Sahte 20 dolar kullanmaya çalıştığı iddia edilen Georg Floyd’un 25 Mayıs günü polis tarafından gözaltına alınırken katledilmesi, Amerika Birleşik Devletleri’nde Sivil Haklar Hareketi’nden de geriye giden bir mücadele tarihine son halkanın eklenmesinde tetikleyici oldu. Bunu izleyen bir aylık süreçte gelişen isyanın boyutları malum. Ancak isyanın niteliğini, daha geniş ve tarihsel bağlamda nereye oturduğunu, örgütlü ve örgütsüz öncellerini, dolayısıyla potansiyel olarak vaat ettiklerini anlamak için biraz geriye, Afro Amerika’nın ezilme ve mücadele tarihine gitmemiz gerekiyor.
Bu tarihsel bağlamı kısaca aktardıktan sonra mevcut eylemlere, polisin bütçesinin kesilmesi ve lağvedilmesi gibi taleplere ve siyah hareketin kendi içindeki çeşitliliğe değineceğiz.
Tarihsel Arka Plan
ABD’de kanunların uygulanmasının burjuva tarih yazımındaki biçimi dahi, özellikle köle emeğine dayalı güney eyaletlerde silahlı beyazlardan oluşan ve köleleri disipline etmek, kontrol altında tutmak için gezen devriyelerin mevcut polis teşkilatının öncellerinden olduğunu kabul eder. Köle sahibi aristokrasiye hizmet eden bu devriyelerin işlevini üç başlıkta toplayabiliriz: 1) Şiddet ve bunun doğurduğu korkuya dayanarak köleleştirilmiş Afrikalı nüfusu tarlarlarda çalışmadıkları zamanlarda terörize etmek, kontrol altında tutmak; 2) Kaçak köleleri yakalamak ve cezalandırmak; 3) Çok korkulan köle isyanlarını -ki bunların en başarılısı Nat Turner İsyanı’dır - bastırmak. Bu düzen, güney eyaletlerinin ABD ekonomisinin batıya doğru nasıl genişleyeceği üzerine çıkan anlaşmazlıklar sonucu birliği terk etme kararı almasına, yani Amerikan İç Savaşı’na kadar yürürlükte kaldı. Köle sahibi aristokratların silahlı kolu bu bağlamda fiilen isyancı Konfedere Ordu’ya dönüştü. Ancak bu ordu varlığını yalnızca birkaç sene sürdürebildi ve daha sonra ABD ordusuna teslim oldu.
İç Savaşı takiben kölelik kaldırıldı ve onunla beraber bu devriyeler de dağıtıldı. Güneyde bu dönemde bir dizi devrim ve karşı devrim meydana geldi - yani devlet yapısı gelgitler yaşıyordu. Geçmişte köle sahibi olan aristokrasi, bir yandan şimdi özgürleşmiş köleleri yeniden kendine tabi kılma arayışındaydı, öte yandan ise Cumhuriyetçi Parti’nin inisiyatifi sonucu kaybettiği toprakları (o zamanlar daha da sağda duran) Demokrat Parti aracılığıyla Yeniden İnşa (1863-77) sürecine itiraz ederek geri kazanma derdindeydi. Güneydeki yeni özgürleşmiş siyahlardan ve solcu beyazlardan (hem “keratalar” olarak bilinen güneyin yerlisi solcu beyazlar, hem de güneye sonradan göçmüş ve “maceracılar” olarak bilinen beyazlar) oluşan radikal cumhuriyetçiler ABD ordusu tarafından destekleniyordu.
Önceleri köle sahibi olan aristokrasi işte tam da bu bağlamda maceracıları kuzeye geri püskürtmek, keratalarıysa siyah toplumdan uzaklaştırarak yeniden ırk temelinde ayrışan bir düzen tesis etmek için ırkçı, faşist, karşı devrimci ve terörist bir örgüt olan Ku Klax Klan’ı (KKK) kurdu. O dönemde ABD’nin cumhuriyetçi başkanı (ve eski bir general) olan Ulysses S. Grant yönetiminde Klan büyük ölçüde yenilgiye uğratıldı.
Ancak kuzeydeki sermayenin uzun vadede güneyde şiddetli çatışmalar içeren bir devrimi sürdürmek gibi bir amacı yoktu -özellikle de güney aristokrasisi anlaşmaya yeşil ışık yakmışken. Cumhuriyetçi Parti giderek yumuşadı ve Grant’in başkanlığının son bulmasıyla beraber ABD ordusu güneyden çekildi. Kapsamlı toprak reformu ve toplumsal devrim artık masada değildi. Demokrat Parti ülke çapında etkisini kademeli olarak arttırdı. Irkçı Jim Crow yasaları büyük bir hızla yürürlüğe sokuldu ve böylelikle Afro Amerikalılar güneyde toplumun geri kalanından ayrı, ikincil bir varoluşa hapsedildiler.
Yirminci yüzyılın şafağı sökerken, güneyde ilerici toplumsal dönüşümü devindiren unsur gelişen kapitalizmin kırsal alandaki yoksulları kentlere doğru çekmesiydi. Bu, ırk zeminindeki çelişkilerin keskinleşmesine neden oldu. Güneydeki yasal düzen ve dağınık ırkçı şiddet Afro Amerikalıları ve onların müttefiki beyazları zapturapt altında tutmakta yetersiz kaldı. Bu nedenle 1915’te, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar etkin olacak ikinci bir Klan oluşturuldu. Bu dönemde Klan’ın faşist teröründen kaçan Afro Amerikalıların 1970’lere kadar sürecek güneyden kuzeye kitlesel göçü başladı.
Aynı dönemde ABD Komünist Partisi (ABDKP) Lenin ve Stalin’in cesaretlendirmesiyle Afro Amerikalı Marksist Leninist Harry Haywood’un Siyah Kuşak teorisini resmi olarak kabul etti. Buna göre köle ticareti sonrası ABD’de Afrikalıların en yoğun biçimde yaşadığı topraklar, bu dönemde gelişmiş yeni Afro Amerika ulusuna ait topraklardı. Dönemin burjuva siyah milliyetçisi örgütleri gibi ABDKP de iki savaş arası dönemde Afro Amerikalıları örgütlerken ekonomik yoksulluk, sivil haklardan mahrum bırakılmaları ve Yeniden İnşa sürecinin akamete uğramasının ardından yoksun bırakıldıkları radikal toprak reformu taleplerini kullanıyordu.
Daha sonra Browdergil revizyonistlerin etkisi altına giren ABDKP bu tezi terk etti ve İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle doruk noktasına ulaşacak olan, kuzeyli beyaz liberallerle yakınlaşma dönemine girdi. İkinci Dünya Savaşı’yla beraber ikinci Klan’ın da sonu geldi. Bu dönem, Roosevelt’in sosyal demokrat Yeni Anlaşması savaştan dönen beyaz askerlere ev satın alma konusunda büyük fırsatlar sunuyordu. Burjuva siyah milliyetçiliğinin yenilmesi ve ABDKP’nin Afro Amerika sorusunu rafa kaldırmasıyla beraber Klan terörünü sürdürmek için de bir neden kalmamıştı. Onun yerine polis ve sermayenin diğer uzuvları beyaz ve siyahları ayrıştırma, siyahlara “gününü gösterme” işlevini üstlendi. Ancak savaştan dönen siyah askerler, ülke için gösterdikleri fedakarlığın tümüyle karşılıksız kalmasına öfkelenmişlerdi. Her ne kadar ABDKP güneydeki örgütlenmesini Siyah Kuşak ekseninde yapmaktan vazgeçmiş olsa da, “işçi sınıfının birliği” adına eşit sivil haklar mücadelesini sahiplenmesi için hatırı sayılır bir basınç vardı.
Afro Amerikalıların ayrı bir ulus olduğu analizini terk etme sorunu, diğer ülkelerde de olduğu gibi, bir ulusun oluşmasına zemin hazırlayan tarihsel gelişmelerin silikleşmesidir. Söz konusu olan belirgin topraklardır; bu topraklarda çoğunluk olarak yaşayan ezilen bir halktır; ve bu halkın ezilmesi sistematik olarak karşı karşıya bırakıldıkları ırkçılıkla doğrudan ilişkilidir. Sorun yalnızca “toplumsal önyargılar”dan ve birkaç ırkçı yasadan ibaret olsaydı, ABDKP bütün gücünü bu yasaları yürürlükten kaldırma ve işçi sınıfını emek ekseninde birleştirmeye kanalize etmekte haklı olurdu.
Nitekim ABD’li işçiler birçok tarihsel dönemeçte böylesi önyargıların üstesinden gelmeyi başarmıştır. İrlandalı, Polonyalı ve İtalyanlar da ABD’ye ilk göç ettikleri zaman dışlanma ve zulümle karşılaşmış, ancak hepsi bunun üstesinden (bir noktaya kadar) gelmiş, sistematik bir ayrımcılığa maruz kalmadan ABD toplumunun parçası olmayı başarmıştır. Aradaki kritik fark şudur: Afro Amerikalılar göçmen değil, uzunca bir süre köle olmaya mahkum edilmiş, kölelik kaldırıldıktan sonra da topraklarından kovulmuş insanların torunlarıdır. Özgürlük ve eşitlik talepleri ise ABD’nin güneyindeki politik düzenin sinir uçlarına dokunmaktadır.
Sivil Haklar Hareketi’nin en radikal ve hafızalarda en çok yer etmiş lideri Malcolm X, katledildiği güne dek bir kez bile siyah milliyetçisi ilkelerinden taviz vermemiştir. Malcolm X’in öldürülmesi siyahların mücadelesini hiçbir şekilde geriletmemiş, aksine, “siyahların kurtuluşu” perspektifine sahip daha da radikal yeni bir neslin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunların en bilineni Kara Panter Partisi (Black Panther Party) ve onun teorik olarak daha keskin, pratikteyse daha militan halefi Kara Kurtuluş Ordusu’dur (Black Liberation Army). Devletin geliştirdiği ve on yıllar süren, ülke çapında her bir siyah mahallesinde hissedilen kontra terörün sonucunda bu örgütler büyük ölçüde etkisizleştirilmiş, liderleri (Twymon Meyers gibi) katledilmiş, (Jalil Muntaqim gibi) hapsedilmiş, ya da (hala Küba’da yaşayan Assata Shakur gibi) sürgüne gitmek zorunda kalmıştır.
1980’lere gelindiğinde bu radikal örgütler yenilmişti. Güneydeki siyah mahalleleri ve kuzeydeki göçmen gettoları kokaine boğulmuştu. Uyuşturucunun yaygınlığı devlete, “Suça taviz yok” yasalarıyla genç siyah erkekleri kitleler halinde hapsetme olanağı sunuyordu. Piyasaların, devletin ve toplumun neoliberal yeniden yapılandırılmasıyla beraber, ABD’de politik mücadelenin öncü unsuru olan siyah topluma karşı geliştirilen bu hamle, solda büyük bir gerilemeyi beraberinde getirmiş, kapitalist emperyalist sistemin kalbindeki bu ülkenin fethedilmesi imkânsız bir kale gibi görünmesine neden olmuştu.
Afro Amerikalı halkın büyük bir kısmı genel bir politik kötümserliğe kapılmış, omurgasız işbirlikçi burjuva liderliği izlemeye başlamıştı. Obama, siyahlara “değişim”in tek umudu olarak bu bağlamda sunulmuştur. Ve şimdi tüm dünyanın farkına vardığı gibi aslında hiçbir şey değişmeyecek, Afro Amerikalılar baskı ve zulüm altında ezilmeye devam edecekti. Obama döneminin Black Lives Matter hareketinin doğuşuna tanıklık etmesi de bir ironi olarak tarihe geçecekti.
Obama’dan Trump’a
Obama ve Siyahların Siyaseti
Demokratik Parti içinde siyahlar için açılan kürsünün talipleri zenginleşme ve kurtlar sofrasında kendine yer açma derdindeki işbirlikçi burjuvaziydi. Ancak bu kümelenmenin ardında başka bir toplumsal dinamik daha vardı: 20. yüzyılda ABD’ye diğer ülkelerden göç eden siyahlar kölelik ve sonrasındaki döneme dair toplumsal hafızadan yoksundular ve bu ülkede yeni bir “siyahlık” söylemi oluşturmanın koşullarını yaratabileceklerini düşünüyorlardı - ki bu, burjuvazinin siyah kanadının da umuduydu. Afrika ve Karayipler’den gelen yeni göçmenler eğitim ve kültürel özümseme yoluyla yeni bir tarih yazabileceklerine inanıyorlardı: Kölelik ve Jim Crow’dan azade, siyahlığın ABD toplumunda ve tarihinde özdeşleştiği lekeyi silen yeni bir tarih...
Obama, bu akımın doruk noktasıydı. Liberal bir beyaz olan annesi (eyalet “statüsü”ne kavuşmuş bir sömürge olan) Hawaii’ye taşınmış, Kenyalı babasıyla tanışmıştı. Yıllarca yerel düzeyde siyaset yapan Obama, ırkçılık karşıtı beyaz liberallerin ve radikal toprak reformu, tazminat gibi taraklarda bezi olmayan yeni siyah göçmenlerin karışımının cisimleşmiş, canlı bir örneğidir. ABD’de aldığı eğitim ve takip ettiği politik hat onu ‘iyi bir siyah’ yapmış, Demokratik Parti içindeki işbirlikçi Afro Amerikalıların dayattığı asimilasyon politikalarıyla birebir örtüşmesini sağlamıştır.
Bu yönüyle Black Lives Matter Obama ve onun temsil ettiği siyaset açısından büyük bir bozgundur. Siyahlar onun başkan seçilmesini ABD’de siyah yurttaşların her hedefe ulaşabileceklerinin, başkan dahi olabileceklerinin teminatı olarak görmüşlerdi. Ancak Obama’nın kurduğu hükümette Bush’unkinden bile daha az siyah vardı.
Siyahlara karşı bitmek tükenmek bilmeyen polis (ve devlet) şiddeti karşısında kabaran spontan ve haklı öfke özelinde Obama, kitleleri sükunete ve diyaloğa çağırmak gibi ahlakçı bir tepkinin ötesine geçemedi. Siyahlar açısından taşıdığı muazzam sembolik önemi gözeten Obama, Black Lives Matter sloganını sahiplendi -ancak bu sahiplenme kağıt üzerinde kaldı: Pratikteki kitlesel direnişten, sokak hareketlerinden kendini ayrıştırdı ve söylemleriyle hareketin içeriğini bulandırdı. Aşağıda göreceğimiz gibi bunun, Cumhuriyetçi bir başkan yönetiminde beyaz liberallerin ve siyah işbirlikçilerin mevcut isyan özelindeki tutumundan hiçbir farkı yoktu.
Obama ve Beyazların Siyaseti
ABD siyaseti yalnızca iki politik partinin egemen olmasıyla değil, çerçevesinin, başka hiçbir partinin varlık bile gösteremeyeceği şekilde çizilmesiyle tanımlanır. Sağda ya da solda duran herhangi birine üçüncü bir partinin var olduğunu hatırlatırsanız alaycı bir kahkahadan başka bir cevap alamazsınız. Hâl böyleyken, hemen hemen her temel konuda aynı görüşte olan Demokratik ve Cumhuriyetçi Parti, teatral bir şekilde çeşitli rollere bürünüp, birbirine karşı husumet beslermiş gibi yapıp, ötekini suçlama yoluna gitmektedir.
Bu noktadan bakınca Obama’nın Demokratik Parti’den seçilmiş bir başkan olarak Cumhuriyetçiler tarafından bir nefret objesi olarak fetişleştirilmesini anlamak zor değil. Yine de Obama’nın siyah olması, güneydeki Siyah Kuşak’ta kapalı kapılar ardında hala Ku Klux Klan ile iş çeviren Cumhuriyetçi Parti açısından “muteber muhafazakarlık” ile açıktan ırkçı, faşist söylem arasındaki çizginin bulanıklaşmasını getirdi.
Görevdeki ilk yıllarından itibaren Obama “komünist bir ajitatör”, Kara Panter Partisi’yle aynı düzeyde “aşırılık taraftarı bir siyah”, “eşinin sağlıklı yiyecek ve çocuklar için spor programlarına ilgisiyle beyaz Amerikalı gençliği kontrol altına almaya çalışan bir tiran” olarak resmedildi. Bu dönem, her türden paranoyak ve ırkçı komplo teorisi Fox News ekranlarında -ki ABD’de Fox News Cumhuriyetçi Parti’nin, CNN ise Demokratik Parti’nin avukatlığını üstlenir - sıklıkla dillendirildi. Buna göre Obama “ABD’lilerin silahlarını ellerinden almak” (elbette kastedilen beyazların silahlarıydı) istiyor; şiddet yanlısı bir hareket gibi gösterilen Black Lives Matter hareketini destekliyordu. Halbuki Obama çoktan eylemcilerin kullandığı şiddet ile arasına olabilecek her türlü mesafeyi koymuştu. Bu, ilerici bir siyah Hristiyan vaiz olan Cornel West’in tepkisi çekmiş; West, Obama’yı siyahları satmakla suçlamıştı.
2008’deki küresel krizi izleyen dönemde Cumhuriyetçi Parti’nin içindeki ve etrafındaki proto-faşist unsurlar Çay Partisi (Hareketi) isimli gerici bir hareket örgütlemeye kalkıştılar. Bunlara yakın Cumhuriyetçiler özellikle ABD’nin iç ve dış düşmanlarına, yani Black Lives Matter hareketine ve özellikle Venezuela’ya karşı keskin görüşler savunuyorlardı. 2016 seçimleri öncesi Cumhuriyetçi Parti içindeki ön seçimde bu harekete yakın Ted Cruz ve Marco Rubio gibi simaların şansı yüksek görünüyordu. Ancak (KKK’den tut kadın düşmanı “Gururlu Oğlanlar”a kadar) faşist milislerin örtük desteğini, Steve Bannon gibi beyaz üstünlüğüne inanan düşünürlerin ise açık desteğini alan Donald Trump ipi göğüsledi.
Polis Şiddetine Karşı Barışçıl Eylemler, Barışçıl Eylemlere Karşı Polis Şiddeti
Floyd’un katledilmesini izleyen eylemler barışçıl başladı. -Bunu eylemlerin “nasıl olması gerektiği”ne dair normatif bir tonla değil, bir olgu olarak vurgulama ihtiyacı hissettiğimiz için yazıyoruz.- Eylemlerin odak noktası olan Minneapolis, bu dönemde ABD’de gelişen isyan dinamiğini anlamak açısından önemli bir noktada duruyor.
Genelde ABD polisi eylemciler beyaz olduğu sürece en kaba küfürleri bile herhangi bir fiziksel karşılık vermeksizin tolere eder. Bu bağlamda polisin Minneapolis’te gerçekleşen ilk gündüz eylemine henüz (kendi açısından) kışkırtıcı bir şey bile yaşanmadan saldırması, imajını biraz sarsacak ama kalıcı bir iz bırakmayacak bu “tekil vaka”yı güpegündüz bir meydan muharebesine çevirmesi (yine kendi açısından) taktik bir hataydı. Direnme iradesi taşıyan Minneapolis göstericilerini potansiyel bir tehdit gibi gören ve onlardan “intikam” almak isteyen polisin bu tutumu, eyalette - kısa sürede Birleşik Devletler’deki 50 eyaletin hepsine yayılacak - yeni bir sokak momentumu doğurdu.
Radikal siyasetin yerel dinamiklerinden, siyah nüfusun toplam nüfusa oranından ya da herhangi başka bir etmenden bağımsız olarak eylemciler ülke çapında sokakları zaptederken, yönetenler de yeni bir söylemin zeminini oluşturuyordu. Buna göre şiddet eylemlerinin arkasında “Antifa terörü” yatmaktaydı. Antifa’nın (ya da antifaşist eylemin) tarihsel kökleri ve bu isme sahip herhangi bir örgüt olmadığı malum olsa da, sağ medya ısrarla “Antifa”nın terörist bir örgüt olduğunu öne sürüyordu.
Böylelikle polis, sokaklarda yalıtık bir sol-radikal örgütle karşılaşacağı beklentisiyle hareket etmeye başladı. Elbette bu söylemin oluşmasında Trump’ın yanı sıra polis departmanının içindeki faşist kümelenmelerin de rolü yadsınamaz. Sonuç olarak, radikal olmayan ya da daha az politik eylemciler de polisin saldırısına maruz kaldılar ve herhangi bir Antifa deneyimleri olmamasına rağmen öz savunma taktikleri geliştirmeyi öğrenmeye başladılar. Bu eylemlere katılan birçok genç, polisin gerçek niteliğiyle kısa sürede tanıştı.
Direniş ve Sol
Her geçen gün büyüyen ülke çapındaki direniş çoğunlukla yerel komiteler tarafından yönlendiriliyordu - ki bunların çeşitli sosyalist örgütlerle, devrimci siyah milliyetçilerle, anarşist kolektiflerle ya da eylemlere koşut olarak gelişen kendiliğinden “tayfa”larla bağlantıları olduğunu düşünebiliriz. Ne tek bir sol örgütün ne de bileşik bir platformun ülke çapında eylemlere öncülük ettiğini, örgütleyici olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bir örgütün (daha doğrusu koalisyonun) merkezi bir konumu var: Black Lives Matter.
Black Lives Matter ülke çapında görece gevşek bağlardan oluşan bir ağ. Çoğu üyesi aynı zamanda (hem devrimci siyah milliyetçi gelenekten, hem de devrimci sosyalist gelenekten) başka örgütlerin de parçası. Mevcut eylemlilikleri bu ağın yönlendirdiğini, özellikle basın ayağını, sokak eylemlerine dair karar alımını, lojistik ihtiyaçları örgütlediğini söyleyebiliriz.
Black Lives Matter sloganının, ataerkil normlara da bağlı olarak, toplumsal bilinçte çoğunlukla katledilen siyah erkekleri çağrıştırdığını söyleyebiliriz. Ancak liderlik düzeyinde önemli bir toplumsal cinsiyet bilincinin bulunduğunu ve bunun Siyah Özgürlük Hareketi’nin tarihindeki cinsiyet ilişkilerine dair eleştirel bir farkındalık taşıdığını söylemeliyiz. Nitekim eylemler çoğaldıkça geçmişte ve şu anda gözardı edilen, siyah kadınları -özellikle de siyah trans kadınları- hedef alan şiddet ve cinayetler ön plana çıkarıldı.
Bu dönemde devrimci siyah milliyetçisi Malcolm X Grassroots Movement (Tabandan Malcolm X Hareketi) genç siyahların eylem ve söylemlerinde tekrar hayat buldu. Bu örgüt, güneydeki Siyah Kuşağı, siyahların ulusal toprakları olarak özgürleştirme temelinde hareket ediyor. Black Lives Matter eylemlerinde ve sosyal medyada “Toprağı Özgürleştir” sloganını kullanıyor. Çoğunluğu kadın olan bu eylemcilerin hemen hepsi ısrarlı bir şekilde siyah trans kadınların katledilmesine dikkat çekiyorlar.
Kadın önderliğinin kayda değer bir örneği olarak Aurielle Marie’ye değinmeliyiz. Güneydeki en büyük siyah şehirlerinden Atlanta’da yetişmiş lezbiyen bir siyah olan Marie, en ufak bir tereddüt dahi göstermeden ulusal sorunu gündeme getiriyor ve “Toprağı Özgürleştir” sloganını sahiplenmekten geri durmuyor. Marie’nin imajı o kadar ön plana çıktı ki liberaller onu sahiplenerek kendi propagandalarının bir parçası haline getirmeye, ama aynı zamanda (ulusal sorun da dahil) bütün radikal yönlerini törpüleyerek reformist taleplerle uzlaştırmaya çalıştılar. Ancak bu girişim Aurielle Marie’nin sert tepkisine maruz kaldı.
Direniş ve Liberaller
Böylesi kitlesel ve dinamik bir hareket içinde, özellikle de polis şiddeti ve direniş iradesi çarpışırken, liberaller ‘daha az çatışmacı yöntemler’ tavsiye etmek için istemedikleri kadar fırsat buldular. Burjuva medya ve liberaller, polisin eylemcilere sempatiyle yaklaştığını ispatlamak ve bunu hakim söylem haline getirmek için büyük çaba harcadılar. Televizyonlarda gösterdikleri ‘sevgi dolu’ polislerin birkaç saat sonra sokaklarda terör estirdiği, hatta yeni cinayetler işlediği durumlarda bile bunu yapmaktan çekinmediler.
Durumdan istifade eden liberaller, özellikle de Demokratik Parti’ye bağlı siyah liberaller, beyaz anarşistlerin eylemleri yönettiğinde ısrar etmeye başladılar (ki bu, Trump’ın “Antifa teröristleri” söyleminden pek de farklı değildir) ve “barışçıl eylemcileri”, şiddet kullananları tutuklayarak polise teslim etmeye çağırdılar.
Son olarak ve belki de en önemlisi, eylemlerin içindeki liberal unsurlar ve medya, öncü örgütlerin ve eylemcilerin büyük kısmının taleplerinden ve tonundan tamamen uzak olan Demokratik Parti’nin taleplerini ön plana çıkardılar. Black Lives Matter ağına yakın öncü unsurlar ise esas hedefin polisin lağvedilmesi olduğunu ısrarla vurguladı. Buna koşut olarak birçok eylemci, polis teşkilatı bütçesinde radikal kesintiler talep etti. Liberaller ise “polis reformu”ndan öteye gitmedi. Peki bu taleplerin tarihsel kökeni ve aralarındaki fark nedir?
Polisin Lağvedilmesi ve Angela Davis
Yukarıda değindiğimiz gibi Browder revizyonizmi parti çizgisi haline geldikten sonra ABDKP Afro Amerika konusunu bir ulusal sorun olarak ele almaktan vazgeçti. Bunun yerine sivil haklar mücadelesine ve ırkçılık karşıtı mücadeleye dayalı bir hat izlemeyi tercih etti. Bu, ABD’deki devrimci siyaset açısından önemli bir gerileme olsa da ABDKP, kuzey ve güneydeki somut devlet yapısı ve bölünmüşlük bağlamında ilerici bir rol oynamayı sürdürdü. Jim Crow’a karşı mücadele veren sivil haklar hareketine katılan ABDKP böylelikle KKK tarafından gerçekleştirilen linçlere ve Cumhuriyetçi Parti içinde bunları savunan temsilcilere karşı gelişen harekete fiilen katıldı.
ABDKP’nin siyah halkı savunmaya çalışan, ancak bu siyaseti mantıksal sonuçlarına (yani siyah milliyetçiliğinin demokratik niteliğini teslim etme; toprak talebini, kendi kaderini tayin hakkını ve ayrılma hakkını tanıma) taşımaktan kaçınan tutumunun en bilinen temsilcisi Angela Davis’tir. Davis artık bir ABDKP üyesi olmasa da parti, kendisiyle Kara Panter Partisi arasındaki örgütsel halkayı temsil eden Davis’i sahiplenmek ve desteklemek için yoğun çaba harcamıştır. Bu çaba öyle boyutlara ulaşmıştır ki ABDKP Davis’i 1980 ve 1984’te olmak üzere iki kez başkan yardımcılığı için aday göstermiştir.
Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının ardından ABDKP’yi terk eden Davis’in aktivizm ve araştırmacılığı hapishanelerin ve polisin lağvedilmesine odaklanmıştır. Bu alandaki öncü çalışmaları bugün Black Lives Matter aktivistleri tarafından polisin lağvedilmesi talebinin temeli olarak alıntılanır.
Davis’in argümanı esasında basittir: Polis ve hapishaneler bünyesinde beliren cezalandırma modeli, “suç” olarak tanımlanan şeyin toplumsal zeminini kavrayamaz. Bu modelde siyahlar orantısız bir şekilde cezalandırılmaktadır, ki bu polis tarafından öldürülmelerini ve idam cezasını da içine alır. Buna rağmen toplum daha sağlıklı ve uyumlu değil, daha bölünmüş ve işlevsiz bir hâl alır. Polis teşkilatı ezelden beri yoktu ve kapitalist devlet dahi toplumsal yaralara çare bulmak, hatta özel mülkiyeti korumak için ağır şekilde silahlandırılmış bir polisten başka çözümler bulabilir.
ABD’de polisin lağvedilmesini savunanların sıklıkla başvurduğu argümanlar arasında sosyal hizmet görevlilerinin sayısının artırılması, kamusal hizmetlerin kalitesinin yükseltilmesi ve kapsamının genişletilmesi, siyah ve yoksul yurttaşları “suç”a iten toplumsal etmenlerin merkez alınarak yeni politikaların geliştirilmesi ve tüm bunlar yapılırken polis teşkilatının kademeli olarak küçültülmesi, lağvedilmesi yer alır. Bu talepler devrimci bir altüst oluşu gerektirmez. Nitekim New Jersey eyaletindeki Camden şehrinde, güncel isyandan yıllar önce polis teşkilatı dağıtılmıştı bile.
Ancak sistemin böylesi devasa reformları gerçekleştirmesini, özellikle de yoksulların yaşam standardını yükseltmeye yönelik adımları atmasını beklemek saflıktır. Ayrıca polis teşkilatının önce bütçesinin kesilmesi, daha sonra da toptan lağvedilmesi devletin ve hakim sınıfların her şehirde bir orduyu yitirmesi anlamına gelir, ki bu da toplumu gözetlemek ve denetlemek için başka araçları gündeme almalarını beraberinde getirir. Kısacası, polis teşkilatı gibi bir sopayı elinde tutanları gücünden etmeksizin, onlardan sopayı bir kenara bırakmalarını beklemek iyimser ve idealist bir politik duruşu temsil ediyor.
Sosyal Hizmetler Bağlamında Polis Reformu
Polisin şiddet kullanımına getirilmesi talep edilen sekiz kısıtlamayı ifade eden “8 Bekleyemez” (“8 Can’t Wait”) programındaki “dizle boyuna baskı uygulama” gibi pratikler aslında birçok eyalette zaten polis yetkisinin dışında kalıyor. Ancak polis, canı isteyince kırmızı ışıkta geçmekten tutun sokakta insan öldürmeye kadar yasaları her daim keyfince çiğnemekten geri durmuyor. Devletin, polis teşkilatının kendi kendini soruşturmasına ve masum bulmasına izin vermesi sayesinde polis daima kendini temize çekmeyi başarıyor. Teşkilata katılanların ezici çoğunluğu erkek ve bunların da büyük bir kısmının katılma sebebinin gönlünce şiddet uygulamak olduğu herkesin bildiği bir sır.
Böylesi bir kurumun şiddetten uzaklaştıracak şekilde reforme edilebileceğini düşünmek zor. Özellikle de polise sözlü uyarı yoluyla yurttaşları katletmemesini salık veren türden “reform”ların eylemcilerde öfke uyandırması gayet doğal. Atlanta’daki “8 Bekleyemez” kampanyasının kendisini sahiplenmesi karşısında Aurielle Marie’nin açıkça öfke kusmasının sebebi de bu.
Geniş halk kitlelerinin polise dair talep ettikleri reform, ABD’de devlet okulları için burjuvazinin her daim talep ettiği reformla aynı: bütçe kesintisi! Polisin lağvedilmesi taraftarlarının ve eylemlerdeki radikal çevrelerin daha geri bir talep olan “polisin bütçesinin kesilmesi” etrafında birleşmesinin sebepleri şöyle sıralanabilir:
“Polisin bütçesinin kesilmesi, devletin polis teşkilatını gitgide askeri bir güce dönüştürdüğü ABD bağlamında bir mevzi kazanımı olacaktır;
Polis teşkilatına ayrılan bütçenin tartışmaya açılması, polisin toplumsal rolüne ve onu gerekli kılan toplumsal ilişkilere, iktidar ilişkilerine dair bir tartışmayı da beraberinde getirecek; kamu güvenliği için polisin gerekli olduğu yalanını (Camden, New Jersey gibi örneklere dayanarak) boşa düşürecektir;
Polisin lağvedilmesi talebini sahiplenmeyen eylemciler de bu sayede teşkilatın bütçesiyle sokaklarda polisin estirdiği terör arasında bir bağlantı kurabilecektir.”
Fakat “polis lağvedilsin” sloganından ödü kopan liberallerin bütçe kesintisi gibi daha yumuşak bir sloganı sahiplenmekten geri durmadıklarını belirtmeliyiz. Hatta bunu bir üst limit, soyut bir nihai hedef olarak tanımlayıp daha yüzeysel reformlara doğru bükmenin hayallerini kurduklarını söyleyebiliriz. Buna cevaben radikal eylemciler, uzlaşmacı gibi görünen ama uzlaşmayan bir slogan kullanmaya başladılar: “Lağvetmek için bütçe kesintisi”.
Siyah ABD ve ABD’nin Ötesi: Siyah Radikalizmi ve Reformizmi
Polis teşkilatına karşı gelişen güncel mücadele devrimci mücadeleyi besleyen önemli öğrenme olanakları sunuyor. Fakat devrimcileri bunun da ötesinde teorik sorular bekliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde ulusal demokratik ve sosyalist devrimin olanakları nelerdir? Mevcut isyan bu bağlamda bize neler söylemektedir?
i) Atlanta: Siyah burjuvazi kendi kaderini tayin hakkını savunabilir mi?
Obama döneminin sona ermesinden beri, hatta Obama başkanlığını da kapsayacak şekilde, siyahlar için “birleşik ABD” paradigması içinde bir çözümün olanakları azalmaktadır. Siyah Amerika’nın sorunlarına karşı mutlak kayıtsızlık beyaz hakim sınıfları birleştiren unsurlardan biri. Trump iktidarında ise reformist ve işbirlikçi siyah liderler için bile mevcut düzeni siyah kitleler açısından sürdürülebilir ve cazip kılmak giderek zorlaşmıştır.
Bu bağlamda siyah milliyetçiliği giderek yükselmektedir. Black Lives Matter eylemlerinde gitgide artan bir şekilde kırmızı/siyah/yeşil şeritlerden oluşan Afro Amerika ulusal bayrağı kendini göstermektedir. Devrimci siyah milliyetçisi Tabandan Malcolm X Hareketi (MXGM) daha önce hiç olmadığı kadar görünür ve popüler ve ortaya koyduğu sloganlar güneydeki eyaletlerde eylemlerin ana hattını belirliyor. Elbette tüm milliyetçi hareketlerde olduğu gibi, siyah milliyetçiliği de bu ulusun burjuvazisinin iştahını kabartmaktadır. Sömürgeci Yankee burjuvazisinin kontrol ettiği doğal kaynaklar ve sömürdüğü siyah işçilerin emek gücü, bunları “kendi hakkı” olarak gören siyah burjuvaziye hayaller kurdurmaktadır.
Ancak bunun karşısındaki ilk dolaysız engel, siyah burjuvazinin önemli bir kısmının işbirlikçi rolünü oynamasıdır. Özellikle güneyde Demokratik Parti içindeki önemli siyah simalar aslî görevlerini beyaz ABD’ye karşı Afro Amerikalıların sesi olmak yerine Cumhuriyetçilere karşı kendi partilerini savunmak olarak görürler. Bu şaşırtıcı değildir. Tutarlı ve samimi bir tarihsel yüzleşme kaçınılmaz olarak Demokratik Parti’nin niteliğini ve çıkarlarını gözler önüne serecektir.
Güneyin en önemli şehirlerinden olan ve ABD’nin her tarafından siyah göç almasından ötürü “Siyah Mekke” olarak tabir edilen Atlanta önemli bir örnek teşkil eder. Demokratik Parti yönetiminde ‘yeni Siyah Mekke’ olarak geçmişe sözde sünger çeken, Ku Klax Klan (KKK) düzeninden uzak yeni bir neoliberal rüya inşa etmeyi hedefleyen bu kentte, bu yeni düzenin koruyucuları gibi resmedilen siyah bir kadın olan vali Keisha Bottoms ve beyaz lezbiyen polis müdürü Erika Shields ülke çapında sokağa çıkan eylemcileri “terörist” olarak nitelendirdi ve KKK destekli Trump ile aynı söylemi sahiplendi. Yanlarına Atlantalı ünlü rapçileri alarak ekranların karşısına geçtiler ve Atlantalılara eylemlere katılmama çağrısı yaptılar; katılan kitleleri çocuk gibi azarladılar; Atlanta’nın aslında “Wakanda”, ABD’nin tarihinden ve bugününden bağımsız bir dört başı mamur bir cennet olduğunu anlattılar. Elbette burada açıkça gördüğümüz, siyah burjuvazinin işbirlikçi rolünü en önemli toplumsal figürleri öne sürerek ifa etmesidir.
Fakat izleyen günlerde Rayshard Brooks, silahsız bir siyah polis tarafından katledilince Shields istifa etmek zorunda kaldı, Bottoms ise sokakları zapteden kitleler karşısında etkisiz kaldı. Brooks’un önünde katledildiği Wendy’s mağazası ateşe verildi ve Atlantalı kitlelerin, siyah gençliğin, ABD çapında radikallerin ve sosyalistlerin yükselen marşları eşliğinde yerle bir oldu. Atlanta’daki otoyol tümüyle işgal edildi, polis ise eylemciler karşısında mevzilerini terk etmek zorunda kaldı. Bu yanıyla siyah işbirlikçilerin zayıf bir engel teşkil ettiğini, kitlesel eylem sayesinde kolaylıkla defedilebileceği söylenebilir.
Devrimci bir perspektiften bakınca, siyah burjuvazinin emperyalist ve sömürgeci Yankee burjuvaziden talep ettiği demokratik talepleri desteklememek için hiçbir gerekçe yok. Fakat aynı zamanda siyah halk kitlelerinin kendi eylemliliğiyle Atlanta’da polis teşkilatına ve idari kurumlara uyguladığı basınç gözetildiğinde, mücadelenin geliştirilmesi için siyah burjuvazinin keyfinin beklenmesine gerek olmadığı da açıktır. ABD’nin büyük bir kısmında olduğu gibi Atlanta’da da en ilerici toplumsal kesim Afro Amerikalı işçi sınıfıdır, ki bu, gerek ulusal mücadelenin ilerletilmesi, gerekse de ülke çapındaki devrimci sosyalist hareketin gelişmesi için öncü rolü üstlenebilecek potansiyele sahiptir.
ii) Minneapolis: Siyah proletarya kendi kaderini tayin hakkını savunabilir mi?
Georg Floyd cinayetinin kitlesel bir eylemlilik doğurduğu ve çoğunlukla siyah olmayanların yaşadığı Minneapolis’te ise haftalar süren direniş proleter dayanışma sayesinde ayakta kaldı.
Siyah emekçilerin yaşadığı mahalleler bu paylaşımın, dayanışmanın ve direnişin kalbi haline geldi ve (polis şiddetine son verilmesi gibi) başlangıçta dile getirilen taleplerin ötesine geçip, farklı bir toplum tahayyülünün tohum halinde belirmesini beraberinde getirdi. Polis de bunu fark etmiş olmalı ki, arabayla bu mahallelerin içinden geçerken keyfi bir şekilde ateş etmeye, şiddet saçmaya başladı.
Burada, Black Lives Matter ile ilişkili ağların da yardımıyla, Kara Panter Partisi anlayışını anımsatan bir şekilde polisin lağvedilmesi talebi yerini mahallelerin öz örgütlülüğüne dayalı modellerin tartışılmasına bıraktı. Bu tür bir otonomculuk mevcut koşullar ve iktidar ilişkileri gözetildiğinde toplumsal devrim açısından büyük bir önem taşıyor. Burjuva devletin tepeden inmeci anlayışına alternatif olarak bir halk demokrasisinin tohumlarını içeriyor. Temsilciler Meclisi’nin en sol seslerinden, genç bir Somalili-Amerikalı olan Ilhan Omar, kendi mahallesinde ve tabanında Demokratik Parti’nin politik hattına fazla bağlı olmakla eleştirilmeye başladı.
Elbette ufku bu yerelliğin ötesine geçmeyen bir siyasetin sınırları açıktır -özellikle de Afro Amerikalı halk için.
Siyah işçi sınıfının devrimci potansiyeli yalnızca işbirlikçi siyah burjuvaziye karşı sınıfsal konumundan değil, aynı zamanda ulusal tikelliğinden de kaynaklanıyor: ABD’deki mevcut toplumsal düzen açısından en tehlikeli kitle, Afro Amerikali işçi ve emekçilerdir.
Peki çözüm, siyah emekçilerin sınıf kardeşlerinden uzaklaşarak güneyde ulusal demokratik devrim için birleşmesinde mi yatıyor? Ulusal sorun, işçi sınıfının kurtuluşu sorunuyla bağdaştırılabilir mi?
iii) Yerleşimciler ve Seattle: Beyaz işçi sınıfına güven duyulabilir mi?
Geçtiğimiz ay ülke çapında gelişen isyana dair en kayda değer gelişmelerden biri Seattle’de Capital Hill Özerk Bölgesi’nin (CHAZ) ilan edilmesi oldu. Ülkenin kuzeybatısında bulunan bu bölgede küçük bir yerli nüfus ve yine küçük bir Afro Amerikalı nüfus yaşıyor. Şehrin en büyük azınlığını son dönemde gelen Asyalı göçmenler oluşturuyor. Dolayısıyla buranın tipik bir beyaz şehri olduğunu söylemek mümkün.
ABD’nin beyaz nüfusu (çoğunlukla Avrupa’dan göç eden), bu yeni toprakları sömürgeleştiren ve yerlilere karşı soykırım uygulayan yerleşimcilerden oluşuyor. Daha sonradan gelen ve kendini ABD’nin politik ve ulusal tarihiyle özdeşleştiren beyaz göçmenler de yerlilere karşı durmaksızın yürütülen bu soykırıma, Afro Amerikalıların köleleştirilmesine, Porto Riko ve Hawaii’nin sömürgeleştirilmesine ve gezegenin büyük bir çoğunluğunun sömürülmesine, yağmalanmasına ortak olmuştur. Küresel emperyalizmin tam merkez noktasında duran “beyaz” kimliğinin taşıdığı ayrıcalıklar nedeniyle genellikle beyaz halk kitlelerine ve işçi sınıfına devrimci mücadelede ikincil ya da daha aşağı bir önem atfedilir. Ne de olsa bunlar (küresel bağlamda) bir işçi sınıfı aristokrasidir; dünyanın geri kalanında (ve ABD’de yerlilere ve Afro Amerikalılara) yürütülen sömürü, baskı ve talan politikasının kaymağını yerler.
Bu noktadan bakılınca, Seattle kadar beyaz bir şehirde faşistlerin baskın bir güç olmasına şaşırmamak gerekir. Ama aynı zamanda bu şehirdeki beyaz işçilerin anarşistler ve devrimci sosyalistler tarafından örgütlenebileceğini, nitekim örgünlendiğini de atlamamalıyız. Anarşistlerin son isyan dalgasında Capitol Hill mahallesinde altı bloktan oluşan bir bölgede kontrolü ele geçirmesi bu bakımdan önemli bir inisiyatiftir.
CHAZ hakkındaki en çarpıcı gerçek ise direnişçilerin, alandaki devrimci ufku alabildiğine genişletmiş olmalarıdır. Ülke ölçeğinde düşününce altı bloktan oluşan bir alan kulağa çok büyük gelmeyebilir, ama bu, Seattle’deki isyancıların kendi olanaklarını mümkün olduğunca zorladıkları gerçeğini değiştirmez. CHAZ girişindeki tabelalarda “ABD’yi terk ediyorsunuz” yazıyor çünkü eylemciler bu bölgeyi yerli halkın (bu şehirde yaşamakta olan Duwamish kabilesinin) işgalden kurtarılmış toprakları olarak tanımlıyor. Küçük bir anarşist komününün emperyalist ABD’yi alaşağı edemeyeceği aşikar, ancak bir sokak isyanı dinamiklerinin toplumsal kurtuluş pratiklerine doğru evrilebileceğini görmek cesaret verici.
Amerikan Rüyası Çökerken
2008’deki ekonomik krizi izleyen Occupy hareketinden bugüne kadar geçen on iki yıllık süreçte ABD’de emekçi ve ezilenlerin çok mesafe kat ettiğini, öğrendiğini söylemek mümkün. Ayrıcalıklı beyaz işçi sınıfının yaşam standardının bile durmaksızın aşındığı, ortalama gelirin üstündeki bir ailenin dahi eğitim, sağlık gibi temel hizmetlere erişiminin giderek daraldığı, kapitalizmin içinde debelendiği varoluşsal krize cevaben bir yandan nihai kurtarıcı olan faşizmin ayak seslerinin duyulduğu, diğer yandan da işçilerin ve ezilenlerin silkelendiği, ortak saflarda buluşmaya başladığı tarihsel bir dönem yaşıyoruz.
ABD gibi hem küresel kapitalizmin ağababalığını yapan, hem de kendisini soykırım ve kölelik temelinde tahkim etmiş bir ülkede toplumsal çelişkilerin tek boyutlu olabileceğini beklemek, her derde deva “sınıfçı” ya da “kimlikçi” yaklaşımlardan medet ummak büyük bir yanılgıdır. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de sınıfsal ilişkiler, toplumsal cinsiyet, ulusal sorun, ırkçılık gibi dolayımlarla kendini ifade etmektedir. Bu dolayım ilişkisi, örneğin ulusal sorunun ya da kadın özgürleşmesinin ikincil önem taşıdığı anlamına gelmez. Aksine, Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “emek kara tende ezildiği sürece beyaz tende asla özgür olamaz.”
Bu bağlamda son bir ayda ABD sokaklarını kasıp kavuran eylemler, siyah ulusal kurtuluşunu tekrar politik gündeme sokarak önemli bir sıçramaya vesile olmuştur. Elbette bu bilincin eylemleri belirlediğini, kitleler tarafından özümsendiğini öne süremeyiz. Fakat göçmenlerin, beyaz işçi ve emekçilerin de azımsanmayacak düzeyde katılım sağladığı, hatta ilk araştırmalara göre çoğunluğu teşkil ettiği bu eylemlerin etrafında birleştiği sloganlardan birinin “polisin lağvedilmesi” olması dahi, tüm eksikliklerine rağmen, önemli bir niteliksel ilerleme teşkil eder.
Amerikan rüyası çöküyor. Ezilen siyah ulus, ABD ekonomisini her gün yeniden üreten göçmenler, kadınlar ve LGBTİ’ler ölü toprağını üzerinden atıyor. 15 yıl önce bu ülkede düşünülemez olan, bugün milyonlar tarafından meydanlarda haykırılıyor. Tıpkı genç kuşağın büyük bir çoğunluğunun kapitalist toplumdan ümidini kesmiş olduğunu açıkça ifade etmesi, sosyalizm kavramının artık gündelik siyasetin bir parçası haline gelmesi gibi… Devran dönüyor.