Kapitalizmin dünyasal ölçekte derinleşerek süren iktisadi, siyasal ve ideolojik krizi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın içsel gerilimleri ile buluşarak faşist şeflik rejimini içinden çıkamayacağı bir girdaba sürükledi. İçinde debelendiği iktisadi, siyasal ve ideolojik krizden çıkışı ufukta göremeyen faşist rejim; en ertelenemez ‘beka’ sorununu çözmeye yöneldi. Özellikle son beş yıldır bitirici darbeyi vuracak balyozu elinde tutan işçi sınıfı ve Kürt halkının, kadınların ve LGBTİ+’ların, gençliğin politik özgürlük mücadelesini ezme, ezilenlerin öncü kuvvetlerinin iradesini kırarak etkisiz hale getirme göreviyle ilgileniyor. Ne Gezi Ayaklanması ne de 7 Haziran yenilgisi faşist şefin aklından çıkıyor. Katliam, işkence, gözaltı, tutuklama, fişleme, faşist yasak, yalan ve demagoji yoluyla beş yıldır işçi sınıfı ve ezilenleri; öncülerini yıldırmaya, faşizmin mezarını kazan elleri kırmaya çalışıyor.
Ancak vardığımız son tabloda toplumsal mücadele bazı mevzileri kaybetmiş, faşist rejim bazı başarılar elde etmiş olsa da faşist diktatörlüğün esas amaçlarına ulaşamadığı, kazanamadığı çok açık görünmekte.
Beş yıldır kapsamlı ve sistematik faşist devlet terörü altında tutulan antifaşist mücadele, kendiliğinden/örgütlü, irili ufaklı işçi direnişlerinde, kadın cinayetlerine karşı sokağa taşan öfkede, 25 Kasım, 8 Mart ve Onur yürüyüşlerinde kadın ve LGBTİ+’ların barikat karşısında kolkola girişlerinde, iradesine kayyum atanan Kürt halkının direnme cesaretinde, akademisyenlerin, devrimci sanatçıların kararlı eylemlerinde, susturamadıkları savunmada, gençliğin tavizsiz duruşunda, emekçi köylülüğün ekolojik mücadelelerinde ve en çok da her gözaltı-tutuklama saldırısından başı dik çıkan devrimcilerde büyüme ve gelişme koşullarını buluyor.
Kuşkusuz yeni yıl işçi sınıfı ve ezilenler için zaferin olanaklarının artmasıyla doğru orantılı olarak kavganın çetinleşeceği de bir yıl. Faşist şeflik rejiminin sözcülerinin savaş çağrılarından, devrimcilere dönük kaçırma, kaybetme, ajanlaştırma, gözaltı-tutuklama saldırısından, HDP’ye dönük kapatma hedefli faşist terör ve demagojiden, gelişen her kitle hareketini dizginsiz şiddetle ezme refleksinden anlaşılan o ki faşizm 2021 yılına özel bir hazırlıkla başladı. Kuşkusuz beş yıldır süren savaşta olduğu gibi gençlik hareketi de bu hazırlığın muhataplarından.
2015’ten bu yana içinde bulunduğu krizi baskı ve yasakları yükselterek yönetmeye çalışan rejimin olmazsa olmazlarından biri de kayyumlar. Direniş geleneği olan üniversiteler ve sömürgeciliğe karşı direniş geleneği olan Kürdistan kentlerindeki HDP’li belediyelere dönük kayyum atamaları herkesin malumu. Her iki cepheden de kayyum siyaseti; Erdoğan’ın, yönetememe durumuna tekçi faşist bir müdahalesidir. Bugün Saray’ın sözcülerinin burjuva medyada çıkıp anlattığı gibi “evrensel olarak meşru ve sıradan” bir müdahale değildir.
HDP’li belediyelerin gasp edilmesi, Kürt halkının sömürgeci boyunduruk, faşist inkarcılık altında tutulduğunun ilanıdır. Kayyum rektör atamaları, öğrenci gençliğin kazanımlarının ve toplamda akademinin özerk niteliğinin tamamen tasfiyesi ve faşist zorbalık altında bilgi üretiminin doğrudan sermaye ve sözcüsüne bağlandığı anlamını taşır.
Faşist rejim, tüm saldırılarına rağmen her kayyum atamasında eylemli bir itiraz ve direnişle karşılaşmıştır. Gelişen itirazlara verdiği şiddetli cevaplardan ise kayyum politikasının rejim için bir “beka” politikası olduğu rahatlıkla çıkarılmaktadır. OHAL döneminde hukuki hale getirilen bu özgürlük düşmanı saldırı bugün daha da genişletilmiş ve demokratik kitle örgütlerinin yönetimine dahi kayyum atanmasının hukuki kılıfı hazırlanmıştır.
Akademiyi hiçleştirme, aşağılama ve teslim almaya ayarlı kayyum rektör silahı
2016 yılında resmi bir kararname ile üniversitelere seçilmiş olmasa dahi rektör ataması, Erdoğan’ın talimatına bağlandı. Akademi içinde yönetim kabiliyeti kazandıracak ölçüde kadrosu olmayan, öğrenci gençliğin pozisyonundan derin bir korku duyan, aydınlara dönük bastırma ve sindirme hamlelerinden zaferle çıkamayan rejim çareyi üniversiteleri içeriden fethetmekte arıyor.
Bugün egemenlerin erişmek istediği akademi tahayyülünün görevleri arasında üretilen bilginin sermayeye akışını örgütlemek; hatta bilgi üretim sürecinin kendisini sermaye ihtiyacına göre organize etmek, nitelikli-niteliksiz işçi ve işsiz yetiştirmek, sorgulayan değil de makbul, itaatkâr kadın ve erkekler yaratmak, toplumun politik İslamcı ideoloji temelinde dönüştürülmesine hizmet etmek, aydın ve aydın sınıfın öğrenci kesiminden itiraz eden her başı ezmek var. Özcesi, üniversiteler tamamen faşizmin siyasi, iktisadi ve ideolojik bir aygıtı haline getirilmek isteniyor. Öğrenci gençlik ve akademisyenlerin devrimci demokrat kesimlerine dönük gözaltı, tutuklama, soruşturma ve ihraç sopasını üniversite kapısının dışından sallamak yetmedi. Çare, sopayı da alıp içeriye yerleşmekti.
Kayyum rektör ataması, üniversitelerde faşist hegemonyayı derinleştirmenin; öğrenci gençliği kuşatma altına almanın, akademide çıkan en ufak cızırtıyı bile kesip atmanın bir aracı ve kuşkusuz ki faşist şeflik rejiminin savaş konseptinin bir parçası. Bu saldırı hiçbir üniversitede faşist sözcülerin anlattığı gibi sıradan ve meşru olarak görülmedi, her üniversitede irili ufaklı eylemli itirazlar ile karşılandı. 2016’dan 2021’in ilk mevsimine geçen zamanda ise kayyum rektörlerle beraber üniversitelerde nasıl süreçlerin işletildiğini ve kayyum eliyle neyin örgütlendiğini gördük, yaşadık, direndik ve hafızamıza kaydettik. 2016’dan bugüne öğrenci kulüp ve topluluklarının etkinlikleri yasaklandı ve doğrudan rektöre bağlı hale getirildi, üniversite içinde gençliğin söz, eylem, örgütlenme hakkı tasfiye edildi, projeler yoluyla okullar sermayenin ve AKP’nin arka bahçesi haline getirildi, devrimci demokrat öğrenciler uzaklaştırma ve okuldan atma cezalarının muhatabı oldu, kampüs içindeki doğal ve tarihi değerler talan edildi, kadın ve LGBTİ+ öğrencilere kampüs içinde rahat nefes aldırılmadı, üniversite bileşenlerinin sözü tamamen yok sayıldı, akademik kadro kayyumların akrabaları ve yandaşlardan oluşturuldu, devrimci öğrencilere ağır saldırı sürdürülürken faşist çetelere imtiyaz tanındı, faşist örgütlenmeler üniversite içinde kurumsallaştırıldı vb.
Tüm bu tablo içinde kayyum rektörlerin yaslandığı direğin Erdoğan olduğu öğrenci gençliğin en geniş kesimlerinin ayırdında olduğu bir gerçek. Doğal olarak bugün üniversite içinde ve sınırlı kesimsel bir akademik sorun etrafında gelişen mücadeleler dahi yüzünü hızla kayyum rektörlere, polise, ÖGB’ye ve oradan da Erdoğan’a, Saray’a dönüyor. Yakın zamanda ODTÜ’de Kavaklık’ta doğa talanı sorunuyla başlayan itiraz ve öfkenin hedefine kayyum Verşan Kök ve AKP hızlıca yerleşti. İstanbul Üniversitesi’nde yemekhane fiyatına yapılan zam sorunu hızla kayyum Mahmut Ak’a ve polise karşı öfke ile buluştu, Sibel’in intiharıyla ise kapitalist faşist sisteme yöneldi. Her iki örnekte de öğrencilerin kesimsel sorun ve talepler etrafındaki mücadelesi devletin zor gücüyle karşı karşıya gelmiş, politik özgürlük sorunu ile bağlanmış, kampüs kapılarını aşmış, başkaca üniversiteler ve başka kentlerdeki gençliği hareketlendirmiş, kitlesel ve fiili meşru eylem örnekleri ve kararlılık ile başarı kazanmış örneklerdir. Her iki örnekte de öğrenci gençliğin yüreğindeki itiraz faşizme karşıdır, istek ve arzusu özgürlüktür; özgürlük isteğiyle yükselttiği mücadelelerde ezilen diğer kesimlere cesaret ve umut aşılamıştır.4 Ocak Direnişi ve faşist cephenin yanıtı
2 Ocak günü resmî gazetede kararname ile Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne 2. kayyum olarak atandığı yayınlandı. Sosyal medyada bir gündem olarak kendine yer bulan bu atamaya üniversite dışındaki kesimlerin gösterdiği tepkilerin esaslı bir kısmı seçkin bir üniversiteye dışarıdan birinin rektör atanması ve kayyumun akademik niteliğinin yeterli olup olmaması iken 4 Ocak günü Boğaziçi Dayanışması’nın çağrıcısı olduğu eylemde itirazın esas kaynağının çok başka olduğu herkes tarafından görülmüş oldu. Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan çağrıya iki bini aşkın kişinin katılımı, kitlesel forum, forumda boykot ve işgalin de tartışılması, polis barikatına direnme, polis barikatını aşma pratiği, eyleme LGBTİ+’ların, kadınların, Bimeks işçilerinin etkin katılımı ve kendi sözlerini katmaları çetin bir mücadelenin potansiyeline işaret ediyordu.
Özerk-demokratik üniversite niteliğinin; söz yetki karar hakkının kazanılması ve kayyum rektörlere itiraz gibi gündemler politik özgürlük sorunu ile birleşerek öğrenci gençlik hareketi bakımından belirleyici bir yerde duruyor, öğrenci gençlik kitleleri bu gündemler ile daha etkin ilişki kuruyor. Politik özgürlüğün gaspının, faşist bir rejim altında yaşamanın üniversitedeki esaslı yansıması olan kayyum rektörler öğrenci gençliğin faşizme olan öfkesini sokağa taşıyacağı özel bir sorun olarak önümüzde duruyor. İşçi sınıfı ve ezilenlerin her kesiminden yükselen homurtu, itiraz ve hareketlere baktığımızda yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemediği bir tablonun ortaya çıkmakta olduğu açık.
Boğaziçi Direnişi’nin de göz kırptığı gerçek; işçi sınıfı ve ezilenlerin emperyalist küreselleşme çağında çoğalan ve çeşitlenen sorunlarının aynı zamanda birleşme potansiyellerinin arttığı ve hemen her mücadelenin devlet-halk çelişkisini keskinleştiren bir nitelik kazanması oldu. 4 Ocak günü polis barikatına yüklenen, polis saldırısına kitlesel olarak direnen ve “Katil polis üniversiteden defol” sloganı ile karşılık bulan öfke kitle hareketinde önemli bir moment oldu. O gün eylemlere katılanların birçoğunun ifade ettiği şey; somut bir kazanımın yani kayyumun gönderilmesinin henüz gerçek kılınmamış olmasına rağmen eylemden kazanarak ayrıldığını hissetmiş olmaları. Gün sonunda toplumsal mücadelenin birçok kesiminde ve başkaca kentlerde polise karşı militan duruş ve kitlesel karşı koyuşun yarattığı umut ve cesaret dolu bir motivasyon vardı. Sendikalı olduğu için işten atılan işçi, 8 Mart’ta önüne polis barikatı kurulan kadın, KHK ile ihraç edilen akademisyen, Onur yürüyüşü yasaklanan LGBTİ+, köyüne maden yaptırmadığı için jandarma jopu yiyen köylü, devrimci, demokrat, ilerici ve faşizmin baskı aygıtları tarafından kuşatılan her kesim Güney Kapı önündeki kitlesel ve fiili meşru eylemin etkisine girdi, sorunlarının kaynağı ile öğrenci gençliğin sorunlarının kaynağının aynı faşizm olduğu görüldü. Bugün bakımından akademik-demokratik-ekonomik, kesimsel her mücadelenin hızla politik özgürlük mücadelesine bağlanma, devletle saflaşma gibi bir niteliği var. Direnişin akademik taleplerden ileriye, özgürlük istemiyle buluşması ve yarattığı etki sahası işçi sınıfı ve ezilenlerin büyük bir antifaşist mücadele istemi ve arayışı içinde olduğunun, potansiyel taşıdığının da göstergesi.
Faşist diktatörlük de bu tehlikenin farkında, biriken toplumsal öfkenin farkında. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelelerine kurmaylık yapmaya, kitleleri devlete karşı saflaştırmaya ve yıkıcı bir kuvvet olarak örgütlemeye aday kim varsa dizginsiz saldırı altında tutarak mevcut nesnel ve öznel durumdan kaynaklı oluşan bu tehlikeyi sonuçsuz bırakmak istiyor. Aynı zamanda kitleleri de bu faşist terörden mahrum bırakmıyor. Daha eylemin ilk günü, havadaki cesaret ve cüretin kokusunu solur solumaz burjuva faşist medya yolu ile bir terör demagojisi başlattı. Burjuva medyaya ek olarak Süleyman Soylu’nun başlattığı #PolisiminYanındayım hashtagi de 4 Ocak günü yaşananlar arasında toplumsal mücadeleye en cesaret verici olan ile devlet için en tehlikeli olanın faşist polise karşı direniş olduğunu gösterdi. Demagojinin iki yönü vardı; bir yandan o gün eyleme katılan herkesin “sapkın, sapık ve terörist” olduğu söylenirken diğer bir yandan da Boğaziçi öğrencilerinin haklı olabilecek eylemlerinin dışarıdan katılan “dış mihrakların emrindeki provokatörler” ile baltalandığı söylenmekteydi. Peşinden gelen ev baskınları ile gözaltı ve devlet yetkililerinin açıklamaları da faşist rejimin kendi önüne hareketi bölmek, örgütlü ve devrimci öznelerden koparmak, liberal bir çizgiye savurmak gibi öncelikli görevler koyduğunu gösterdi. 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet gibi basit ve tartışmalı bir maddeden yola çıkarak yapılan kapı kırmalı, özel timli ev baskınları ve darp, çıplak arama ve cinsel-psikolojik işkencenin tartışıldığı günlerde eylemcilerin buna maruz bırakılması ile bu operasyonlar bir şiddet gösterisine dönüştürüldü. Gözaltına alınanların “örgüt üyesi” olduğu ve birkaçı hariç hiçbirinin öğrenci olmadığına dönük açıklamalar ile de öğrenci gençliğe gözdağı verilmek istendi, gözaltı sopasıyla öğrenciler uyarıldı, sahiplenme ve dayanışmanın da önüne geçilmek istendi.
Ancak gözaltına alınan Boğaziçili olsun olmasın herkesin direnen bütün toplumsal kesimler tarafından sahiplenilmesi, gözaltılara dönük her kesimden itirazın yükselmesi ve bazı şaşılmayacak kesimlerden cılız sesler haricinde kabul edilmeyen provokatör-öğrenci ayrımı devleti hazırlandığı kapsamlı tutuklama hamlesinden caydırdı, geri çekilmeye zorladı. Güçlü bir sahiplenme ve dayanışmayla onlarca eylemci serbest bırakıldı.
Bu kazanımın çizdiği tabloda da direnişin politik muhtevası üniversite kampüsünü aşmıştır, direniş; faşizme karşı özgürlük için birleşme-saflaşma, cepheleşme içeriği kazanmıştır. Dayanışmayla devletin elinden koparıp alınan eylemcilerle beraber Boğaziçi Direnişi’nin ezilememesi ve devletin ilk saldırı hamlesinden sonra savunmaya çekilmek zorunda kaldığı herkes tarafından görüldü. Melih Bulu’nun kendini açıklamaya ve savunmaya çalıştığı programlar, egemenler cenahından söylenenler, yazılıp çizilenler, Boğaziçi üzerindeki dizginsiz teröre ara verilmesi devletin savunma pozisyonuna geçtiğini gösteriyor. Tam da bu noktada yani ilk çarpışmadan kazanarak çıkıldığında gençliğin “Katil polis üniversiteden defol” sloganını ezilenlere sahiplendirmek, faşist şeflik rejimiyle derdi olan işçinin, Kürt’ün, kadının, LGBTİ+’nın, aydının, demokratın dayanışma ve birleşik mücadelesini yükseltmek, militan ve kitlesel, kararlı eylemlerle karşı saldırıya geçmek elzem bir noktada durmaktaydı. Ancak rejimin 2. saldırısına yani politik İslamcı demagoji ile ortam hazırlanan ilk tutuklamaya kadar toplumsal mücadele saflarından doğru anlamlı bir saldırı gerçekleştirilemedi. Dahası eylemlerin “barışçıl” oluşu, “akademik bir itiraz” oluşu, “öğrenci itirazı” oluşu gibi liberal ve geri söylemler direniş içinde kesilemedi. Direnişi sürdüren özneler bakımından üniversite kapısından çıkmak herkesin mutabık olduğu bir yön olamadı.
Yeni kapı ruhunun zuhur etmesi ve ikinci faşist saldırı
Şahmeran figürü ve LGBTİ+ bayraklarının işlendiği Kâbe görselinin direniş alanında sergilenmesi ve okul içinde politik İslamcı faşistlerin örgütlenme aracı olarak kullandığı İslam Araştırmaları Kulübü tarafından burjuva faşist basına ve polise servis edilmesi, sosyal medyada gündemleştirilerek Boğaziçi Direnişi’nin linç edilmesi faşist rejim bakımından önemli bir andı. Erdoğan, Bahçeli, Soylu, YÖK, Diyanet, burjuva faşist medya ve kayyum rektöre kadar "dini ve milli değerler" demagojisi ile toplum direnişe karşı kışkırtılmaya, gözaltı ve tutuklama yapabilmek için, sahiplenme ve dayanışmanın önünü kesmek ve yüksekten bir gözdağı vermek için uygun ortam hazırlanmaya çalışıldı. Direnişin yıkıcı potansiyelinin yalnızca AKP-MHP tarafından değil, her kritik anda Erdoğan’a tekerlek olan burjuva muhalefet tarafından kavrandığını bu aşamada görmüş olduk. CHP sözcüsü Faik Öztırak’ın ifadesiyle “mukaddes değerlere dönük saldırı”nın “görünen ve görünmeyen sorumlularının bir an önce ortaya çıkarılmasını” beklediklerini açıklaması, topyekûn egemenlerin bu direniş özelinde de açığa çıkan faşizm ve özgürlük saflaşmasını kavradığının göstergesi oldu. 2. saldırı için faşist politik İslamcı güruhlar hızla eyleme sevk edildi, iki tutuklama ve iki ev hapsini, üniversitedeki LGBTİ+ kulübünün kayyum rektörce kapatılması ve basılması, üniversite çevresinin ablukaya alınması izledi. Devletin 2. saldırısından önce etkin bir pozisyona geçememiş olan Boğaziçi Direnişi, 2. saldırıya karşı etkin bir savunma geliştirebildi. Yasaklanan bir eyleme kitlesel çağrıda bulunmak, eylemleri organize ederken gençlik hareketinin siyasal özneleri ile etkileşimli bir ilişki kurma yönelimi, toplumsal mücadeleye ve kitlelere güvenmek, birleşik mücadele pratikleri sergilemek bu hareketin düşman karşısında belli bir bilinç düzeyine eriştiğini gösteriyordu. Boğaziçi direnişi, işçi sınıfı ve ezilenlerin öfkesinin patlama yatağı ve faşizme karşı birleşik direnişi sıçrama potansiyelini taşımaktadır.
Güney Kapı’ya yapılan yasaklı eylem çağrısında 159 gözaltı, o eylemde onbinlerin öfkesine hedef olan polisin “Aşağı bak” komutu ve ardından yükselen “Aşağı bakmıyoruz” sözü hafife alınamayacak bir mücadele potansiyeline işaret ediyor. Kadıköy Rıhtım’da düzenlenen açıklamaya polis saldırısı gerçekleştikten sonra saatler süren ve tüm ilçeye yayılan kitlesel yürüyüşler, polisle çarpışma örnekleri toplumsal mücadelenin Boğaziçi Direnişi etrafında faşizm karşısında saflaştırılabileceğini söylüyor. 1 Şubat günü gözaltı-tutuklamaların hesabını sormak için kayyum rektörün bulunduğu binayı kuşatıp dağılmayan Boğaziçililerin cüreti ve direnişi öğrenci gençliğin buzu kırma ve yolu açma potansiyelinin altını çizdi.
600’ü aşkın gözaltı, 11 tutuklama ve ortalama 30 ev hapsi ile rejim bu direnişi en sert biçimde bastırmak istedi. Polis terörü; İzmir, Adana, Samsun, Çanakkale, Ankara ve daha birçok kente yayıldı. Bu ezme hedefli ağır saldırı, mafya babası Alaattin Çakıcı’nın kayyum rektöre yazdığı destek mektubunda geçen “Asla istifa etmeyin” uyarısı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun eylemcileri irade saymadan ailelerine seslenerek dile getirdiği “kaos uyarısı”, Ekrem İmamoğlu’nun eylemlerin okulun içinde devam etmesi gerektiğini söylemesi ile egemenler cephesinde Boğaziçi Direnişi karşısında bir Yenikapı ruhunun olduğunu söylemek gerekir. AKP-MHP’nin faşist terör ve demagojisi, burjuva muhalefetin de eylemsizlik, sakinlik çağrıları bize bu direnişle beraber kitlelerin cephesel antifaşist mücadele potansiyelinin güçlü olduğunu anlatmaya yeter.
Boğaziçi Üniversitesi, Tuzla tersane greviyle dayanışma yürüyüşlerinden, Kürdistan’da katledilen çocukların, halkın hesabını sormasından, halkların eşitliğine köprü olmak için Dicle Üniversitesi ile kurduğu dayanışmadan, Efrin işgalini kutlama lokumu dağıtan faşistlere “İşgalin, katliamın lokumu olmaz” pankartı ile müdahale etmesinden, Bimeks işçilerinin teşhir ettiği Vedat Akgiray’ı hoca olarak tanımamasından, Cizre bodrumlarında ölümsüzleşen Cihan Dursun’dan, Kobanê savunusunda ölümsüzleşen Suphi Nejat Ağırnaslı’dan bilinir, tanınır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinde başka bir direniş deneyimi olarak yer alacağı kesin, ancak bugün o deneyimi yarınlar için bir zafer deneyimine dönüştürmek hepimizin elinde.
Kendi yolunu açan ve etrafında daha büyük güçleri birleştiren direniş kazanacak
Son dönem bakımından ne faşist şeflik rejiminin direnişi tamamen ezme ne de direnişin koparıp alma hamleleri yapmakta olduğunu söyleyebiliriz. Her iki taraf için de bir bekleme hali olduğunu söylemek gerekir, faşizmin “bekleme” halinde durağan olduğu anlamına gelmiyor tabii bu; soruşturmalar, dekan atamaları, 8 Mart eylemlerine dönük “Boğaziçi” ve “LGBTİ+” yasakları, eylem yasağı ve abluka ile, eylemcilerin ailelerini arayıp “bilgilendirerek” “beklemekte”. Yine de son dönem bakımından devletin her hamlesini toplumsal bir dayanışma ve sahiplenmeye yol açmaktan korkarak, demagoji ile kol kola yaptığını söylemek gerekir. Bugün çeşitli yıpratma hamleleri ile devletin bir ezme hamlesine hazırlandığını görmek gerekir. Bu noktada moral biriktirmenin, devlete dönük teşhirin, Boğaziçi akademisyenlerini daha kararlı bir çizgide tutmanın, öğrenci gençlik saflarında kazanma umut ve cesaretini yükseltmenin yol ve yöntemlerini bulmalıyız. Bu bazen bir disiplin soruşturmasına karşı hocaları da kapsayan kitlesel bir eylem ve ortak bir tavır olur, bazen Melih Bulu ve onun atadığı kayyum dekanlara dönük geçmişi de kapsayan bir teşhir, ODTÜ’de Hasan Tan’a karşı mücadele deneyiminden öğrenmekten tutalım da kampüsün dışında siyasi sözünü söylemenin her türlü biçimine kadar birçok araç ve biçim buna hizmet edebilir. Keza devlet için durum vahim, kaybetmemek için elinden geleni ardına koymayacaklardır. Boğaziçi Direnişi’nin gösterdiği antifaşist mücadele potansiyeli, kitlesel kararlılık ve yer yer göz kırpan “düşman” öfkesi devletin saldırdığı temel hedefler olageldi.
Direnişin ilk tutukluları Doğu ve Selo; hapishaneye gönderilmeden önce kararlılık ve güven içinde “Bundan sonrası sizde” demişti. Bugün Boğaziçi Direnişi ile yeniden yapılanan, yeni kurulan üniversite dayanışmaları, gençlik örgütleri, emek ve demokrasi bileşenleri, Birleşik Mücadele Güçleri “Bundan sonrası hepimizde” diyerek birleşik bir hat öneriyor. Melih Bulu başta olmak üzere kayyum rektörleri göndermeye dönük bir mücadele bugün faşizme karşı mücadelenin somut bir durağı. Bu mücadelede esas olarak toplumsal mücadeleyi etkin bir kuvvet olarak saflaştırmak ve fiili meşru eyleme, kararlı kitlesel militanlığa dayalı bir hatta koparıp ala ala ilerlemek önemli. Bundan sonrası hepimizde demek de esasen bu ehemmiyetin bir dışavurumu.
Direniş içinde toplumsal mücadelenin birçok kesimini kapsayabilmek, bu direnişin etrafına dizebilmek önemli. Direnişin gelişen işçi grevleri ile, LGBTİ+’ların ve kadınların sözü ile, 8 Mart ile, 16 Mart ile 21 Mart Newroz ile ilişkisi, bu gündemlerle buluşması, yaratılabilecek dayanışma pratiklerinden bazıları olabilir. Direnişte evde ya da zindandaki tutsaklıklara, okul içinde soruşturmalara, dekan atamalarına karşı verilecek kararlı ve kitlesel cevap, toplumsal mücadele saflarından yükselecek güçlü sahiplenme ve söküp alma odaklı bir çalışma direnişi yayacaktır. “Bundan sonrası kadınlarda” diyerek 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne Boğaziçi direnişinin sözünü katmak, “Bundan sonrası işçilerde” diyerek işçi grevleri ile buluşmak, mücadeleci sendikaları saflara çağırmak, “Bundan sonrası savunmada, sanatta, müzikte, ekolojistlerde...” diyerek aydınları, hukukçuları direnişin etrafında saflaştıracak biçimleri zorlamak direnişi yayma olanaklarının yalnızca bazı biçimleri.
Bu şiarın stencil, afiş, sticker, yazılama ve yaratıcı başkaca materyaller ile yaygınlaştırılması, geniş bir kesimi hedefleyen ve yaygın coşkulu bildiri dağıtımları, toplumsal mücadeleyi kapsayacak zincir eylemleri, zindanda ya da evde tutsak direnişçileri halkla buluşturmak, imza kampanyaları ile tutsaklara özgürlük talebini emekçi halka yaymak, işçi grev ve direnişleri ile eylemli dayanışma, politik gündemler ile etkileşimli ilişki kurmak direnişi yaymanın yanında kitlelere deneyim ve okul olacak, moral ve cesaret biriktirecektir. Aktif bir savunma yapma gücünü biriktirecek ve saldırıyı, koparıp alma olanağını yaratacak biçimlerdendir .
Aynı zamanda tutuklamaların ve ev hapislerinin gayrimeşru olduğunun yaygın teşhirini yapmalı, özgün olarak da ev hapsini çok bilinçli ve yeni bir “saldırı” olarak okumalıyız. “Ev hapsi saldırısı”na karşı ise eylemli bir itiraz, devrimci ve tavizsiz bir tavır gösterebilmek son dönem bakımından sıçratıcı bir hamle olma niteliği taşımakta.
Mücadelenin gelişimi bakımından bazı anlarda başka bir eşiğe atlamak için cesur olmak gerekiyor. Tüm yalan ve demagojisiyle, işkence ve dayağıyla, gözaltı ve tutuklaması, medyası, polisi, bakanı, faşist çetesiyle dizginsiz bir terörün karşısında kendi eyleminin meşruluğuna yaslanmak ve “barışçıl” protesto nitelemesi ile araya bir sınır çekmek gerekir. Direniş boyunca müzik, tiyatro, basın açıklaması, nöbet, toplantı, forum, atölye, yürüyüş ve birçok araç ve biçim kullanıldı, ahenkle ve bir arada kullanmaya devam etmeliyiz, yeter ki direnişe hizmet etsin, bir manası olsun.
Kazanmak için esas olan da toplumsal mücadelenin etrafında dayanışma ve sahiplenme duvarı örebileceği militan ve kitlesel bir kararlılıkla işgal ve barikat hamlesine girişmekte de cesur olmak gerektiğidir. Üniversite işgali, barikatlı bir savunu antifaşist mücadelede yeni bir eşik anlamına gelecektir. İşgal ve barikat eşiğine geçilmesi, öğrenci gençliğin moral motivasyonunu yükseltme, öğretme, kazanıma yaklaştırma, ateşi başka kentlere yayma, başkaca üniversiteler için hafıza yaratma ve gençlik hareketini sıçratma işlevinin yanı sıra işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesinde ön açıcı olan, cesaret veren ve ilerici bir rol oynayacaktır. Toplumsal mücadelenin son 1 yıllık tablosuna ve Boğaziçi Direnişi ile kurduğu ilişkiye de baktığımızda bu eşiğin kadınlar, işçiler, LGBTİ+’lar, sanatçılar, Kürt halkı, emekçi semtler, aydınlar, ekolojistler... tüm demokrat asgari direnişçi kesimler tarafından sahiplenileceği ve “Bundan sonrası hepimizde” denilerek etrafına dayanışma duvarının örüleceği, yükün öğrenci gençliğin omuzlarına bırakılmayacağı da görülecektir. Üniversite üniversite kayyum rektörlere karşı direnişi yaymak, akademisyenleri öğrenciler etrafında bir çizgiye çekebilmek ve bu kuvvetler etrafında bir meşruluk duvarı örmek bugün hiç olmadığı kadar olanaklı.
Devletin en başından beri yaratmak istediği “Eylem, amacını aşıyor.”, “Provokatörler eylemleri baltalıyor” cümlelerinde ifade bulan düşünüş ve ruh halinin direniş saflarındaki etkilerini kesip atmak gerekiyor. Kazanmak istiyorsak, faşist diktatörlüğe karşı verilen her mücadelede koparıp alan, kararlı ve militan eylemi kullanmak gerektiğini kavramalı ve kavratmalıyız.
Dayanışmayı büyütüp, dayanışma kavramına, kalıbına sığmayarak toplumsal mücadele kesimlerini direnişin bir parçası haline getirirsek; bu direniş etrafında birleştirirsek gelişecek saldırıları püskürtme ve kazanma olanakları hızla büyüyecektir, kitlelerin ön saflarında kazanılacak zafer umudu, militanlık, kararlılık ve bilinç çok daha geniş kitleleri mücadeleye seferber edecektir. Melih Bulu’nun istifasını kazanmak öyle basit bir rektör istifası olmayacaktır; bu, 2015’ten bu yana süren ağır faşist terörü hezimete uğratacak, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadele yollarındaki bazı taşları süpürecektir.