Youtube maymunu faşist mafyacının 2014 MİT tırları olaylarında SADAT’a yönelik itirafları ve HDP İzmir il binasına yönelik tertiplenen faşist kontrgerilla operasyonunda Deniz Poyraz’ı katleden Onur Gencer’in SADAT’ın örgütlediği çetelerin savaştırıldığı Minbiç’te eli silahlı fotoğraflarının ilk günden ortaya çıkması, şirketin faşist şeflik rejimi içindeki rolünün yeniden gündeme gelmesine yol açtı. SADAT, ABD’nin Irak ve Afganistan’da kullandığı kötü ünlü Blackwaters gibi bir özel askeri şirket. Kapitalizmde ve hatta insanlık tarihinde asıl savaş gücünün düzenli ulusal ordular olduğunu, bu şirketlerin ise geçtiğimiz on yıllarda ortaya çıkmış yeni bir tarihsel olgu olduğunu düşünmeye eğilimli olsak da aslında özel askeri şirketlerin kökleri köleci üretim çağına kadar uzanıyor.
Örneğin Pers Kralı III. Daryus’un ve onu yenen Büyük İskender’in ordusunun önemli bir kısmı, bugünkü özel askeri şirketlerin atası sayılabilecek paralı asker gruplarından oluşmaktaydı. Sonrasında Roma İmparatorluğu’nu yıkacak Vandallar, Gotlar ve Vizigotlar da zamanında paralı askerler olarak eğitilmişlerdi. Feodal çağ boyunca derebeyleri, hükümdarlar ve Venedik, Floransa gibi şehir devletleri, Bizans ve Osmanlı da mülklerini, bölgelerini ve topraklarını kiralık paralı asker güçleri ile koruyorlar, fetihlere çıkmadan önce bu işi yapacak paralı asker orduları toplamak zorunda kalıyorlardı.
Bugün bildiğimiz anlamdaki ulusal ordunun başat askeri güç haline gelmesi erken kapitalizm dönemine (daha spesifik olarak 30 Yıl Savaşları –1618-1648 ertesinde), burjuva ulus-devlet formunun şekillenmeye başladığı tarihsel sürece denk geliyor.
Ordunun Ulusallaşması
Burjuvazinin ve özelde de tüccar sermayesinin gelişimi ile birlikte ticaret yollarının ve pazarların güvenliğinin en az maliyetle ve öngörülebilir bir şekilde sağlanması ihtiyacı toprağa dayalı feodal mülkiyet ilişkilerinin parçalanmasını, siyasi iktidarın ve şiddet tekelinin burjuva devletlerin elinde merkezileştirilmesini gerektirmişti. Ulus-devletler altında örgütlenen sermaye, orduların da ulusallaşmasına yol açtı. Merkezileşen sermaye ile ordular da merkezileşti.
Dağınık, parçalı, kuralsız olan, parası ödenmediği zaman “müşterisine” tehdit haline gelebilen, kitlelere zulmeden ve yağmaya, talana kalkışan kiralık paralı asker çeteleri feodal beylerin, şehir devletlerinin ve hatta imparatorlukların ihtiyacını karşılıyor olabilirdi. Ancak sermayenin çıkarlarının merkezleşmiş aygıtı olan ulus-devlet sadece kendisine sadık, merkezi ve kalıcı bir askeri güce gereksinim duyuyordu. Sistematik olarak eğitilen, disiplinli, savaşta olduğu gibi barışta da hazır tutulacak ve hızla sevk ve idare edilebilecek ulusal bir ordunun temel askeri güç olarak ortaya çıkışı böyle oldu.
Ulusal orduların teşekkülü ile özel askeri güçler bir anda ortadan kalkmadı. Emperyalistler 19. yüzyıl sonlarına – 20. yy. başlarına kadar sömürge ülkelerin işgalinde ve bu ülkelerdeki sömürgeci güçlerin mülklerini koruma görevlerinde özel askeri güçleri kullanmaya devam ettiler. Örneğin, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) Hindistan’ı Britanya adına işgal ederken paralı asker ordularını kullandı. Yine Afrika’yı sömürgeleştiren, Fransa ordusunun paralı askerlerden oluşan Yabancı Lejyonerler Birliği idi. Birleşik Meyve Şirketi (United Fruit Company) de Latin Amerika’da faaliyet gösterdiği ülkelerde özel askeri güçleri kullandı.
Paralı asker kullanımının yerini tamamen ulusal orduların alması Emperyalist Paylaşım Savaşları sürecinde gerçekleşti.Milliyetçiliğin ve şovenizmin proletaryayı burjuvazinin çıkarlarının arkasında hizalamada en etkin araç olduğunun keşfi, ulusallaşan ordu ile birlikte askerlik işi de profesyonellikten “vatan görevine” dönüştürülmesine yol açtı. Ülkesi için şehit düşmek kamu hizmetlerinin en yücesi haline geldi. Ulusal gurur ve görev, savaşın yarattığı yıkımın isyana dönüşmesini engelleyen güçlerden biri oldu. Böylece savaşın en yüksek maliyeti olan asker ücretleri temel mesele olmaktan çıktı, harcamalar silaha, mühimmata ve tekniğe yöneltilebildi. Bu, emperyalist ülkeler kadar, sömürgeci boyunduruktan kurtulmak için verilen ulusal mücadelelerin çoğu için de geçerli oldu.
Sınıflar savaşımı, son tahlilde, iki sınıfın savaşımıdır. Birinin savaş gücünün geçirdiği niteliksel dönüşümler, diğerinin dolaysız sonuçlarından biri olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan bakıldığında, ulusalcılığın ve ülkesine (burjuvazisine) bağlı “yurttaşlardan” oluşan ulusal orduların başat savaş gücü haline gelmesi sadece emperyalist sermayenin içsel dinamiklerinin değil, aynı zamanda ona karşı gelişen sosyalist devrimlerin, özellikle de Sovyet devriminin bir sonucudur.
Emperyalist ülke ordularının ulusallaştırılmasına yol açan bu “tehdit”, dolaylı müdahalelerin öne çıktığı Soğuk Savaş evresinde yeni-sömürge ülkelerde devrim ve sosyalist iktidar tehlikesini bertaraf etme amacıyla özel savaş güçlerinin bu sefer “kontrgerilla” olarak yeniden devreye sokulmasını koşulladı. İki dünya savaşı arası dönemin faşist kadroları, burjuva devletlerin kontrgerilla oluşumlarında görevlendirildi. Bu kadroların kurduğu özel savaş şirketleri de kontrgerillanın örgütlendiği formlardan birisi oldu. İran, Brezilya, Endonezya, Yunanistan, Filipinler, Şili, Uruguay, Arjantin, Türkiye, Pakistan ve başka ülkelerde gerçekleşen askeri darbelerde bu kuvvetler de kullanıldı.
Özel askeri şirketlerin ilk modern temsilcisi David Stirling oldu. Savaş sırasında İngiliz Ordusu’na bağlı SAS adlı özel kuvvetleri kurmuş olan Stirling, savaş sonrasında SAS’ta görev yapmış rütbelilerle birlikte kurduğu Watchguard International şirketi ile İngiliz devletine sömürgelerde asimetrik savaş hizmeti sundu. İngiltere, Kuzey Yemen’de 1962-1970 yıllarında kraliyet yanlıları ile cumhuriyetçiler arasında yaşanan iç savaşta kraliyet yanlılarına bu şirket aracılığıyla destek verdi.
Özel savaş şirketlerinin yeni “altın çağı” ise 1990’lar itibariyle geldi.
Özel Askeri Şirketlerin Yeniden Yükselişi
Kâr oranlarının düşüşünün engellenememesi ile gelen yapısal krizin 80’lerin başından beri emperyalist burjuvazi üzerinde yarattığı baskı SSCB engelinin tamamen ortadan kalkması ile birleşince, artık kendi proletaryalarına sosyal taviz vermek zorunda kalmayan emperyalist ülkeler refah devleti uygulamasını terk etmeye, kamu üretim ve hizmetlerini özelleştirmeye başladı. Özelleştirmeler çağından ordular da nasibini aldı. Burjuva devletlerin giderek büyüyen askeri faaliyetleri düzenli ve ulusal orduların hazır tutulmasını ve intikalini koca bir masraf çukuru haline getirmişti. Öncelikle aktif savaş dışındaki faaliyetlerinin taşeron şirketlere devredilmesi kamu harcamalarını, dolayısıyla sermaye üzerindeki vergi yükünü azaltacak ve özelleşen tüm kamu üretim ve hizmetlerinde olduğu gibi, artı-değerden pay alan değil, artı-değer üreten yeni bir pazar oluşturulmuş olacaktı.
ABD’de 1985’te kabul edilen ve askeri lojistik ve destek hizmetlerinin özel askeri şirketlere devredilmesini içeren Lojistikte Sivil İyileştirme Programı (LOGCAP) 1992’de fiilen uygulanmaya başladı. İlk büyük sözleşme 1992’de Brown & Roots Services – daha sonra Kellog, Brown & Roots-KBR ismini aldı – adlı özel askeri şirket ile imzalandı. Ortada artık Sovyet tehdidi olmadığına göre giderek daha büyük bir maliyet unsuruna dönüşen ordu şimdi daha da küçülebilir ve özel savaş şirketlerine devredilebilirdi. 1997’de kurulan Savunma Reformu Girişimi’nin görevi tam olarak buydu. İlerleyen yıllarda aktif savaş işlevleri de özel askeri şirketlere devredilmeye başlandı.
Emperyalist küreselleşme evresi azalan kâr oranlarını toparlamanın bir numaralı önlemi olarak fiziksel üretimin büyük bölümünün ucuz emek cehennemlerine taşınması, dolayısıyla emperyalist doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dünyaya yayılması anlamına geliyordu. Yeni-sömürgeler üzerindeki doğrudan ya da dolaylı askeri baskının yerini yeni emperyalist üretim hiyerarşisinin yarattığı mali ve ekonomik sömürgecilik aldıkça, uluslararası tekellerin mülk, yatırım ve yöneticilerinin ve hatta diplomatların isyancılardan, devrimcilerden ve işçilerin, köylülerin isyanından korunması emperyalizmin önceliği haline geldi. Devasa ulusal orduların aksine, küçük ölçekli iktisadi kuruluşlar olan özel askeri şirketler bu iş için biçilmiş kaftan oldu. Kısacası üretim sürecinin parçalanıp teşeronlaştırılması, ulusal ordunun da parçalanıp taşeronlaştırılmasını beraberinde getirdi.
Ulus-devletler çağında ulusallaşan ordu, proleterlerin “yurttaşlar” olarak vatanlarına hizmet etmeleri gerekliliğini ve buna uygun ideolojik ve siyasi aygıtların icadını beraberinde getirmişti. Sermayenin işçileri burjuva devletin çıkarı için ölüme sürebilmiş olması onun için bir başarı olsa da sonu gelmeyen savaşların yarattığı asker ölümlerinin hesabını topluma verebilmek burjuva devletler için her seferinde daha da zorlaşıyordu. Kapitalizmin varoluşsal krizi işçi sınıfı ve ezilenleri giderek daha fazla yoksullaştırıp mülksüzleştirmeyi gerektirdiği ölçüde burjuva devletlerin toplumsal rıza üretimini sağlayabilmeleri kitlelerin aktif savaştan uzak tutulmasını gerektiriyordu. Devletle doğrudan bir bağı bulunmayan, herhangi bir değer için değil, para için savaşan eski askerlerden, eski faşist rejim artıklarından oluşan paralı asker çetelerinin olası kaybı ise hem gizlenebiliyor, gizlenemese de artık bir ulusal-toplumsal kriz değil, başarısız bir ticari girişim olarak algılanıyordu. Bu, paralı askerler için de bir “fırsat” oluyordu. Onları örtülü savaşlara yollayanlar siyasi olarak hesap vermedikleri gibi, bu çeteler de ordu mensubu olmadıkları için işledikleri suçlardan dolayı askeri mahkemelerde yargılanmıyorlardı.
Dahası, ulusal orduları bir yerden bir yere taşımak, bir askeri operasyon kararı almak, savaşa sokmak anayasalarca ve uluslararası anlaşmalarla sıkıca belirlenmiş koşulların yerine getirilmesini, uzun bürokratik süreçlerin tamamlanmasını gerektiriyordu. Özel askeri şirketler, kendi yasaları kendisine dar gelmeye başlayan burjuva devletlerin sırtlarındaki bu yükü de kaldırmalarına olanak tanıyordu. Ulusal meclislerden bir karar çıkarmak zorunda kalmadan, kamuoyunu ikna etmeden, sanki bir inşaat ihalesi verilir gibi şirketlere işgal, kontrterör, sabotaj ve darbe siparişinin verilebilmesi hızlıca katliam kararı alabilmeyi, siyasi sorumluluklardan ve hesap vermekten kaçabilmeyi mümkün kılıyordu. Birleşmiş Milletler ise bunları denetlemek şöyle dursun, “Barış gücü operasyonları” adı altında bizzat bu şirketlerin savaş bölgelerinde konuşlandırılmasına katkı sunuyordu.
Soğuk Savaş’ın ardından “işsiz” kalan çok sayıda askeri personel ve açığa çıkan devasa miktarda silah ve mühimmat özel savaş şirketlerinin hem nicelik ve nitelik olarak büyümesine, hem de doğrudan iktisadi girişimler haline gelmesine nesnel zemin sundu. Örneğin, ABD’de 1989-2000, İngiltere’de 1980-2012 arasında askere alımlar üçte bir oranında azalmıştı. ABD kongre raporlarına göre Afganistan işgalinde kullanılan paralı asker sayısı ordu mensuplarının yüzde 65’ine tekabül ediyordu. Irak işgali sırasında kullanılan paralı asker sayısı 2003 yılında normal asker sayısının üçte biri iken, 2006’da bu sayı eşitlendi. Elbette bunlar sadece resmi olarak belgelenmiş rakamlardı. Bu şirketlerin işlevinin denetlenemezlik ve hesap verilemezlik olduğu düşünüldüğünde, gerçek sayının çok daha fazla olduğu, özel askeri şirketlerin bugün giderek (yeniden) temel savaş gücü formu olarak ulusal orduların yerini alır hale geldiği görülebilir. Öyle ki, özel askeri şirketlerde çalışan toplam personel, sayı olarak NATO’nun ikinci büyük ortağı konumunda.
Bu şirketler 90’lardan bugüne emperyalist devletlerin birçok eğitim, yeniden yapılandırma, işgal, istikrarsızlaştırma, darbe vb. operasyonunda kullanıldı.
Örneğin Sandline, Executive Outcomes şirketleri Angola’da petrol şirketlerini ve siyasi iktidarı Tam Bağımsız Angola Birliği’nden (UNITA), 1995 ve 1998’de Sierra Leone’de ise Birleşik Devrimci Cephe’den (RUF) korumak için kiralandılar.
ABD’nin 2000 yılında Kolombiya’daki emperyalist tekellerin başına bela olan Ulusal Özgürlük Ordusu’nu (ELN) yok etmeye yönelik devreye koyduğu ve sözde uyuşturucu ile mücadeleye karşı 1.3 milyar dolar boyutunda bir yardım paketi ile kamufle edilen “Kolombiya Planı”nda da bu paralı asker çeteleri yoğun bir biçimde kullanıldı. Hatta petrol tekeli BP bizzat kendi ordusunu kurdu.
ABD, Bosna ordusunun yeniden yapılandırılması ve eğitilmesi kapsamında en büyük özel askeri şirketlerden biri olan Military Professional Resorurces Inc (MPRI) şirketini kullandı. Şirket aynı zamanda Bosna ve Afganistan’da İslami Tugaylar altında da aktif savaşa katıldı. MPRI daha sonra DynCorp şirketi ile birlikte Irak’taki asker ve polis gücünü eğitti.
Özel askeri şirketlerin en bilineni olan Blackwater ABD’nin Irak’ı işgalinde aktif bir şekilde kullanıldı. Blackwater ile imzalanan sözleşme ABD’li diplomatların korunması üzerineydi ancak şirketin faaliyetleri bunun çok ötesine uzandı. Bağdat’ta, Felluce’de yol açtığı keyfi kitle katliamları ve savaş suçları ile kötü ünü en çok bilinen özel askeri şirket haline gelen Blackwater, personelini Şili’deki Pinochet döneminin işkenceci faşist komandoları artıklarından ve Kolombiya ordusundan topluyordu. Paralı katiller ordularının ilk vukuatı bu değildi. 1990’larda Balkanlar’da Birleşmiş Milletler tarafından “Barış Gücü” bileşeni olarak görev verilen DynCorp şirketi de Bosna’da genç kadınları kaçırıyor ve onları seks kölesi olarak satıyordu.
Günümüze geldiğimizde, özel askeri şirketlerin içinde ve hatta asli öğesi olmadıkları bir çatışma alanının bulunmadığını söyleyebiliriz. Ukrayna’dan Yemen’e, Libya’dan Suriye’ye, emperyalist devletler ve işbirlikçi burjuva diktatörlükler sayıları 50’ye varan uluslararası özel askeri şirketlerin “hizmetlerinden” faydalanıyorlar. Aegis, G4S, Academi, MPRI, KBR ve Wagner devletlere özel askeri güç sağlayan başlıca tekellerden bazıları. Örneğin ABD resmi olarak Suriye’de 5500 paralı asker kullandığını belirtiyor. Rusya’nın Suriye’deki askeri gücünü de büyük oranda Wagner Group şirketinin paralı askerleri oluşturuyor.
Özel askeri şirketlerin pazar büyüklüğünün Irak işgali öncesinde 100 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Burjuva güvenlik uzmanları 2020 itibariyle 223,8 milyar doları bulan pazarın 2030’da ikiye katlanarak 457,3 milyar dolara ulaşmasını bekliyor. Ancak bir kez daha belirtmek gerekir ki, asıl işlevi burjuva hukukunun “şeffaflık” ilkesinin ihlali olan böyle bir pazar için gerçek rakamlara ulaşmak mümkün değil.
“Yerli ve Milli” Özel Askeri Şirket: SADAT
Her geçen gün kamuoyunun gündemine daha fazla giren SADAT da Türkiye’ye özel bir olgu olarak değil, dünya kapitalizmindeki eğilimlerin “yerli ve milli” yansıması olarak karşımıza çıkıyor. 28 Şubat’da TSK’dan ihraç edilen ve önceleri faşist şef Erdoğan’ın askeri danışmanı olan Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin yine burjuva ordunun çeşitli birliklerinden emekli olan 23 subay ve astsubay ile birlikte 2012 yılında kurduğu SADAT, ülke içinde ve dışında askeri eğitimden danışmanlığa, lojistikten tedarike, asimetrik savaşın her alanında hizmet veren bir özel askeri şirket.
SADAT adını esas olarak 15 Temmuz darbesinde faşist çetelerin sokaklara salınmasında ve sivil halkın silahlandırılmasında duyurdu. Elbette Tanrıverdi bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Tanrıverdi yine sadece bir ülkede faaliyet gösterdiklerini iddia etse de uluslararası araştırma kuruluşları en az 22 ülkede olduklarını gösteriyor.
SADAT’ın, Özgür Suriye Ordusu’nun bir bileşeni olarak oluşturulan Suriye Milli Ordusu’na bağlı Süleyman Şah, Sultan Murat ve Mutasım tümenlerinin kurulması ve eğitilmesinde görev aldığı biliniyor. Faşist mafyacı Sedat Peker’in itiraflarında 2014 yılında MİT tırlarıyla cihatçı çetelere gönderilirken yakalanan silahların sevkiyatını SADAT’ın örgütlediği söyleniyor.
Efrîn işgaline aktif olarak katılan, Minbiç’te savaşan ve sayıları 3 bin ile 6 bin arasında olduğu tahmin edilen paralı askerler daha sonra Halife Hafter güçlerine karşı savaştırılmak üzere yine SADAT tarafından Libya’ya gönderildi. SADAT’ın katillerinin ayrıca Azerbaycan-Ermenistan arasındaki çatışmalarda da görev aldığı bir sır değil.
SADAT, paralı askerlerini ülkücü çetelerden, selefi örgütlerden, Suriye’deki ve mülteci kamplarındaki cihatçı katil sürülerinden devşiriyor ve Sakarya’da, Tokat’da, Konya’da ve Efrîn’deki kamplarında eğitiyor. Bu anlamda 90’ların kontrgerilla şefleri ve mafya liderleri de SADAT’ın “paydaşları” haline gelmiş, ırkçılık ve İslamcılık hiç olmadığı kadar kardeşleşmiş oluyor. Nitekim devletin faşist kontrgerilla operasyonu kapsamında İzmir HDP il binasını basıp Deniz Poyraz’ı katleden, daha da fazlasını yapmak için geldiği anlaşılan Türkçü-faşist katil Onur Gencer’in Minbiç’te savaştırılan çetelerden biri olması, zaten malum bu birlikteliğin ilamından başka bir şey değildi. Bu çetelerin benzer gerici iç savaş operasyonlarında da veya devrimci iç savaş koşullarında da aktif olarak kullanılacağı şüphesiz.
Erdoğan’ın bir özel askeri şirkete olan ihtiyacı emperyalist devletlerin ihtiyacından çok da farklı değil. Her türden ulusal ve uluslararası burjuva hukuk gereklerinin etrafından dolaşma ve işgalci-yayılmacı saldırganlığı büyütürken yurttaşlarını “şehitlik”, “gazilik” gibi savaşın doğrudan ve siyasi iktidarı sarsacak sonuçlarından uzak tutma çabası faşist şefi de efendileri gibi bir asimetrik savaş yürütebilmek için gereken paramiliter bir ordu kurmaya yöneltti.
Tabii emperyalist devletlerin dev ve tamamen iktisadileşmiş özel askerlik şirketlerine kıyasla SADAT’ın özgünlüğü onun aynı zamanda dinsel gerici bir ideoloji temelinde faaliyet göstermesinde yatıyor. Örneğin SADAT, siyasi misyonlarından birisini “İslam ülkeleri arasında savunma ve savunma sanayi iş birliği ortamı oluşturmak ve İslam dünyasının kendine yeterli bir askeri güç olarak da dünya süper güçleri arasındaki hak ettiği yeri almasına yardımcı olmak” olarak koyuyor, İslam İşbirliği ve Güvenlik Teşkilatı’na bir İslam Ordusu’nun kurulması gerektiğini söylüyor, Başkan Tanrıverdi “Mehdi’nin gelişine hazırlık yapmalıyız” diyor.
Bu hezeyanlar, faşist şef Erdoğan’ın Türkiye kapitalizmi için öngördüğü birikim stratejisinin bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Küresel emek hiyerarşisindeki nesnel rolü emperyalizmin ucuz emek taşeronu olmak olan ve emperyalist hiyerarşi gereği uluslararası sermaye akımlarına bağımlılığı yıllar içerisinde giderek artan Türkiye kapitalizmine kalan artı-değer, kapitalizmin küresel krizi ile birlikte giderek azalınca faşist şef çareyi işgalciliğe, yayılmacılığa hız vermekte bulmuştu. İşçi sınıfı üzerindeki mülksüzleştirme saldırısını büyütmenin yarattığı huzursuzluk ve 2013 itibariyle ezilenler cephesinin bastırılamayan yükselişinin yarattığı siyasi kriz, benzer bir saldırganlık düzeyinin ülke içinde de yükseltilmesini gerektirdi. Böylesine yoğun iç ve dış savaş koşullarında ırkçı-İslamcı bir propaganda gerek toplumsal rızanın yeniden üretilebilmesinde, gerek asimetrik savaşlar için gereken katillerin ucuza devşirilmesinde, gerekse siyasal İslam’ın iktidarda olduğu diğer kapitalist ülkelerin önderi, temsilcisi olma stratejisinde işlevli bir araç haline geldiği açık. Diğer bir deyişle, eşitsiz gelişim ve yetersiz sermaye birikimi koşullarında şovenizm ve dinsel gericilik faşist şef için gayrı-maddi sermaye parçası olarak iş görüyor.
Sonuç
Üretici güçleri geliştirme yeteneğini yitiren ve biçimsel de olsa sosyalist bir iktidar tehdidiyle karşılaşmayan sermaye 50 yıla yakın bir süredir üretmekten çok işçi sınıfının kazanılmış haklarına yönelik topyekûn bir saldırı başlattığı bir “maliyet düşürme” evresindedir. Emperyalist küreselleşme evresi dediğimiz bu evrede sadece iktisadi değil, aynı zamanda -ve belki ondan da önce- sosyal, siyasi, hukuki ve diplomatik maliyetleri de düşürmek için ulusal ordularla yürütülen simetrik savaşlar da yerini giderek artan bir hızda paralı asker şirketler eliyle yürütülen asimetrik savaşlara terk etmektedir.
Özel askeri şirketlerinin yeniden başat savaş gücü formu haline gelmesi, konuyu inceleyen bazı yazarların iddia ettiğinin aksine “askeri feodalizme” geri dönüş olarak değerlendirilemez. Emperyalist küreselleşme evresinde üretim süreçlerinin ölçek olarak parçalara ayrılıp uluslararasılaşması nasıl ki feodal dönemdeki gibi üretimin bireyselleşmesi ve mülkiyetin ademimerkezileşmesi anlamına değil, aksine, çok daha üst bir mertebede toplumsallaşması ve merkezileşmesi anlamına geliyorsa, benzer şekilde, ulusal orduların işlev görevlerinin ölçek olarak parçalanıp özelleşmesi de askeri gücün feodal dönemdeki gibi dağınık ve anarşik bir yapıya dönmesi değil, daha da merkezileşen sermayenin yönetimi altında yeni yeni bir işlev kazanması anlamına geliyor. Mülkiyeti de toplumsal ve merkezi hale getirmekte geciktiğimiz müddetçe kapitalist krizlerin daha yıkıcı ve daha barbar biçimler alıyor olması ve Türkiye örneğinde de görüldüğü üzere, krizin faturasını çok daha ağır yaşayan mali-ekonomik sömürgelerde bu süreçlerin çok daha gerici bir biçimde yaşanması bu gerçeği zerrece değiştirmiyor.
Yaşanan, askeri veya herhangi bir anlamda feodal bir çağa geri dönüş olmadığı için, burjuva yasallığı ve ona bağlı ulusal orduları tekrar tarih sahnesine çağırmak ilerici hiçbir programın konusu olamaz. Hatırlanmalıdır ki, geçmişin nispeten denetlenebilir bu yasallık düzlemi burjuvazinin işçi sınıfına hediye ettiği değil, sosyalizm tehlikesine karşı vermek zorunda kaldığı bir tavizdi. Bugün ortada böyle bir tavizin nesnel koşulu olabilecek bir sosyalist iktidarın ya da devrimci bir yükselişin bulunmadığı aşikarsa, bugünün burjuva devletlerinin paralı asker çeteleri yoluyla yarattığı yıkımlara karşı işçi sınıfının siyasi iktidarını hedefleyen devrimci çıkışın örgütlenmesinde ısrarcı olmak dışında gerçekçi hiçbir yol gözükmüyor. Bu anlamda faşist şefin asimetrik savaş aygıtı SADAT’ı ve ona karşı mücadeleyi de ülkeye özgü tekil bir olgu olarak algılamanın ötesine geçip dünya tarihsellikleri içerisinde kavramamız gerekiyor.