Liberal faşizm teorisinin küçük burjuva versiyonu, kısaca faşizmi yalnızca Hitler-Mussolini tipiyle sınırlayan görüş, ülkemizde de o denli yaygın ki, devrimci hareketin artan sayıda parti ve örgütleri bu görüşün etki alanına giriyor. Marksist Teori dergisinin 50. sayısında EMEP ve SYKP dahil bazı sosyalist parti ve örgütleri paylaştıkları bu görüşü nedeniyle eleştirmiştik. Bu sayıda da Toplumsal Özgürlük Partisi’nin (TÖP) benzer ama daha özgün görüşünü inceleyeceğiz.
TÖP sitesinde Oğuzhan Kayserilioğlu’nun “Devlet krizinde Son Durum” ve “Yol Ayrımı” yazılarını esas alarak tartışmamız isabetli olur.
Yazar, kriz, devlet krizi, kaotik ortam, kaos üzerine çokça yazdı. Bu yazılarında aynı zamanda Erdoğan iktidarının faşist bir rejim dayattığını ama kitlesel aktif ve pasif mücadeleler nedeniyle henüz faşist bir rejimin, faşist bir devlet biçiminin kurulamadığı görüşünü temellendirmeye çalıştı. Bu çabasına devam ediyor.
İktidar da, Faşizmi Dayatıyor, Ama Kurumsallaşma Tamamlanmamıştır
“Aslına bakılırsa, devletin fethinde epey yol alınmasına rağmen halen bir faşist kurumsallaşma sürecinden bahsediliyorsa, süreç bir türlü kendisini bütünüyle gerçekleştiremiyorsa”
“Faşist bir iktidar söz konusu ama bunu kurumsallaşmasını tamamlayıp bir devlet biçimi haline dönüştürmek ve böylece ancak bir ‘fiili dayatma’ olabildiği şimdiki zayıf konumundan kurtarıp kalıcılaştırmak bir türlü başarılamıyor.” 1
Yazar, yazısının değişik yerlerinde ifade ettiği görüşlerini bu iki paragrafta özet olarak formüle etmiş.
Erdoğan liderliğindeki iktidar ittifakının faşist nitelikte olduğunu kabul ediyor. Faşizmi dayattığını da vurguluyor. Fakat kurumsallaşma tamamlanmamıştır. Ya da zayıflığından ötürü -ayrıca mücadele güçlerinin varlığı nedeniyle de- kurumsallaşmayı bir türlü tamamlayamıyor. Bu nedenle de faşist bir rejim henüz yoktur. Faşist rejim değil, tarihsel tıkanma içinde olan “egemen fraksiyonları da içinde barındıran ‘despotik devlet’ gerçekliği ” var.2
Faşist iktidarın kurumsallaşmasını tamamlamadığı yanılgısından başlayalım. Faşist bir rejimin kurumsallaşmasının esası, yazarın da belirttiği gibi kendi niteliğini “devlet biçimine” dönüştürmesidir.
Erdoğan liderliğindeki faşist ittifak, yalnızca hükumettir ama devlete hakim değildir denebilir mi?
Devlete hakim olmaya ve devletin biçimini faşistleştirmeye çalışıyor ama devletin sivil ve silahlı bürokrasini faşistleştirememiştir denebilir mi?
Elbette ki hayır!
Erdoğan, Bahçeli ve Ergenekoncularla ittifak içinde, onları yedekleyerek, kendi liderliğinde İslamcı Türkçü faşist bir rejimi devletin sivil ve silahlı bürokrasisine hakim kıldı, sivil ve silahlı bürokrasinin rejim biçimi haline getirdi ve halklarımıza da dayattı.
Belirtmek gerekir ki, Ergenekoncular TSK ve yargı içinde kısmen var olsalar da iktidarda etkili bir güç değildirler. Erdoğan ve Bahçeli liderliğindeki güçler devletin sivil ve silahlı bürokrasisine hakim.
Bu hakimiyet üst kademelerle sınırlı kalmadığı gibi yalnızca kaba bir hakimiyet de değil. İdeolojik olarak da devlet kurumlarında İslamcı ve Türkçü hakimiyet var. Örneğin silahlı bürokrasinin asıl kurumu TSK’nın yalnızca üst kademesinin ele geçirilmesiyle sınırlı kalınmadı.
TSK Personel Kanunu’nun 14. maddesinde 21.01.2015 tarihli 6586/39 maddeyle, 06.01.2017 tarihli KHK /681-madde 14 ile yapılan değişiklerle 4 yıllık fakülte mezunlarından TSK’ya muvazzaf subay alınmasının yolu tamamen açıldı.3
2016-2017 yıllarında AKP ve MHP’lilerden binlercesi, hatta bazı iddialara göre on binlercesi TSK subay kadrosuna alınarak alt kadrolarda da etkinlik sağlandı. Mülakatların doğrudan SADAT şefinin eline verilmesiyle kadrolaşma güvenceye de alındı.
Dahası, TSK’ya öğrenci yetiştiren okullar ve eğitimin içeriği de Saray tarafından belirlenen biçimde değiştirildi. 31 Temmuz 2016 tarihli ve 669 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması ve Milli Savunma Üniversitesi Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Milli Savunma Üniversitesi (MSÜ) kuruldu. Aynı KHK ile Harp Akademileri Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Harp Akademileri, Askeri Liseler ve Astsubay Hazırlama Okulları kapatıldı. Fatih Harp Tarihi Araştırmaları Enstitüsü ve Milli Savunma ve Güvenlik Enstitüsü açıldı.4
Eğitimin İslamcı ağırlıkta olması bu yolla güvenceye alındı.
Polisin AKP ve MHP’li kadrolaşması zaten başından güvencedeydi. Bu devam ediyor.
Sivil bürokraside yargı Saray’ın hakimiyetine verildiği gibi AKP’li, MHP’li ve Ergenekoncu avukatlar yargıya doldurularak kurumsallaşma pekiştirildi.
Akademide, KHK tasfiyeleri ve rektör atamalarıyla Saray’ın hakimiyeti sağlandı. Kadrosal pekiştirmede ve ideolojik aygıt yaratmada zayıflıklarla birlikte var olsa da hakimiyet sağlandı. Kabul etmek gerekir ki faşist kadrolaşmanın yetersiz kaldığı yerlerde, milliyetçi muhafazakar kadrolar da kurumsallaşmaya gönüllü katılarak güçlendiriyor. Bireysel ikbal için faşizme hizmet sunanların çokluğu bu hakimiyeti ayakta tutmaya hizmet ediyor.
Faşizmin medyadaki tekeli de apaçık ortada.
Erdoğan liderliğindeki faşizmin devlet kurumlarında hakimiyeti ve hakimiyetin alt düzeylere değin kadrosal olarak pekiştirilmesi büyük oranda gerçekleştirilmiş durumda.
Devlet kurumlarındaki durumun fotoğrafı bu gerçeklik iken, “Kurumsallaşma tamamlanmamıştır” demek, öncelikle kötü bir yanılgı. Aynı zamanda kurumsallaşma ile toplumun büyük çoğunluğunda ideolojik hakimiyet sağlamış olmak birbiriyle karıştırılıyor anlamına da geliyor.
Bu karıştırmanın eleştirisini sonraki alt başlığa bırakarak, devlet biçimi meselesine gelelim.
Faşizm Devlet Biçimi Olamadı Mı?
İktidarın faşist niteliğini reddedenler, Dimitrov ve Komintern’in , “Faşizm basit bir hükümet değişikliği değil devlet biçimidir” doğru fikrini saçmalık düzeyine vardırıyorlar.
Kayserilioğlu da faşist iktidarın “kurumsallaşmasını tamamlayıp devlet biçimine dönüştürme”yi başaramadığı tespitini yaparken hem gerçeği göremiyor hem de devlet biçimi sorununu fetişleştirerek, adeta ulaşılmaz bir hedef olarak sunuyor.
Faşizmin bu amacına varmasını aktif ve pasif halk barajı/direnişinin engellediğini vurgulayan devrimci formülasyonla ifade etse de, devlet kurumlarına hakim olmayı ve niteliğini vermeyi iktidar açısından ulaşılmaz kılan saçmalığı benimsemiş oluyor.
Erdoğan, Gülen cemaati ve MHP düzeyinde ideolojik kadro militanlığı güçlü olmasa da, gerek AKP’li gerekse AKP dışından kadroları, kendisine bağlı kıldı. İslami ve Türkçü ideolojik etkiyi kullanmasının yanı sıra, çıkar sunarak ve devletin yönetiminde olmasının gücüyle bunu yapabildi.
Kendisine bütünüyle bağlı olanları faşist şeflik rejimi içinde Saray diktatörlüğünün hiyerarşik kademelerinde mevzilendirdi. Saray bürokrasisi en üstte yürütme ve yasama gücü olarak mevzilendirildi.
Yargı, Erdoğan ve Saray’a bağlı olmak kaydıyla, iktidar bileşenlerine bölüştürüldü.
Polis ve TSK da iktidar bileşenlerine bölüştürüldü.
Sivil bürokrasi elbette iktidar bileşenlerine bölüştürüldü. Fakat yürütmenin yedeği/memurları olarak işlev gören bakanlar yine de diktatörün kendisine bağlı sivilleri ataması çerçevesinde tutuldu.
Buradan hareketle şu söylenebilir: Türkiye’de başkanlığa geçiş, basit bir hükümet değişikliği, devleti yönetme biçiminde basit bir değişiklik olmadı. Örneğin burjuva devletin biçiminde ABD’deki gibi başkanlığa veya Fransa’daki gibi yarı başkanlığa, bu yolla yürütmeyi hızlandırmaya geçişten öte, devletin yönetiminin niteliğini değiştirdi.
Bu niteliksel değişiklik önceki dönemlerdeki yarı askeri, askeri, askeri güdümde parlamenter faşist rejimlerle faşist olmak bakımından ortak karaktere sahip. Fakat özgün olarak belirteceğimiz özellikleriyle farklı. Ayrıca kalıcı olma amacıyla da farklı.
Erdoğan ve AKP’nin bu niteliksel değişikliği gerçekleştirdiklerinin kanıtlarını şöyle sıralayabiliriz:
İslamcı Türkçü ideoloji devletin dünya görüşü haline getirildi.
Tüm yetkileri faşist şefte/diktatörde toplayan KHK yetkisiyle Erdoğan donatıldı. Parlamentoya daha sonra bunları denetleme yetkisi fiilen uygulanmayan kağıt üzerinde bir pozisyonda bırakıldı.
Devlet şiddet tekelini elinde bulundurup ihtiyaç duyduğunda kullanan yönetme biçiminden öteye, şiddeti ve olağanüstü/sıkıyönetim halini sürekli kullanan yönetme biçimine kavuşturuldu. Bununla kalınmadı, polise ağır silahları TSK’dan transfer etme ve kullanma yetkisi verildi. MİT’e operasyon yetkisi verildi.
Daha önemlisi de devletin işlediği suçlarla, iktidarı devirmeye çalışanlara karşı iktidarın sivil güçlerinin işleyeceği suçların kovuşturulması iktidarın iznine tabi kılındı.
Osmanlı Ocakları, yabancı İslamcı ve milliyetçi çeteler, devlet mafyası, SADAT, iktidarın paramiliter gücü olarak örgütlendirildiler. Buna Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları da dahil edildi. Ülke içinde ve işgal alanlarında SADAT tarafından askeri eğitime alındılar.
Başta Kürdistan’ın diğer bölümleri olmak üzere işgalci savaşlar dönemi başlatıldı. İşgalci savaşlar büyük devlet şovenizmini yüceltmenin aracı, Yeni Osmanlıcılığın, ümmetin ve Türklüğün yeniden zaferden zafere koşmasının simgesi olarak da kullanılıyor. Böylece faşizmin kitle desteği tahkiminin aracı yapılıyor.
Bu değişiklikler, burjuvazinin sınıfsal baskı aracı olarak devleti yönetmesinin yeni bir niteliğe, politik İslamcı Türkçü, işgalci, açık terörist ve savaşçı nitelikte bir rejime, bu rejimi pratiğe uygulayacak örgütsel biçimlere kavuşturulduğunun somut, elle tutulur kanıtlarıdır.
Kurumsallaşma Mücadele ve Kalıcılık İlişkisi
Erdoğan faşizmi devlet biçimine kendi niteliğini verir ve kurumsallaşırken, mücadele kesin zafer kazanmasını engelleyebildi. Ama mücadelenin gücü kurumsallaşmasını önlemeye yetmedi.
Erdoğan faşizmine karşı direniş, iki koldan gerçekleşti ve devam ediyor.
Gerilla ve kitlesel direniş.
HDP’ye yönelen demokratik eğilimi ve devam eden kitlesel direnişi, Erdoğan faşizmi ancak 5 Haziran Amed, Suruç ve 10 Ekim katliamları ve Cizre-Sur vahşetiyle geriletebildi. Devamında OHAL, polis terörü, işgalci savaşlar ve zindanla, geniş kitlesel eylemleri engelleyebildi.
Erdoğan faşizmine karşı olan geniş kitleler, Erdoğan’a ve diktatörlük referandumuna hayır eğilimi de göstermelerine rağmen ağırlıklı olarak faşizmin seçimle çöpe atılabileceği beklentisine girdiler.
Türkiye metropollerinde faşist terör ve zindanla geriletilen kitlesel direniş şimdi yeniden kadın hareketinin cesur girişkenliği, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tekil ama sürekliliği sağlayan eylemli çağrısı, artan tekil işçi eylemleri, yaşam alanlarını sermayenin talanına karşı savunma eylemleri, tütün üreticisi köylülerin eylemi vb. eylemlerle, geri çekilişten yeniden yükselmenin yollarını arıyor.
Cizre-Sur vahşeti, kitlesel katliamlar, işgalci savaşlar, Kürt halkında da geri çekilmeye yol açtı. Fakat Kürt halkı Newroz’larda tavrını ortaya koydu ve HDP’nin siyasal destek kitlesi olmaya devam etti. Yeniden kitlesel direnişlerin veya devrimci direnişe akışın yolunu açmaya çalışıyor.
İnişli ve yeniden yükselişi zorlayan çıkışıyla kitle direnişi elbette faşizmin kesin zafer kazanmasını engellemede rol oynadı.
Fakat vurgulamak gerekir ki, daha fazla rolü silahlı direniş oynadı. Erdoğan faşizmi, Çöktürme Planı’ndan başlayarak bugüne değin kirli savaşın her türden yöntemiyle, işgalci savaşlarla, yüksek tekniğe dayanan hava silahlarıyla saldırmasına rağmen gerillayı ve silahlı direnişi yenilgiye uğratamadı.
Gerilla ve silahlı direniş, dağda, kentte ve “sınır ötesi” Kürdistan bölgelerinde devam etti. Geriletildi, ağır kayıplar verdirildi ama faşizm gerilla direnişini ezemedi.
Mücadelenin en büyük gücü elbette Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi (KUÖH) oldu. Gerilla mücadelesinin asıl hatta neredeyse tamamına yakın yükünü taşıdı. KUÖH ile birlikte devrimci hareketin enternasyonalist kanadı silahlı mücadelede direnişe ortak oldu. HBDH birleşik örgütlenme olarak silahlı direnişe daha alt boyuttan destek verdiği gibi mücadelesini sürekli kılabildi. THKP-C de silahlı mücadele yürüttü ama sürekli kılamadı.
Erdoğan faşizminin devlette ve belirli düzeyde paramiliter örgütlenmelerde kurumsallaşabilmesine rağmen, geleceğe doğru kalıcı olmasını silahlı direnişin sürüyor olmasını engelledi. Kitlesel direniş de bu engellemede rol oynadı.
Kayserilioğlu, faşizmin kendisini kalıcı kılacak düzeyde tahkim etmesini asıl önleyen silahlı direnişin rolünü es geçmekle, yadsımakla, devrimci gözünü kapatıyor.
Sadece bu hataya düşmekle kalmıyor. Kitle desteği inişte olan faşizm yenilmemek için kurumsallaştığı devlet güçleri ve örgütlediği çetelerle saldırdığında onu yenmek için gerekli olan silahlı ayaklanma bilincini de köreltiyor.
Rejim Nasıl Kalıcı Olamadı?
Gerek Erdoğan ve AKP hükümeti, gerekse önceli generaller, faşist baskıları ve yasaklamaları ve devlet terörünü yoğunlaştırma işini, yakın devrimci tehlike olarak “bölücülüğü”, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’ni ezmek amacına bağladıkları için şovenist kitle desteğini de alabiliyor ve artırabiliyorlardı.
Erdoğan faşizmi, KUÖH’nin merkezinde durduğu gerillayı ve silahlı mücadeleyi bitiremeyince, planladığı diğer faşist adımları atamadı. Örneğin legal alandaki kazanılmış yasal hakları tümüyle bir çırpıda gasp edip yasal emekçi sol partileri, sendikaları, TTB ve TMMOB gibi meslek örgütlerini kapatma adımına geçemedi.
İşgalci savaşlarla büyük devlet şovenizmini tırmandırarak bunu diğer bir yolla da yapmayı denedi. Ama gerek Rojava’da direniş, gerekse Medya Savunma Alanları’nda çakılıp kalması sonucu, ihtiyaç duyduğu şovenizm patlamasını yeterince yaratamadı. Olası büyük çaplı şovenist rüzgarı arkasına alamadı, planladığı yasaklar ve zindan silahını zirveye çıkaramadı.
Cizre-Sur vahşetine karşı direniş de, Çöktürme Planı’nın öngördüğü konteynır toplama kamplarının kurulmasını ve daha geniş seçici kitlesel katliamı önledi. Ayrıca olası teslim alınmış ritüeliyle Kürt halkının moralinin daha derinden sarsılmasını durdurdu.
Kitle direnişi alanında, diktatörün kitlesel katliamlarına rağmen Kobanê’ye köprü olmak için devrimci gençlerin Suruç’ta buluşması, 10 Ekim’de Ankara’da onbinlerin kirli savaşa karşı yürümesi, Erdoğan faşizminin kısa sürede zafer kazanarak rejimi kalıcı hale getirecek diğer saldırı adımlarını atabilmesinde cesaretini kırdı.
Elbette bu direnişlere Gezi Ayaklanması da esin, enerji ve cesaret verdi.
Sonrasında Kürt halkının Newroz’larda kitlesel tavrı da temkinli ama faşizme karşı mücadeleyi bir adım öne taşıyıcı oldu.
Sonuçta bu mücadeleler, Erdoğan-Bahçeli’nin rejimi kalıcılaştırma stratejisini bozdu. Erdoğan faşizminin kısa sürede sert saldırılarla silahlı ve silahsız direnişi yendikten sonra, hızla legal alanı tasfiye ederek, hatta burjuva muhalefete de yönelip yasaklayarak rejimi uzun süreli kılabilmesini engelledi, kalıcı olmasını önledi.
Bu durum Erdoğan faşizminin kitle desteğinin çözülmeye başlamasına yol açtı.
Yeniden güncel taleplerle işçi sınıfı, kadın, LGBTİ+, gençlik, ekolojik hareketlerin gelişmesine zemin hazırladı, cesaret verdi.
Faşist Anayasa değişikliklerine “hayır” tavrı gibi geniş kitlesel tutum ya da adalet yürüyüşüne destek vererek Erdoğan faşizmine karşı kitlesel tutum gösterme, yerel seçimde burjuva muhalefet adaylarını destekleme gibi temkinli ve burjuva muhalefete bulaşık tutumların, Erdoğan faşizminin kitle desteğinin çözülmesinde rolü yok denemez. Ama kabul etmek gerekir ki, Erdoğan faşizmine karşı olan geniş kitlelerin burjuva muhalefete bulaşık tutumları, seçimle Erdoğan faşizmini yenilgiye uğratma beklentisi ve yanılgısıyla, burjuva muhalefeti, hatta MHP’nin bir doz hafifi İYİP’i bile kolayca benimsemesiyle iç içedir.
Kayserilioğlu silahlı direnişin Erdoğan faşizminin kalıcılaşma stratejisini bozan rolünü reddetmenin yanı sıra faşizme karşı demokratik halkçı ve devrimci kitle direnişiyle, burjuva muhalefete bulaşık ve onun seçim kazanmasına umut bağlamayla içiçe var olan kitle tutumunu faşizmin zaferini önlemede oynadıkları rol bakımından ayırt etmiyor.
Bu iki tutumun oynadıkları rolü birbirinden ayırmak, burjuva muhalefetten ve ona eklemlenen politikalardan bağımsız halkçı devrimci mücadeleyi geliştirmek açısından önemlidir.
Kayserilioğlu elbette faşizme karşı aktif ve burjuvaziden bağımsız halkçı devrimci mücadeleyi amaçlıyor. Fakat, halk kitlelerinin faşizme karşı birleşik burjuva muhalefetle bulaşık, kararsız ve CHP-İYİP barajında kalmaya eğilimli mücadelesi ile faşizme karşı direnişçi ve onu yenilgiye uğratma isteğindeki kitlesel mücadeleyi karıştırmak, bu devrimci amaca hizmet etmiyor. Tersine burjuva muhalefetle bulaşık eğilimin zaaflarını örtmeye yarıyor.
Birleşik Mücadelede Zayıflıklar
TÖP ve yazarları yoldaşlarla faşizme karşı kitle tutumu ve direnişinde yol ayrımına gelindiğinde birleşiyoruz.
Erdoğan faşizmine karşı olan kitlelerde iki eğilim var: Faşizmin rejim olarak yenilgiye uğratılması, tasfiyesi, halkçı iktidar hedefi ve programı çizgisindeki devrimci eğilim. Diğeri birleşik burjuva muhalefetin seçim kazanması yoluyla Erdoğan ve faşizmden kurtuluş beklentisindeki eğilim.
Bu ikinci eğilim faşizmi yıkmak için direnişin yükseltilmesini sönümlendirici rol oynuyor. Tabii ki Millet İttifakı’nın (Mİ) programından daha daha ileri isteklere sahip. Ancak gerek örgütsüz oluşu ve gerekse beklentiyle bağlandığı birleşik burjuva muhalefetin gerici faşizan parlamenter restorasyon programının etkisi nedeniyle demokratik isteklerini bile dile getirmeyen sakınganlık içinde. Ayrıca Mİ içindeki ulusalcı, milliyetçi tabanla geçici duygudaşlığı da bu kesimler içinde demokrat olanları tutukluğa itiyor.
Birinci eğilimin gelişmesi için, Mİ’den ve herhangi burjuva güçten bağımsız halkçı devrimci programa sahip antifaşist odak yaratmak gerekir. Odağı gerçekleştirmeye antifaşist güçlerin halkçı programı etrafında demokratik bir cephede birliğiyle başlanabilinir.
Bu sorunda emekçi sol harekette farklı ideolojik yaklaşımlar var. Bir kesim, örneğin TKP ve DHKP/C, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’yle (KUÖH) ittifaka karşı. Sosyal şovenizmin etkisinde kalan bu kesim esasen sınırlı eylem birlikleri hariç diğer devrimci ve emekçi sol kesimlerle eylem birliğine de taraftar değil. Grupçu sekterizmle KUÖH’ye karşı sosyal şovenizmi belirgin özelliği haline getirmiş durumda. Bu kesimin iki belirgin partisi biri reformist ve diğeri silahlı mücadele çizgileriyle birbirinden ayrı konumda yer alıyorlar.
İkinci bir kesim, KUÖH ile ittifakı ilke olarak kabul etmesine rağmen, öncelikle Türkiye cephesinde emekçi sol hareketin (KUÖH ile birlik kurmaksızın) bir cephe oluşturmasını öngörmekte. Bu kesim içinde KUÖH ile ittifaktan yana, örneğin TÖP gibi stratejik ittifaktan yana olanlar da var, fakat CHP ile ittifakı KUÖH ile ittifaka tercih edenler (Sol Parti) de var. Nitekim bu kesim içinde yer alan EMEP ve Sol Parti, diğerleriyle değil sosyal şoven TKP’yle ittifak çalışmasına girmeyi tercih etti. KUÖH’den ayrı durmayı öne geçirdi.
Üçüncü kesim, KUÖH ile ittifakı gerekli gören, uygulayan ve antifaşist birliği kararlılıkla sürdüren kesim.
Emekçi soldaki birleşik mücadele açısından eğilim farklılıkları birleşik mücadelenin örülmesi ve işçi sınıfıyla ezilenlerin etrafında toplanacakları odak yaratılması açısından engelleyici rol oynuyor.
Birinci eğilimdekiler ile antifaşist birleşik cephe kurmak pek olası görülmüyor. En azından şimdilik mümkün değil.
İkinci kesime gelince. Daha önce KUÖH’yi dışlayarak Türkiye cephesiyle sınırlanan ittifak denemesi olarak Haziran Hareketi’ni (HH) kurdu. Fakat sürdüremedi. Kısa süre sonra dağıldı. Çünkü ulusalcı TKP ile CHP kuyrukçuluğu yapan Sol Parti’nin sözünü ettiğimiz eğilimleri emekçi sol bir Türkiye ittifakı/odağı yaratmayı dinamitleyici rol oynadı.
Fakat tabii ki aynı zamanda antifaşist pratik mücadele, kitleleri bu mücadeleye seferber etme yeteneği ve sonuçta da bu yoldaki pratik gelişme böyle bir odağın oluşmasının harcı olabilirdi. HH bunu başarmaktan elbette uzaktı. Bugün EMEP’in de dahil olduğu ve çalışması yapılan ittifak da kitleleri mücadeleye seferber eden bir pratik geliştiremezse ya dağılır ya da kötürüm halde kalır. Cepheden umulan ve beklenen işlevi oynayamaz.
Bu tehlike elbette Birleşik Mücadele Güçleri (BMG), HDP ve HDK için de geçerlidir.
Bu engellerine rağmen emekçi solu faşizme karşı mücadelede birleştirmek faşizmin yenilgisinde temel öneme sahip. Birleşik mücadele, faşizme karşı olanların etrafında mücadeleye atılacakları odak yaratmayı elverişli bir yöntemdir. Tekil birimlerde ve kısmi taleplerle mücadelede yer alanları faşizmi yıkma ve özgürlüğü kazanma mücadelesinde birleştirir. Tek tek parti, kitle örgütü ve kişilerin faşizme karşı güncel mücadelesini yöneten birleşik merkez oluşturur.
Demokratik Anayasa Eksenli Mücadele
Faşizme karşı birleşik mücadelenin programı elbette faşizmi yıkmak, halkçı devrimci bir iktidar kurmak ekseninde olmalı.Politik özgürlüğü kazanmakta birleşen bütün hareketlerin, komünist, devrimci, Kürt özgürlük hareketleri, kadın, LGBTİ+, işçi hareketi, emekçi köylü, gençlik hareketlerinin ve temsil ettikleri sınıf hareketlerinin başlıca önemli taleplerini program kapsamalı. Bu hareketleri faşizmi yıkmak politik özgürlüğü kazanmak hedefinde birleştirmeli.
Elbette güncel taleplerle küçük-büyük kitle mücadeleleri geliştirmeyi başarmalı. Doğal ve temel görevi olarak bu mücadeleleri faşizme karşı birleşik mücadele cephesinin etrafında toplamayı başarmalı.
Birleşik mücadele cephesi Erdoğan diktatörlüğü şahsında faşizme ve yönetimindeki kapitalizme karşı mücadelenin odağı haline getirilmeli. Faşizme ve kapitalizme öfke duyan daha geniş kitleler arasında yürüttüğü mücadelelerle sempatisini yaymalı.
Mücadeleye seferber edeceği kitleler kendilerine öncülük edecek birleşik mücadele cephesi aracılığıyla da, cephede yer alan partilere güven duyarak da, ayrıca mücadelenin eğiticiliği ile de faşizmi yenme ve özgürlüğü kazanma mücadelesinin programını benimseyecektir.
Birleşik Mücadele Güçleri bu iddiayla kurulmuş cephedir. HDK-HDP yine demokratik programa sahip bir ittifaktır. Her ikisi de genişlemeye açık.
Fakat TÖP ve yolda olan Halk İttifakı güçleri (EMEP, Sol Parti, TKP) farklı olarak öncelikle HDP ve demokratik Kürt güçleriyle mesafeli durarak birliği inşa etmek istiyorlar.
TÖP ve yazarları, bu mücadelenin demokratik anayasa talebiyle ve bu talep ekseninde yürütülmesi gerektiği fikrinde. “Demokratik bir anayasa ve demokratik bir cumhuriyet hedefi, muhalifleri ortaklaştırabilecek bir ‘kutup yıldızı’ olarak öne çıkıyor..”5
Mücadele deneyimlerinden çıkan dersler bu fikri çürütüyor. Birincisi öncelikle partiler ve cepheler belirli bir program hedefiyle mücadele yürütür. Hedefledikleri iktidarı elde ettiklerinde program maddelerini gerçekleştirme kararlılığı gösterirler. Gerçekleştirdikleri program maddelerinin ileriye doğru kalıcı olmaları için yasa katına çıkarırlar. Bunu şimdiden vaat edebilirler. Program ilanı, gerçekleşmesi için mücadele, iktidar, iktidarın programı gerçekleştirmesi ve gerçekleştirilenlerin ileriye doğru tahkimi için anayasa-yasa düzeyine çıkarılması dizgesi izlenir.
Anayasa vaadini program ilanı ve iktidar önüne almazlar. Çünkü Stalin’in de vurguladığı gibi; “anayasanın programla karıştırılmaması gerek”ir. “Bir programla bir anayasa arasında esaslı bir fark” vardır. “Program , henüz gerçekleşmemiş, gelecekte gerçekleştirilmesi başarılması hedeflenenden söz ederken, anayasa şimdi olandan, bugün gerçekleşmiş, başarılmış olandan söze”der.6
Ayrıca anayasa yalnızca siyasi yapıyı değil ekonomik toplumsal yapıyı da kapsadığı için “Demokratik Anayasa” talebi eksenindeki mücadele, komünistler açısından şu bakımdan da sorunludur: Demokratik anayasa talebini gerçekleşmesi iktidarı değiştirir ama işçi sınıfı lehine bazı ekonomik önlemler alsa bile kapitalizmin sürdüğü bir toplumsal-ekonomik temele dayanır, “demokratik kapitalizm” sınırları içindedir.
Gerçekten de devrimde önderliği yapmasını öngördüğümüz işçi sınıfı ve komünist harekete ekonomik toplumsal düzen programı olarak kapitalizmi önermek komünistlerin işi olamaz, olmamalıdır. Ekonomik-toplumsal düzen olarak komünistlerin önerisi sosyalizmdir, kapitalizm değil. Devrimin kesintisizce sosyalist devrime dönüştürülmesi ve sonuçta da sosyalist iktidar altında toplumsal mülkiyetin gerçekleştirilmesi teorisi bunu ifade eder, demokratik anayasayı değil.
Bu bakımdan demokratik anayasa talebi ekseninde mücadele komünistler açısından sorunludur.
Mücadele süreçlerinde kimi zaman anayasal krizin olduğu süreçlerde faşist anayasa karşısında demokratik anayasa ajitasyonu gündeme gelmiştir. Ya da fiilen/mücadeleyle elde edilen demokratik kazanımların uzun süreli hale getirilmesi için yasa/anayasa katına çıkarılmalarını talep ederler, etmişlerdir. Ama birleşik cephenin demokratik anayasa ekseni etrafında mücadelesi ve bu yolla çok geniş kitlelerin harekete geçirilebilmesi pek rastlanan deneyim olmadı.
Kaldı ki geniş kitlelerin mücadeleye katılımları eşitsiz hızda ve zamanda, değişik düzeyde ve içerikte, küçüklü büyüklü mücadelelerin birikimiyle gerçekleşir. Bu mücadeleler de büyük çoğunluğuyla kısmi taleplerle başlar/başlatılır. Eylemlere katılan kitleler mücadele içinde eğitilir, mücadele kitleleri eğitir. Kitleler, mücadelelere önderlik eden komünist ve devrimci güçlere güvenerek de onların programlarını bilince çıkarır, deneyimle bu programların doğruluğuna inanırlar ve bağlanırlar.
Yoksa geniş kitleler, burjuvazinin medya tekeli ve devletin ideolojik aygıtlarının baskınlığı koşullarında salt programların veya “demokratik anayasa”nın propagandasından etkilenerek devrimci cephe ve partiler etrafında toplanmazlar.
Bu açıdan da devrimci antifaşist cephe birliğinin “Demokratik Anayasa” talebi ekseninde mücadele etmesi önerisi isabetli ve pratiksel geliştirici değildir, bilakis devrimci güçleri yön kaybına çağırmaktır.
Sonuç Yerine
TÖP ve yazarları, Türkiye’de rejimin faşist olmadığı tezini, iktidarın faşizm olduğu ama devleti faşistleştiremediğini özgün biçimiyle ileri sürüyor. “Halk barajı”nın bunu sağlayarak faşizmin kurumsallaşmasını engellediği tespitini ise, özgün sağ tezinin sol yanıltıcı dayanağı yapmaya çalışıyor.
Sol dayanak gösterip sağ tezi haklı ve etkili kılmaya çalışmak da ilginç.
Fakat ne bu yetenek ne de faşizmin kesin zafer kazanamaması ve kendisini kalıcı kılamamasını kurumsallaşamamayla karıştırmak, gerçekte bu tezin liberal faşizm teorilerinin küçük burjuva versiyonu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Faşizmi Hitler-Mussolini tipiyle sınırlayan bu küçük burjuva sağ teorinin devrimci harekete sirayet ettiğinin bir örneğini de TÖP göstermiş oluyor.
Faşizme karşı birleşik mücadeleye önem veren TÖP, önceliği Türkiye cephesinde birlik kurmaya vererek, Kürt hareketinden güncelde de olsa mesafeli durma kervanına katılıyor.
Erdoğan faşizmi ve faşist şeflik rejiminin kalıcı olmasını önlemede KUÖH’nin ve komünist, devrimci hareketin silahlı direnişinin rolünü yok saymakta mahzur görmüyor. Bu tutumu gericilik döneminde kibri kabaran reformistleri ve onların devrimci harekete ideolojik saldırısını cesaretlendiriyor.
TÖP’lü yoldaşlar, faşizme karşı mücadelenin birleşik burjuva muhalefetin manivelası yapılmasına karşı duyarlı davranıyor, bu yöndeki eğilimlere karşı mücadele ediyorlar.
Fakat faşizme karşı “halk barajı” övgüsel teziyle, burjuvaziden bağımsız antifaşist kitle direnişiyle, Millet İttifakı ile bulaşık biçimde faşizme tutum alan halk eğilimini aynı sepete, “halk barajı”na koyuyorlar. Bu analiz ve övgünün de reformcuları birleşik burjuva muhalefeti Mİ’ye seçim desteğinde cesaretlendireceğini belirtmeden geçmeyelim. Nitekim TÖP de HDP’nin burjuva muhalefeti Erdoğan faşizmine karşı destekleyerek seçim kazandırmama taktiğini övmekten geri durmadı.
Faşizme karşı birleşik devrimci mücadelenin önüne demokratik anayasa talebi ekseninde mücadele görevleri önererek, politik pratik bakımdan da anlamlı olmayan bu yönelimiyle de liberal anayasacı cereyanın, restorasyoncu muhalefetin ekmeğine yağ sürüyor.
Notlar
1 Oğuzhan Kayserilioğlu, https://sendika.org/2021/10/yol-ayrimina-dogru-633095
2 https://sendika.org/2018/09/saray-rejimi-ve-kutsal-ittifak-oguzhan-kayserilioglu-5113533
3 Notlu Askeri Kanunlar ve Yönetmelikler, Em. Alb.İsmet Polatcan
4 https://www.msu.edu.tr/tarihce.asp
5 https://sendika.org/2018/09/saray-rejimi-ve-kutsal-ittifak-oguzhan-kayserilioglu-511353
6 Stalin Eserler, cilt.14, sf.80, İnter Yay.