Birçok insan şu anda İspanyol gribi hakkında düşünüyor. Geçmişin bu salgını sadece kitlesel ölüme neden olmadı. Ayrıca sınıf mücadelesine yol açtı. “Gelişmemiz gerekiyordu ve milenyum sadece bir zaman meselesiydi. Peki, ne oldu? Medeniyetin mükemmel olmak yerine karmakarışık olduğu ortaya çıktı. Teorilere ve iyimser fantezilere ne büyük bir darbe. Cennet gelecekti - ve sonra gelen cehennem oldu!” (Kilise Üyesi Bir Misyoner, 1919 Sonu) 1918 ve 1920 yılları arasında dünyayı birçok dalgada harap eden İspanyol gribi özellikle İspanyol değildi. Aslında, büyük olasılıkla ABD'den kaynaklandı.
Durumun ilk kaydı, Haskell Kansas'taki 18 ciddi vakayı ve üç ölümü yetkililere bildiren Nisan 1918 tarihli bir halk sağlığı raporundaydı. Mayıs ayına gelindiğinde, yüz binlerce ABD askeri Atlantik'i geçerek ölümcül gribi Avrupa, Afrika ve Asya'ya yaydı. Salgına adını veren kaynak değil, yetkililerin felakete verdikleri cevaptı.
ABD Tıp Enstitüsü Mikrobiyolojik Tehditler Forumu için hazırlanan 2005 tarihli bir makalenin yazarları şunları tespit etti: “I. Dünya Savaşı'na katılan her ülke [grip salgını] ile ilgili kamu algısını kontrol etmeye çalıştı. Moralin zarar görmesini önlemek için, ölümcül olmayan ilk dalgada bile savaşa katılan ülkelerde basın, salgını telaffuz bile etmedi.” Ancak İspanya basını, ülke savaşta olmadığı için ve çok yaygın olan salgının en erken ve tanınmış kurbanlarından birinin İspanya Kralı olması sebebiyle sayfalarına taşıdı. İspanya, salgının kökeninden ziyade siyasi gerçeklerin pandeminin kabulüne izin verdiği ilk ülke oldu.
Bugün olduğu gibi, 1918'deki çoğu hükümet de, ülkelerinin tehlikede olmayacağını iddia ederek tehdidi küçümsemeye çalıştı. ABD'de, doğru bile olsa, hükümet hakkında kınamak veya eleştirmek dahil sadakatsiz, saygısız, kötü bir dil söyleme, yazma, basma veya yayınlamayı 20 yıl hapis cezasıyla cezalandıran yasa kabul edildi. Bir kongre üyesi hapse atıldı.
Devasa hükümet propagandasının mimarı şöyle diyordu: “Hakikat ve yalancılık keyfi terimlerdir... Bize birinin diğerine her zaman tercih edilebilir olduğunu söyleyecek hiçbir deneyim yoktur... Bir fikrin gücü ilham verici değerinde yatar. Doğru mu yanlış mı çok önemli değil”.
Acaba Trump yalan söylerken ve minimumu bile yapabilecek klinik yokken “Eğer isterse herkes test yaptırabilir” derken bu “bilgeliğin” yankılarını duyuyor mu? Ya da virüsün yayılmaya başladığı birkaç gün içinde kontrol altında olacağını iddia ettiğinde?
1918-19 raporunu sonuçlandırırken yazarlar: “[A] Katı kontrol ve gerçeği göz ardı etmenin birleşimi tehlikeli sonuçlar verdi. En kısa vadeye odaklanan yerel yetkililer, evrensel olarak neredeyse moral ve savaş çabalarına zarar vermemek için yarı gerçekler veya açık yalanlar söyledi. Teknik anlamda sansürlenmemelerine rağmen hükümetin propaganda makinesi ile tam işbirliği içinde olan basın tarafından meydan okunmadılar.”
Aynı dönemde Philadelphia'da, halk sağlığı komiseri tüm okulları, ibadethaneleri, tiyatroları ve diğer toplanma yerlerini kapattığında, bir gazete bu emrin “halk sağlığı önlemi” olmadığını ve “panik veya alarm için bir neden olmadığını” yineledi. Ancak bu cümleler, komşular, arkadaşlar ve eşler korkunç bir şekilde ölürken, boş sözlerden başka bir anlama gelmiyordu.
Ölü bedenler günlerce evlerde kaldı, sonunda arkası açık kamyonlar veya at arabaları şehir sokaklarına gönderilip insanlara ölüleri çıkarmaları söylendi. Cesetler tabutsuz istiflendi ve toplu mezarlara gömüldü.
Epidemiyolojik çalışmalara göre, virüs 1920'de nihayet ortadan kalktığında 50 ila 100 milyon arasında insan öldü. O dönem dünya nüfusu 1,8 milyarın biraz üzerindeydi. Bugün benzer bir ölüm oranı, bugünün dünya nüfusuna orantılandığında 175-350 milyon ölüm anlamına gelecektir. Salgın hastalık uzmanları, İspanyol gribinin ABD'deki yaşam beklentisini 12 yıl düşürdüğünü iddia ediyorlar. Avustralya'da ise 5 milyonluk bir nüfusta yaklaşık 15 bin kişi öldü.
Bu rakamlar hayal bile edilemeyen dehşeti sayılara indirgiyor. Tipik bir ABD ordu kampındaki bir doktor şunları yazdı: “Bu insanlar grip veya enfeksiyonun sıradan bir saldırısı gibi görünen belirtilerle başlıyorlar ve... Birkaç saat sonra, beyaz ve renkli insanları ayırt edemeyecek kadar kulaklarından yüzün her tarafına yayılan siyanozu görmeye başlıyorsunuz. Ölüm artık bir an meselesi... Bu zavallı ‘şeytanların’ sinekler gibi düştüğünü görmek çok korkunç... Günde ortalama 100 ölüm gerçekleşti... Çok sayıda hemşire ve doktor kaybettik. Ölüleri taşımak için özel trenler gerekti. Birkaç gün boyunca tabutlar yoktu ve cesetler korkunç bir şekilde üst üste yığıldı... Savaş sonrası Fransa sokaklarını aratan bir durumdu. ”
Virüsü tedavi etmek için etkili bir ilaç olmadan, bilim insanları şu sonuca vardı: “Bazı tıbbi olmayan müdahaleler başarılı oldu. Bir toplumu dış dünyadan koparan tam tecrit, yeterince erken yapılınca işe yaradı. Bir demiryolu merkezi ve bir kolej için yeterince büyük bir kasaba olan Colorado’daki Gunnison kendini izole etmeyi başardı. Alaska’daki Fairbanks’da öyle. Amerikan Samoası tek bir hasta olmadan atlatırken, sadece birkaç mil uzaktaki Batı Samoa'da tüm nüfusun yüzde 22'si öldü.
(...)
Enfekte denizcileri taşıyan ilk kargo gemisi Ekim 1918'de Avustralya sularına geldi ve hükümeti Güney Afrika veya Yeni Zelanda limanlarından gelen gemilere yedi günlük karantina uygulamaya teşvik etti. Takip eden üç ay boyunca Sydney karantina istasyonlarında 300 vaka tedavi edilirken çok sayıda ölüm oldu.”
Gelişen trajedi sahtekârlık ve yetersizlikle karşılandı. Karantina müdürü Haziran 1919'a kadar “mutlak bağışıklık” durumu yarattıklarını iddia etti. Avustralya'da salgını inceleyen solcu tarihçi Humphrey McQueen ise, “Dr. J. H. L. Cumpston bu görüşünü enfekte olmuş son geminin gelişi ile kıyıdan ilk vakanın tespit edilişi arasında dört hafta sürenin geçmiş olmasına dayandırmaktadır. Ancak bu, sadece uzun süreli karantinadan kaçınmak için kayıtlarını tahrif eden asker gemileri hakkında şikâyetçi olan sağlık memurları olmasaydı, güçlü bir delil olabilirdi” diyordu.
Salgından kimin sorumlu olduğu ve sınır geçişleri üzerine yapılan tartışmalar boyutlanırken bazı devletler tümden sınırlarını hızla kapatırken, bazıları da geç kapattı. Kimi hükümetlerle birlik halindeki taşımacılık şirketleri karantina kurallarını bozmaya çalıştı ve bu da kimin hangi ticarete hakkı olduğu konusunda acımasız tartışmalara yol açtı. Bu tartışmalarda hiç kimse denizciler ve nüfusun çoğunluğu için en iyi şeyin ne olduğu sorusunu sormadı.
Bugünün Avustralya’sı ile o dönem arasındaki fark, savaştan sonra altın bir gelecek vaatleri ile cehennemin kapılarına bakan askerler arasındaki huzursuz ruhtu. İşçiler ise kendi varoluş nedenini üyelerinin yaşam koşullarını iyileştirmek olarak gören sendikalara sahipti.
İşçi militanlığı, 1917'deki genel grevden beri güçlüydü. Militan işçiler arasındaki tepkiler hükümetin grip yayılımını önlemek için büyük toplantıların yasaklanması gibi attığı adımlarla patronların dehşet verici koşullarda çalışma talebi arasındaki çelişkilerden dolayı yoğunlaştı. Örneğin, bir odada sadece 20 kişinin birlikte olması gerektiği yönündeki hükümet kararlarına rağmen, Loongana gemisinin sahipleri, bir Sağlık Kurulu müfettişinin “köpek kulübesi konaklama yeri” olarak tanımladığı yerde 24 kişinin kalması konusunda ısrar etti.
Güçlü, militan sendikalar kuvvetli direniş göstermeden bunların hiçbirini kabul etmediler. Havzadaki işçiler ve denizciler, potansiyel olarak bulaşıcı insanları taşıyan gemilerden dolayı tehlikenin en önündeydi. Keza, militan sınıf bilincinin de ön saflarındaydılar.
Ocak 1919'da Moreton Körfezi'ne demirleyen Arawatta'daki denizciler iş bıraktılar ve Yeni Zelanda mürettebatı tarafından kazanılan koşullar elde edilene kadar işe başlamayı reddettiler. Buna aylık 35 şilin ücret artışı, gripten ölen işçilerin aileleri için 500 poundluk sigorta ve karantinaya alınmış ya da hastanede olanlar için tam ücret ödenmesi dâhil edildi. Brisnane’deki Cooma’da çalışan işçiler de bu talepler kabul edilmeden çalışmayı reddettiler. Bu taleplere taşımacılık şirketleri Queensland’daki en az dört gemiyi ekarte ederek yanıt verdi.
Sydney'deki ulaşım işçilerinin yanı sıra liman işçileri de bir araya gelerek aynı taleplerle patronlar karşısında direnişe geçti. Liman işçileri bu taleplere ek olarak temiz yemekhanelerle birlikte daha çok risk altındaki hemşireler, ambulans çalışanları ve diğer mesleklerin sigortalarının genişletilmesi talebinde bulundu.
Kar uğruna, bazı patronlar taleplerin çoğunu kabul ederken, hükümet sadece karantina veya hastanede olanların ücretlerini garanti edecekti.
“Kanlı Pazar” veya “Barikatlar Savaşı” olarak da bilinen 1919 Fremantle Rıhtımı isyanı, gemi sahiplerinin liman işçilerinin sağlığı konusundaki pervasızlıklarına duyulan tepkiyle kıvılcım alırken, düşük ücretler, güvencesizlik ve kötü koşullar nedeniyle daha da alevlendi.
Perth'deki Kings Meydanı'nda Pietro Porcelli tarafından yapılan bir anıt çeşme, isyan sırasında polis tarafından öldürülen Tom Edwards'a adanmıştır. Yazar Bobbie Oliver, Radikal Perth ve Militan Fremantle kitabında olayları şöyle anlatıyor:
“4 Mayıs 1919'da binden fazla liman işçisi -ya da o dönem bilindikleri gibi götürücüler- eşleri ve çocukları ile iskeleyi işgal etti, başbakana tuğla fırlattı, silahlı polisle karşı karşıya geldi. İşçilerden biri yaşamını yitirirken, çoğu yaralandı. Olaydan birkaç gün sonra polis memurları Fremantle sokaklarında kendi güvenliklerinden korktular. Tom Edwards'ın cenazesi... Sadece Fremantle'ı değil, tüm devleti de çalışamaz hale getirdi.”
Enfekte yolcuları taşıyan Dimboola, Nisan ayında Fremantle'ya demir atmıştı. Başbakan tarafından kendi karantinalarını bitirmeleri konusunda baskıya uğrayan eyalet hükümeti, gemiyi boşatmak için çeteleri örgütledi. Ve Freemantle Liman İşçileri Sendikası aynı gün örgütlenerek çetelerin nehirden gelişini engelledi ve eyleme adını veren barikatları oluşturdu.
Mayıs 1919'da Denizciler Birliği Sendikası, Queensland’daki ücretler, gemilerin karantinaya alınması ve diğer limanların öne sürdüğü taleplerin kabul edilmesi talepli çatışma ve grevler sonrası saldırıya geçti. Bazı limanlardaki çatışmalar dört aya yayılan greve dönüştü. Queensland’daki deniz işçileri dergisi, McQueen'in sözleriyle "titreklerin çelik yumruğu ironisini" kullanmayı önerdi. Yani “İşçilerden her kim grip olursa, derhal şirket sahibinin ofisine gidip şiddetle hapşırmalıdır. Bu sayede işveren derhal sizi özel hastaneye götürecek, hatta yol üzerindeki otellerde kusursuzca ağırlayacaktır.”
Bugünün sağlık sisteminden çok daha acımasız ve hiçbir aşının olmadığı o dönemde hükümetlerin ve patronların şaşkın ve açıkça aşağılayıcı tepkileri, karlarını her şeyden önce savunmaya kararlı olmaları geniş işçi kitleleri için sefaletin korkunç olmasına neden oldu. Hükümetler ve patronlar işçilerin isteklerinin bir miktar onurlu muamele görmesine bile karşı çıktılar. İdeolojik olarak krizi Bolşevizm “belasıyla” ilişkilendirerek öfke ve radikalizmle mücadele etmeye çalıştılar, bunu milyonlarca insanın daha iyi bir dünya olasılığına inanması için ilham veren Rus Devrimi’ni itibarsızlaştırma fırsatı olarak gördüler.
Bir broşür, “salgın hastalıklar ile suç ve sosyal kriz salgını arasındaki tarihsel senkronizasyonun, gribin gizemli fiziksel zehir ile eşzamanlı olarak Bolşevizm adı altındaki büyük bir ahlaki ve zihinsel zehir tufanı ile ortaya çıktığını” belirtiyordu.
İşçiler her şeyi kazanamadılar, ancak çalışamayanlar için önemli miktarda ücret ve destek kazandılar. Kritik mücadeleleri, işçi hakları ve kapitalizm belasına karşı savaşmaya kararlı militan bir azınlığın devam etmesini sağladı. Bu, bugün için önemli bir derstir.
*Kızıl Bayrak Avustralya’da 20 Mart’ta yayınlanan bu yazı Tekin Göçer tarafından Marksist Teori için çevrilmiştir.