Erdoğan faşizmi, 2015’ten itibaren yoğunlaştırdığı faşist saldırılarda amaçladığı zaferi sağlayamayınca, yeniden saldırıları deniyor. Geçmiş saldırılar, kimi zaman Cizre-Sur soykırımcı vahşeti kimi zaman Suruç, 10 Ekim, Antep kitlesel katliamlarıyla belirlenen saldırılar oldu. Bunlara mutlaka Kuzey Kürdistan dağlarına ve Medya Savunma Alanları’na yüksek teknikle hava bombardımanları, Rojava’ya yönelik işgal savaşları, sivil halka ve hastaneye bombardıman eşlik etti. Şimdi yine yeni bir saldırı denemesinde. Garê bozgunundan sonra Medya Savunma Alanları’na yeniden yoğun hava bombardımanını ve işgal savaşını yoğunlaştırıyor. Fakat bu kez saldırıya Kürt halkına karşı linç eşlik ediyor.
Konya’da 8 kişinin katledildiği iki Kürt aileye yönelik saldırı, HDP İzmir binasına yöneltilen ve Deniz Poyraz’ın katledildiği saldırılar, Türk halkını Kürt halkına karşı linç saldırılarına seferber etmek için düzenleniyor.
Ardından Manavgat-Marmaris hattında çıkan yangınları bahane ederek AKP ve MHP’li çetelerin Kürt avına çıkarılmalarına tanık olundu. Bu av, aynı zamanda faşist tekelci medya, bilumum şovenistler ve diktatörün kışkırtmasıyla gerçekleştirildi. Faşist şef Erdoğan, orman yangınını kastederek “Şimdiden bazı emarelere ulaşıldı“, “Ciğerimizi yakanın ciğerini sökmek boynumuzun borcudur” sözleri ile bizzat kendisi saldırı ajitasyonu yaptı.[1]
11 Ağustos’ta Ankara Altındağ’da ise Suriye’li göçmenlere yönelik linç gerçekleştirildi.
Erdoğan-Bahçeli yönetimi altında ırkçı-dini ve göçmen düşmanı linç saldırılarını -devam da edeceği dikkate alınarak- tarihsel örneklerini, amaç ve nedenlerini, bunlara karşı mücadelenin önemini ele almak gerekir.
Emperyalist Dünyadan Linç Örnekleri
Ho Chi Minh, ABD’nde siyahlara yönelik ırkçı linçleri örnek verirken, 1889-1919 yılları arasında 51 kadın ile iki bin siyahinin linç edildiğini vurgular. 1919’da linç edilen 78 siyahiden 11’i diri diri yakılmıştır. “Tom Amcanın Kulübesi” kitabını yazanı Bn. Harriet Beecher Stowe gibi siyahileri savunmaya cüret eden beyazlar da saldırılara maruz kaldılar. Ho Chi Minh, “Elijah Loveyoj bu yüzden öldürülürken, John Brown asıldı. Thomas Beach ve Stephen Foster baskı gördüler, saldırıya uğradılar ve cezaevlerine konuldular”[2] diye yazar.
Hitler faşizminin Yahudi pogromları, esasen Yahudilere karşı “milli öfke”yi harekete geçiren kitle gösterileri, aşağılama linçleri, yer yer de saldırılarda öldürme şeklindeydi. Tanıl Bora “Türkiye’de Linç Rejimi” kitabında, 1919-39 yılları arasında Almanya’da Yahudilere yönelik linci inceleyen Wildt’den alıntılayarak yüzlerce Yahudi'nin bu linç saldırılarında öldürüldüğünü belirtiyor.
Asıl amaç elbette Alman halkını geniş kitleler halinde faşist saldırganlığın aktif destekçisi yapmak, linci bunun aracı olarak kullanmaktı. Hitler faşizmi bu amacı sağladıktan sonra Yahudi halkını bu kez de devletin resmi güçleriyle toplama kamplarında toplamış, dahası gaz odalarında toplu katliama tabi tutabilmişti. Irkçı linçler Alman halkını faşistleştirmenin kaldıracı, resmi güçlerle komünistlerden Yahudilere muhalifleri ve işgal savaşlarında halkları katledebilmenin sıçrama tahtası rolü oynamışlardı.
1960’lı ve 90’lı yıllardan yalnızca iki önemli örnek bile kapitalist burjuvazinin her dönem linci kullandığını ve barbarlığını sergilediğini kanıtlıyor.
Endonezya’da ABD’ci general Suharto 1965 sonundaki askeri darbeyle birlikte Endonezya Komünist Partisi (PKI) ve bağlı sendikal ve diğer kitle örgütlerinden 500 bin ile bir milyon arasında komünist ile demokrat insanı katletti. Bu katliamlarda linç saldırısını da kullandı.
Ordu-polis gücünün yanı sıra politik İslamcı örgütleri, Hindu gerici örgütleri ve hatta azınlıktaki Katolik inancından gericileri de bazı yerellerde lümpen çeteleri, komünistlere ve demokratlara karşı katiller olarak kullandı. Antikomünist ajitasyon, mitingler ve linçlerle toplu katliamlar iç içe yapılıyordu. Kısa bir aktarma bile katliamın vahşiliğini sergilemeye yetiyor:
“Suharto yerel subayların yeterince antikomünist olmadığını değerlendirdiğinde, onları tasfiye etti ve cinayetleri organize etmek için genellikle yerel sivil güçler aracılığıyla çalışan sadık RKPAD birimlerini gönderdi. Doğu Cava'da, NU (Nahdlatul Ulama) gençlik kanadı Ansor'un üyeleri, PKI üyelerine ve Çinli patronlarına yönelik saldırılara öncülük etti ve ilk toplu katliamlar Ekim ortasında bildirildi.”[3]
“Doğu Java'daki Pasuruan köyünde,Gratit Pamuk İplik Fabrikası'nda çalışan Ross Taylor adında bir İngiliz mühendis, yakınlardaki Nebritex tekstil fabrikasındaki işçi katliamlarını anlattı. Yerel ordu komutanı, PKI, sendika SOBSI veya PKI bağlantılı grupların bilinen veya şüphelenilen üyelerinin listelerini kullanarak, kurbanları beş kategoriden birine yerleştirdi, ilk üçtekileri öldürdü ve geri kalanları tutukladı. Taylor, Kasım ayının sonundan bu yana fabrika çevresinde 2 bin kişinin öldüğünü ve ordu birimlerinin ana yollardan çalıştığını ve dışarıya doğru yayıldığını tahmin ediyor.”[4]
Yakın geçmişte 1994’te Ruanda’da iktidardaki darbeci başkan Juvénal Habyarimana, Hutu milliyetçisi olmasına rağmen, Tutsi’lerin baskın olduğu Ruanda Yurtsever Cephesi’nin (RPF) askeri başarıları karşısında barış yapmak zorunda kaldı. İktidardaki Hutu milliyetçi partisinin daha aşırı kanadı, Fransız emperyalistlerinin teşvikiyle harekete geçti, halkın bir bölümünü de lince seferber ederek son on yılların en büyük kitlesel katliamını gerçekleştirdi.
Sayısız örnekler, emperyalistlerin ve burjuvazilerin, ezilen ulus ve inançtan halklara karşı linç/pogrom silahına nadiren değil çokça başvurduklarını gösterir. Demokratiklik gösterisi yapanından faşistine değin emperyalist ve yerel burjuvaziler, hakları için mücadele eden ezilenleri bastırmanın etkili silahı olarak pogromlara başvurup bastırdıktan sonra görece geri çekilme sarkacını uyguluyorlar. Bu saldırılar direnen sınıf ve ezilenlerin gücüne ve direncine göre boyutlandığı gibi linçleri uygulayan burjuvazinin siyasi niteliğine göre de boyut alabiliyor.
Ama elbette çatışmanın şiddetine göre Türkiye’de ırkçı Ermeni Soykırımı’nda, Endonezya'da antikomünist, Ruanda’da milliyetçi linçlerde görüldüğü gibi sarkaçsal geri çekilme yerine en barbar boyutlara değin sürdürülebiliyor.
Fakat hangi boyutta olursa olsun, emperyalistler ve burjuvazi, linçlerden bekledikleri egemen ulus ve inançtan halkı şovenizme veya dini bağnazlığa çekmeyi, değişen ölçülerde her halükarda başarıyorlar, iktidarın uzun süreli destekçisi kılabiliyorlar. Pogromların öne çıkan özel rolü, sınıfın ve ezilenlerin mücadelesinde bu can yakıcı gerici, faşist gerçektir.
Türkiye’nin Yakın Tarihi ve Linç Barbarlığı
İttihat Terakki (İTC), 1915 Ermeni Soykırımı’nı elbette öncelikle devlet güçleriyle, yerel yönetici, jandarma ve ordu gücüyle gerçekleştirdi. Jandarmayı ve yerel atanmış İttihatçı yöneticileri, İTC merkezine bağlı Teşkilat-ı Mahsusa’yı (TM) soykırım uygulamaya seferber etti. Teşkilat-ı Mahsusa, 1916 yılında 30 bin üyeye kadar genişledi.[5]
TM, katil olarak üyelerini, jandarmayı, hapishaneden çıkardığı lümpenleri, halktan örgütlediği düzensiz paramiliter güçleri, ganimetle ödüllendirdiği halkın bir bölümünü kullandı.
Gerek Anadolu’nun kent ve köylerinde, gerek sürgün yollarında, gerekse Deyr el Zor toplama kamplarında, paramiliter çeteleri, Türk, Kürt, Arap ve diğer Müslüman halklardan güruhları da saldırtarak linçlere suç ortaklığı yaptırdı.
Ermeni Soykırımı, ulusu yok etme çapında linçti. İttihat Terakki, Ermeni halkıyla birlikte Süryanilere de soykırım uyguladı.
Abdülhamit döneminde 1890 ve yine 1909’da İTC’nin Adana’daki Ermeni katliamları da 1915’in provaları ve büyük boyutlu pogromlardı.
İttihat ve Terakki, Hristiyan halkları sürerek, Müslüman halkları Türkleştirerek, Türk burjuvazisine demir yumruk altında sermaye birikimini hızlandırma stratejisine sahipti. Alman emperyalizminin yanında emperyalist savaşa bu nedenle hızla ve hırsla girdi, Osmanlı topraklarını koruyarak Türk burjuvazisinin istikbaldeki pazarı, yer altı kaynakları alanı yapmayı amaçladı.
İttihat ve Terakki ve Teşkilat-ı Mahsusa pantürkçü, panislamcı ideoloji ile hareket ederek, Müslüman halklardan destek de görebildi, soykırımı da uygulayabildi. Suat Parlar’ın adı geçen kitabında belirttiği gibi, yalnızca Nurcular gibi Müslüman tarikatları değil, Mevleviler, Bektaşiler, hatta Melametileri bile Teşkilat-ı Mahsusa taburlarında Hristiyan halklara karşı bir düşmanlıkla örgütleyebildi. Bir nevi Türk ve Müslüman halkları Hristiyan halklara saldırtabildi. Bu sayede Müslüman halklar üzerinde hegemonya kurarak savaşta ağır yenilgi alıncaya değin iktidarını sürdürebildi.
1919’da ise İttihatçı TM çetelerini devralan Kemalistler, onları Karadeniz Rumlarına karşı Teşkilat-ı Mahsusa’nın yaptığı gibi özel savaş katilleri olarak kullandılar.
Kemalistler, Karakol Cemiyeti, Meclis-i Müdafaa, Meclis-i Mukaddes Cemiyeti gibi örgütlerde bir bölüm eski Teşkilat-ı Mahsusa yönetici ve üyelerini kullandılar. Nitekim Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir’in Erzurum’da Mustafa Suphi ve yoldaşlarını antikomünist protesto ile kovalarken bu Teşkilat-ı Mahsusa artığı teşkilatçıların yöredeki örgütü olan Meclis-i Mukkaddes’i kullanmaları rastlantısal değildi. Benzeri biçimde Trabzon’da 15’leri, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol Cemiyeti’nden Yahya Kaptan çetesine öldürtmeleri tesadüf değil. Aynı zamanda antikomünist linç hareketlerini İTC’den miras alarak sürdürdüklerini de gösteriyor. [6]
Daha yakın tarihten iki örnekten biri Trakya illerinde Yahudi düşmanı linç harekatıydı.
1934’te antisemitist tahriklerin tetiklediği yağma ve tecavüzler sonucunda yaklaşık 15 bin Yahudi göçe zorlandı.
Diğeri Tan matbaasına yönelik saldırı, antikomünist linç hareketi olarak düzenlendi. Faşist Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun yönlendirerek, siyasi polis marifeti ve burjuva basının “kızıl tehlike”ye karşı kışkırtıcı yayınlarından sonra, 4 Aralık 1945’te Turancı ırkçı üniversite gençliği Tan matbaasına karşı harekete geçirildi. 10 bin kişinin seferber edildiği bu linç hareketi matbaa ve binasını, ABC kitabevini yıktı. Amaç yeni yeni gelişmeye başlayan sol hareketi ezmekti.
Kötü ünlü 6-7 Eylül 1955 Rum düşmanı ırkçı İstanbul saldırısı da Bayar-Menderes diktatörlüğünün düzenlediği linç hareketiydi. MİT’in önceli Milli Amele Hizmet’in (MAH) yörüngesinde olan Kıbrıs Türktür Cemiyeti ile İstanbul Yüksek Okullar Talebe Birliği’ne yaptırılan Türk halkını Rumlara saldırtma hareketiydi. Mustafa Kemal’in Selanik’teki evine yönelik bombalı provokasyonla şovenist intikam duygusu yaratılarak işe başlandı. Yunan halkından biri olarak lanse edilen kişinin MAH üyesi olduğu, saldırıyı daha sonra Nevşehir valiliği ile ödüllendirilen Oktay Engin’in yönettiği açığa çıkmıştı. 6-7 Eylül günü Rum ve Ermeni Hristiyan halkların ev ve iş yerlerine saldırı başlatıldı. Saldırıda resmi açıklamaya göre 3 Rum öldürüldü, 30’u yaralandı. Binlerce ev, iş yeri, kilise talan ve tahrip edildi.
Özel Harp Dairesi Başkanlığı yapmış orgeneral Sabri Yirmişoğlu emekli olduktan sonra 1991’deki röportajında bu linci överek üstlenecekti: “6-7 Eylül olayları da Özel Harp Dairesi’nin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.”[7]
Bu saldırıyla Türk halkı Rum düşmanlığıyla harekete geçirilerek ve şovenist basın ajitasyonuyla faşist kitle geliştirilerek diktatörlüğün toplumsal desteği güçlendiriliyordu. İkinci hedef olarak da 70 bin İstanbul Rum göç ettirilerek, Türk burjuvazisine mülkiyet transferi yapılıyordu. Üçüncü hedef olarak linç ve katliam komünistlere yıkılarak onlar tutuklanıyor, hatta İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetimin komutanı general Ahmet Nurettin Aknoz, sıkıyönetim yargıçlarını toplayarak komünistleri idam sehpalarında görmek istediğini söylüyordu.
60’lı yılların ikinci yarısında işçi, öğrenci, köylü devrimci hareketlerinin gelişmesine karşı da antikomünist ve Alevi halkına karşı linç hareketleri geliştirildi.
O yılların en büyük linci 16 Şubat 1969 tarihindeki ABD 6. filosunu protesto eden devrimci mitinge karşı Kanlı Pazar saldırısı oldu. 2 sosyalist emekçinin katledildiği saldırıyı Erdoğan ve Abdullah Gül’ün hocası İsmail Kahraman’ın başkanlığını yaptığı Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ile Mehmet Şevki Eygi başta gelmek üzere İslamcı aydınlar hazırladı. Binlerce kişiyi Taksim’deki mitinge saldırıya geçirdiler.
Linçler 70’li yıllarda daha büyük çaplı ve daha örgütlü olarak gerçekleştirildi.
15-16 Şubat 1975’te TÖB-DER’in hayat pahalılığına karşı ve demokrasiyi savunmak için 63 ilde yaptığı kapalı salon toplantılarına karşı MHP-AP -MNP (Erbakan) tabanının ortaklaşa seferber edildiği yürüyüşler gerçekleştirildi. 1. Milli Cephe/MC hükümetini kurma hazırlığının bir parçası da bu saldırılar oldu. Malatya, Tokat, Muş, Bingöl, Amasya, Adıyaman, Afyon ve Gölbaşı’nda saldırılar şiddetliydi. Amasya’da Adnan Baykal adlı emekçi ve Malatya’da Hamdi Karakaş adlı köylü öldürüldü. TÖB-DER binaları ile ilerici ve Alevi insanların yüzlerce iş yeri tahrip edildi. Linçlerin devamı Elazığ ve Erzincan’da gerçekleştirildi.
Alevilere ve devrimci harekete yönelik linç ve katliamlar bu dönemde peşi sıra gerçekleştirildi. Devrimcileri ve ilerici aydınları tek tek öldürerek yıldırma harekatı da sürecin tümü boyunca eşlik etti.
1 Mayıs 1977, 16 Mart 1978, kontrgerillanın devrimci harekete, işçi sınıfı ve öğrenci hareketine yönelttiği kitlesel katliamlardı.
Maraş (26-28 Aralık 1978), Malatya (17 Nisan 1978), Sivas, Çorum (1980) katliamları ise Sünni inançtan halkın Alevi inançtan halka ve devrimcilere saldırtılması harekatlarıydı. MİT ve kontrgerilla (ÖHD) bu linç saldırılarını yönetti. Sahada saldırıların öncü ve vurucu gücü MHP ve ülkücülerdi. Bu vurucu ve öncü güçler, Erbakan ve Demirel destekçisi kitlenin bir bölümünü de arkalarından sürükleyerek linçlere katıyorlardı.
90’lı Yıllardan Bugüne Linçler
80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başı Türkiye ve Kuzey Kürdistan devrim mücadelesi bakımından özgün bir momentti. Kürdistan devriminin sürekliliği kendisini pratikte kanıtlayınca ve serhildanlarla birleşince, faşizm kirli savaşı yoğunlaştırmakla kalmadı. Şovenizmi tırmandırmak için yoğun ve bitmez ajitasyonun yanı sıra linç saldırılarını yoğunlaştırdı.
Linç saldırıları esasen Kürt halkına karşıydı ama bununla sınırlı değildi. Nitekim 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Katliamı Pir Sultan Abdal şenliklerine katılan Alevi ve solcu sanatçılara karşı gerçekleştirildi.
Generallerin güdümündeki MGK’nın en hayati kararları aldığı, Demirel ve Çiller’in devlet başkanı ve Başbakan olarak MGK içinde yer aldıkları rejim bu acımasız linci kameralar önünde göstere göstere gerçekleştirdi. Hükümetin ortağı SHP, katliamı engellemek için ne çaba harcadı ne de etkili olabildi. Bu, saldırıyı MGK’nın planladığını gösteriyordu. Linççi güruh, bir gün önce bildiri dağıtmaktan başlayarak hiçbir engelle karşılaşmaksızın 2 Temmuz’da da kin kusarak binlerin katıldığı yürüyüşünü de gerçekleştirdi. Ardından Madımak oteline yöneldi, 35 Alevi ve solcu sanatçıyı yakarak katletti.
Lince katılanlar radikal İslamcılar, Alperen Ocağı, Refah Partisi, MHP yönetici ve taraftarlarıydı.
Faşizm bu katliamla Alevi halka ve antifaşist sola gözdağı vererek pasifize etmeye çalıştı. Kısmen başarılı da oldu. Ayrıca katliamı yaptırdığı radikal politik İslamcıları da devlet için “tehlike” göstermeyi de hedefledi.
Bu yıllarda Gazi, Amed, Güçlükonak gibi katliamlar gerçekleştirildi. Gazi Katliamı, Alevi halka kontrgerillanın düzenlediği kahve tarama saldırısına karşı karakoldan hesap sormaya çalışan halka polis saldırısıyla gerçekleştirildi. Fakat elbette Gazi linç saldırısı değildi.
Gazi ve Sivas dışındaki toplu katliamların tümü devlet, askeri ve polis güçleri tarafından Kürdistan’da gerçekleştirildiler. Amacı Kürt halkını yıldırarak umutsuzluğa düşürmekti. Fakat elbette linç saldırıları değillerdi.
Bu dönemde kaybederek, işkenceyle, kurşunla, devrimci kadroların ve sempatizanların öldürülmeleri, daha çok Kürdistan’da olmak üzere Batı’da devrimci harekete karşı da uygulandı.
Linç saldırıları ise Sivas Katliamı dışında hemen bütünüyle Kürt halkına karşı gerçekleştirildi.
1990-1993 yıllarında, Kürdistan devriminin serhildanlarla birleşmesi, burjuvazinin iktidarı için tehlike zirvesinin göstergesiydi.
Burjuvazi, kontrgerilla aracılığıyla ülkücü faşistlerin liderliğinde kitlesel eylemler ve linç saldırılarını başlattı. 1998 sonbaharında Abdullah Öcalan’ın Suriye’den savaş tehdidiyle çıkarılması sürecinde linç saldırıları bu kez İtalya’ya ve Kürtlere karşı yeniden yükseltildi. Bu saldırılar Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden sonra da sürdü. Daha az sayıda olmak üzere devrimci ve emekçi sola karşı da linç saldırıları düzenlendi.
Gezi/Haziran ayaklanmasının Türk halkının geniş kitleleri nezdindeki meşruiyeti linç saldırılarının küçük çaplı ve az sayıda kalmalarına yol açtı.
Bu dönemde polis, AKP’li ve ülkücü grupları seferber ederek gerçekleştirdi. Eskişehir’de üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz, 2 Haziran’da 6 kişi tarafından tekmelenip dövülerek katledildi.
Ölümle sonuçlanmamasına rağmen İstanbul-Kasımpaşa, Rize, Samsun ve Konya’da da bu tarzda linç saldırıları gerçekleşebildi.
2011-12 yıllarında da Kürt halkına karşı linç devam etti. Oslo görüşmeleri sürse de Erdoğan-AKP iktidarı Kürt hareketinin yasal çalışmasına ilişkin toplu tutuklamaları ve askeri saldırıları sürdürüyordu. Linçlerle Türk halkını faşizmin kitle tabanı yapmaya ihtiyacı vardı.
2015’te yeniden linç saldırıları yoğunlaştı. HDP’nin genel merkez binası da dahil olmak üzere Türk kentlerindeki hemen hemen tüm HDP il ve ilçe binalarına yönelik linç saldırıları gerçekleşti. Dağlıca örneğinde olduğu gibi Türk devletinin asker kayıplarının çok olduğu dönemlerde, bu linç saldırıları özel olarak örgütlendi.
“Savaş halinin yeniden başlamasından beri, Kürtlere yönelik bir linç seferberliği de yine başladı. Fakat geçen hafta HDP’ye yapılanlar, bu utanç verici ‘olağan seyrin’ de dışına çıktı. Bir iki günde yüz elliye yaklaşan yerde linç saldırıları oldu. Böyle bir yaygınlık ve yoğunluk görülmemişti.”[8]
Daha çok yıldırma ve gerici/faşist kitle yaratma amaçlandığı için Kürt düşmanı kitlesel linç saldırılarında öldürme daha az oldu.
Bu durum, linci yöneten iktidarların, bugün Erdoğan-Bahçeli faşizminin, katletmeyi diğer saldırı biçimleriyle gerçekleştirmelerinden kaynaklanıyor, üç saldırı yöntemi birbirlerini tamamlıyor.
Ayrıca selefleri ve Erdoğan faşizmi, kışkırttığı ırkçı saldırıların ürünü olarak, Batı’da kalan veya çalışmaya gelen yüzlerce Kürt tarım ve inşaat işçisinin, sıradan kadın, çocuk ve erkek Kürt insanının tekil silahlı ırkçı saldırılarda ölümüne yol açtı. Bu saldırılar, Sakarya’dan Karadeniz’e, İstanbul’dan Afyon’a özellikle Erdoğan-Bahçeli faşizmi döneminde artış gösterdi.
İktidar, asker-polis saldırılarıyla tek tek ve kitlesel olarak Kürtleri, devrimcileri katlediyor. Kürdistan devrimini bastırmak faşizm için tayin edici olduğu için, Erdoğan faşizmi, seleflerinin devamı olarak Kürtlerin yine binlercesini askeri-polisiye mekanizmasıyla katletmeye devam ediyor.
Paramiliter güçleriyle Türkiye’nin Batı kentlerinde linç saldırıları düzenleyerek Kürtleri ve devrimcileri yıldırmak ve boyun eğdirmek, Kürtleri sürmek, Türk halkını saldırgan faşist kitle haline getirmek istiyor.
Erdoğan faşizmi yayılmacı dış savaşlar yoluyla IŞİD, Nusra ve diğer politik İslamcı radikaller şahsında intihar eylemcisi katilleri kullanma imkanı da buldu. Tekil katiller yoluyla kitlesel katliamlarla devrimcileri, barış mücadelecilerini ve Kürtleri yıldırma saldırıları düzenleyebiliyor.
Linç saldırıları bu saldırı çeşitliliği içinde ve diğerlerini tamamlayan bir yöntem olarak yerini alıyor. Kitlesel yıldırma ve sömürgeci ulus halkını Kürt düşmanlığıyla faşistleştirme rolü oynuyor.
Erdoğan faşizmi aynı amaçla işgalci savaşları da devreye soktu. Aynı zamanda yeni işgal alanlarında Kürtlere kırım ve sürgün uygulayarak, demografik değişikliği, “Kürtsüz”leştirmeyi gerçekleştiriyor.
Bu saldırıların bir parçası olarak yeniden 2021’de linç saldırılarını başlattı. Konya’da iki aileye saldırı ve HDP İzmir il binasına silahlı baskınla öldürmeyi de kapsadı. Orman yangınları zamanında faşist çetelerin çok sayıda yerde silahla dolaşıp yol kesmeleri de bu dönemdeki linç saldırılarının bir parçası.
Linç saldırılarını Erdoğan-Bahçeli çetesi, aralıklı ve bütünlüklü saldırı dalgalarının bir parçası olarak ülke çapında uyguluyor. Saldırı dalgasına ara verdiği dönemlerde yalnızca faşist kitle içinden yerel inisiyatif gösteren çeteler aldıkları ideolojik gıdayla tekil ya da grup halinde linç saldırısı düzenliyor ama bu ara verilen zamanlarda linç ülke çapında yaygınlaşıp genelleşmiyor.
Linç saldırıları üzerine çokça çalışmış ve Türkiye’nin “Linç Rejimi” kitabını da yazmış olan Tanıl Bora, bu taktiği faşizmin sarkacı olarak kavramlaştırıyor. Bu kavramlaştırma yanlış değil ama her zaman böyle gidecekmiş görüş açısı yanlış. Çünkü eğer bu topyekun saldırıyla da faşizm özellikle Kürdistan devrimini bastıramazsa, ileride yine topyekun yeni bir saldırı dener. Ama bu kez bir öncekinden daha ağırını denemek ister. Örneğin İran’daki Besic linç terörünün sürekliliği gibi. Bugün Türkiye faşizmi İran teokratik faşizminin sahip olduğu avantajlı koşullara sahip değil. Mücadele bu olası saldırıları göğüsleyip püskürtebilir, dahası linç silahının geri tepmesine yol açabilir de.
Lince Karşı Mücadele
Faşizmin linç saldırısına karşı mücadele birkaç boyuttan oluşur.
Birincisi; linç saldırılarına karşı doğrudan korunma aracı olarak halkın özgüvenliğini alması ve özsavunma örgütleri kurması gerekir. Lincin barbarlık ama halkın özsavunmasının meşru hak olduğu bilincinin halkta geliştirilmesi gerekir. Devrimci ve komünist hareketin, tüm antifaşist hareketin lince karşı özsavunma mücadelesinde en önde dövüşmesi gerekir.
Örneğin Çorum Katliamı’nda savunma az çok var olduğu için ölümler faşistlerin amaçladıklarının gerisinde kaldı. Maraş Katliamı’nda savunmanın olduğu semtlerde katliamın gerçekleşme düzeyi daha az olurken savunmanın olmadığı yerlerde katliam düzeyi çok yüksek oldu.
İkincisi linç saldırılarının vurucu/örgütleyici gücüne karşı devrimci misilleme eylemleriyle yanıt vermek. Faşist diktatörlükler, linç saldırılarını sivil halktan örgütlenmiş veya örgütledikleri hareketlere düzenletir. Sivil halktan halk düşmanı çeteler, 70’li yıllarda kanıtlandığı gibi devrimci şiddet eylemleri karşısında yıldırılabilirler.
Üçüncüsü, işçi sınıfı ve ezilenlerin kitleselleştirme çalışmasında, faşist linç hareketlerine karşı bilinç geliştirme. Bu yolla linççi faşist çetelerin halk tecridini sağlayarak onlara karşı özsavunma ve yanıt verme eylemlerinin kitle desteğini güçlendirme.
Dördüncüsü, işçi sınıfının sosyalizm için, diğer ezilenlerle birlikte faşizmden, emperyalizmden, cins baskısından kurtuluş için mücadelesini kitleselleştirmek, faşist linç saldırılarının kitlesel boyutunu daraltır. Bu zayıflatma linççi güruhların yenilmelerini, silahın etkisiz hale getirilmesini kolaylaştırır.
Faşizm, Türkiye’de linç saldırılarını komünistlere, Alevilere ve Kürtler ile ezilen ulusal topluluklara karşı düzenliyor. Irkçı-milliyetçi ve İslamcı argümanları kullanıyor. Bugün ise Kürdistan devrimi ön planda olduğu için “bölücülük”e karşı argümanlarla Kürtlere karşı saldırılar linçlerin büyük çoğunluğu oluşturuyor.
Türkiye cephesinden tüm antifaşist örgütlerin birlikte lince karşı siyasi tavır almaları, linçlere karşı kitlesel eylemler geliştirmeleri şarttır. Aksi taktirde lincin ve tırmandırdığı Kürt düşmanı şovenizmin, işçi sınıfı hareketini, kadın hareketi dahil tüm sınıf mücadelelerini boğacağı bilinciyle hareket etmeli. Dahası Kürdistan devrimini bastırmak için Türk halkının geniş kesimlerini faşizmin hegemonyasına alarak uzun bir dönem sınıf mücadelesi zeminini çoraklaştıracağı bilinciyle hareket edilmelidir.
Lenin Çarlık polisi Okrahana’nın Yahudilere karşı pogromlar politikasının işçi hareketini saptırmak, işçi ve köylüleri Yahudi düşmanlığına çekmek için gerçekleştirdiğini vurgularken, orta yolcu tavır alan işçi kontenjanından vekilleri sert eleştiriye tabi tutuyor ve “Açıkça ve alenen hükümeti suçlayın; halka, pogromlardan korunmanın tek yolu olarak bir milis kuvveti ve özsavunma örgütleme çağrısında bulunun” diyordu.
Pogromlara ilişkin orta yolcu tavır takınan ulusalcılık etkisindeki emekçi sol kesimlere Lenin’in çağrısının hiç olmazsa birinci bölümü mutlak geçerlidir: Açık ve kesin olarak selefleri ve Erdoğan faşizminin linç saldırılarına karşı durun, sessiz kalıp sosyal şoven olmayın!
Rusya deneyimi pogrom/linç saldırısının yeni deneyimlendiği, burjuva devlet için “verimli” sonuçlarının henüz az bilindiği bir zamandı.
Nazi faşizmi, Yahudi pogromlarıyla Alman halkını faşistleştirmenin “üretken” deneyimini, Alman burjuvazisine de, tüm dünya burjuvazisine de saldırı cephaneliklerine almaları için, tarihsel önemde bir hediye olarak sundu. Dahası, sonrasında her ulus ve inançtan yüz binlerce insanı toplama kamplarında imha etmeyi, pogromlarla Alman halkını faşistleştirebilme sayesinde gerçekleştirebildi. Bu barbarlık silahını geliştirerek burjuvazinin enternasyonal kullanımına sundu.
Coğrafyamızda ise İttihat Terakki, Ermeni Soykırımı’nı Türk burjuvazisi ve dünya burjuvazisine sınıf mücadelesinde etkili bir silah olarak sundu. Sonraki süreçte Türk burjuvazisinin söz konusu ettiğimiz pogromları bu deneyime dayanılarak gerçekleştirildi. Ermeni halkına düşmanlık yüzyılı aşkındır şovenist gericiliğin üretilmesinde hala ön sıralardaki yerini koruyor.
Bu trajik derslerin deneyimlerinden ders çıkararak günümüzdeki Kürt düşmanlığı (ve diğer) temelindeki faşist pogromlara karşı mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek komünist ve devrimci hareketin onur verici görevi olmalıdır.
Notlar
1 https://www.haberturk.com/cumhurbaskani-erdogan-ormanlarimizi-yakanlari-bulup-cigerlerini-yakmak-boynumuzun-borcudur-3149408 31.07.21
2 Linç, 1924’te La Correspondance Internationale’in 74. sayı, http://www.marksistteori2.org//39-proleter-dogrultu/sayi-19-kasim-aralik-1998/658-tarih-bilinci-linc.html
3 Justin Theodra, Endonezya 1965 Yarım Yüzyıl Sonra
4 Justin Theodra, Endonezya 1965, Yarım Yüzyıl Sonra, Jakarta İngiliz Büyükelçiliği'nden Dışişleri Bakanlığı’na Mektup’tan, 16 Aralık 1965, FO 371-181323, UKNA
5 Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, Mephisto Yayınları
6 Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, Mephisto Yayınları
7 Tempo Dergisi, 9 Haziran 1991
8 Tanıl Bora, Cumhuriyet gazetesi, 14 Eylül 2015