1800’lerde yerel-özerk yapısal siyasal ve fiziksel zorla ortadan kaldırılmaya başlanana dek adı resmi kayıtlarda “Kürdistan” olarak geçen coğrafyanın statüsü siyasal ilhak sınırları içindedir. İslam bu ilişki biçiminde müşterek paydalardan biriydi. Uzun bir ömür süren Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken aydınlar ve politikacılar türlü siyasal projelerle devleti yaşatma yollarını aradı. Abdülhamit İslamcılık yolunu tutarak çöküşü önlemek, olmuyorsa mümkün mertebe geciktirmek istedi. Kapitalizm doludizgin ilerlerken kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerine yaslanan imparatorluklar da yıkılmaktaydı. Bu nedenle dağılma bir tür kaderdi- ki bugün Osmanlı yanlılarının önemli bir bölümü de bunu kabul ediyor.
Yıkımı gören ve bundan Abdülhamit’i sorumlu tutan, dolayısıyla kendi siyasal projelerini onun antitezi gibi öne süren ve bu yolla güç kazanan asıl ekip seküler milliyetçiler oldu. Kesif bir yabancı karşıtlığını içeren bu siyaset biçiminin dehşet yaratan yıkıcı etkileri, ilk yıllardaki özgürlükçü söylem eriyip Birinci Dünya Savaşı patlayınca ortaya çıkacaktı.
Türk kurtuluş savaşı döneminde çeşitli yeniden yapılanma önerileri ortaya çıktı. Resmi politikaya dönüşen stratejinin bel kemiğini milliyetçilik oluşturdu.
Birçok bakımdan İttihatçı milliyetçiliğin dizginlenip modifiye edilmiş haline bürünen Kemalist milliyetçilik, Müslüman inançtan ulus ve ulusal toplulukları Türkleştirmeye yaslanan uluslaşma projesi olarak çalıştı. Bu, tabii ki Türk burjuvazisinin devlet sınırları içinde diğer uluslar üzerinde sömürgeci hakimiyetini amaçladığı için iki önemli sonuca yol açtı: Asimilasyona direnen Kürt ulusundan isyanları soykırımcı saldırıyla ezdi ve Hristiyan halkları ise kitlesel tehcir ve nüfus mübadelesine tabi tuttu. Ayrıca Pontus Rumlarını da savaş koşullarında soykırımcı saldırıya tabi tuttu.
Müslüman ulusal topluluklar nüfus mübadelesine devlet sınırları içine doğru tabi tutuldular. Osmanlı zamanında uç beyliği işleviyle gönderilen veya tarihsel olarak Türklükle derdi olmamış nüfusun, Kafkasya ve Balkanlardan savaşların da etkisiyle Anadolu’ya getirilip yeni ulus projesine entegre edilmesi biliniyor. Türk uluslaşmasının Kemalist biçimlendirilişi bu gibi olgularla adeta imal edilmiştir. Bütün iddiasına rağmen Türkiye’de Türk etnisitesi, şayet bu etnik Türklük ve dolayısıyla 24 Oğuz boyundan birine mensubiyetse, hiçbir zaman çoğunluk olmamış, milliyetçilik “devlet milliyetçiliği” biçiminde akıp gelmiştir.
Kürtler yeni düzenin ilk kaybedenlerindendi. Verilen sözler çabucak unutuldu. Daha 1925’te Takrir-i Sükun Yasası ile Kürt coğrafyası “tenkil ve tedip” edilmeye çalışıldı. Bir süre öncesine kadar müstakil bir tarihi ve kültürü olan bir “millet” sayılan Kürtler literatürden çıkarılıp yok sayıldı. 1930’lara gelindiğinde düpedüz Almanya ve İtalya faşizmlerinden esinlenen söz ve eylemler aldı yürüdü- ki bunlar, mesela dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un vecizesindeki gibi, öz itibariyle Türk olmayanların kölelikten başka hakkı olmadığını anlatıyordu.
Üretilen ve yer yer teorik bakımdan gülünç sayılacak milliyetçilik çeşitlemeleri, Türkiye’yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan kurtaramayacak, esasen böyle bir direnç de ortaya çıkmayacak ve milliyetçilik yeni sömürgeci ilişki sütununun yatağı olacaktı. Konu bağlamında Kürtler o evrede de kaybetmiş, siyasal kültürel hakları tanınmadığı gibi asimilasyonla tenkil arasında salınan uygulamaların muhatabı sayılmışlardı.
Türkiye siyasi coğrafyasında Cumhuriyet ilanından bir süre önce Rusya’da “Bolşevik Devrimi” gerçekleşti. Devrimin Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesine dolaylı ve doğrudan katkılarıyla, Mustafa Kemal’in buna verdiği cevaplar biliniyor. Rusya’daki nesnel koşullar Türkiye’deki gibi olumsuzdu. Buna rağmen mesela Kürtlerin oradaki kültürel-siyasal gelişimi bambaşka bir hatta yol aldı. Türkiye’de sadece mecburi İskan Kanunu uyarınca 500 bin Kürt köyünden kasabasından edilip coğrafyanın batısındaki kentlere sürgün edildi. 1923- 1934 arasındaki dönemi de sayarsak yaklaşık bir milyon Kürt, daha 1930’larda Türkiye’nin batısındaydı- ki sadece bu bile Türkiye’deki Kürt ve evlilikler yoluyla Kürt-Türk melez kuşakların toplam sayısının sanılandan çok daha fazla olduğuna işaret eder.
Sovyetler Birliği’ndeki Kürt nüfusun toplamı bile 500 bini buluyordu. Ancak Sovyet devrimi, dolaylı olarak Türkiye’deki Kürtlerin de rönesansı oldu. Her ne kadar özerk yapıya dayanan kısa ömürlü ‘Kızıl Kürdistan’ deneyimine son verilmişse de kültürel özgür gelişimleri uzun yıllar boyunca desteklendi. Daha 1926’da Kürtleri anlatan ilk film “Zarê” çekilmişti örneğin. Sonraki yıllarda “Devlet Kürt Tiyatrosu” kurulacak, Kürtçe yayın yapan “Riya Teze” gazetesi yayınlanmaya başlayacaktı.
Kürtler, bazı anlatımlara göre, İran Dağları kanalıyla 2000 yıldır Kafkasya’da yerleşiktir. Tarihler konusunda ihtilaf bulunsa da araştırmacıların müşterek noktası 1000 yıl evvel Kafkasya’da olduklarıdır. Kürt Şeddadi Hanedanlığı Selçuklular ile dönemdaştır. Kürt hanedanı olarak bilinen ve yönetim katında Türk, Kürt, Arap aileler bulunan Eyyübi devletinin çekirdeğini oluşturan Hezbani Kürtleri Revvadiye aşiretindendir ve Abbasiler döneminde Azerbaycan'da yoğun bir Kürt nüfus yaşamaktadır. Edebiyatçı İtalo Calvino da tarihsel Azerbaycan'dan bahsederken, Kürt, Türk, İranlı insanların ortak yurdu sayar.
Şeddadi hanedanlığı yıkılınca Kürtler Gürcistan’a da yerleşir. Oset dilinin Kürtçeyle benzerliğinde bu ilişkilerin etkisi vardır. 1795’te İran Şahı Gürcistan’a saldırdığında Rus Çarlığı Gürcistan’ı kendi eyaleti ilan etti. Rus-İran, Osmanlı-Rus savaşlarında pek çok Kürt aile ve aşiret bugün Azerbaycan- Ermenistan isimleriyle bilinen coğrafyaya geçti. Sözgelimi Karabağ’a 600 ailelik göç ve yerleşim 1800’lerin başında böyle bir sürecin ardından yaşandı.
O muhitlerdeki Kürt aşiretlerinin Osmanlı ve sonra Türkiye sınırları dahilinde akrabaları (Şemski, Bruki, Celali gibi) vardı. Kafkasya Kürtleri, Ezîdî ve Müslüman olarak iki Kürt damarı temsil eder ve bilindiği gibi Ezîdîlik Kürtlerin İslam öncesindeki yaygın inançları olan Zerdüşlük ve Maniciliğin İslam döneminde şekillenen biçimidir. Şimdilerde sayıları iyice azalmakla birlikte Laleş’i kutsal bilen ve yakın zamanda IŞİD vahşetinin muhatabı olan bu Kürt nüfus, ağırlıklı olarak Güney Kürdistan’da yaşamaktadır. Karşılıklı evlilik yasağı (Şivan Perver’in hafızalara kazınan Kirivo şarkısındaki hikaye bunu anlatır), birbirini Kürt saymama gibi tutumlar ve 1915 kırımı dahil fermanlarla soykırımcı saldırılar ayrı öbekler halinde yerleşmelerine yol açtı. Kafkasya’daki Kürt nüfusta Müslüman Kürt oranı ise yarı yarıyadır. 1970’e gelindiğinde SB’deki Kürt nüfus dağılımı şöyle olacaktır: Ermenistan'da %42.2; Gürcistan’da %23.3; Kazakistan’da %13.9; Kırgızistan’da %9; Azerbaycan'da %6.2; Türkmenistan’da %3.3; diğer yerlerde %2.3.
Zilan Kürtlerinin yanı sıra Belikan, Cenikan, Hesovan, Serkan aşiretleri Kafkasya’da hayvancılıkla geçinirdi. Ancak Şemsedinov Kürtleri olarak bilinen Zilan Kürtleri 1800’lerdeki Rus çarlığı karşıtı isyanları desteklemek için Kürt Faris komutasında iki bin Kürt süvari Ruslarla savaştı.
Aşiretler dönemi olması, ulusal ortak bilinç ve birlik halinden uzaklık, dağlarda dağınık yaşama ve aşiret yönetimlerinin çıkar rekabeti, ortak yaşam kültürünü paylaştıkları halde Kürtlerin farklı tavırlar geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Ortak kültür ve davranış çizgisinden elbette söz açılabilir ancak özellikle politik planda total bir “Kürt” tavrından söz edilemez. Botan’daki Nasturi nüfusa yönelik katliam genel manada “Kürtlere” değil Botan Miri Bedirhan Bey’in hesabına yazılacak utançdır ve eş zamanlı olarak Bedirhan ile cenge tutuşan; bu siyaseti yanlış bulan Kürt aşiretleri de vardır. Tıpkı Ermeni Soykırımı siyasetine destek verenler kadar buna şiddetle karşı çıkan Kürt aşiretlerinin bulunması gibi. Benzer bir bir tutumu Osmanlı dahilinde kurulan aşiret alayları ve mekteplerine yaklaşımda da görebiliriz. “Kürtler”, “Araplar”, “Türkler” gibi olumsuzlayıcı genellemelerden mümkün mertebe uzak durmak yeni problem yataklarına, içinden çıkılmaz karmaşalara karşı önemli bir farkında olma bilincinin önünü açar. Mesela Bitlis Sancağı’ndaki 650 Ezîdî ailenin göçünün hareketlerinin ardında çoklu dinamiklerin bulunduğunu anlatır.
Rusların Kürtlerle ilişkisi eski zamanlara rastlar. 1724’te kurulan Rus Bilimler Akademisi “Kürdoloji” çalışmalarına başlamıştır. Sahadan Kürtlere dair veriler toplanıp arşivlenir, tarihleri araştırılır. İlk araştırmacılar (Peter Lench 1828-1884 gibi) genelde devlet memurudur. İkinci kuşaktan en çok bilinenler V. Minorsky, B. Nikitin gibi isimler Kürtler hakkında eserler yayınlamıştır. Rusya’nın siyasal emellerinden bağımsız olmayan çalışmaların asıl önemi Kürtçe el yazmalarının toplanması, sosyolojik akademi ürünlerinin ortaya çıkması, savaşçılıklarıyla öne çıkan Kürtleri Çarlığın dikkat merkezine yerleştirmesidir.
Devrimden sonra Ermenistan hükümetinin başından beri Kürt kültürünün tanınıp geliştirilmesi yönünde belirleyici bir katkıda bulunduğunu muhakkak kaydetmeliyiz. Daha 1922’de Tiflis’te Ezîdî yetimleri için akşamları ders verecek bir okul açılacaktır. Qanadê Kurdo, Çerkeze Beko, Semend Siyabend, Titale Mirad gibi sanatçılar bu okulda okuyacak, Kamil Bedirxan ve Elixan Şaginov gibi isimler burada Kürtçe dersler verecektir. 1921’de Ermenistan Eğitim Bakanlığı Hakob Hazaryan’ın çabasıyla, Ermenice harflerin kullanıldığı Kürtçe alfabeyi hazırladı. “Şems” adı verilen Kürtçe alfabe ve ders kitapları ile Kürtler anadillerinde eğitime başladı. (Kürtçe alfabe hazırlayan ve dönemin Kürt gençleriyle ilgilenen ve sonraki Kürt Rönesansı’nda katkısı bulunan Mutkili Halil Hayali’yi de ayrıca anmak gerekir.)
İlk önce Eşterek yetimhanesindeki çocuklara Kürtçe dersler verildi, Kürtler için beş ilkokul açıldı, 267 öğrenci kaydedildi. Beş yıl sonra okul sayısı 10’a, öğrencilerin sayısı 520’ye ulaşacaktır. Bunun yanında gezici öğretmenlik sistemiyle Kürt köylerine yollanan öğretmenler yetişkinlere dersler verdi. Eğitim veren ilk öğretmenler genellikle Ermeni’ydi. Üstelik bir bölümünün Kürtçe bilmesinde soykırım döneminde o coğrafyaya kaçanların da payı vardı. O yıllarda Emine Evdal, Heciyê Cindî gibi öğretmenler yetişti. Erivan Eğitim Fakültesi’nde 10 yıllık eğitim programı olan ve Rusça, Ermenice, İngilizce de öğretilen bir Kürtçe bölümü açıldığında tarih 1931’di.
Latin alfabesinin yapısal olarak Kürtçeye daha yakın olduğu düşünülünce 1925 yılında Latin harflere dayalı yeni alfabe talebini dile getiren Kürtlerin isteği 1928’de karşılanacak, 1929’da yeni alfabe resmileşecekti. Bu çalışmada Erebe Şemo ile Süryani dilbilimci İshak Marogulov’un emeği belirleyicidir. İki isim “kendi kendine Kürtçe-okuma yazma” adlı bir kitap da hazırlamıştır. Bu alfabeyi Azerbaycan ve Türkmenistan da kabul edince Sovyet Kürtlerinin üstünde uzlaştığı alfabe ulusal iletişimi güçlendirdi, kültürel sanatsal ürünlerin dolaşımını sağladı.
1944’de ise bütün SB çapında yeniden Kiril alfabesine geçilmesiyle Kürtçe alfabe de Kiril harfleriyle yeniden düzenlendi.
“Riya Teze” de Ermenistan kaynaklıdır. Pek çok Kürt yazar ve aydın ilk çalışmalarını burada yayınladı. Kürtçe eğitim verecek akademik kadro için 1931’de Erivan Eğitim Akademisi açıldı, ilk müdürü de Erebê Şemo oldu. Diğer ülkelerden gelen Kürtçe öğretmen adayları burada eğitim aldı. 1933’teki adayların sayısı 5’i kadın 110’du. Kadın öğretmen adaylarını artırmak için 2 yıllık okullar açıldı. 1933’e kadar Kürtçe biyoloji, tarih, edebiyat gibi 59 başlıkta 91 bin kitap basıldı.
1932’de Kürt Yazarlar Birliği oluşturuldu. Heciyê Cindî, Erebê Şemo, Eminê Evdal, Cesime Celil, Etare Şro, Ahmede Mirazi, Wezire Nadir, Ruban Drampyan, Qaçaxe Mirad gibi isimlerin Kürtlere odaklanan eserleri bir Kürtçe Edebiyat literatürü sağladı. İlk Kürtçe roman sayılan “Şivane Kurmanca” Erebê Şemo tarafından 1935’te yayınlandı.
1934’te 90 Kürdoloğun katılımıyla Erivan’da Kürdoloji Konferansı toplandı. Orada Kürtçenin Sovyetler Birliği’nde de kullanılan temel dillerden sayılması kararı alındı. Müzik alanında çalışıldı, Dengbej klamları kayda geçirilip arşivlendi, Heciyê Cindî ve Eminê Evdal “Kürt Folkloru” isimli bir kitap derledi. Plaklara kaydedilen ezgiler radyoda çalındı. Kürtçe-Ermenice sözlük hazırlandı, 50 civarında Kürtçe eser yayınlandı.
Geçici kesinti 1930’ların ikinci yarısında başlar. Lenin’in ölümüyle ahenginin korunması zora giren parti içi devrimci atmosfer 1920’lerin sonunda başlayan yaygın siyasal tasfiyelerle yönetilmesi imkansız bir hale gelmişti. 1936-1938 yargılamalarının refakat ettiği o yıllarda Nazi karşıtı teyakkuz sadece Çerkeslere, Çeçenlere, Tatarlara değil Kürtlere de etkisi olan -yıllar sonra bile süren- acılar yaşattı. Serinkanlılıkla tartışılmayı bekleyen önemli kırılma noktalarından biri olan 1930’larda yapılanlara yazının bağlamıyla sınırlı kalarak kısaca değinelim: 1930’larda SB’nin Kürt siyaseti, Kuzey Kürdistan’daki isyanları desteklemekten uzak duran, Xoybun’u İngiliz emperyalizmi ile ilişkilendiren, komşu ülke Türkiye’nin emperyalist saldırı üssü haline gelmesini önlemek için Kemalist rejimle uzlaşan bir politikaydı. Aynı zamanda bir büyük savaşa hazırlık süreciydi.
Bu kapsamda Heciyê Cindî, Cerdoyê Genco, Ahmedê Mirazi tutuklanmış, Erebê Şemo Sibirya’ya sürgüne yollanmıştır. Erebê Şemo’nun sürgününe, tutuklanan Ermenistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aşot Hovhanisyan’a yazdığı mektup gerekçe gösterilmiştir. Gerekçe Xoybun ve Bedirhan ailesi ile iletişimde olmaktır. Xoybun da bu bakış açısı dahilinde İngiliz emperyalizmi ile ilişkili varsayılmıştır.
Bilindiği gibi 1936-1938 yargılamalarındaki ceza kararlarında bir kişinin bazen birkaç devlete birden ajanlık yaptığı gibi iddialar vardı. Bu bakış açısının çeşitlemeleri yıllar boyunca Kürt ulusal-kültürel varlığının geliştirilmesinin önündeki engellerin pratik zemini haline getirildi.
O yıllarda Müslüman Kürtlerden kitlesel sürgün Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’a yapıldı. Baskıdan nispeten daha az etkilenen Ezîdî Kürtler de, bir aşamadan sonra, Suriye ve Irak’taki Kürtlerle ilişkili oldukları ve “Kürt milliyetçiliği propagandası” yaptıkları gerekçesiyle devletin baskısına maruz kaldı. Yanı sıra 1944’te tehcire tabi tutulan Gürcistan’daki Kürtler Orta Asya’ya gönderildi ve sürgün birçok insan bakımından ölüm yolculuğuna dönüştü. Riya Teze’nin yayınına son verildi. Kürtçe Latin alfabesi, alfabe birliği sağlama bahanesiyle yasaklandı ve Kiril harflerden oluşan bir alfabe hazırlandı.
Nazi saldırganlığı Sovyet sisteminin özgürlükçü, halkçı karakterini adeta felç etmişti. Trajik olan, Kürt kültürünün önündeki engellerin Stalin öldükten sonra yeniden canlanmasıdır. Aynı zamanda bu durum bir parodoksa işaret eder. Zira Kürtler 1920’lerde, Stalin’in de teşvikleriyle, adeta sıfırdan bir Kürt kültür arşivi oluşturmaya başlamıştı. Stalin’in ölümünden iki yıl sonra, 1955’te Riya Teze yeniden çıktı. Köylerin yarısından fazlasının Kürt olduğu yerleşim yerlerinde parti yöneticileri Kürtlerden seçilmeye başlandı. Bir de daha önemli bir gelişme olarak Erivan Radyosu’nda Kürtçe yayın başlatıldı, ki Kürt ulusal kültürel varlığının sağlanmasında, Kuzey’den Güney’e bütün Kürt coğrafyasına yayılan bu yayının stratejik düzeyde önemi vardır. Adı yaygınca bilinen Casimê Celîl o yıllarda radyonun Kürtçe bölümüne atandı. Aynı isim Sovyet Yazarlar Kongresi’ne Kürtleri temsilen katılacaktır. Erivan Üniversitesi’nde açılan “Kürdoloji” bölümü bu yeniden uyanışın akademik zeminini güçlendirmiş, Kürtçe doktora tezleri kültürel aydınlanmayı büyütmüştür. 1950’lerde SB’de Kürtçe basılan eser sayısı dönemin genel ortalamasının en az dört katı kadar daha fazladır. Şikoyê Hesen, Ferike Usif, Mikayilê, Tosınê Reşit, Ordxane Celil, Emerikê Serdar, Semendê Elî Siyabendov, Celîlê Celîl, Ahmede Goge, Wezirê Eşo gibi edebiyatçıların ürünleri ortaya çıkmış, radyoda yayınlanmış, yaygınca okunmuştur. Dil ile ulusal birliğin inşası arasında kuvvetli bir ilişki vardır. Hatta dil, diğer faktörlerden daha etkin bir ulusallaşma süreci bileşenidir. Kürtçe radyo yayınlarının eşlik ettiği bütün o Kürtçe edebiyat demokratik karakterde bir ulus bilincinin katalizörüne dönüşmüştür.
Aynı dönemde Ezîdîlik çalışmaları canlanmış, klasik Kürt edebiyat eserleri Rusça-Kürtçe basılmış, Kürt kimlik bilinci pekişirken diğer ulusal topluluklarla yakın kültürel ilişkiler geliştirilmiştir. Çeşitli devletlerden gelen Kürtler Erivan’da özgür Kürt edebiyatı ve akademik çalışmalarıyla karşılaştığında Kürt kültür ve tarihinin derinliğini görünce şaşırıp kaldıklarını yıllar sonra bile söyleyecektir. Leningrad’da toplanan Kürdologlar Haris Bitlisi’den Mele Mahmut Bayezid’e kadar pek çok tarihçinin eserini Rusça ve Kürtçe yayınladı. Bu çalışmalar, sonraki yıllarda Türkiye’deki Kürt edebiyatının beslenme kaynaklarına dönüştü.
Ermeni aydınların Kürt kültürüne katkıları süreklilik kazanmıştır. Gorki, Puşkin, Gogol gibi isimlerin eserleri Kürtçeye çevrilmiş, yüzlerce Kürt halk türküsü derlenmiş, binlercesi arşivlenmiştir. Ermeni Soykırımı’ndan kurtulup Ermenistan coğrafyasına gidenler yaygın biçimde Kürtçe biliyordu ve onlar da hafızalarındaki Kürtçe müzikleri aktarıp arşivleme çalışmasına katkı sundular.
O yıllarda İran ve Irak’ta da Kürtçe yayınlar başlayacaktır. Peki ama bu ilginin kaynağı nedir? Kürtler “devletsiz topluluk” olarak hep gündemdeydi. Savaşçıları ve kalabalık nüfuslarıyla öne çıkıyorlardı. 1800’lerden itibaren sömürgeci ve sonra emperyalist kuvvetler Kürtler üzerine türlü hesaplar yaptı, onları yedeklemeye, mücadelelerini yönlendirmeye çalıştı. Fakat özellikle İngiliz emperyalizmi örneğinde görüldüğü gibi, birkaç yüz bin kişilik toplulukları dahi “devlet” olarak kabul ederken, müstakil bir Kürt devletinin önünü kapadılar. Yine de Şeyh Ubeydullah ayaklanmasından beri ayaklanmalar Kürt ulusuna dayalı birleşik bir Kürt devleti hedefi ile çıktı. Simko, Berzenci, Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı isyanları, Mahabat merkezli Kürdistan Cumhuriyeti vb. sayılabilecek örneklerdir. Mezopotamya’nın en kadim halklarından biri olması, aşiretsel ve köylü/dağlı kimliği, Müslümanlığı kendi dilinde yaşaması, Ezîdîlik ve Riya Heq/Yarsan gibi Kürtçe ibadet edilen inançların yaratıcıları olmaları ve çok uzun yıllar özerk devletler halinde varlıklarını sürdürmedeki ısrarları onları feodal dönemde yok olmaktan kurtarmış ve kendine özgü bir ulusal edebiyat yaratmalarına neden olmuştur. Ehmede Xani ve Heciye Qoyi gibi iki büyük ulusalcı şairin varlığı dahi bu bakımdan özel olarak vurgulanmayı hak eder.
Kürtlerin ayaklanmaları 19. yüzyılın sonundan başlayarak büyük kapitalist güçler ve bölge devletleri tarafından dikkate alınmalarına yol açmış ama ayrı bir devlet kurabilmeleri engellenmiştir. Kemalistler 1921 anayasasında illere özerkliği bu nedenle yazmak zorunda kalmış fakat iktidarlarını güvenceye alınca reddetmişler. Irak’ta emperyalist himayeci sömürgecilik altında 1931’de birçok Kürt kentinde Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi de önceki ayaklanmaların yol açtığı kısmi kazanımdı. Sosyalizm mücadelesinin Rusya’daki zaferi Kürtlere geçen yüzyılın başında özerklik sağlayabilmiştir. Yine sonraki yıllarda bazı ülkelerde kültürel hakları bu mücadelelerin yol açtığı sonuçlar olarak görmek gerekir. 50’li yıllardan sonra Mısır’da Kahire Radyosu, Irak’ta Bağdat Radyosu ve İran’da Tahran Radyosu Kürtçe yayınlara başlamıştır.
Sovyetler Birliği’nden etkilenen Baasçı modeller, seküler olması şartıyla Kürt kültürünü yasaklayamamıştır. Mesela 1958’de Irak'taki darbe, Kürt varlığını yasal statüye kavuşturmuş, Kürt kültürünü yasal araçlarla geliştirmenin önünü daha fazla açmıştır. Kısacası 1950’lerle birlikte Kürtler artık devletler arası siyasette siyasal bir güç olarak daha fazla dikkate alınmışlardır.
1960’ların başında Irak’ta bu kez seküler milliyetçi Baas Partisi Kürtleri hedef alınca SB Kürtlerden yana tutum alarak Irak’taki Kürt siyasal mücadelesini destekleyerek Kürt sorununu ilk kez Birleşmiş Milletler gündemine taşıdı. Ama elbette revizyonist iktidarın pragmatizmi, sonraki süreçte yeniden Baas rejiminin Kürt soykırımcı politikasını desteklemeye doğru zikzak çizdi.
Bir de aynı zaman dilimini yaşadığımız coğrafyada kat edelim: Kapitalist rekabet ve sömürgecilik, milliyetçiliğe, bir başka deyişle “ulusun üstünlüğü” ideolojisine kaynaklık etti. Sömürgeciliği meşrulaştırma ideolojisiydi bu ve özel olarak kurgulandı. Aynı sebepler artan kapitalist rekabet nedeniyle kapitalist devletler arasında milliyetçilik yarışı biçimini de aldı. Buna karşın sömürge halkların milliyetçiliği bir başka ulusa karşı değil sömürgeciliğe karşıtlık temelinde şekillendi.
Türk uluslaşması, kısmen Osmanlı feodalizmine karşı bir yön taşıyarak oluşmaya başladıysa da, buna önderlik eden burjuva milliyetçileri, modern Türk burjuvazisini Osmanlı toprakları alanındaki pazarın hakim gücü haline getirme amacını bu uluslaşma sürecinin baskın hedefi yapabildiler. Bu nedenle 1908 tepeden burjuva devriminin yol açtığı kısa süreli demokratik haklar korunamadığı gibi bu burjuva hedef doğrultusunda gericilik gelişti.
Bu hedefe bağlı olarak Pan-Osmanlıcılık, Pan-Türkçülük hakim ideoloji, burjuva gerici diktatörlük hakim rejim, emperyalist maceracılık dış politika çizgisi, Osmanlı’nın Hristiyan halklara soykırım ve baskı ezilen uluslar politikası olarak hakim olabildi.
İttihatçıların liderliğindeki bu gericilik savaşta ağır yenilgiye yol açınca, bu kez emperyalist maceracılık terk edilmek koşuluyla ve kalan topraklar üzerinde işgale karşı mücadele içinde İttihatçıların ikinci kademe kadrolarının Kemalist milliyetçiliği baskın hale geldi.
Türk kurtuluş savaşının asıl olarak genel anlamda emperyalistlerle değil Yunanistan’la saha muhabereleri olarak gerçekleşmesi Türk halkının Hristiyan halklara ilişkin milliyetçi düşmanlık duygularına da, kalan ulusal topluluklara ve Kürt halkına karşı şoven milliyetçiliğe Kemalist burjuvazi tarafından daha kolay bağlanabilmesine imkan yaratan diğer bir tetikleyici faktördü.
Ayrıca Kemalistler de İttihatçıların Hristiyan halklar düşmanı politikalarını bu kez dış emperyalist maceracılıktan arınmış vaziyette ve o günün somut şartlarında daha küçük çaplı olarak yürüttüler.
Türk uluslaşmasının liderliğini kendi sınıf hakimiyeti amacına sıkı sıkıya bağlamış olan burjuvazi her iki dönemde de Müslüman halkları asimilasyon yoluyla Türkleştirme politikası izledi. Bu İttihatçılar zamanında Müslüman Arap halkına karşı savaşa dönüşürken Kemalistler döneminde ise Kürtlere karşı soykırıma dönüştü.
Kürt ulus bilinci bir devletleşmeyle ve sermaye temerküzüyle iç içe gelişmediği, daha doğrusu ya Berzenci ayaklanmasında düşman olarak İngiliz emperyalizminin ya Ağrı isyanındaki gibi egemen Türk burjuva devletinin düşman olarak alınması gibi, ezen milliyetçiliklere karşı gelişti. Diğer halklara düşmanlık, ezme ve yok etme politikasına sahip olmadı.
İttihatçıların da Kemalistlerin de ideolojisi Türk milliyetçiliğiydi. Hristiyan halklar/uluslar bertaraf edildikten sonra sıra elbette Müslüman ulusların ya teslimiyet, asimilasyona boyun eğme olmuyorsa şovenist devlet şiddetiyle ezmeye ama sonuçta ulusal varlığına son vermeye gelecekti. İttihatçılar Araplara karşı bunu uygularken devamını Kürtlere karşı Kemalistler getirecekti.
Daha işgale karşı savaş içindeyken Koçgiri isyanına karşı devlet şiddetine başlayan Kemalistler Cumhuriyet ile birlikte Kürtlerin varlığına, kuşkusuz devletin resmi söylemi ve siyaseti düzeyinde son verdiler. Bilinen isyanların art arda gelmesi, bunların her seferinde tenkille bastırılması ve 1930’larda ırkçılığa varan resmi politika 1970’lerde dahi savcıların iddianamelerinde Kürtçenin Türkçe ve Farsça karışımı olduğu, Kürtlerin aslında en eski Türk kabilelerden geldikleri gibi ipe sapa gelmez ifadelerle varlığını sürdürecekti. Asimilasyon ve tenkil Kürt nüfusun yoğunluğu, Kürt medreselerinin köklü geleneği, sözlü kültüre yaslanan ve kuşaktan kuşağa gelenek-kültür devrini gerçekleştiren kadınların iradi çabası, kent merkezlerinden çok dağ köylerinde yaşamanın sağladığı kapitalist tekdüzeliğe ve faşist asimilasyona direniş imkanları, sürekli ayaklanmalar, ulusal örgütlenme çabaları gibi vesilelerle başarılı olmadı. Rahatlıkla söylenebilir ki Türkiye siyasi coğrafyasında bu devlet siyaseti, bütün aşındırıcı etkilerine karşın, sadece Kürtlere karşı başarısız oldu.
Kapitalizmin kendiliğinden çözücü etkisi, tıpkı Marx’ın Manifesto’da bahsettiği çerçevede, rejimin on yıllara yayılan iradi çabasından daha esaslı kültürel etkiler yaratmış olmasına rağmen 1839 Tazminat Fermanı ile ümmetçi “millet” paradigması yerini ulus sistemine bırakmıştı. 1876 anayasasında Türkçe sadece devlet memurlarına zorunlu kılındı. Kürtler uzun yıllar boyunca günlük hayatta dil sıkıntısı yaşamadı. Cumhuriyet ile birlikte burjuva milliyetçi ve ırkçı Türklük tarifi gayrimüslimleri dışladığı halde onların ulusal varlıklarını tanıyor, Müslüman ulusları ise asimilasyonla Türkleştirmeye çalıştığı için ulusal varlığını tanımıyordu.
Türk Ocakları’yla tanınan şovenist Hamdullah Suphi, daha 1923’te “Türk Kimdir?” sorusunu şöyle yanıtlıyordu; “Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisi taşıyan Türk’tür.” Sadece bununla kalsa, “Türk olmama Hakkı”nı kullananlar (Türkçe konuşmayan, Türklük sevgisi taşımayan) kendi kimlikleriyle ortaya çıkabilirdi. Bir açıdan “romantik” bulunan bu yanıt daha yolun başında devasa bir zulme, zamana yayılan despotluğa ve katliamlara işaret düşüyordu, ki 1925’te Takrir-i Sükun ilan edildiğinde seyyar idam mahkemeleri olarak çalışan istiklal mahkemeleri yaygın kıyımların önünü açacaktı.
Kürt, Türkçe konuşamadığına göre Kürt müydü? Ne münasebet! Onun Türk olması, sevgi ölçülebilir olmadığı için, asıl olarak Türkçe öğrenmesine bağlıydı ve bu bir biçimde sağlanmalıydı. O halde Kürtlerin evvela Kürtçeden “kurtarılması” gerekiyordu. 1925’teki Şark Islahat Planı’nın tedbirler içeren 14. maddesi de Kürtlerle Türklerin bir arada olduğu illerde Türkçeden başka dil kullananların neyle karşılaşacaklarını ‘müjdeliyordu’: “... Vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kurum ve kuruluşlarda, okullarda, çarşı pazarda Türkçeden başka dil kullananlar hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet ve direnmek suçlarından cezalandırılacaktır.”
Kamusal alanda Türkçe dışındaki dillerin yok edilmesiyle başlayan bu “arındırma” işlemi orada durmadı. Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlerde Kürtçe kelime için 5 kuruş ceza kesildi. O yıllarda ayak üstü Kürtçe hal hatır sormanın bedeli bir koyunu gözden çıkarmaktı. 1924 anayasasının 12. maddesi Türkçe okuma yazma bilmeyenlerin milletvekili olamayacaklarını söylüyordu. 1934’teki Soyadı Kanunu’nda Türkçe soyadı zorunlu tutuldu, yine o yıllarda yerleşim yerlerinin isimleri Türkçeleştirildi, hatta yer yer “öztürkçe”leştirildi. Hint Avrupa dil grubuna dahil olan ve onun İran Aryen kolunun kuzey İran grubunda değerlendirilen, aynı zamanda birçok lehçesi bulunan Kürtçe bütünüyle yok sayıldı.
1930’lardaki Güneş-Dil Teorisi ise bütün dillerin Türkçeden türediğini “bilimsel olarak açıklıyor”du. Dolayısıyla başka uluslar da aslında yoktu ve tamamı Türk’tü. Lice’ye giden CHP müfettişi merkeze yolladığı raporda “Asya Türkçesi” ile Farsça karışımı bir dil kullanan bu nüfusun “Cumhuriyet hükümetiyle atalarımıza minnet” duyduklarını yazıyordu. Sessiz kalınan, tepki verilmeyen bu fanatizm Asya-Kafkasya hattındaki diğer diller ve kültürlerle düşmanlık biçiminde yayılmayı sürdürdüğünde mesela ezan ve selanın Türkçeleştirilmesine varılacaktı. Bizzat Mustafa Kemal’in talimat ve onayıyla hayata geçirilen bu uygulamanın yürütücü kadrolarından Reşit Galip “andımız” adlı ırkçı metni de üretti. Cami kapılarında polisler bekletilmiş, ezanı Arapça okumakta ısrar eden müezzinler dövülmüş, Kürtlerde olduğu gibi para cezasına çarptırılmış, kimisi akıl hastanesine kapatılmıştır. Unutmayalım ki özellikle Anadolu’daki bu nüfus Kemalistlerin aşağıladığı kara çarşafla, şalvarla, Kur’anla hem işgalcilere hem İttihatçılara hem de Kemalistlere ağır bedellerle direnmiştir. Kürt halkındaki kolektif hafıza gibi Türk dindar nüfusta da böyle bir kolektif hafıza vardır ve o da türlü biçimlerde varlığını ortaya koyarak CHP’nin temsil ettiği ne varsa ısrarla uzak durmuştur. Bu gibi travmaların kalıcı etkisi hesaplanmadan Türkiye siyasetinin dinamiklerini okumak mümkün değildir.
Türk burjuvazisinin hakimiyetini pekiştirme siyasetine bağlı olarak, Türkleştirme zor eşliğinde ve kültürel asimilasyonla sağlanmaya çalışıldı, Türkçe de dil-kültür alanında tek geçerli dil o haline getirildi.
Düşman görülen uluslar, ulusal topluluklar dilleri yasaklanarak kuşaktan kuşağa deneyim, bilgi, kültür aktarımı engelleniyordu. 2000’li yıllara dahi aşağı yukarı bu zihniyetle varıldı. Aradan geçen on yıllarda devlet aklını temsil eden Cumhuriyet bürokrasisi Kahire radyosundan Tahran radyosuna dek Kürtçenin işitildiği neresi varsa o kanalları ortadan kaldırmaya çalışacak ve Türkiye’de Kürtlerin olmadığı iddiasını sürdürecekti. Kaldı ki bugünkü defacto tanınmanın yasal alt yapısı halen yoktur, Kürtlerin varlığı anayasal statüye kavuşturulmadığı gibi kolektif kimlik hakları yok sayılmaktadır.
Ancak yine de tarihte bir Kürt kültürü ve hikayesi var. O halde bunun yağmalanması gerekecektir. Özellikle müzik alanında Kürt kültürel birikimi yağmalanıp Türkçeleştirilirken bu siyasal amaç güdüldü. Ankara ve İstanbul radyoları bu gibi binlerce “eserle” doludur. Sadece bu kadarla kalınmadı. Kürt folkloru ve mitolojisi bazısı “solcu” ve “muhalif” sayılan edebiyatçılarca kaynak belirtilmeden tırtıklanmış, daha açık ifadesiyle çalınmıştır.
Erken dönem Kemalist evrede Kürtlüğün bastırıldığı, Kürtçenin “yetersiz ve ilkel bir karmaşa” olduğunun tekrarlandığı Türklüğün, Türkçenin, Türk gibi olmanın yani ideal cumhuriyet vatandaş tipinin ulaşılacak bir “arzu nesnesi” gibi sunulduğu çalkantılı bir dönemde devletin bütün olanakları Kürtlerin kültürel varlığını baskılamaya hasredildi. Buna rağmen Kürtlerin kendiliğinden kültürel karşı koyuşu çabuk bastırılan açık siyasal isyanlardan daha uzun ömürlü ve etkilidir.
Burada bir paradokstan daha bahsedilebilir: Kürtlerin en az dört ayrı devletin sınırlarıyla birbirlerinden ayrılmaları şöyle bir avantaj sağladı. Bir devlet kendi sınırları dahilindeki Kürt isyanını bastırdığında bile diğer ülkelerdeki Kürt kültürel siyasal varlığı ilgili devletin elini kolunu bağlarken zulme maruz kalanların moral dayanağı oluyor, var olduklarını kanıtlıyordu. Şayet bütün Kürtler tek bir ulus devletin idaresi altında olsaydı ilgili devletin bastırma/katliam siyasetinin başarısı Kürt uluslaşmasını sekteye uğratırdı. 1938-1984 arasındaki zamanı bir boşluk gibi gören bakış açısı bu nedenle eksiklidir. O ulusal etkileşim ve devinim türlü biçimlerde akarak sürmüştür.
Kürt özgürlük arayışının yüzyıldan uzun süredir emekçi sol siyasal- toplumsal alaşımla bir arada var olması onun düz okumayla “ezilen ulus milliyetçiliği” gibi genellemelerle anlaşılmasını imkansız hale getirir. Bu gibi şablonlarla düşünenlerin açık veya örtük şovenizmlerinin hangi biçimleri alabildiğini Türkiye emekçi ve sosyalist solunun tarihine bakarak anlamak mümkün. Ebette bu bahiste devrimci sosyalistlerin ortalama olandan anlamlı farkını anlamak da. Kürt ulusallaşması kendisine bir “düşman öteki” üretmeden ve Avrupa odaklı düşünen Anderson gibi teorisyenlerin iddia ettiklerinin aksine dar grup aydın çabalarından ziyade sözlü kültür, gelenek, halk kahramanlığı gibi kolektif hafıza biçimleriyle iç içe gelişti. Dolayısıyla Kürt uluslaşmasının evrensel yanları kadar bu gibi kendine özgü yanları da bulunur, ki bu orjinalite önemlidir. Başka pek çok konuda da genel teorik değerlendirmeler her özgün olayda bu gibi katkılarla zenginleşir ve otantiklikle evrensellik dengesi böyle kurulur.