İnsan çağı diye adlandırılan ve bir toplum biçimi ve toplumsal üretim tarzı olarak kapitalizmin doğaya müdahalesinin en kapsamlı ve derin boyutlarda fiilleştiği bir dünya-tarihsel dönemi yaşıyoruz. İnsan-doğa ilişkisi ve çelişkisinin bu denli boyutlandığı ve nitelik değiştirdiği başka bir dünya tarihsel dönem bulunmuyor. Ekolojik krizler ve toplumsal felaketler zincirinin insanlığı kendi yıkım anaforuna çektiği günümüz koşullarında, hayli zamandır karşımızda duran soru şudur: Dünyanın sonu mu geliyor? Bir kıyamet anına doğru mu yaklaşıyoruz? Covid-19 pandemisiyle “Dünyanın sonu mu geliyor?” sorusu gerçek bir küresel toplumsal duygu ve kaygı olarak gelişip genelleşti.
Dünya adlı gezegenin uzaydaki ömrü ve ömrü boyunca geçirdiği dönüşümler hep uzayın-maddenin-varlığın doğal hareketiyle gerçekleşti. Bilimsel verilerin hata paylarıyla önümüze koyduğu bilgilerden dünyadaki canlılığın defalarca buzul çağlarıyla ya da küresel ısınmalarla yıkıma ve kesintiye uğradığını ve her defasında yeniden başladığını biliyoruz. Yeryüzü jeolojik etkinliğinin yanı sıra canlılığın önceki dönemden devralınan mirası ve yeni formlarıyla evrimini sürdürdü. Bu evrimin son aşamasında insanın Homo Sapiens türü evrimin bir aşamasında ortaya çıktı ve çeşitli meziyetleriyle varlığını sürdüren tek insan türü olarak kaldı. Yaklaşık 4,5 milyar yaşındaki dünyanın doğal bir ürünü olan insan sadece yaklaşık 250 bin yıldır yeryüzüne ayak basmaktadır. Şair’in dizesinden esinle söylersek dünyadaki insan “dünkü çocuk sayılır”.
Parçası olduğu doğadaki yeri ona çeşitli nimet ve imkanlar sunar ama toplumsal insan doğayı emek faaliyetiyle dönüştürme gücüne de sahiptir. Kendi varlığının zorunlu koşulu tam da bu dönüştürme faaliyetidir. Bundan önceki toplum biçimlerini oluşturan toplumsal üretim tarzları kritik ekosistemlerin gezegensel ölçekte kendini yenilemesiyle esaslı bir çelişkiye sahip değildi. Doğayla insan arasındaki insanın tâbi olduğu zorunlu bağımlılık ilişkisi gezegensel bir metabolizma oluşturuyordu. Kapitalist üretim tarzı bu metabolik ilişkiyi yardı. Doğa-insan ilişkisini kökten değiştirdi. İnsanı insanın kurdu yapan kapitalist üretim tarzı, toplumsal sınıflara ayrılmış türün içinden aynı zamanda doğa düşmanı ve katili eğilimler ortaya çıkardı.
İnsan türünün doğayla kurduğu metabolik ilişkideki yarılma doğanın kendini yenileme imkanlarını her gün daha fazla ortadan kaldırıyor. Kapitalist toplumun şekillendirdiği insan, doğayı dönüştürme ve onunla birlikte kendini dönüştürme faaliyetini, sermayenin kendini sürekli büyüme isteğiyle var eden bir ilişki olmasından kaynaklı olarak doğa üzerinde tahakküm kurma anlayışıyla yürütür. Doğanın zorunluluk koşullarını aşmanın biçimi olarak doğa adeta bir düşman olarak algılanır. Tarih öncesi çağında doğaya sundukları için tapınan, daha sonraki çağlarda doğayı kendini besleyen ana olarak benimseyen ve saygı duyan kültür, günümüzde egemen sınıf düşüncesiyle kendisini doğanın efendisi gibi görüyor. Burjuva bilinç ve itkiyle yenilenen bu insan merkezci bilinç ve eylemle insan sermayenin mezar kazıcısı olarak yaratılırken diğer yandan doğadaki kendi varlık koşullarının altını oyuyor. İnsan diğer canlı türlerinden farklı olarak gezegendeki canlılığın öncekilerden çok daha hızlı bir biçimde kesintiye uğramasına neden olacak uğursuz eylemin öznesi konumuna itilmiş bulunuyor.
Türlü alametleriyle bu sürecin sonuçlarıyla, kendi gerçekliğiyle yüzleşen toplumda ekolojik bir bilinç uyanıyor. Bu bilinç, küresel ekolojik çöküş koşullarının dolaysız bir sonucudur. Tarihin maddesinin tarihin öznesine yansımasında ifade bulan bu durum, yeni ekolojik bilinci dolayımlayarak sermaye ile doğa çelişkisini apaçık hale getiriyor. Doğa-sermaye çelişkisinin çözümünü ezilen ve sömürülen insanlığın tarihsel ödevi olarak sorunsallaştırıyor. Başka bir anlatımla, bugünkü tarihin maddesi ve tarihin devindirici gücü sınıf savaşımı, doğa-sermaye temel ilişki ve çelişkisini pratik olarak içeriyor. Bu durum Marksist harekete de kapitalist toplumu yeni bir toplum biçimine doğru bir kopuşla dönüştürme asli misyonunu “doğayı kurtarma” misyonuyla ayrılmaz bir bütün olarak kavramayı dayatıyor.
Marksist hareket açısından bu durumunun bir hakikat ve mücadele perspektifi olarak kavranması yaşamsal önem taşıyor. Gelişen toplumsal ekolojik bilinç ve buna uygun teorik bir yordam olmaksızın güncel sınıf savaşımlarını bütünlüklü analiz etmek ve kavramak mümkün değildir. Covid-19’un küresel bir salgına dönüşerek siyasal mücadele ve teori bakımından damıtıp önümüze koyduğu “yeni hakikat” bu olmuştu. Felaketlerin prizmasından yansıyan gerçeği bir yok oluş süreci olarak okuduğumuzda 2023 Maraş depremlerinin aynı hakikati vurguladığını görürüz.
Bugün doğa olayları ve afetler ağır toplumsal felaketler olarak karşımıza çıkıyor. Salgın hastalıklar, gıda ve su krizleri, iç içe geçen sel, kuraklık ve kıtlıklar ağır ve yıkıcı toplumsal sonuçlar doğuruyor. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde birbirini besleyen ve doğuran koşulları yaratan bu ekolojik çöküş görünümü ile kapitalizmin genel krizi de yine hem tarihsel olarak eş zamanlı gerçekleşiyor hem de yine karşılıklı etkileşimle birbirini derinleştiriyor. En bariz örneği emperyalist çelişkilerin savaşla çözümü yoluna gidilirken yaratılan doğal yıkım ve doğal varlık talanı olmakla birlikte jeolojik bir gerçeklik olan depremlere karşı sermayenin bir fırsat olarak görerek kârlılık için insan yaşamını hiçe sayan kasıtlı kayıtsızlığı ve hareket tarzı da toplumsal-siyasal krize yeni boyutlar katıyor. Kapitalizmin varoluşsal krizi ardı arkası kesilmeyen toplumsal felaketler zincirini birikim rejimine içermeye çalışırken gezegendeki canlı yaşamının büyük bir kısmından vazgeçilebilecek bir gelecek öngörüyor.
Covid-19 pandemisinin bu anlamda tarihsel bir dönemeç olduğunu vurgulamalıyız. Küresel pandemi kapsamlı toplumsal ve siyasal sonuçlar açığa çıkardı. En önemlisi geniş kitlelerin doğa-sermaye temel çelişkisini daha yalın biçimde görmesini ve kavramasını sağladı. Salgın tüm ezilen ve sömürülenler için ortak bir deneyime dönüştü. Aksayan tedarik zincirleri ve kapanan kentler birçok sektörde toplu işsizliğe yol açarken kapalı devre üretim modelleri, evden çalışma, esnek zamanlı çalışma, giderek bir toplumsal kontrol mekanizmasına dönüşen maske ve hijyen önlemleriyle sermaye bu krizi de toplumsal tahakkümünü sürdürecek tarzda işledi. Bir emekçi hastalığına dönüşen Covid-19’u yaşayarak öğrendi ve özdeneyimini farklı kavrayış ve bilinç düzeyleriyle soyutladı.
Tüm toplumsal bilinç biçimlerinin diyalektik gelişimi gibi yeni ekolojik toplumsal bilinç ve duyarlılık politik sınıf savaşımıyla içerik ve nitelik kazanıyor. Dünya kapitalizminin varoluşsal krizinin temel bir boyutunu oluşturan doğa-sermaye çelişkisi, farklı görünümleriyle vuku bulup sonuçları toplumsal ve teorik olarak kavrandıkça bu bilincin sermaye düzenine karşı daha radikal politik biçimlerde devrimci tarzda kristalize olması ve hegemonik düşünce biçimi olması mümkündür.
2023 Maraş Depremini Felakete Dönüştüren Kapitalist Devlet Ve Sömürgeci Faşist Şeflik Rejimidir
Her anlamda büyük bir yıkım yaşatan son depremlere yukarıda bahsedilen yeni bilincin devrimci potansiyeli nedeniyle bu dünya tarihsel arka plan ve sömürgeci Türk burjuva düzeninin güncel gerçekleri üzerinden bakmalı ve anlamalıyız. Her şeyden önce 6 Şubat’ta Maraş merkezli ve Türkiye’de 13 ili, Suriye ve Rojava’da birçok kenti etkileyen iki bölgesel depremin görülmemiş derecede ağır toplumsal bir felaket olarak vücut bulması Türkiye’nin dünya kapitalizminde kendisine biçilen rolün dolaysız bir sonucudur. Depreme dayanıklı konutlar, kentler ve kapsamlı bir arama-kurtarma ve afet sonrası hazırlığı yerine azami kar, rant ve sermaye birikimini önceleyen politikalar bu role uygun bilinçli tercihlerdir.
Geçmiş deneyimlerinin ardından Japonya, Şili, Meksika gibi depreme karşı stratejik önlemler alan ülkeler olduğu gibi özellikle Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya’da bunun tam tersi pek çok örnek de mevcut. Bu ülkelerin kapitalist gelişmişlik, yani sermaye birikim düzeyi, emperyalist ilişkilerde tuttukları yer, ülke içindeki sınıfsal güç ilişkileri, ulusal, inançsal sorunlar gibi özgün özellikleri ve yanı sıra ekolojik çöküşün ülkelerin coğrafi konumlarına ve emperyalist talana bağlı olarak yarattığı eşitsiz yıkımların hepsi bu durumda toplam bir etki yaratır.
Ancak orta gelişmişlikte kapitalist bir ekonomiye sahip Türkiye’de sömürgeci faşist devlet, bir deprem kuşağı ülkesinde en az yıkım ve kayıpla atlatacak hiçbir stratejik planlama ve hazırlık yapmadı. Sayısız imar affıyla taksirle cinayete dönüşen depremle ilgili değil bu sadece; örneğin yılda en az birkaç kitlesel ölümlü sel felaketi yaşanmasına rağmen aynı dere yataklarına inşaat ruhsatı verilir, “yangın sezonu”na rağmen söndürme uçakları alınmaz, yanan orman alanları imara açılır ya da bilimsel olmayan yollarla rehabilite edilir. Yoksul halklarımızı yasal olarak soyan deprem vergileri depreme hazırlık dışında iktidarın keyfince her alana kullanılır. Göstermelik tatbikatlarla gerçek hazırlık savuşturulur. Aslında halklarımıza karşı taammüden bir ölümlü gelecek hazırlanır. Faşist şef Erdoğan’ın depremden kırk gün sonra televizyondan yaptığı açıklamada “Bundan sonra imar affı yapmayı düşünmüyoruz. Sonuçlarını depremde gördük” minvalindeki itirafı, milyonların yaşamını altüst eden bu “hatanın” esasen devletin değil azami kar peşinde koşan müteahhit ve konut sahiplerini işaret etmeyi amaçlar.
Bu depremi büyük bir toplumsal felakete dönüştüren faşist şeflik rejiminin politik İslamcı boyun eğdirmeyle “kader planı”na yazgılı ekonomi politikalarıdır. On binlerin ölümüne göz yuman, Kürt, Arap ve Alevi halklara ayrımcı, mültecilere ırkçı, kadınlara patriyarkal işleyen maksatlı devlet pratiği onun kapitalist büyüme hedefiyle uyumludur. Bölgeyi göçe tabi tutarak insansızlaştırma, mülksüzleştirme pratiğiyle ilgili olduğu kadar demografik değişimle asimilasyon politikasıyla ilişkilidir. Yeniden inşadaki kuralsızlık ve hız ısrarı da keza seçim öncesi bir propaganda hamlesi olmasının yanı sıra bölgeyi yeni bir ucuz emek cehennemine çevirecek yapısal adımları atmak için uygun fırsatın görülmesiyle ilgilidir.
İşbirlikçi Türk burjuvazisi dünya sermaye oligarşisinin ortak sermaye birikim rejimi olarak dünya halkalarına dayatılan neoliberal politikalara kendini sımsıkı bağlamıştır. Sömürgeci faşist rejim AKP iktidarı yıllarında emek ve doğaya bu temel ekonomi programı çerçevesinde kapsamlı metotlarla saldırdı. “Avrupa’nın yeni Çin’i” olma hevesiyle şekillenen birikim stratejisinde özellikle inşaat sektörü lokomotif oldu. “İnşaat ya Resulallah” mottosu politik İslamcı iktidarın dümenini tuttuğu ekonomi politikaları demetiyle sektör altyapı, konut, kentsel dönüşüm, enerji santralleriyle altın çağını yaşadı. Yeni bir büyük sermaye katmanı yaratıldı, kaymak tabakaya yeni zenginler armağan edildi, orta büyüklükteki inşaat şirketleri iki on yılda koca holdinglere dönüştü. İnşaat sektöründen sermaye biriktiren bu kapitalistler sanayiden turizme pek çok alana sermaye yatıran ve gücünü yeni kapitalist sektörlerde de büyüten sermayedarlar haline geldi. Politik İslamcılığın kendi büyük sermaye sınıfını yaratma çabası orta çaplı ticaret yapma kapasitesindeki pek çok dinci tarikatın da birer holding sahibi olmasını sağladı.
Metropol kentlerin bağrına bir mızrak gibi çakılan gökdelenler bu kapitalist birikim rejiminin en çarpıcı simgesi oldu. Gezi Ayaklanması’na vesile olan Topçu Kışlası projesi AKP iktidarının çılgın rant projelerinden biriydi. En devasa çılgın proje Kanal İstanbul uygun koşulların oluşmasını bekliyor. Rüzgar, güneş, jeotermal enerji santralleri, barajlar, paralı otoyollar, asma köprüler, hava alanları vb. istisnasız tümü doğanın talanı ve rant üzerinde yükseldi. Bu kapitalist gelişme stratejisinin bölgesel boyutu ise büyük Türk inşaat şirketlerinin dünyanın dört bir yanında benzer dev inşaat projelerine girişmesinin yanı sıra bölgesel emperyal yayılma ve sömürgeci savaş ekonomi politikası biçiminde somutlaştı. Kuzey Kürdistan coğrafyası sömürgeci Türk burjuvazi tarafından yer altı ve yer üstü varlıklarına azgın saldırılarla çok kapsamlı biçimde yıkıma uğratıldı. Sömürgeci savaşla Kürdistan’ın üç parçasında doğa tahrip edildi. Ormanları yakıldı, kentler yakılıp yıkıldı, Sur’da olduğu gibi kent arsalarına çöküp kent rantıyla sömürgeci sermayeyi büyüttü.
Kent Rantı ve Yeniden İnşa
Kapitalizm yıkımlardan beslenir, bunlar yaratıcı yıkım görünümüyle sermayenin aşırı birikim krizine karşı yatırım alanı olarak yararlı iş görür. Nitekim depreminin daha ilk günlerinde inşaatla ilgili sektörlerin borsadaki hisseleri tavan yaptı. Altyapı ve konutları yeniden inşa ederek büyük bir sermaye birikimi elde etme iştahını ve tavrını ortaya koydu. “Asrın felaketi” safsatasıyla halklarımızın acılarını ve duygularını maniple edip asrın yağması için harekete geçildi. Politik İslamcılığın bu pejmürde yararcılığı ve depremi fırsata çevirme anlayışı yeni sayılmaz. Takiyecilik ve fırsatçılık politik İslamcılığın tıynetidir, faşist şef Erdoğan’ın siyasi felsefesidir. Her defasında karşılarına çıkan “Allahın lütufları” onların amentüsüdür.
Deprem bölgelerinde daha enkaz kalkmadan, molozlardan ceset parçaları çıkarken Erdoğan hızla toplu konut yapım projelerini açıkladı ve birkaç bölgede faaliyeti başlattı. Bir yıl içinde 32 milyar dolara yakın maliyetle 319 bin ve toplamda ise 600 bin konut üretmeyi hedef olarak ilan etti.
Kuşkusuz bu kentlerin yeniden inşasının sadece bir kısmıdır. Yıkılan alt yapının yenilenmesi ve diğer imar kalemleri de dahil edildiğinde dev bir sermaye yatırımı ve değerlenmesi ortaya çıkmaktadır. Deprem konutları ve kent inşalarının finansmanı için devletin kasasında halihazırda gerekli paranın bulunmadığı açıktır. Bu durumda bilinen iki yol izlenecektir. Geride kalan yıllarda inşaat sektöründe sermayelerini büyüten gruplar (başta Beşli Çete olarak anılan sermaye öbeği), ya yağlı yolsuzluk ihaleleriyle biriktirdikleri sermayelerini yatırıma dönüştürecekler ya da öküzün derisini ikinci kez yüzecekler. Yani devletin sunacağı kredilerle semirecekler. Belki de depremzedeler adına büyük bir şovla toplanan 115,1 milyar lira inşaat tekelleri ve yandaş müteahhitlere sermaye olarak akıtılacaktır. Konut ve alt yapının imarı projelerinin devlet tarafından üstlenildiği ve kamu ihaleleri olarak gerçekleşeceği düşünüldüğünde bu dev projelerin maliyetinin yine halklarımızın sırtına yükleneceği açıktır.
Öte yandan bu dev imar ve alt yapı projeleri yeni bir kent rantı pastasının paylaşımı anlamına gelmektedir. Rant kapitalist sistemde önemli bir artı-kâr biçimidir. Özellikle kâr oranlarının düştüğü dönemlerde önemi katlanan ve daha fazla başvurulan bir artı-kâr elde etme yoludur. Kent rantı arazi ve arsa mülkiyetine dayanır. Çünkü kapitalist gelişmenin bir aşamasında tıpkı sanayi ve ticarette, sermayedeki merkezileşme gibi toprakta da tekel oluşur. Toprak rantı kapitalist tarıma özgüdür. Kapitalist işletmeci tarafından elde edilen ve kârın dışında kalan artı bölümünü ifade eder. Rantının iki biçimi vardır: mutlak ve diferansiyel rant. Mutlak rant belirli bir toprakta elde edilen ranttır. En kötü toprağın bile getirebileceği rantı dile getirir. Toprak sahipleri kapitalist işletmecilere ellerinde tuttukları toprakları belirli sürelerle kiralarlar. Toprak tekelinden ötürü yaratılmış olan toplam artık değerden mutlak rant alırlar. Toprak üzerinde yapılan tarım, madencilik, enerji, konut vd. üretilen ürünlerin içerdiği emek-değere dayalı maliyet fiyatı ile piyasadaki satış fiyatı arasındaki fark toprak rantını oluşturur. Başka bir anlatımla toprak kendi başına değer/artı-değer üretmediğinden bu toplam toplumsal artı-değer içindeki toprak mülkiyetine dayalı rant payıdır. Diferansiyel rant ise en uygun koşullarda ve en verimli topraklarda edilen ürünün en verimsiz toprakta elde edilen ürün arasındaki farktan oluşur. Diferansiyel rant iki biçimde gerçekleşir. Birinci biçimi farklı toprak bölgeleri arasında ortaya çıkar. İkincisi aynı bölgelerdeki topraklar arasında oluşan fark biçiminde gerçekleşir.
Kent rantı dediğimiz ve esasen konut/inşaat sektöründe gerçekleşen rant benzer bir biçimde oluşur. Günümüzde emek-değere bağlı maliyeti en fazla 300-400 bin TL arasında olan ortalama bir konutun-dairenin piyasa fiyatının 2-3 milyon TL olması kentte oluşan mutlak rantı ifade eder. Aynı kentte ulaşım, konum vb. değişkenlerle bir dairenin piyasa fiyatının 8-10 milyon TL olması da diferansiyel rantın oluştuğunu gösterir. Kent rantının bu denli yüksek artı kâr sağlayan niteliğinden dolayı, sermaye tekelleri ve inşaat şirketleri durmadan kentsel dönüşüm ve yeni kent projeleriyle sermayelerini büyütme peşine düşerler. Bu yüzden burjuva hükümetler kent rantının büyük sermayeye akmasını özel program konusu yaparlar. Konut ve kentsel dönüşüm projeleri tam olarak bu kent rantının programlarıdır.
AKP bunun tipik bir örneğidir. AKP seçimleri 99 Marmara depreminin artçı siyasal ve sosyal etkilerinin güçlüce sürdüğü bir dönemde kazandı. Hükümet olarak iş başına geldiğinde ilk el attığı konulardan biri konut ve kentsel dönüşüm konusu oldu. Önce belediye kanununda yasal değişikliler yaparak kent rantının sermayeye peşkeş çekmenin adımlarını attı. Gecekondulara savaş açtı. 2005 yılında ise 775 sayılı gecekondu yasasıyla en kapsamlı kent rantı ve yağmasının hukuki zeminini döşedi. Gecekonduların tasfiyesi ve “ıslahı” kentsel dönüşüm olarak kodlandı. Ruhsatsız ve fiili konut yapımına hapis cezası getirildi. Daha sonraki dönemde bu yasal mülkiyet ve kent rantı gasbına KHK’lerle zorunlu kamulaştırma da eklendi. AKP kent rantını sermayeye iki koldan dağıttı. Burada tekelci kast sistemi ve paylaşım kuralları işledi. İlki TOKİ eliyle toplu konut ve yeni kent inşası yoluyla gerçekleşti. Bu kamu görünümlü ve esasen orta ve küçük müteahhitlere kent rantı akıtma biçimiydi. Küçük sermaye payını böyle aldı. İkincisi büyük inşaat firmalarına sunulan yüksek kent rantıydı.İstanbul başta olmak üzere metropol kentlerdeki kentsel dönüşüm projeleri büyük sermayeye peşkeş çekildi. Tekelci sermaye de aslan payını kasalarına doldurdu.
Son depremlerle yeni ekonomik “rant konjonktürü” oluştu. Faşist şef derhal “Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” (126. Kararname) yayınladı. Kararname cari mevzuatta olan tüm prosedürleri askıya aldı. Kent planlamasını tümden devreden çıkardı. Yaşamsal önemdeki planlama salt jeolojik zemin etüdüyle sınırlı bir etken değildir. Bilimsel ve toplumsal açıdan itiraz edenler bir kez daha hedeflendi ve devlet gücüyle susturulmaya çalışıldı. İTÜ Şehir Planlaması Bölüm Başkanı Prof. Dr. Funda Yirmibeşoğlu, bu nedenle görevden uzaklaştırıldı.
Kent, toplumsal mekan olarak toplumsal ilişkiler bütününü kapsar. Yalnızca konut/barınma ya da yalnızca emek mekanı değildir. Organik, canlı, yaşayan, kendini yeniden üreten ve değişen bir toplumsal mekandır. Bu nedenle kent planlaması pek çok değişken faktör ve bileşkeyi kapsamak zorundadır. Ama bu durumda en başta depremzedelerin, kentlerde yaşayanların taleplerinin kent planlaması için temel alınması gerekir. Bununla birlikte jeolojik yapıyı, toprak yapısını, su alanlarını, iklim ve meteorolojik özellikleri, demografik yapıyı, kültürel dokuyu, yapılaşmış çevre örüntüleri olarak kentin tarihi dokusu ve mirasını, SİT alanlarını, alt yapı ve ulaşım ağlarını kapsamalıdır. Oysa ortaya çıkan gerçeklik tam tersi yönde ilerliyor ve hoyrat bir kent inşasının ilk adımlarını resmediyor. Antakya’nın tankla topla yıkılan Sur örneği gibi inşa edilme pratikleri bunu gösteriyor.
Kent rantının deprem bölgesiyle sınırlı olmadığını ve kalmayacağını özellikle vurgulamak gerekiyor. Depremin belirlediği kent rantı trendi yükselen bir dalga olarak yaşadığımız coğrafyanın tüm sathına değişik düzeyde yayılacaktır. Kısa erimde bile bu rant trendi ve dalgasının etkisini somut verileriyle görebiliyoruz. Örneğin eşikte bekleyen İstanbul depreminin her an gerçekleşebileceği endişesi daha şimdiden kent rantı piyasasını etkiliyor. Büyük sermaye İstanbul’daki sanayi yatırımlarını Trakya’ya taşıma ve güvencelemeyi tartışıyor. Salt bu eğilimin belirmesi İstanbul periferisindeki Kırklareli ve Tekirdağ’da arazi ve arsa fiyatlarını %50 oranında artırmış bulunuyor. Depremden önce de enflasyonla tavan yapan kiralar deprem sonrası göçle birlikte artık içinden çıkılmaz bir hal alan dev bir konut sorununa dönüşüyor. Ya barınma ya açlık ikilemiyle halk yoksulluk boyunduruğuna alınıyor.
Depremin yarattığı yeni ekonomik konjonktür daralmaya başlamış olan inşaat sektörünün yeniden canlanıp genişlemesi için muazzam fırsatlar anlamına geliyor. Faşist şef deprem bölgelerinde temel atma törenleri düzenliyor, aç açıkta kalan yüz binlerce depremzedeye ucuz ve güvenli konut vaadinde bulunuyor. Halihazırda deprem bölgesinde 2,5 milyon depremzede nüfus çadır, konteyner, hasarlı konut gibi geçici barınma mekanlarında binbir zorlukla yaşamını sürdürüyor. Bu koşullarda başını sokacak bir ev/konut sahibi olma tüm depremzedeler için doğal ve güçlü bir talep haline geliyor. Faşist şef bir işportacı çığırtkanlığıyla depremzedeleri yıllarca sürünecekleri borç yükü altına sokmak ve ellerinde avuçlarında ne varsa almak istiyor. TOKİ konutlarına yerleştirildikten iki yıl sonra ödemelerin başlaması depremzedeleri ilk anda rahatlasa da uzun vadede ağır mali külfetin altına sokuyor. Dahası işçi emekçiyi bu borç sürdüğü sürece o mekana bağlayarak bölgedeki emek arzını garanti altına alıyor. Emek uzun vadeli olarak sermayeye prangalanıyor, emekçiler neredeyse ömür boyu ev kredisi ödemeye mahkum edilmiş oluyor. Dahası artan kent rantı ve bunun konut fiyatlarına çarpan etkisiyle yansıması nedeniyle bu süreçler borç yükünü taşınamaz hale getiriyor. Daha önceki örneklerinden bilindiği gibi depremzedeler konut borcunu ödeyemediği koşullarda evlerini banka ve gayrimenkul şirketlere satmak zorunda kalıyor.
Depremde Devlet ve Halk Karşılaşması
Maraş merkezli iki büyük depremin ardından devlet-halk ayrışması göze batan bir gerçeklik olarak toplumsal bilinç alanına yansıdı. Ölüm-dirim anlarında her şey çok yoğunlaşmış ve olağandışı bir biçimde yaşanır. İnsanlar her şeyden önce hayatta kalma ve toplumsal varlık halini koruma güdüsü ve bilinciyle düşünmeye başlar. Andaki duruma çare ve çözüm arar. Felaket anlarında uzanacak ve tutulacak el arar, kara gün dostu arar. Böyle zamanlarda kimse eskisi gibi düşünüp davranamaz. Egemen düşünce ve bilinç biçimleri gerçek bir sorgulamadan geçer. Toplumsal felaket ‘an’ları devletin varlık gerekçesinin en çok sorgulandığı süreçler olur. Devletin varlık gerekçesinin halk tarafından sınanmadan geçirildiği bu ‘an’larda devletle halk kaçınılmaz olarak karşı karşıya gelir. Nitekim bunların hepsi Maraş-Antakya merkezli bölge depremlerinde yaşandı. Halklarımızla devletin bu karşılaşmasında arama kurtarma, iaşe, ilk yardım-sağlık, geçici barınma vb. temel yaşam ihtiyaçları sağlamaması ve ancak valisi, askeri, polisiyle “asayiş” için alanda bulunması sınamanın verisini sağladı.
Bu depremde ölüme terk etmeyle ortaya çıkan “Devlet yok” algısı ‘99 depreminde ise “Sesimi duyan var mı?” sorusuyla yıkımın çapı ve arama-kurtarmaya odaklanmıştı. ‘99 depreminde de devlet ordu gücüyle arama kurtarma çalışmalarının merkezinde yer aldı. Emasya protokolünü uyguladı. 1. ordu kuvvetlerinin yanı sıra deniz ve hava kuvvetlerinin olağanüstü durum ve afetler için hazırlanmış birlik ve teçhizatları da depreme müdahale için kullanıldı. Ordu emekçi solun Marmara depreminde etkinleşmesini ve bağımsız bir otorite odağı olmasını özel olarak ele aldı ve izin vermedi. Emasya protokolüyle tüm arama-kurtarma, yardım, iaşe, sağlık ve geçici barınma çalışmalarını kendi kontrolüne aldı. Devrimcilerin ve kitle örgütlerinin bağımsız faaliyetlerine müdahale etti, engelledi. Kızılay’ı Emasya protokolü çerçevesinde işlevlendirdi. Çünkü bugün olduğu gibi o gün de Kızılay bir militer devlet aparatıydı. Diğer arama-kurtarma, sosyal dayanışma örgüt ve inisiyatiflerini ise yine Emasya protokolü çerçevesinde denetiminde tuttu. Bugün bu Emasya olmasa da devletin acizliği koşullarında kaba kuvvet biçiminde aynı mantıkla uygulanıyor.
‘99 depremi ile kıyaslanarak ordunun neden arama kurtarma çalışmalarına ve diğer faaliyetlere seferber olmadığı haklı olarak sorgulandı. On yılı aşkındır sömürgeci savaş ve işgal pozisyonundaki sömürgeci işgalci ordunun depreme müdahil olmamasının gerekçesini Milli Savunma Bakanı da tam olarak bu gerekçeyle açıkladı. Höykürerek “Ordu sınır ötesi ve sınırda, orduyu sınırdan mı çekelim?” diye cevap verdi. Daha sonraki zamanlarda soruları yanıtlayan Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, deprem bölgesindeki 2. Ordu’yla ilgili çarpıcı veriler paylaştı. Buna göre 105 bin kişilik 2. Ordu’da 90 bin asker sınır ötesi ve sınırda sömürgeci işgal ve savaşa dahil olmuş durumda. Geriye kalan 15 bin askerden 5 bini karargahta, 10 bini ise askeri birliklerde bulunuyor. Deprem sürecinde 6 bin asker görev aldı ve bunların neredeyse hepsi güvenlik görevi yaptı, sokakta halkın dayanışmasını terörize etti. Ordu arama-kurtarma çalışmalarına katılmadı. İmkanlarını seferber etmedi. Siyasi ve toplumsal baskı sonucu bir hafta sonra kimi yerlerde ilk yardım sahra çadırı kurarak zevahiri kurtarmaya çalıştı.
Diğer yandan çürümüş devlet gerçeğini AHBAP ve belediyelere en yüksek fiyatlarla çadır satma, bağışlanan kanları satma gibi peş peşe açığa çıkan yolsuzluk skandallarıyla çok daha görünür kılan holdingleşmiş Kızılay'la ve depremin en kritik zamanlarında arama-kurtarma müdahalelerinde bulunmayan, uluslararası arama-kurtarma ve yardım örgütlerinin depreme hızlı ve etkin müdahale etmesini engelleyen, deprem öncesi lojistik hiçbir hazırlık yapmayan, deprem sonrası koordinasyon becerisinden tamamen yoksun olan AFAD'la simgeleşen devletin “varlığı” ile tablo tamamlanır. Rojava ve Suriye’deki faşist İslamcı çetelere sahra çadırları, hastaneler kuran Kızılay ve AFAD’ın insanlarımızı enkazlardan kurtarmak ve barınmalarını sağlanmak için bu denli yetersiz kalması devletin çıplak bir zor aygıtı haline geldiğini çarpıcı biçimde gösterdi.
Deprem süreci sermayenin güvenliğinin ve sürekliliğinin öncelikli olduğunu, kapitalist devletin varlık gerekçesinin tam da bu olduğunu bir kez daha gösterdi. Nitekim depremin 5. gününde ilan edilen OHAL’de sermayenin ve özel mülkiyetin güvenliğini azami derecede sağlanması hedeflendi. Bölgedeki banka kasaları başında nöbetler tutuldu. İş makinaları önce banka kasalarını kurtardı. Tıpkı pandemide olduğu gibi depremde yıkılmayan fabrikalar üretime devam etti. Yağma yaygarası kopartılarak özel mülkiyetin dokunulmazlığı bir kez daha en geniş kitlelere gösterildi. Enkazda ailesi, yakınları kalan işçilerin, diğer kentlerden gelenlerin arama-kurtarma ve sosyal yaşamın düzenlenmesine yardım etmesine engeller çıkarıldı, kimi sektörlerde işe gitme zorunluluğu getirildi, dayanışmaya gidenler işten çıkarıldı. OHAL kararnamesiyle devlet yıkılan sanayi tesislerini öncelikli olarak tazmin ve telafi edeceğini, çeşitli krediler ve teşviklerle sermayenin yeniden yatırım ve üretime dönmesini önceleyeceğini ilan etti ve uygulamaya başladı.
Depremde Emekçi Sol ve Halk Buluşması
Emekçi sol hareketimiz ilk andan itibaren boylu boyunca bu sürecin etkin bir öznesi oldu. Depremde emekçi sol halkla buluşup kaynaştı. Kendi siyasal yordamını işletti. Beklemediği ve hiç hazır olmadığı bu duruma örgütçü yeteneği ve öncü ataklığıyla yanıtlar üretmeye çalıştı. Deprem bölgelerinde sosyal dayanışma ve öz örgütlülükler geliştirdi. Faşist şeflik rejiminin hegemonyasının çatlayıp kırıldığı bu aşamada toplumsal alanı dayanışma ve yardımlaşma seferberliğiyle, mevcut varlığı ölçüsünde doldurdu. Bu çabalar deprem bölgesi başta olmak üzere geniş kitleler üzerinde politik bir etki ve sahici bir siyasi saygınlık yarattı. Bölgeden göçe karşı direnen yaralı halkla birlikte geçici asgari yaşamı örgütledi. Bu bağlamda siyasetin andaki görevlerinin ilk tutulacak halkasını doğru yerden yakaladı.
Emekçi sol hareketimiz faşist şefin dümeninde durduğu devletin ölüme terk eden politikasının yarattığı boşluğu kapasitesi ölçeğinde örgütlerken esasen sosyal dayanışma düzleminde kaldı. “Felaket kapitalizmine karşı deprem komünizmi” bağlamıyla tariflenebilecek toplumsal, komünal pratikler ortaya çıktı. Bu, halklarımızın tarihsel birikiminde örtük olarak var olmayı sürdüren ortaklaşma kültürünün andaki somut biçimiydi ve siyasal bakımdan emekçi sol öznelerin halkla buluşma ve halkla birlikte sosyal bir yaşamı örgütleme pratiği olarak elbette değerlidir. Salt gereksinmeleri örgütlemekle sınırlı olmayan öz örgütlülüğüyle “şeyleri ve kendini yönetme”yi başarmak, bunu siyasal bir felsefe ve yeni ortak toplumsal kurucu eylem olarak ilerletebilmek açısından da kuşkusuz gerekli ve anlamlıdır.
Ancak yerel ve dar ölçeklerle varlık kazanan ve her biri farklı siyasallaşma nitelikleri taşıyan bu “deprem komünizm”leri emekçi sol hareketimizin halk içinde kök salmasının ilk basamak kazanımlarıdır. Başta depremzedelerin geçici ve dönemsel ihtiyaçlarını karşılayan ve koordinasyon, dayanışma, inisiyatif vs isimlerle faaliyet yürüten bu örgütlerin aynı zamanda siyasallaşma birimleri ve mevzileri haline getirilmesi esas ihtiyaçtır. Başka bir anlatımla deprem sonrası kurulan bu halk örgütlülüklerinin aynı zamanda devlete karşı siyasal bakımdan da işlevlenmesi gerekir. Bu örgütlenmeleri ikili varoluş rolü ve göreviyle ele almak ve konumlamak devrimci öncülerin yaklaşımı olmalıdır. Yıkılan kentlerin ve depremzedelerin taleplerinin siyasal eylem konusu haline getirilmesi ihmal edilemez bir görevdir. Antakya’daki halk örgütlenmelerinin eylemli siyasal bilinci ve pratiği bu anlamda yürünmesi gereken güzergahı işaret ediyor. Emekçi solun örgütlediği bu halk örgütlülüklerinin dayanışma ve yardımlaşmayla kendini tüketip çürümemesi önümüzdeki günlerin önemli meselelerindendir.
1996’da kurulan AKUT 1999 depremine 150 gönüllüyle katılmış, arama kurtarma faaliyeti yürütmüştü. Bu faaliyetler özel bir ilgi çekti, AKUT gibi derneklere büyük bir gönüllü akışı oldu. Gücü ve kapasitesi artan, profesyonellikleri genişleyen bu dernekler afetlerde özel rol oynamaya başladı. AKUT’un 2012 yılında kurucu başkanı Nasuh Mahriki’nin elinden darbeci bir yol ve zorlamayla alınması da devlet içi güç savaşıyla bağlıdır. Ancak derneğin gelmiş olduğu yeni düzeyinin de belirleyici payı olduğu açıktır. Dolayısıyla Marmara depreminin sonuçlarından biri bu tür derneklerin büyümesi ve sayılarının artması oldu. Benzer bir etkiyi bugün AHBAP derneğinin gördüğü yoğun maddi destek ve yaygın gönüllü ağında da görüyoruz. Bu olguyu toplumsal felaketlerin ortak bir çıktısı olarak ele alabiliriz. Ortak deneyimin önemli bir toplumsal bilinç ve ihtiyaç olarak soyutlanmasını ve örgüt alanına yansımasını gösteriyor.
6 Şubat ve sonrasındaki depremlerde gönüllülerin nicelik ve niteliksel düzeyi Marmara depremini fazlasıyla aştı. Kendiliğinden, bireysel ve grupsal biçimlerde, emekçi solun çağrısı ve örgütlemesiyle, kimi meslek örgütleri, DKÖ’ler ve belediyelerle deprem alanına on binlerce gönüllü aktı, halkın yardımına koştu, yarasını sarmaya çalıştı. İşçisi, aydını, doktoru, öğretmeni, tiyatro oyuncusu, psikoloğu, sanatçısı vs. hepsi kapitalizmin örgütlemeye çalıştığı bireyci, bencil, yabancılaşmış ve duyarsız insan gerçeğinin mutlak olmadığını açığa çıkardı. Toplumsal yabancılaşma ve duyarsızlığa eylemli bir karşı koyuş gösterdi.
Eli kulağında olduğu bilim insanları tarafından sürekli tekrarlanan İstanbul/Marmara depremine hazırlığı da kapsayan bir perspektifle yeni toplumsal bilinç ve dinamiklere yaslanan bir pratik politika yolu döşemek gerekiyor. Deprem gönüllülerini depreme kapsamlı hazırlığın farklı ihtiyaçları ve görevleri temelinde örgütlemek dönemin önemli pratik görevlerindendir. Arama-kurtarma, teknik ve araçsal donanım ve bunun sahada uygulanması bakımından emekçi sol hareketimizin kapasitesinin çok yetersiz olduğu pratikte sınandı. Aynı konuda politik İslamcı dernek ve tarikatların kıyas kabul etmez düzeyde bir donanım ve kapasiteye sahip olduklarını vurgulamak gerekiyor. 2023 depreminde bir kez daha açığa çıktı ki bu tür sosyal yardım kuruluşu görünümlü İslamcı dernekler aynı zamanda olağanüstü koşullarda ve iç savaş vasatında paramiliter örgütler olarak işlevlenecektir.
Marmara depreminde öne çıkan bir başat eğilim ve pratik Yapı Kooperatifleri biçiminde halkın kendi imkanlarıyla konut ve kent inşası örnekleri oldu. Sakarya ve Kocaeli’nde Bin Umut Evleri gibi bazı emekçi sol kesimlerin de içinde olduğu bazı örnekler yaratıldı. Küçük burjuva mülkiyetçi sınırları aşamayan ve siyasal toplumsallıklardan arınmış tüm sosyal konutçu-kooperatifçi projeler kaçınılmaz biçimde düzen içine sönümlenip yozlaştı. Vurgulamak gerekir ki bu kooperatifçi çözümler siyasal kurucu bir eylem ve bilinçten yoksunlukları nedeniyle devrimci hareketin gecekondu mahalleleri inşa edip kent yoksullarının barınma sorununu çözmelerinin bile çok gerisinde kaldı. Gecekondu mahalleleri uzun dönemler boyu devrimci siyasal niteliklerini korudu ve üretti. Bugün bakımından tüm deneyimleri yeniden incelemek, hafıza tazelemek ve belli biçimleri üzerine yeniden yaratıcı biçimde çalışmak gerekiyor. Bu deprem konjonktüründe de bir kooperatif komüncülüğü emekçi sol hareket saflarında gelişecektir. Öte yandan kentlerin yeniden inşası sürecine halk örgütlenmelerinin talepler üreten ve dayatan siyasal eylemleriyle sürecin belirleyici veya halk ve kent ekolojisi yararına etkileyip şekillendirici öznesi olmak gerekiyor.
2023 depremleri yeni bir siyasal konjonktür yarattı. Konjonktür halklarımızın en geniş kesimlerinde devlete dair derin bir hayal kırıklığı ve AKP-MHP faşist blokuna yüksek bir öfke yarattı. Ancak milyonların öfke ve tepkisi güçlü siyasal sokak eylemlerine dönüşemedi. Futbol statlarına, sokak ve eylemlerine “Hükümet istifa!” sloganı olarak yansıdı. 8 Mart ve Newroz alanlarına yansıdı. Deprem ve burjuva seçim konjonktürünün iç içe geçmesi oluşan siyasal öfkenin yönünü sokaktan seçime doğru büktü. Faşist şeflik rejiminin on binlerin ölümünün politik sorumlusu olması gerçeğini etkin bir siyasal ajitasyon ve eylem konusu haline getirmek ve rejimin tasfiyesi mücadelesinin bir manivelası yapmak güncel bir ödevdir. Seçimler sürecinin yarattığı özgün siyasal koşullarda depremin aynasından yansıyan kapitalist sistem ve sömürgeci faşist rejimin tüm gerçekleri halklarımıza en iyi biçimlerde anlatılmalıdır. Kapitalizmin bir toplumsal felaket düzeni haline geldiği, emeği, doğayı ve insanı yok oluşa sürüklediği günümüz koşullarında kapitalizme karşı sosyalizmin toplumsal kurtuluş programının propagandasını yükseltmeliyiz.