşte tam da bu nedenle bir kez daha “sırtımızı Kobanê’ye yaslamalıyız”. Dayanışmayı, Kızılay ve AFAD’ın yapmadıkları üzerinden tariflemek ve CHP belediyelerinin, AHBAP’ın “şeffaflığı” ve “kapsayıcılığı”na atıf yaparak İslamcı faşist tarikatlara karşı makul alternatif olarak kabul etmek yerine halkın politik bilincini yükseltmeyi temel alan her türden faaliyete genişletmek, hesap sorma iradesini geliştirecek teşhirle günlük yaşamın içine dahil etmek ve depremzede-gönüllü ikiliğini aşarak süreçteki tüm kesimleri antifaşist mücadelenin günlük biçimleriyle tanıştırmak ancak benzer bir büyük iddiayla gerçekleştirilebilir.

Bölgedeki barınma, gıda gibi temel ihtiyaçlar dışında asbestli molozların tarım ve yaşam alanlarına dökülmesi, hala kayıp insanların olması, apar topar ihalelerle yandaş şirketlere dağıtılan inşaat projeleri için hukuksuzca arazi ve mülklere el koymalar, çocukların nitelikli eğitime erişimi sorunu gibi durumlar kısa vadede çözüme kavuşturulacak gibi görünmüyor. Özsavunmayı somutlama anı hem buradaki inisiyatifleri bu eksenlerde antifaşist tarzda örgütlerken diğer kentler için de felakete dönüştürülen olası doğa olaylarına karşı lojistik hazırlık, kolektif eğitimler ve komitelerin oluşturulması biçiminde olacaktır.

Tüm bu bahsedilen perspektiflerden çıkarılabilecek teorik sonuç faşizme karşı mücadelede kitle çalışmasının anın koşullarına kesinlikle uygun hale getirilmesi ve siyasi özneleşmeyi öncelemesi olabilir. Daha somut olarak da günümüz ekolojik çöküş koşullarında bu özneleşmenin, var olagelen ulusal, dinsel, vb. toplumsal çelişkilerden farklı olarak ezilen sınıfların andaki kolektif yaşamı üretme iradesindeki süreklilikle olabileceğidir.

Yeniden İnşa

Deprem sonrası oluşan yazının önemli bir kısmını da Şehir Plancıları ve Mimarlar Odası gibi meslek odaları, demokratik kitle örgütleri gibi kesimlerin öncülüğünde kentlerin yeniden inşası oluşturmaktadır. Burada dayanışmanın doğrudan pratiğinden yeniden talepler listelerinin oluşturulmasına dönülür. Zira inşaat pahalı ve ancak devlet ölçeğinde bir yapının çözebileceği bir konudur. Peki talepleri, faşist şefe ya da burjuva restorasyoncu bloka kabul ettirecek bir toplumsal güç oluşturmak için nereden başlamak gerekir? Biraz inşaat sektörüne bakalım.

1998’den bu yana inşaat ve gayrimenkul faaliyetlerine ayrılan kaynak 1998-2021 yılları arasında ortalama milli gelirin her yıl yüzde 15’i civarında olacak şekilde toplam 2.2 trilyon dolarlık dev bir meblağa tekabül ediyor.2 Bu yıllarda inşaatlardaki binlerce iş cinayetinde ölen işçinin koşullarında çalışmayı sürdüren on binlerce işçinin sömürüsüyle inşaat konusunda “ustalaşan”, dünyaya açılıp farklı ülkelerde Türkiye’nin nüfuzunu artıracak dev altyapı projeleri üstlenen sektörün, ‘99 depremi sonrasına gelen aynı dönemde temel güdüsünün binaları yenilemek ya da depreme dayanıklı yenilerini inşa etmek olmadığı her yeni depremde tekraren görüldü. Dayanıklı inşaat kârı düşüreceğinden her şeyden önce mülkiyet hakkı kısıtlanmadan, ranta ciddi oranda kamu kesintisi getirilmeden Türkiye gibi “gelişmekte olan” bir ekonomide depremle ciddi bir mücadele geliştirilemez. Kaldı ki kendi burjuva blokunun inşasında AKP ve Erdoğan’ın temel dayanağı olacak bir sektörde ölen on binler, tıpkı düşük faizle yönetilebilir yoksulluk ekonomik tercihindeki örgütlü sınıf mücadelesinin zayıflığı durumunda gayet yönetilebilir görülmektedir.

Emperyalist küreselleşmeyle esasen konutun barınma ihtiyacını gideren bir meta olmanın ötesine geçerek finansallaşması kentlere çehresini veren, işçi ve emekçilerin konumlarını belirleyen bir gelişme olmuştur. Tüm spekülatif sermaye yatırım alanlarında olduğu gibi yozlaşma, denetimsizlik, plansızlık konut sorununda imar afları, plansız kentleşme, kentsel-kırsal farklı toplumsal kullanımlar için gereken tüm arazilerin imara açılması, arz-talepten bağımsız uçuk fiyatlarla konuta erişememe sonuçlarını doğurur. Bu aynı zamanda sermayenin yoğunlaşması ve emek üretkenliğinin artmasıyla emeği daha yüksek oranda sömürmesi ve oluşan yedek sanayi ordusunun iş gücü üzerindeki bu sömürüyü devam ettirecek toplumsal baskıyı oluşturmasıyla uyumludur. Yani, işçi sermayenin yeniden üretimini sağlayacak kadar hayatta kaldığı sürece nerede, nasıl yaşadığı önemli değildir, onun konut sorunu sermaye için ancak bu oranda dikkate değerdir, aksi halde ise tasarrufun konusudur. Bireysel konut edinerek sermayeye mekansal olarak da bağlanan işçi, konutun finansallaşmasıyla bu “ayrıcalığını” yerinden kovularak ve yeni barınma alanında sefalete razı gelen dibe doğru bir rekabete girerek kaybeder.

Bunun deprem sürecinde nasıl işlediğini Fuat Filizler yalın bir şekilde ifade etmiştir: “Antep, İskenderun, kısmen Maraş gibi belli bir sanayi sermayesi ve uluslararası ticaret yoğunlaşması olan yerlerde, sermaye az çok vasıflı, deneyimli işçilerin göç etmesine hiddetle karşı çıkıyor, çadır ve konteyner kentler ilk buralara kuruluyor, sonra Antep merkezdeki çadır kent kaldırılıp sanayi işçilerinin ailelerini de fabrikalara getirmesi isteniyor, depremzede işçiler hasarlı fabrikalarda artçı deprem riskine karşın (yıllık zam da verilmeden hatta daha düşük ücretle) çalışmaya zorlanıyor, hatta metropol sanayi ve ticaret odalarının desteğiyle, yerel organize sanayi bölgelerinin hemen yanına işçi konteyner kentleri kurulması, merkezden vasıflı işçi gönderilmesi planları yapılıyor. Hatay gibi bir büyük sanayisi olmayan yerler ise, çadırlar, konteynerler olabildiğince geciktirilerek ve sınırlı tutularak, depremzede nüfusun olabildiğince büyük bölümü göç etmek zorunda bırakılıyor.3

Bu olgunun üzerine gazeteciler Bahadır Özgür ve Hakkı Özdal’ın kaleme aldığı Emek Partisi tarafından yayımlanan "2023 Şubat Depremleri Raporu: Mülksüzleştirme, Sermaye Transferi ve Kentlerin Yeniden Talanı" raporundaki verileri ekleyelim. İstihdamdaki kayıtdışılık oranının yüzde 39 seviyesinde olduğu deprem bölgesindeki 11 kent aynı zamanda Türkiye’nin 2022’deki 14,2 milyar dolarlık tekstil ürünleri ihracatının yüzde 35’ini karşılıyor. Dahası depremin tahmin edilen fiziksel hasar maliyeti en az 34 milyar dolar ve toplam ekonomik maliyeti ise en az 100 milyar dolar civarında, yani ulusal gelirin % 4 ila 9’u. 11 ilin 14 milyondan biraz fazla nüfusu Türkiye nüfusunun % 16,4’üne, buradaki gelir ise ulusal gelirin % 9,8’ine tekabül ediyor. Acil inşa edilen konutların yüzde 2’si Hatay’da, bunların ise hepsi AKP ve MHP’li belediyelerin olduğu ilçelerde. İşte devletin Arap, Alevi, Kürt halkımızın daha yoğun yaşadığı bölgelerdeki yeniden inşa planlarına yön veren veriler bunlardır. Hem demografik değişim planına karşı hem de bölgedeki emek rejiminin dinamiklerine karşı siyasi seferberlik halkın konut ve yaşanılabilir kent talebi için merkezi bir yerde durmalıdır.

1985 Meksika depremi, 2004 Endonezya tsunamisi, Nepal ve Haiti depremleri gibi dünyadaki deneyimler yeniden inşa sürecinin yalnızca ‘betondan’ ibaret kaldığında halkın ya yeni konutları reddettiği ya da göç ettiği başarısız sonucuna götürdüğünü gösteriyor. İşin inşa boyutuna değinmek gerekirse Şehir Plancıları Odası’ndan Ceren Gamze Yaşar’ın belirttiği üzere boş beyaz bir sayfa olmayan topraklarda “kentsel arazi kullanımları dışında devasa tarım alanlarına ve dengeyi korumak için tarım alanlarından da çok olması gereken doğal alanlara (ormanlar, sulak alanlar, içme suyu havzaları, bozkırlar, meralar, çayırlar, göller, bataklıklar, dereler ve diğer doğal arazi biçimleri)”4 ihtiyacımız var. Bu nedenle herkese müstakil ev küçük burjuva hayalciliğinin, gerekli kaynakların teminin ve altyapı inşaatının yaratacağı ekolojik yükü görmeyen, arazilerin bu şekilde dönüşümünün etkisini hesaba katmayan, mevcut kentlerle ne yapılacağını hesaplamayan, tek mekan ihtiyacını konuta indirgeyen yüzeyselliğine düşmeden bir alternatif ortaya koyulmalı. Ama bunun için gereken konut vergileri, el koymalar, yasal düzenlemeler, üretimin planlanması gibi adımların hiçbirinin politik özgürlüklerin yokluğu durumunda elde edilemeyeceği bizi bir kez daha tartışmanın başına götürüyor. Devrimci dayanışmanın parçası olarak yeniden inşa konusunda bir bilgilendirme seferberliği içine girmesine paralel olarak şu an için 150 milyar lirayı geçen inşaat ihalelerine somut olarak nasıl müdahale edilebileceğine de kafa yorması gerekiyor. Oldu bittiye getirilen inşaatlarla yeni tabutluklar ya da AHBAP’ın yaptığı gibi bütünlüklü bir kent planlaması olmaksızın özel gereksinimleri olanlara “acil” ihtiyaç gerekçesiyle girişilen tek tip konutlar halkın süreçten tamamen dışlandığı bir şekilde yürüyor. Yeniden inşada özneleşmek için uygun mücadele araçları fiili mücadele sürecinde elbette ortaya çıkacaktır.

Burada çıkarılacak teorik sonuç ise yaşam alanlarının dönüşümünün toplumsal üretim ve yeniden üretim alanlarını buraların özgün talep ve unsurlarını içeren tarzda ele almanın geleneksel sendikal mücadeleyi de alışılageldik dayanışma örgütlerini de aşan bir örgütlenme biçimini gerektirdiğidir. Tüm bu süreç kapitalizmde “doğaya uyumlu kent” diye bir şeyin olamayacağını ve sosyalizmin gerekliliğini de bir kez daha ortaya koyarken sosyalist alternatifimizin güncel uzmanlık bilgisiyle derinleşmesinin kritik önemde olduğunu da göstermiştir.

6 Şubat ve sonrası devrimci parti ve örgütlere dönemin gerektirdiği düzeyde sorumlulukları mevcut sınırlı güçlerle omuzlama görevini yükledi. Konjonktür devam ediyor ve seçim süreciyle iç içe geçmenin handikabını taşıyor. Sosyalistler itibarlarını ve örgütlülüklerini artırsa da daha kökten bir anlayış değişikliğiyle önemli bir sıçrama anı yakalama fırsatını değerlendirmek için koşullar sürüyor. Devrimci örgütlerin bölgedeki koordinasyon düzeyini artırması ve “normalde” devlet ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin üstlenebileceği, üstlenmesi gereken günlük ihtiyaçlar, asgari yaşam koşullarını sağlama gibi sorumluluklarla boğuşmak yerine çadır ve konteyner alanlarında ve depremden dolayı diğer kentlere göç etmek zorunda kalan insanlar arasında onların bu acil ihtiyaçlarına ve uzun vadeli koşullarının iyileşmesine odaklanan siyasi faaliyetlere ağırlık vermesi önümüzdeki sürecin yolunu döşeyecektir. Deprem için seferber olan gönüllüleri de yine bu “ihtiyaç tedariki” görevinden halkın siyasal örgütlenmesini sağlamada örgütçü roller üstlenmeye ikna etmek, onları uygun kampanya ya da pratik çalışmalarda işlevlendirmek de devrimci örgütlerin kapasitelerini artıracaktır.

Yukarıda farklı yönlerden dile getirilen devrimci parti ve örgütlerin çok zorlu yaşamsal koşullardaki kitlelerle siyasal mücadeleyi dayanışmanın aracı/biçimi haline getirerek ilişkilenmesi meselesi belki de şeflik ya da burjuva restorasyoncu biçimleriyle asimilasyoncu faşist rejime karşı mücadelede biraz “nefes almak” gerektiği yönündeki yaygın kanıyı ortadan kaldıracak örnekler yaratabilecektir. Zira, depremin alabildiğine derinleştirdiği toplumsal çelişkiler, devrimci partiler kitleyle doğru bütünleşmeyi sağladığı ölçüde bıkkınlık, yorgunluk, bekleme toplumsal ruh halleri yerine var olan koşullara katlanmanın yolunun özgücüne dayanmak ve kolektif hareket etmekten geçtiğini gösterecektir. İkizdere’deki taş ocağına ya da İkizköy’deki kömür madeni genişlemesine karşı artık geri adım atacak bir nokta kalmadığında boyun eğmek yerine direnmek iradesini kendiliğinden gösterebilen ve belirli düzeyde sonuç alabilen köylüler ve onlarla temas üzerinden kendi siyasallaşmasını, örgütlülüğünü artıran ekoloji örgütleri buna örnektir. Aynı örgütlerin benzer bir dinamizmi asbest, halk sağlığı, kadın ve çocukların özel ihtiyaçları, psikolojik destek ihtiyacı, yeniden inşada fiili ve hukuki mücadele gibi başlıklarda bunları birbirinden ayırmadan bölge halkını bütünüyle bir araya getirecek büyük, kitlesel ve iddialı çalışmalarla planlaması tam da bunu sağlayacaktır.

İşçi ve emekçilerin siyasi özneleşmesinin temposunu gözeten bir vadeye yayılan kitle çalışması, deprem felaketleri gibi anlarda dayanışma biçimlerine uygun hale getirilmeli, bu dayanışma bugün için aynı zamanda antifaşist mücadelenin de bir aracı haline getirilmelidir. Sosyalist dayanışma devrimci olmalıdır.

 

1 Bunların bir kısmı için bkz: https://sendika.org/2023/03/deprem-tartismalari-felaket-kapitalizmi-deprem-komunizmi-ceset-birikimi-678781/

2 https://ozgurorhangazi.com/2023/02/13/deprem1/

3 https://www.polenekoloji.org/marxin-kapitalinden-bir-deprem-analizi/

4 https://www.birgun.net/makale/nasil-yapmali-konut-sorununda-kabuller-sahte-cozumler-ve-nasil-cikariz-429392

 

Marksist Teori

Yaygın Süreli Yayın
Varyos Gazete Dergi adına Yazı İşleri Müdürü: Tülin Gür
Posta Çeki Hesap No: Varyos Gazete Dergi 17629956
Türkiye İş Bankası IBAN: TR 83 0006 0011 1220 4668 71

Bize Ulaşın

Yönetim Yeri: Aksaray Mah. Müezzin Sok. İlhan Apt. No: 12/1 D:7 Fatih/İSTANBUL
Tel: (0212) 529 15 94  Faks: (0212) 529 06 75
Web Sitesi: www.marksistteori5.org
E-posta: info@marksistteori.org
Twitter: @mt_dergi