TKP, Kürt ulusal demokratik hareketiyle ve ittifak içindeki parti ve örgütlerle eylem birliğini reddetmekle meşhur. Bu tavrı, Türk halkı arasında burjuvazinin yükselttiği şovenizmle mücadele etme kararsızlığından, kitle kazandırıcı yanı pek olmamasından, emperyalizme karşı mücadeleyi kaba ulusalcı kavrayışından geliyor. TKP’nin ulusal soruna ilişkin literatürü incelendiğinde, bu tavrının, bahsedilen etkenlerin rolünün yanı sıra, esasen üçüncü dünya devletleri milliyetçisi bir akım olmasının ürünü olduğu görülür. TKP bu niteliğine uygun olarak ulusal soruna ilişkin Marksist Leninist programatik görüşleri revizyona tabi tutarak teori de uydurdu. Kürt hareketinin önderlik ettiği mücadeleyi emperyalizme yarayan bir mücadele olarak da suçladı. Emperyalizmin Türkiye’yi bölüp parçalamak istediği, buna karşı durmanın her şeyi tayin eden görev olduğu paranoyasını strateji olarak da benimsedi.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) yalnızca emperyalist sömürgeciliğe karşı mı geçerli?
Emperyalist sömürgecilik yıkıldıktan sonra elbette ulusal sorunun kapsamı daraldı. Büyük ölçüde çok uluslu yeni sömürgelerin sorunu haline dönüştü. Yerli halklar ve yeniden emperyalist işgale uğrayan uluslar için de sorun olmayı sürdürdü.
Sorunun kapsamının daralmasının etkisiyle TKP’nin teorisyenlerinden A. Giritli, 1988’de ulusların kendi kaderini tayin hakkının (UKKTH), devrimci içeriğiyle ezilen ve sömürge ulusların ayrılma hakkının, Marksistler açısından yalnızca taktik bir ilke olduğu teorisini uydurdu: “Sosyalistler için ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ demokratça bir ilke değildir. Ama bir ‘ilke’; her somut durumda oturacağı çerçevenin netlikle analiz edilmesi gereken kesinlikle soyut olmayan bir taktik ilke.” 1
Özellikle Marx ve Engels’e, onların bu konuda tamamlanmış teorik bir temel oluşturmadığına vurgu yaparak teorisini haklı göstermeye çalıştı.
Lenin’in ise Çarlığa ve sonra emperyalist sömürgeciliğe karşı, proletaryanın sosyalist devrimde ezilen ulusları ittifak güçleri olarak kazanma bakış açısıyla, tıpkı köylüleri ittifak gücü olarak kazanma “taktiğine” benzer biçimde yaklaştığını vurguladı.
TKP yazarları aynı yıl (1988’de) yeni sömürge çok uluslu devletlerdeki ulusal sorunların eğer ulusalcı karakterdeyseler ilerici rol oynamayacaklarını, içlerinde hakim sınıfsal ögeye göre davranmak gerektiğini vurguladılar:
“Emperyalist bir ülkenin bünyesinde ezen ulus-ezilen ulus ilişkisinin bulunduğu hallerde ulusal kimlikli bir mücadelenin özellikle uluslararası dengeler açısından belli bir işlevi olabilir.
Özellikle ezen “sınıf-millet-ülke” emperyalist olmadığı oranda ulusal sorunun çözümünde sınıfsal özün altının iyice çizilmesinde büyük yarar vardır.
Türkiye’de ise hangi türden olursa olsun bir milliyetçi akım ve ideolojinin devrim sürecinde ilerici konum alabilmesi mümkün değildir.”2
Böylece TKP, yeni sömürge çok uluslu ülkelerde ulusal sorun için sosyal şoven teorisini 1988’de oluşturdu.
Öncelikle vurgulayalım emperyalist sömürgecilik yıkılmadan önce de yarı ve yeni sömürge ülkelerdeki ezilen uluslar sorunu vardı. Marksist Leninistler o ülkelerdeki ezilen uluslar için ayrılma hakkını savunuyorlardı. Sosyalizm adına “sınırları koruma”nın, “bölücülüğe karşı çıkma”nın sosyal şovenizm olduğunu vurgulayıp, saflarını sosyal şovenlerden ayırıyorlardı.
Ünlü örnek Stalin’in 1925’te Yugoslavya’daki ulusal sorun üzerine polemiğidir. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonucunda kurulan Yugoslavya, Sırp ulusunun hakim olduğu diğerlerini siyasal boyunduruk altında tuttuğu bir ülkeydi. Yugoslav komünistlerinin yöneticilerinden Semiç, ulusal sorunu Yugoslavya özgülünde anayasal bir sorun olarak görüyordu. Çözümünü de doğal olarak mücadelenin anayasada yol açacağı değişiklikle öngörüyordu.
Stalin, eleştirisinin yanısıra Yugoslavya’da ulusal soruna program olarak şunu öneriyordu:
“Ulusal programa ayrılıp ayrı devlet kurmaya kadar, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine bir madde koymak mutlaka zorunludur. (...)
Yugoslavya devletinin, Sovyet rejimi temeli üzerinde bir özerk ulusal devletler federasyonuna dönüştürülmesini gözönünde tutarak , programda özerkliğe ilişkin bir maddenin bulunması gerekir."3
Stalin Yugoslavya’da ulusal sorunda sınırların değişmemesi gerektiği görüşünü de şiddetle eleştiriye tabi tutuyor:
“Şimdi söz konusu olan savaş ve zor kullanma sonucu ortaya çıkmış olan Yugoslavya devletinin bugünkü sınırlarının, ulusal sorunun çözümü için bir çıkış noktası ve meşru temel yapılamayacağıdır.
..Semiç yoldaşın ulusal sorunu genel uluslararası durum sorunundan kopardığını, böylece onun kendi kaderini tayin sorununun, yani Yugoslavya’nın bugünkü sınırlarının değiştirilmesi sorununu aslında güncel bir sorun değil akademik bir sorun”4 görmesini eleştiriyor.
Nitekim 1930 yılında Komintern de Polonya, Yugoslavya gibi yeni kurulan yarısömürge veya bağımlı ülkelerde, bu ülke hakim sınıflarının ezilen uluslar üzerindeki ilhakçılığını emperyalist bir politika olarak niteliyordu:
“Muzaffer Antant'ın gücüyle dikte ettirilen Versailles, Saint-Germain vs. barış anlaşmaları, proleter devrime karşı mücadele için, başka kökenli halkların yaşadığı önemli bölgelerin ilhakı üzerine kurulu ve ulusal baskının ve sosyal gericiliğin ocaklarını oluşturan yeni emperyalist küçük devletler -Polanya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Romanya, Yunanistan – yarattı."5
Komintern bu yarısömürge ülkelerde de ezilen ulusların KKTH’nı, devrimci içeriğiyle ayrı devlet kurma hakkı olarak savundu:
“ ‘Ayrılıp ayrı devlet kurmak dahil, her halkın kendi kaderini tayin hakkı’ şiarı, içinde bulunulan devrim öncesi dönemde, yeni ortaya çıkan emperyalist devletlerde ifadesini ‘ezilen halkların Polanya, Romanya, Çekoslovakya, Yugoslavya, Yunanistan'ın devlet birliklerinden devlet olarak ayrılması’ şiarında bulmalıdır."6
TKP, yarı-yeni sömürge ülkelerde ezilen uluslar için ayrılma hakkını reddederken Komintern ve Stalin yoldaşla karşıt konuma düşüyor.
Sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfının birliği için ayrılma hakkını reddetmek gerektiğini vurguluyor ki, tam tersi doğrudur.
Ezen ulus proletaryası, ezilen ulusun işçi sınıfı ve yoksul köylülerini sosyalizm mücadelesi etrafında toplamaya çalışırken, sömürgeci, ilhakçı egemen burjuvazi tarafından ulusal haksızlık ve adaletsizliğe tabi tutulduklarını düşünen bu kitleleri, ancak ulusal hak eşitliği, ayrılma hakkı, ayrılma hakkının korunacağı federatif/özerkçe biçimlerle birliği gerçekleştireceği savunusunu program edinir ve kararlıca ilan eder, soruna ilişkin her pratik uygulamada bu çizgide kararlı davranırsa, kazanabilir.
Kaldı ki bu ülkelerde de ulusal sorunun esası da köylü sorunudur.
Yenisömürge çok uluslu devletlerde de sömürgeci ve ulusal boyunduruktan en çok acı çeken, kaynakların talanı ve işgücünün ağır sömürüsünden yoksulluğa mahkum edilen asıl sınıflar köylüler ve işçi sınıfıdır. Siyasi baskıya, devlet terörüne ve ırkçı/şoven saldırılara ağırlıklı olarak muhatap edilen ezilen ulusun köylü ve işçileridir.
Bu nedenle bu ülkelerde de ulusal sorunun esası, emperyalizm çağından başlayarak, burjuvazilerin rekabet mücadelesi olmaktan çıkmış, ezilen ulusun köylü ve işçilerinin ezen ulus burjuvazisinin ağır sömürüsü ve köleci siyasi baskısından kurtuluş mücadelesi sorunu olmuştur. Ezilen ulus burjuvazisine yönelik baskı ve kısıtlama da vardır ama ne sorunun esasıdır ne de buradan kaynaklanan mücadele sorunu çözebilir.
Ezilen ulusun gerek işçi ve yoksul köylülerinin sosyalizm mücadelesine, gerekse işçi ve yoksul, küçük üretici köylülerinin antifaşist, antiemperyalist birleşik devrime kazanılabilmeleri için, ezen ulus proleteryasının, burjuvazinin ilhakçılığının karşısında durması şarttır. Ezen ulus burjuvazisinin ilhakçı sömürgeci boyunduruğuna, zor yoluyla “bir arada tutma”sına karşı, ayrı devlet kurma hakkından, ulusal hak eşitliğinden, özgür ulusların gönüllü birliğinden yana kararlıca yürümesi zorunludur.
Bu zorunluluk yerine getirilirse, emekçilerin birleşik devrimci mücadelesi ile işçi ve yoksul köylülerin sosyalizm mücadelesinde birliği gerçekleştirilebilir. Birliğin gerçekleşmesi için ezilen ulus işçileri ve yoksul köylülerine güven verilebilir. Proleter enternasyonalizmin denenmiş programı budur.
TKP ise tersini yapıyor. Ayrılma hakkına karşı çıkıyor. Ayrılma hakkının yalnızca emperyalist sömürgeciliğe karşı devrimci rol oynayabileceğini ama yenisömürge çok uluslu ülkelerdeki ezilen ulus için ayrılma hakkının emperyalizme yarayacağını, dolayısıyla ayrılma hakkının proleterya tarafından savunulmaması gerektiğini ileri sürerek, tersini yapıyor. Ezilen ulus işçilerinin güvenini kazanma ihtiyacı yerine ezen ulusun proleterleri üzerinde etkili olan şovenist şartlanmaya sosyalizm adına uyum sağlıyor. Ezen ulus işçilerine, “ayrılma hakkı olmayacak” güvencesi vererek onların sosyal şoven güvenini kazanmaya çalışıyor.
TKP’nin ayrılma hakkına karşı argümanından bir diğeri de sosyalizm mücadelesinin büyük ekonomilerden yana olduğudur. Günümüzde kapitalist küreselleşmenin maddi koşulları değişik ulusların ve ülkelerin ekonomik bağlarını yüksek düzeyde güçlendirmiş, bütünleşik bir dünya pazarı meydan getirmiştir. Bugünkü koşullar altında küçük çaplı ve yalıtılmış ekonomilerde, ne sosyalizm az çok gelişkince inşa edilebilir ne de bu proleteryanın yararınadır.
Emperyalizm, bu maddi koşulları, militarist zor ve mali-ekonomik üstünlük vasıtasıyla büyük emperyalist devletlerin hakimiyeti için kullanıyor. Ve emperyalist rekabet dünyada siyasi birliğe gidişi engellediği gibi, ekonomik bütünleşmenin daha gelişkin düzeye varmasının önünde engel oluyor.
Yalnızca proleteryanın her ülkedeki iktidarlarının federatif siyasi birliği ve ekonomik işbirliği bu gelişmeyi tamamlayabilir. Her ülke proleteryasının ulusal anlamda özgür ve enternasyonal anlamda gönüllü birliği yoluyla, ekonomik alanda ise gelişkin olanların fedekarlığı (bu alanda hak eşitsizliği) yoluyla, dünya çapında birliğe gidilebilir.
Marksist Leninistlerin geçmiş tüm tartışmalarında sosyalizmin büyük çaplı ekonomilerden yana olduğu formülasyonu aynı zamanda mevcut devlet sınırlarının korunması gerektiği fikrinin şovenist ve ilhakçı tutum olduğu uzlaşmaz eleştirisiyle birlikte geçer. TKP birincisini seçerek alıyor ve sınırları koruma ilhakçı fikrini desteklemenin aracı olarak kullanıyor. Marksist Leninistlerin tutumunu değil şovenistlerin tutumunu benimsiyor.
Güncelde ulusal sorun ve ayrılma hakkı
TKP, geçmişten farklı olarak ezilen uluslar sorununun daha sınırlı hale gelmiş olmasını sosyal şoven görüşüne dayanak yapıyor.
Emperyalist sömürgeciliğin dünya çapında yıkılış süreci antifaşist işgale karşı devrimlerin büyük zaferiyle sıçrama yaptı, açılan yoldan 1975 Vietnam devriminin zaferi ve zamandaş olarak Afrika’da Portekiz sömürgelerinin kurtuluşuyla süreç tamamlandı. Emperyalist sömürgeler ya devrimlerle bağımsız devletler haline geldi veya emperyalistler hakimiyetlerinin bütününü kaybetmemek için uzlaşarak yenisömürgeciliğe geçiş yaptı.
Sömürgeler ve ilhak altındaki uluslar esas olarak yenisömürge çok uluslu devletlerde varlığını sürdürmeye devam etti. Emperyalistlerin sömürgeleri az sayıda küçük yerlerde kalabildi.
Böylece ulusal sorun, emperyalist sömürgeciliğin yıkılmasından sonra esasen çok uluslu devletlerdeki ezilen ve sömürge ulusların sorunu olarak büyük ölçüde kaldı.
Elbette yeni işgal edilen ülkelerde de ulusal sorun var ya da Latin Amerika yerli halklarının, siyah azınlığın vb. ulusal sorunu da var.
Fakat elbette bu ulusal sorunların her kategorisi ve yerli sorunu kendine özgü. ABD’de siyah azınlığın sorunu ezilen ırk sorunu.
Yeni işgal ülkelerinde ulusal sorunun ayrıca kendisine özgü yeni yanları var. Örneğin Afganistan işgali hem ABD-NATO’nun sömürgeleştirme savaşı hem de Afgan burjuva-feodal gruplar arasında gerici bir iç savaştı. ABD, tercih ettiği işbirlikçileri kitle tabanı kazanamayınca, 20 yıl sonra Taliban’la uzlaşarak işgale son vermek zorunda kaldı.
Yine Irak örneğinde, işgalci ABD, hem sömürge valisi atadı, hem de geniş bir koalisyonu, Şii partileri ile Kürt hareketinin iki büyük partisini iktidara getirdi. Irak halkları işgalciliği benimsemeden geniş kesimiyle Saddam’a karşı olan Şii-Kürt güçlerinin yeni iktidarına destek verdi. Sonuçta ABD, bu güçleri öne çıkararak, sömürgeci valiliği geri çekerek Irak’ta hakimiyetini sürdürebiliyor.
Bu durum sömürgecilik yıkıldıktan sonra emperyalistlerin yeni işgalci savaşlarla eskisi gibi sömürgeci valilere dayanan yönetme yöntemini uygulayamadıklarını gösteriyor.
Buralardaki ulusal sorunun da eskisi gibi olamayacağını demokratik, antiemperyalist ve kimi yerlerde sosyalist devrimlerin bir parçası olarak çözümleneceğini söylemeliyiz.
Fakat yeniden tartışma konumuzun esasını meydana getiren mali ekonomik sömürgeleşmekte olan yenisömürge çokuluslu ülkelerdeki veya görece bağımsız çokuluslu (İran gibi) ülkelerdeki ezilen ve sömürge ulusların sorununa dönelim.
Bu ülkeler burjuvazisi, emperyalist sisteme bağlı olma sayesinde iktidarını sürdürebilmekte, emperyalist tekellerle ortaklık yoluyla sermayesini büyütmekte, ezen ulus konumunu emperyalist devletlerle siyasi-askeri işbirliği yoluyla devam ettirebiliyor. İlhakçı miras geçmişten kalsa bile, emperyalizm döneminde emperyalist sistem ilişkisinin eklentisi olarak sürebilmekte.
Bu ülkeler burjuvazisi, ilhakçı veya sömürgeci hakimiyetini ezdiği ulusların kaynaklarını ve emekçi halk yığınlarını azami sömürmenin aracı olarak kullanmakta, eklentisi olduğu ilişkiler yoluyla emperyalistleri ortak etmekte.
Bu nedenle bu ülkeler ezilen uluslarının kurtuluş mücadeleleri, ezen ulus burjuvazisine ve eklentisi
olduğu emperyalist ilişki sistemine krşı mücadeledir. Tabii ki köylü ve kent emekçilerinin bu sömürü ve boyuduruktan kurtuluş mücadelesidir.
İran molla rejimi de, ekonomik bakımdan daha gelişkin olan Azerbaycan dışında diğer ulusların kaynaklarını ve emekçilerini sömüren Fars burjuvazisinin iktidarı.
Molla rejimi ABD’yle çelişkisi karşısında Çin-Rusya emperyalist ekseniyle bağlarını geliştiriyor. İran’da Azerbaycan ulusal mücadelesi yalnızca siyasi boyunduruktan kurtuluş mücadelesi olsa bile yine de burjuvazilerin rekabet mücadelesi bu ulusal sorunun esasını oluşturmuyor. Diğer ulusların ulusal kurtuluş mücadelesinin tamamı değil ama esasını, halk yığınlarının Fars burjuvazisinin ilhakçı sömürgeci boyunduruğuna ve ağır sömürü ve yoksullaştırıcı hakimiyetine karşı mücadele oluşturur.
Bu ülkelerde yenisömürgeciliğe karşı mücadele ise demokratik ve sosyalist devrimlerin konusudur. Emperyalist bağımlılığa karşı mücadele bu devrimlerin bir parçasıdır ve burjuvazinin iktidarını yıkma hedefine tabidir.
Bugün emperyalistler mali ve ekonomik sömürgeciliği, gerek eski “bağımsız” devletlerde gerekse yakın zamanda bağımsızlık kazanmış ülkelerde geliştiriyorlar. Dünya tekelleri bu ülkelerin maliye ve ekonomilerinin hakim ve denetimci ortakları haline geliyorlar. Buna Türkiye de dahil, yönetici partisiyle TKP’nin kardeş olduğu Vietnam da, kurtuluş mücadeleleri sonucu kurulan Afrika devletleri de dahil.
SB ve ABD arasındaki güç ilişki ve çelişkisi dengesine dayanarak eskinin görece bağımsız hareket eden milliyetçi devletlerini -Saddam’ın Irak’ı, Baas’ın Suriye’si, Yugoslavya, İran İslam devleti vb.- ülkeleri yeni koşullarda ABD, devasa militarist savaş makinasının hedefine aldı. Dünya üzerindeki hakimiyetini -özellikle SB’nin yıkılmasından sonra- perçinlemek ve yeni olası rakiplere gözdağı vermek için, işgallere başladı. Sonuçta kimisini bölerek (Yugoslavya), kimisini himayeci sömürgeciliği altına alarak (Irak) hedefine ulaşırken, İran’a savaş açamadı, Suriye’de himayeci sömürgeciliğini kurma amacına ulaşamadı.
Fakat diğer yerlerde, bağımlılığı altında tuttuğu Türkiye, Pakistan, Endonezya, Filipinler, ara ülke olmaktan bağımlılığı altına aldığı Hindistan gibi çok uluslu ülkelerde ne işgalciliğe girişti ne de onları bölmeye yöneldi. Tersine bu ülkelerin birliğini ABD işbirlikçisi iktidarlar altında sürdürmeyi kendi emperyalist hakimiyeti için daha yararlı görüyor, gerçekten de öyledir.
Şimdi mali-ekonomik sömürgeleşmekte olan çokuluslu devletlerde, ezen ulusun ilhakı ve sömürgeci boyunduruğu altında olan ezilen ulusların ulusal sorunu var. Tabii ki yeni işgal altındaki ülkelerde de, Latin Amerika'da yerli halkların da ulusal sorunu var. Fakat elbetteki büyük oranda çok uluslu söz konusu devletlerdeki sorundur.
Bu durumda ulusal sorun geçmiş dünya çapındaki emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadele sorunu olarak ulusal sorundan çok daha sınırlı. Ama yine de dünyanın çok sayıda yenisömürge çok uluslu devletlerinde çözümü gündeme gelen, gelecek olan bir sorun.
Emperyalist cephenin rekabet ve savaşlarının da etki yapacağı bu sorunun çözümünü, emperyalistlerin yardımıyla yerel ilhakçı burjuvazilerin katliam/soykırımı ile emperyalist burjuvazilerin sözümona çözümü çıkmazına mı bırakacağız, yoksa proletaryanın enternasyonalist çizgisine layık tarzda demokratik ve sosyalist program maddeleri mi önerecek, ona uygun pratik mi gerçekleştireceğiz?
İkincisini yapmak Marksist Leninistlerin görevidir. Fakat ezilen ulus sorununa, TKP’nin yaptığı gibi yalnızca sosyalizmde ulusal dilde eğitim hakkı çözümü önerilirse, burjuva ilhakçılığının eklentisi olmaktan başka bir rol oynanamaz.
Dün nasıl ki Komintern ve Stalin yoldaş Yugoslavya, Polonya vb. çok uluslu yarısömürge devletlerde ezilen uluslar için ayrılma özgürlüğü, federatif cumhuriyetler birliği ve ulusal sorunda sınırların meşru olmadığı devrimci programını savundular ise, bugün sorunun gündemde olduğu çok daha fazla sayıda benzer ülkede aynı devrimci program kararlılıkla savunulmalı. Ancak bu enternasyonalist programla değişik uluslardan proleter ve yarıproleter sınıfların sosyalizm için birliği ve halkların birleşik devrimi çizgisinde yürünebilir.
Taktik ilke miydi?
TKP, kolayca önemsizleştirilecek bir görüş derekesine indirgemek için Marksist Leninistlerin ulusların kaderlerini tayin hakkını taktik bir ilke olarak savunduğunu ileri sürüyor.
Oysa Marksist Leninistler ayrılma hakkını taktik olarak değil program maddesi olarak savundular. Lenin Çarlığı yıkarak işçi köylü iktidarını kurma, burjuvaziyi tasfiye ederek sosyalizmi gerçekleştirme amacını, kesintisiz devrimde proletaryanın temel programı olarak koyarken, bu iki devrimci amaca yürürken proletaryanın hangi sınıflarla her bir aşamada ittifak içinde olması gerektiği stratejilerini “iki taktik” olarak adlandırmıştı.
Marksist Leninist literatürde program, strateji, taktik kavramları sonraki süreçte daha fazla geliştirildi. Devrimin ancak tarihsel bir aşaması zafere ulaşınca çözümlenebilecek sorunlar temel (ancak devrimin zaferiyle çözümlenebilecek) program maddeleri, bu aşamada proletaryanın hangi sınıflarla birlikte hareket edeceği stratejinin konusu olarak kavramlaştırıldı.
Çok uluslu yarı ve yenisömürgelerde ulusal sorunlar için çözüm demokratik devrim programının temel maddelerinden biridir. Çünkü ancak devrimin zaferiyle ulusal sorunların devrimci çözümü mümkündür.
Poletaryanın, ezilen ulusların hangi sınıflarıyla ve siyasi hareketleriyle devrimin zaferine değin yürüyebileceği ise stratejinin sorunudur.
TKP UKKTH’nı program maddesi olmaktan çıkarıp “taktik” ilke ilan etmekle teoriyi değersizleştirme revizyonist operasyonuyla "öznemsizdir vazgeçilebilir" geri bilinci yayma amacını taşıyor.
Nitekim gereğini yerine getiriyor.
Lenin’in, Marx ve Engels’in devrimci politikalarından (İrlanda ve Polonya sorununda) ve emperyalist sömürgeciliğin dünya çapında olgu haline gelmesi koşullarında ürettiği ulusal sorunda ayrılma hakkının temel bir program maddesi olmasını reddediyor. Devamında sosyalizmin ulusların gönüllü özgür birliğinde de ayrılma hakkının korunmasını reddederek, Marksist Leninistlerin denenmiş programını sosyal şoven revizyona tabi tutuyor.
SB'de ayrılma hakkını korumak birliğe tezat mı?
TKP’nin yeni dönemde geçmişe ilişkin bir eleştirisi de, Bolşeviklere. SB’de ezilen ve sömürge ulusların Ekim Devrimi ile birlikte Çarlığın boyunduruğundan kurtuluşu (ayrılma özgürlüğünün devrimle gerçekleşmesi) sonrasında, gönüllü özgür birliği gerçekleştiren ulusların ayrılma hakkına sahip olmaması gerektiğini belirtiyor. Federatif cumhuriyetler biçimine ilişkin söz etmekten kaçınan TKP yazarları şunu söylüyorlar.
“Üstelik kimilerinin zannettiği gibi ayrılma hakkını içeren kendi kaderini tayinin bir devletin hukuksal yapısında sabit olarak durması da imkânsızdır. Sosyalist bir iktidar, birliği oluşturan halkların her istediklerinde ayrılmayı tartışmaya açmalarını hukuksallaştıramaz."7
Stalin yoldaşın vurguladığı gibi bu tezat değil: “Lenin bazen ulusların kendi kaderini tayin tezini şu yalın formüle indirgiyordu: ‘Birleşmek amacıyla ayrılmak’. Düşünün bir: Birleşmek amacıyla ayrılmak. Bu bir paradoks gibidir. Oysa bu ‘çelişkili’ formül, Bolşeviklere ulusal sorun alanında en ele geçirilmez kaleleri fethetme olanağını veren Marksist diyalektiğin canlı gerçeğini yansıtır.”8
Kaldı ki, Fransız emperyalistlerinin ilhak ettiği Cezayir, Vietnam, Suriye, İngiltere’nin en büyük sömürgesi Hindistan, Hollanda sömürgesi Endonezya zoraki birlikten savaş bedelini göze alarak ayrıldıkları halde, aynı yıllar içinde SB’den eski ezilen uluslar ayrılmadılar ise, bunda aynı zamanda sosyalizmin gönüllü birliğinin ayrılma hakkını tanıyor olmasının yarattığı güvenin temel bir rolü olmuştur.
TKP teorisyenleri anlaşılan iki travmatik etki altında ulusal soruna ilişkin teorik görüşlerini şovenist yönde derinleştiriyorlar: Birincisi; Türkiye’nin emperyalizm tarafından bölünüp parçalanma tehlikesi içinde olduğu milliyetçi paranoyasına kapılma. İkincisi; SSCB’nin yıkılışı.
Sonuçta TKP, birinci travmanın etkisini Kürt ulusal özgürlük mücadelesine ilişkin değerlendirmesini, Perinçek, Erdoğan ve bilumum burjuva şovenistlerinin analizine benzer biçimde "ABD ile bu ülkenin bölge ve Türkiye operasyonlarına kirli ve kanlı bir biçimde dahil olmak”la suçlamaya, kara çalmaya vardırıyorlar.9
İkinci travmanın etkisini, Bolşeviklerin “ayrılma hakkını koruma” programını suçlamaya vardırıyorlar. Diğer ulusların milliyetçi çatışmalarının SSCB’yi sona erdirdiği yanılgısını ileri sürüyorlar. Oysa milliyetçi ayrılmalar başlamadan önce, SSCB üzerine yapılan referandumda büyük çoğunluk birliğin devamından yanaydı. Diğer ulusların milliyetçileriyle zamandaş olarak Yeltsin iktidarı referandum sonucunu tanımayarak, Rusya Federasyonu’nu birlikten çekme kararı aldı. SSCB’nin dağıtılmasında diğerlerinden daha fazla rol oynadı. TKP liderleri bu gerçeği bile görmek istemiyorlar.
TKP, "Parça bütüne tabidir" görüşlerinden hareketle ve emperyalistler kullanabilir olasılığını ezilen ulusların ayrılma hakkını reddetmeye dayanak yapıyor.
İkincisi için Lenin’in o ünlü cevabını vermek yeterli:
“Nasıl ki, örneğin Latin ülkelerde olduğu gibi cumhuriyetçi sloganların halkın aldatılması ve malî soygun amacıyla burjuvazi tarafından kullanılması durumları, sosyal-demokratların cumhuriyetçiliklerinden vazgeçmeleri için bir neden olamazsa, aynı şekilde bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka "büyük" devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz."10
Parçanın bütüne tabi olması ise hem statik kavranmaması gereken bir anlayış hem de özellikle ulusal sorunda ezen ulus proletaryasının mücadelesinin yükselişinden önce gelişen bir ulusal harekete beklemesi önerilemez. Marx’ın İrlanda sorunundaki tavrı örnektir.
Örneğin antifaşist savaşta faşist mihver baş düşmandı diye Hindistan’ın İngiliz sömürgeciliğinden kurtuluşu mücadelesi -geçici de olsa- bir yana bırakılabilir mi?
Kürt Ulusal Sorunu ve TKP
TKP (Gelenek dergisi), 1988 gibi erken bir zamanda, UKKTH/ayrılma hakkı ilkesinin artık ilericiğini yitiren bir taktik ve yenisömürgelerde ezilen ulusların özgürlüğüne mesafeliliğini ilanıyla, Kürt ulusal özgürlük hareketine ilgisiz kaldı.
91’de Kürt hareketi serhildanlarla birleşince “yoksul köylülüğe dayanan“, “Kürt devrimci hareketi” nitelemesini yapmak zorunda kaldı. Dahası '95 seçimlerinde DTP ile Emek Barış Özgürlük Bloku içinde yeraldı. Nitekim 1993’te kurulan STP programında UKKTH’na yer verdi.
Çok geçmeden 1997’de 28 Şubat generallerin muhtırası döneminde TKP tutum değiştirmeye başladı. 28 Şubatçı generallerden ileri beklentilere girdi:
“Platformun politik öncüsü Asker Partisi’dir... Sürecin yüzünü sola döndüren asli gerekçe, esas kimlik özelliğinin ... dinci gericiliğe karşı tanımlanmış olması.
Bir rönesans eğilimi, Kemalizmin belirgin yanı olarak ulusal kurtuluşçuluğu refere etmeye mecburdur ve bu yanıyla anti-emperyalizmin altı çizilmektedir. Restorasyon polis partisi ve faşist yapılanmanın tasfiyesini ya da kovuklarına tıkılmasını hedeflediği ölçüde, güncelleşen bir damar da anti-faşizm olmak durumundadır…" 11
Ordunun gerici cephede yer alıyor olsa da karşı devrimci olmadığını ileri sürdü:
“karşı devrimci konumlanış genel anlamda ‘gericilik’ten farklı bir şeydir...
Asparti(nin), ... karşı devrimci bir konumlanış içerisinde olmaması, tam tersine burjuva egemenliğinde dengesizlik yaratan kimi ısrarlı karşı devrimci unsurlara karşı bir ağırlık oluşturması sonucunu doğurmuştur. Keza bazı burjuva partileri de, karşı devrimci konumlanıştan belli ölçülerde geri çekilmiş durumdadırlar.”12
TKP teorisyenleri, hiç sevmedikleri burjuva demokrasisinin mümkünlüğünü reddeden sol’un şablonculuğunu eleştirdiler.
Restorasyoncu Kemalizm, birinci hedef gösterdiği Refah Partisi’ni kapatmak ve bölmekle yetindi ama esasen Kürt hareketine ve zindanlarda devrimci harekete saldırdı. Fakat TKP için antifaşist ve antidinci yönelimin sol’a sağlayacağı gelişme olanakları yanında bu önemsiz ayrıntıydı!
Konumuzla bağı içinde vurgulayalım ki, TKP teorisyenleri, ulusalcı ve Avrasyacı generallere güven vermek için Kürt ulusal özgürlük hareketiyle mesafeyi daha çok açtılar.
Restorasyoncu Kemalizmin, kontrgerillacılara nispetle bölücülüğe karşı bir miktar yumuşayabilir belirlemesine rağmen yine de bölücülüğe karşı katılığında reforma gitmeyeceğini biliyorlardı. Buna uyum sağlamak, ulusalcı hegemonya altına giren kitleden kazanım elde etmek için ulusalcılığı geliştirmeleri gerekiyordu.
Teorileri zaten buna uygundu. SB’nin yıkılmasından sonra UKKTH ilerici rol oynayamazdı, yeni ulusal ilerici hareketler çıkamazdı, milliyetçiliğin ezilen de olsa ilerici olması “sosyalizmin yıkıldığı çağ”da mümkün değildi.
Türkiye’de "ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir"13 vurgusuyla ayrılma hakkının gerici rol oynayacağını yüksek sesle dillendirdiler.
Bölgede (tabii dünyada da) bağımsızlık için mücadele edecek ezilen uluslardan hiçbirinin emperyalizmin etki alanına düşmekten kurtulamayacağı tezini eklediler. “Kürt... milliyetçilerinin ABD’nin başını çektiği emperyalist ülkelerin açılımlarına bağımlı hale geldiğine” karar verdiler. “Ezen ya da ezilen ulus milliyetçiliğine hoşgörü ile yaklaşmanın söz konusu olamayacağını” vurguladılar.
Yurtsever cepheye dayanan ulusalcı antiemperyalizmi, partilerinin merkezi görevi ve stratejisi olarak formüle ettiler.
Güncel görev politika ve stratejisini daha da gericileştirdiler.
Devletin çözülmekte olduğuna ağıt yaktılar. Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin çıkmaz olduğunu vurgulamak için şu sosyal şoven fikirle birlikte formüle ettiler:
"Reformu gündemine almayan Türkiye, zaten Kürtlerini yitirmeye mahkumdur. Reform yolunda ilerleyen Türkiye ise çözülme yolunda koşmuş oluyor!"14
Erdoğan, Perinçek, Bahçeli’nin “devletin beka sorunu” analizinin benzerini, Türkiye’nin emperyalistler tarafından bölünüp parçalanmayla karşı karşıya olduğu tahlilini benimsediler, sosyalizm adına buna karşı durmanın tayin edici görev olduğunu önerdiler:
“Bölünme, parçalanma olasılık dahilindedir. “
“Emperyalizm, Ortadoğu’ya ... ulus-devletler dolayımıyla değil, doğrudan yönetme niyetiyle bakmaya başlamıştır... Afganistan ve Irak, iki istisnai örnek değil... En başta kuşkusuz Türkiye ve İran gelmektedir.
(...)
Ülkemiz içinden geçtiğimiz dönemde, Osmanlı devletinin son yıllarında olup bitene hayli benzer yollarla; provokasyonlarla, ekonomik diz çöküşle, iç karışıklıklarla, bölünme tehditleri ve hatta senaryolarıyla" karşı karşıyadır.15
“Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanması/küçülmesi bir ‘düşünce’ olmaktan çıkıp emperyalist projelerde yerini alan seçeneklerden birisi haline gelmiştir.
(...)
Türkiye’nin emperyalist projeler doğrultusunda parçalanmasının gündemde tutulmasına karşı koymadan işsizlik, yoksulluk, özelleştirme, sendikasızlaştırma gibi başlıklarda söz sahibi olamayacaktır."16
TKP teorisyenleri faşizme ve savaşa karşı mücadeleyi yalan mücadele suçlamasına vardıracak denli milliyetçilik paranoyasını sürdürdüler.
TKP, 2015’teki kitlesel katliamlara ilişkin sözlü de olsa tavır aldı ve katliamları doğrudan iktidarın yönlendirdiğini vurguladı. Fakat stratejisini değiştirmedi. 2017 kararlarında daha gerici tarzda tekrarladı:
“Bugün ise Kürt siyaseti, bir yandan geride bıraktığımız yıllarda ABD ile ilişkilerde elde ettiği olanakları yitirmemek için bu ülkenin bölge ve Türkiye operasyonlarına kirli ve kanlı bir biçimde dahil olmakta,
Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerini uluslararası sermaye ve emperyalist merkezlerin stratejik hesaplarına eklemleyip gömen Kürt siyasetinin Türkiye işçi sınıfı hareketinin bir müttefiki olduğunu ileri süren “sol”un aynı eklemlenmenin parçası olduğu aşikardır."17
"Bölgedeki kanlı/kirli saldırıdan" kastı Rojava devriminin Rakka’ya kadar ilerleyen savaşı. Türkiye’deki "kanlı/kirli saldırısı" ise 2015’teki Çöktürme Planı’na karşı olanı dahil Kürt ulusal özgürlük hareketinin silahlı direnişi.
Kürt hareketiyle müttefiklik yapan devrimci ve emekçi sol hareketi de emperyalizme eklemlenmekle suçlayacak kadar gerici bir küstahlığa düştüler.
Okuyan ulusalcılıkta hızını alamadı, partisini solladı. Perinçek ve Y. Küçük tarzı salvoyla sallamaktan çekinmedi: “Erdoğan’ı iktidara taşıyan ... uluslararası bir operasyondu. Buna zamanında karşı duranlar, aynı operasyonla Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması veya alt edilmesine de karşı dururlar."18
Faşizme ve savaşa karşı mücadeleyi sosyalizm adına kocaman yalanla suçlayanlar, emperyalizmin Erdoğan’a olası operasyonuna karşı mücadele söz konusu olunca damarlarındaki milliyetçilik kanı harekete geçiyor.
TKP Erdoğan faşizminin Rojava devrimi yurduna işgal savaşlarına da çizgisi doğrultusunda ilgisiz kaldı. Suriye gerici iç savaşının başlangıcında, Suriye’ye işgale yönelik ABD ve Erdoğan’ın olası planını protesto için Antakya’da aktif miting düzenleyen TKP, Erdoğan faşizmi Efrîn, Serêkaniyê işgallerine başvurunca sessiz kaldı. Rojava’ya değil ama Suriye’ye işgale karşı açıklama yaptı. Dahası işgalin Suriye’den çok Rojavayê Kurdistan’a yapıldığını bildiği için miting gösteri vb. yapmaya gerek görmedi. Dahası A. Güler’in yazısında belirttiği gibi “sosyalizm mücadelesine bağlanmamışsa faşizme, savaşa karşı mücadele yalandır” uydurma teorisiyle, işgalci savaşa karşı mücadeleye sosyal şoven ilgisizliği teorize etti.
Aynı dönemde, TKP eski genel sekreteri A. Güler’i Dünya Barış Konseyi ve Dünya Demokratik Gençlik Federasyonu’nun Şam dayanışma ziyaretine gönderdi, Esad rejimine destek sunduğunu deklare etti:
“Esad’ın, bizim oradaki deyimimizle ‘yoldaş bakan’ ve ‘yoldaş başkan’ın”,
“2011-2018 direnişi Suriye halkının direnişidir”, “Suriye Ordusunun mensupları... halkın çocukları olarak geziniyorlar sokaklarda. Savaşı kazanan onlardan başkası olabilir mi?" 19
TKP’ye göre Rojava devrimi güçlerinin savaşı “halkın direnişi” değil, bu güçler yoldaş değil, ABD emperyalizminin oyununun güçleri ama Rusya emperyalizmiyle işbirliği yapan, Suriye burjuvazisinin Arap milliyetçisi temsilcisi ve burjuva devleti yöneten Esad-Baas halkın temsilcisi “yoldaş”, direnişi de “halkın direnişi”!
Bu değerlendirmesi, TKP’nin gerçekte ne denli üçüncü dünya devletleri milliyetçisi olduğunu çok barizce gösteriyor. Esad övgüsü yapan A. Güler’e sormak lazım, hani sosyalizme bağlanmamış tarzda savaşa karşı mücadeleler kocaman bir yalandı! Kürt ulusal özgürlük hareketi söz konusu olduğunda “sosyalizme bağlanmamış savaşa karşı mücadele kocaman bir yalan” ama üçüncü dünya devletinin savaşa karşı mücadelesi ise, sosyalizme bağlı olmasına gerek olmadan da halkın direnişi oluyor!
TKP, Medya Savunma Alanları’na Erdoğan faşizminin her yıl düzenlediği, kimyasal kullandığı ve ABD’den Rusya’ya emperyalistlerin desteklediği, bölge gerici devletlerinin de desteğindeki işgalci savaşa sözle bile karşı çıkmayarak sosyal şovenizmini sergiledi, sergilemeye devam ediyor.
ABD’nin olası operasyonuna karşı Erdoğan’a göğsünü siper eden TKP genel sekreteri, ABD, Barzani, Kazimi desteğinde Erdoğan’ın Kürdistan devriminin ana karargahına yönelik kimyasal savaşına karşı tek bir laf etmeyerek ezilen ulusun mücadelesine düşmanlığını sergiliyor.
TKP, Kürt ulusal mücadelesine ilişkin gericileşen çizgisini bugün de sürdürüyor ve benzer teorileri uydurmaya devam ediyor. Burjuva cumhuriyet savunusunu ilerleterek 1937’ye değin devrimci nitelik atfediyor. Bununla saldırgan sosyal şoven teorisini güçlendirmeye, ulusalcı kitle üzerinde etkili olmaya çalışıyor.
Fakat aynı zamanda “Kürt ulusal hareketinin iflası”na alternatif sunabilmek, sözümona Kürt yoksullarını kazanabilmek için de yurtsever cephe çağrıları yerine sosyalizmin lafzını kesifçe tekrarlamaya ağırlık veriyor. Sosyalizm mücadelesine bağlanmamışsa lafını araya koyup “Faşizme, savaşa, şuna buna karşı demokrasi mücadelesi koskoca bir yalandır"20uydurma tezini etkili kılmaya çalışıyor.
Antifaşist, sendikal, güncel mücadeleleri ve savaş karşıtı mücadeleleri değersizleştirme yoluyla, önüne sosyalizm lafzı koyarak yutturmaya çalıştığı ulusalcı stratejisinin en azından kendi tabanı üzerinde etkisinin devamını sağlamaya çalışıyor.
Oysa Lenin’in de vurguladığı gibi özgürlük için mücadele içinde eğitilmeyen işçi sınıfı sosyalizm için mücadele edemez: “Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en "ideal" demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir.”21
Lenin demokrasi mücadelesiyle, sosyalist devrim arasındaki bağa ilişkin bu Marksist formülasyonu, sosyalist devrim için mücadeleden başka bir şey tanımak istemeyen Kievskileri eleştirmek için söylemişti. Tabii ki TKP, yurtsever cephe stratejisiyle, burjuva cumhuriyet savunusuyla, ulusla sorunda “ülkenin birliği”, “sınırların değişmezliği” savunusuyla, gerçekte salt sosyalist devrim savunusuna asla sahip değil. Yalnızca sözünü ettiğimiz burjuva ilhakçılığına eklemlenen ulusalcı çizgisini örtmek için sosyalist devrim lafzını kullanan bir akım o kadar.
Kürt halkının ezilen ulus olduğunu reddeden yeni ek teori uydurmaktan da geri durmuyor.
“Bugün ne Kürdistan’ın sömürge olduğu tezi akıl açıcıdır ne de ezilen ulus kavramı güncelliği aydınlatma gücüne sahiptir."22
TKP’ye sormak gerekir, 40 yıldır Kürtlerin ne olduğuna dair kafa açıklığına mı varamadınız yoksa sosyal şovenizminiz kafanızı sürekli karıştırıyor da o nedenle mi açıklık getiremiyorsunuz?
TKP’nin Kürtlere bahşettiği bir de vaadi var: Kürt işçi ve yoksulları, ulusal kurtuluş için sömürgeciliğe karşı mücadele etmeyin, durun, TKP’nin sosyalist cumhuriyetinde kimliğinizi ve ulusal dilde eğitiminizi zaten geliştireceksiniz!
Oysa faşizmi yıkacak ve halkçı iktidarla işçi sınıfı ve ezilen sınıfların özgürlüğünü güvenceye alacak bir devrim için mücadele edemeyen, böylesi bir devrimin temel bir ögesi olan ayrılma hakkı için mücadele edemeyen Kürdistan işçi sınıfı sosyalizm için de mücadele edemez.
Kemalist burjuvazinin işgale karşı mücadelesini göklere çıkarıp, burjuva ulusalcılığı halkçı gösteren, işçilerin bu mücadelede onları desteklemesini olumlayan TKP, Kürt işçi ve yoksullarının sömürgeci boyunduruğa karşı mücadele etmemesi gerektiğini sosyalizm için mücadele adına önerebiliyor!
Kürt işçiler, saldırgan sosyal şovenizme batan TKP’nin bu vaadine kanmayacak, sosyalizmi sömürgeci devletin eklentisi yapan TKP’ye tabii ki güvenmeyecek.
Sonuç yerine
TKP’nin ayrılma hakkına karşı ve Kürt ulusal sorunundaki sosyal şovenist teori görüş ve stratejisini, tarihsel seyri içinde ele aldık. Ulusalcılık emekçi solda ve antifaşist kitle arasında görece etkili olduğu için TKP eleştirisi önemliydi. TKP şahsında eleştirilen emekçi ve devrimci soldaki ulusalcı etkilerdir.
TKP’nin ulusal soruna ilişkin ilhakçılığa eklemlenmeyi, üçüncü dünya devletlerini korumayı önermesi, bu yönde teori geliştirmesi rastlantısal değil. Geçmiş TİP geleneğinin Kemalizm ile müttefikliğini, parlamentarist pasifizmi ve legalizmini miras alan TKP, bugünün faşizm, kirli ve işgalci savaş koşullarında, devrimci politika zaten izleyemezdi.
TKP’nin ve emekçi solun aynı yönde etkilenen bölüklerinin sosyal şovenizme batmaması kazanım olurdu. Fakat TKP bunu başaramadı. Perinçek ve Y. Küçük’ün izinden ama onlardan ayrı durarak, sosyalizm lafzını yoğun kullanarak, ML teoriyi revizyona tabi tutarak, fakat AKP faşizminin yedeğine düşmemeye özen göstererek hareket ediyor.
Sosyalizm ve Marksist Leninist hareketi geliştirme ve birleşik devrim mücadelesi devam ediyor. Sosyal şovenizme karşı mücadele de devam edecek.
Notlar
1 Marx, Engels, Ulusal Sorun, Gelenek, s.16
2 Cemal Hekimoğlu, Yirminci Yüzyılda Ulusal Sorun ve Milliyetçilik, Gelenek, s. 17
3 Stalin, Eserler, c. 7, s. 69-70
4 Stalin, Eserler, c.7, s. 185
5 Komünist Enternasyonal V. Kongresi'nin Orta Avrupa'da ve Balkanlarda Ulusal Sorun Üzerine Kararı, Leninizm - 6. Defter Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, sf.190-191
6 Komünist Enternasyonal V. Kongresi’nin Orta Avrupa'da ve Balkanlarda Ulusal Sorun Üzerine Kararı, Leninizm - 6. Defter Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 192
7 A. Güler, https://haber.sol.org.tr/gelenek/isciler-ve-kurtler-322587
8 SBKP[B] XVI. Parti Kongresi'ne Merkez Komitesi'nin Siyasi Raporu, 27 Haziran 1930, Leninizm 6. Defter, s. 223
9 https://www.tkp.org.tr/uncategorized-tr/2017-guncel-tezler-ve-gorevlerimiz/
10 Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin hakkı, s.146
11 A.Giritli, Restorasyon Kemalizmi , A.Giritli, Gelenek, s. 57, Haziran 1998
12 C. Hekimoğlu, Restorasyon Sorunları Üzerinden Marksizm ve Güncel Siyaset, Gelenek, s. 55 Ağustos 1997
13 K. Okuyan, Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu, Gelenek, s. 98, Şubat 2008
14 A. Güler, Kürt Sorununda İflası Görmek veya Çözüm İçin Kopuş, Gelenek s. 88, Ağustos 2006
15 https://www.tkp.org.tr/uncategorized-tr/turkiye-cumhuriyeti-felaketin-esiginde-2008/
16 https://www.tkp.org.tr/uncategorized-tr/8-kongre-raporu/ (2005 yılı)
17 https://www.tkp.org.tr/uncategorized-tr/2017-guncel-tezler-ve-gorevlerimiz/
18 https://haber.sol.org.tr/yazarlar/kemal-okuyan/erdogan-ataturkcu-olursa-215369
19 A. Güler, Suriye’de zafere doğru, 14.11.19, haber.sol.org.tr
20 A. Güler, Faşizmle demokrasi arasındaki fark, habersol.org, 27.01.18
21 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s. 24
22 A. Güler, İşçiler ve Kürtler