Faşist şeflik rejimine geçişin sağladığı temel tarihsel eşikleri genel hatlarıyla hatırlatmak gerekirse, 20 Temmuz 2015 Saray darbesinden itibaren rejimin faşist politik İslamcı restorasyonu hızlanmıştır. 15 Temmuz 2016 Fethullahçı askeri darbe girişimini “Allah’ın lütfu” nitelemesiyle karşılayan faşist şef, bastırılan darbeyi OHAL ve KHK’lar yoluyla yeni rejimin restorasyonuna hız kazandıracak bir kaldıraca dönüştürmüştür. Hile ve zorbalığın kazandırdığı 16 Nisan referandumunun ardından, 24 Haziran 2018 seçimleri toplam sürecin rövanşı gibidir.
24 Haziran seçimleri uzun zaman planı yapılan ve uğrunda her şeyin mübah sayıldığı, parlamenter biçimli faşist rejimden başkanlık biçimli faşist rejime geçişin sağlanmasıdır.
Başkanlık tartışmaları uzun sürece yayılmıştır. Dünyada ABD ve Fransa’daki gibi örnekleri olsa da, “nasıl bir başkanlık” olacağı, biçim ve içerik tartışmaları hayli zaman farklı çevrelerin gündemi olmuştur.
Erdoğan, “Türk tipi başkanlık sistemi olmaz diyorlar, bal gibi olur, neden olmazmış... Neymiş, diktatörlük, padişahlıkmış. Bunların hepsi boş laf” diye yanıtlıyordu. Hızını alamayıp, Hitler rejimini örnek aldığını da itiraf ediyordu: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok… Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz.” (BBC Türkçe, 02.01.16)
Halihazırda faşist şeflik rejiminin “Türk tipi” ifadesiyle güncel bir vizyon kazandırma yoluna gittiği “başkanlık sistemi”, N. Fazıl’ın 1968 yılında yayınlanan “İdeolocya Örgüsü” kitabında çerçevesini çizdiği “Başyücelik Devleti” kuramından beslenmektedir. Bu açıdan N. Fazıl’ı ve “Başyücelik” kuramını yakından incelemek, faşist şeflik rejiminin gelecek tahayyülünü anlamak bakımından da önemlidir.
Hak Katındaki “Başyüce” Manzumesi
Siyasal İslamcı temel kadroların büyük bölümü politik formasyonlarını 1970’li yıllarda edinmiştir. Yine büyük bölümü, kökleri 14. yüzyıla kadar uzanan Nakşibendi tarikatının üyesidir. Neredeyse tümü Milli Görüş kökenlidir. Necip Fazıl ise, edindikleri politik bilincin sembolik ismi ve fikri önderidir. 1904 doğumlu olan N. Fazıl, 1920’lerde Batı edebiyatı ve felsefesiyle beslense de, 1930’larda Abdulhekim Arvasi[1] ile tanışmış ve etkilenmiştir.
Buna rağmen 1940’lara dek ciddi bir etkinlik içinde olmamıştır. Bu yıllar CHP kanalıyla iş ve kaynak bulduğu yıllardır. DP yıllarında maddi kaynağı değişmiş, 27 Mayıs 1960’a kadar örtülü ödenekten 147 bin lira almıştır. 27 Mayıs’ı cepheden eleştirmiş, 12 Mart, 12 Eylül darbelerini ise övgüyle karşılamıştır. 12 Eylül askeri faşist darbesi için, “İç darbe değil, iç şahlanıştır” değerlendirmesini yapmıştır. (Rapor 13 1980’den akt. M.Latif Salihoğlu, Yeniasya,28.05.2016)
N. Fazıl “İdeolocya Örgüsü” kitabının amacını şu sözlerle açıklar: “Bu eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… Ben arının peteğini hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de, piyeslerim de, hikayelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina etrafında bir takım ‘müştemilat’ olmaktan başka bir şey değil.”
Görüldüğü üzere N. Fazıl’ın kendisi, tüm uğraşılarının tali, esas gayesinin ise “muhafazakar ütopyasını” oluşturmak olduğunu ifade ediyor. N. Fazıl, bu ütopyasına yaşam bulduracak bir “Başyüce” arıyor. Faşist şef Erdoğan, 1975 yılında Milli Türk Talebe Birliği gecesinde Necmeddin Erbakan ve Abdullah Gül ile yan yana hayranlıkla dinlediği N. Fazıl’ın hayalindeki “Başyüce” olduğunu ilan ediyor. Faşist şefin II. Abdülhamid hayranlığı da, N. Fazıl’ın sembolik geçmiş inşasının merkezine II. Abdülhamid’i oturtmasından ileri geliyor. N. Fazıl’ın “Gençliğe Hitabesi”nden de sıklıkla alıntılar yapmaktadır faşist şef. En sık duyulan söylevlerinden olan, “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin, davacısı bir gençlik… Halka değil Hakka inanan, meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ desturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti hakka kölelikte bilen gençlik” hitabı N. Fazıl’ın hitabesindendir.
N. Fazıl’ın “Başyücelik” sisteminde “Başyüce”yi şöyle tanımlanır:
“-Başyüce kaba ve umumi manasıyla herhangi bir devlet reisi değil, derin ve girift, içtimai[2] bir remzdir.[3] Bir timsal…
-Başyücenin kendi öz lisanından başka her edası ve işi, ‘ben milletimin görünürde en ahlaklı, en bilgili ve en akıllı ferdiyim!’ diye ilan edecektir.
-Başyücenin bir emriyle hükümet değişir.
-Bütün hükümet manzumesi, en büyük mümessilinden en küçüğüne kadar onun adına iş görür.
-Kaza cihazı onun adına işler ve adalet onun adına dağıtılır.
-Başyüce bütün icra vasıtalarının ve bütün şubeleriyle ordunun başıdır. Başbuğ, doğrudan doğruya Başyücenin vekilidir.
-Başyüce için, bütün yüceler gibi, makamını temsil gücünü muhafaza ettikçe yaş haddi yoktur.
-Başyücelik makamı üzerinde Kurultaya karşı en tesirli irşad, ölüm, hastalık, çekilme isteği gibi hallerde, Başyücenin kendi yerine bizzat göstereceği namzet ve namzetlerdir.”
Şu ana kadar sıraladığımız temel başlıklar dahi, N. Fazıl’ın “Başyücelik” sisteminin faşist şef Erdoğan’ın “Türk tipi başkanlık” sisteminde nasıl vücut bulduğunu görmek için yeterlidir. Kendisini adeta “Başyüce” ilan eden faşist şefin emriyle 20 Temmuz Saray darbesi yapılmış, yargı alanına ilişkin tüm sözleri kanun kabul edilir olmuştur. Kendisini toplum üstü gören narsizminin sonucu biçimlenen üslubu onun karakterine dönüşmüştür.
Sonsuzluk Hayaliyle Biçimlendirilen Soykırımcılık
N. Fazıl’ın “Başyücelik” devlet sisteminde, halkın seçimiyle oluşacak meclis yerine bir “Yüceler Kurultayı” bulunmaktadır. Yüceler Kurultayı ilk seferinde bile önde gelen İslamcı aydın ve seçkinlerden seçimsiz oluşacak bir kurucu meclis tarafından oluşturulur. “’Yüceler Kurultayı’nı ilk defa bir ‘Müessisler Meclisi’ meydana getirir.” Üyeler, bu göreve layık olmadıklarını gösteren sebepler dışında, ölünceye kadar görevlerini sürdürürler. Yüceler Kurultayı yaşları 40-65 arasında değişen 101 kişiden oluşur ve üyeler “halkın değil hakkın seçtikleri”dir. Kurulan Yüceler Kurultayı, kendi içerisinden bir kişiyi Başyüce olarak seçer. Başyüce devlet başkanıdır ve devletin ismi “Başyücelik Devleti”dir. Başyücelik seçimleri Yüceler Kurultayı’nın oylarıyla her beş yılda bir yenilenir. Başyüce, Yüceler Kurultayı çerçevesindeki seçimleri kazanmak şartıyla, ölünceye kadar bu görevde kalabilir.
Faşist şef, Fazilet Partili olduğu yıllarda, seçimler kaybedilince, “65 yaşın yukarısındakilere siyaset yasağı getirelim” diyordu. O zaman Necmettin Erbakan’ı yaş haddiyle siyaset dışı bırakmak isterken, şimdi kendisini ölümüne kadar Başyüce ilan etmekte beis görmüyor.
Böylece , halkın seçmediği “Müessisler (Kurucular ) Meclisi” ile, bu kurulun atayacağı “Başyüce” (devlet reisi) mutlak iktidar tekeline sahiptir. Yalnızca bu iki kurum anlaşmazlığa düştüğünde “milletin hakemliği”ne, yani halkın Başyüce ile Yüceler Kurultayı arasında milletin kime mutlak yetki vereceği oylamasına başvurulur. Kim kazanırsa diğerini kendine uyumlu olarak atamış olur. Bunun dışında asla seçime başvurulmaz.
Faşist şefin üstadı, bugünün İran’ının teokratik faşist devletinden daha mutlak faşist bir iktidar öneriyor. Molla rejiminde de mutlak iktidar seçimsiz oluşturulan Uzmanlar Meclisi ile bu meclisin dini birikim ve bilgisi bakımından en uygun görerek atadığı Devrim Rehberi’ndedir. Böyle olsa da, Rehber’in denetimi altında olan ve Anayasa Koruyucular Konseyi (AKK) tarafından “kabul edilen” adayların yeraldığı meclis ile Rehber’in denetiminde yine AKK’nin izin vereceği adayların katıldığı cumhurbaşkanı seçimleri yapılabilirken, Erdoğan’ın üstadı sınırlı yetkilere sahip ve elemeden geçmiş adayların rol oynayacağı seçimli kurumlara dahi karşı çıkıyor.
Erdoğan da, bugünün koşullarında ve mücadeleyi ezememesinin sonucu olarak, seçimleri yapmak zorunda kalsa da beğenmediği seçimi iptal etmekte, kan dökerek seçimi kazanmakta, seçilmiş vekil ve belediye yöneticilerini tutuklamakta, tüm yetkiyi diktatörde toplayarak, halkın hareketsiz ve örgütsüz olduğu parlamenter temsiliyetini bile üstadı gibi “tahammül edemeyeceği”, “nebati serbestlik ve hayvani başıboşluk” gördüğünü, sevmediğini kanıtlamaktadır.
Başyücenin yetkileri sınırsızdır. Bu yetkiler “Başyücelik Emirleri” adı altında toplanmış, 37 ana başlık ile alt başlıklarla sıralanmıştır. “Başyücelik Emirleri” kanun başlığında, “Kanun ruhumuzun, ana ölçüye sımsıkı bağlı özü şudur; vatanda hayalimizdeki cemiyete çekirdek olacak tek kadınla tek erkek kalıncaya kadar, gerekirse bütün topluluğu tırpandan geçirmek ve bu hamleyi takip edici yeni cemiyetin üstün selamet şartları karşısında, hamlemizi adalet ve merhametin en ileri tecellisi şeklinde kabul etmek lazımdır” denilmektedir. Dava sevdalığı uğruna, “Anamızı, babamızı ve çocuğumuzu mukaddes ölçünün satır kütüğüne yatırıp kesmekte tereddüt duymayacak bir şiddet kalbi (Hazret-i Ömer’in Kalbi)” salık verilmektedir.
Bu yollarla soykırımcılığa, insan kırımına davacılıkla meşruiyet kazandırılmaktadır. TC’nin kuruluşunda militarist esaslara göre örgütlenmiş “Altı Ok”un yerini, N. Fazıl’da “Dokuz Umde”[4] almakta ve İslam hukuku (kendince yorumlarla) biçimlendirilmektedir.
Başyücenin kürsüsünün arkasında “Hakimiyet Hakkındır” ibaresi bulunur ve kanun onun kanunu, devlet onun devletidir. Başyüce İslam kanunlarına uyar, ancak emirleri o kanunları tamamlayıcı kabul edilir. Ve adaletin teminatı olarak, “Bizde mahkeme en alt seviyesinden en üst kademesine kadar Başyüce adına kaza icra eyler. Hakimler halka göre değil, hakka göre hükmederler” belirlemesi yapılır. Hak adına yetki Başyüce’de olduğundan, hüküm de ona göre olacaktır bu durumda.
“Vatan dışı” başlığında ifadesini bulan maddelerden biriyse şöyledir: “Türk vatanını bütün hain ve muzlim yabancı unsurlardan temizlemek davasında ana ölçü: ‘Ya bizden ol ya bizden ayrı’dan ibarettir...
Tek başına kendinden ve öz cevherlerinden ibaret kalacak ve her türlü fesat unsurundan temizlenecek olan Türk vatanı, Büyük Doğu davasını elmas gibi berrak bir ırk ve kavim aynasında parıldatacaktır.”
Su katılmamış ırkçılık ve militarizmdir tarifidir yapılan.
“İslam inkılabı orducudur… Evet, yeni Altın Ordu, İslam inkılabının rüyasını gördüğü ordu ismi budur” diyen N. Fazıl, Büyük Doğu idealinin, antimilitarizme zıt olarak, orducu olduğunu özel olarak vurgular. Ordunun görevini ise, “Hedef emrini yalnız fikir ve dava kadrosunun merkezinden alır. Ordu, işte, körü körüne bağlı olacağı ruh merkezine tebliğin sarsılmaz ruhunu nizamlaştıracak, onun ruhu da bu olacaktır” biçiminde tanımlar.
Sınırı yoktur: “Her zaman ve mekanda, ordunun, bağlı olduğu ruh ve kafaya ait fesadı görür görmez yumruğu ağızdan sokması, damağı çatlatması ve beyni ezmesi haktır… Millet yok, millet-ordu var… Bağlı olduğu başın hamle ve iradesini heykelleştirici mübarek yumruk.”
Bu belirlemenin güncel versiyonları arasında, faşist şeflik rejiminden yana olmayan tüm kesimlerin ve kişilerin “ayrılmanın” ötesinde yok edilmesi, ezilmesi gerekenler listesinde bulundurulması vardır.
Bakur Kürdistan’da, Rojava ve Başûr Kürdistan’da sömürgeci ve kirli savaşı sürdüren faşist şeflik rejimi, sıklıkla -N.Fazıl’ın imrenerek övdüğü, seçkin Türk kavmi öncülüğündeki İslamın Cihan İmparatorluğu olarak nitelediği - Osmanlı topraklarına atıfta bulunarak, yayılmacı amacını da ifade ediyor.
Bu arada, faşist şefin Saray ihtişamı ve “külliye” adı takıntısının kökleri de N. Fazıl’a dayanmaktadır. “Külliye” sözcüğü N. Fazıl’ın üniversiteleri isimlendirmesinde de görülür. “Allah’ın resulünün” “camilerinizi sade, evlerinizi ziynetli bina ediniz” mealinin yorumunun faşist şefteki karşılığıysa, 1150 küsur odalı ve altın kaplamalı tuvaletlere sahip saraydır.
“Başyüce”nin Kelepçesindeki Özgürlük
“Başyücelik” sisteminde, “İnsan hür değildir; hür olan eşek veya köpek...
Tam frensizlik ve alıkoyucu melekelerden yoksunluk manasına hayvani hürriyet, hayvanda bile sınırlıdır ve ona pisliğini toprakla örttürecek kadar olsun, bir hicap zabıtası telkin edicidir!” tanımı özgürlüğün sınırlarının tarifidir.
N. Fazıl, olası tartışma ve eleştirilere karşı da tedbirlidir. Özellikle kuramını oluşturduğu 1968 döneminin siyasal iklimi, onu, komünistlerin faşist diktatörlüklere eleştirilerine yanıt vererek diktatörlük rejimini savunmaya götürür. “Komüniste göre, kendisinin alenen ve her vasıtayla propaganda yapamadığı ve yapınca da kitleleri arkasında sürükleyemediği, zira, tagallüp[5] ağalarının güneşi zindanlarda hapsettiği ve meydanlara çıkarmadığı her yerde demokrasi eksiktir. Böyle hükümetlerin şefi de diktatördür” yorumuyla, hem komünistlere demokrasi tanımamak gerektiğini, hem de diktatörlük eleştirilerini takmamak gerektiğini telkin ederek politik İslamcı rejimin diktatörlük olması gerektiğini savunur.
Net bir keskinlikle, iktidar ve hayır işleri dışında parti, sendika, dernek örgütlenmelerine yasak öngörür. İslamcı-milliyetçi oligarşi dışında, ezilen sınıflara devlet yönetimini etkilemek ve almak amacıyla politik ve demokratik kitle örgütlerini yasaklamayı amaçlar:
“PARTİ, BİRLİK, DERNEK, KULÜP, SENDİKA: ...bu zaaf ve menfîlik müesseselerinden hiçbirine yer yok, sadece onların devlet hamle ve teşebbüslerini tamamlayıcı hayır ve müsbet teşekküllerine izin vardır.”
Kendisini her vesileyle “millici” ilan eden N. Fazıl, Ocak 1969’da ODTÜ’de ABD konsolosunun aracının devrimci öğrencilerce ateşe verilmesi üzerine, 9 Ocak tarihli Bugün Gazetesi’ndeki köşesinde, “Orta Doğu Üniversitesi’nde yemeğe davet edilen Amerikan sefirine karşı muamele, Ankara Kalesi’ne orak çekiçli bayrağı çekmekten farksızdır” diye yazar. Aynı gazetede, “Bunlar talebe değil çapulcu” manşeti de dikkati çeker.
Gezi-Haziran ayaklanmasında eylemcilere “çapulcu” diyen faşist şefin bu kavramı da, üstadı N. Fazıl’dan alıntıdır. Özellikle son yıllarda yapılandırma süreci tamamlanan ve “havuz medyası” tanımında ifadesini bulan görsel ve yazılı medyanın tek sesli bir koroya dönüşümü de tesadüfi değildir. Muhalif ve devrimci medyaya tahammülü olmayan faşist şef, N. Fazıl dönemine oranla genişleyen iletişim olanakları ve teknolojik gelişmenin oluşturduğu alanı tamamen tasfiye edememenin krizlerini yaşamaktadır. N. Fazıl, “Başyücenin Emirleri” kapsamına aldığı basın için, “Büyük Doğu nizamında gazetesi, dergisi, kitabı ve her şeyiyle basın üstün insanın hak ve hakikatle kayıtlı olmasındaki hikmete uygun olarak, cemiyetçe inanılan ve bağlanılan mukaddes ölçüler tarafından kelepçelidir” demektedir.
“Başyüce”den İşçi Ve Patrona Ebedi Birlik
“Sermaye ve patron” ile “işçi” başlıklarında yapılan belirlemeler, Başyücelik sisteminin kimin sistemi olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koyar. Günümüz faşist şeflik rejiminin sermaye düzenini koruma, büyütme gayretkeşliğine de ışık tutar.
N. Fazıl, sermayeyi, Karl Marks’a eleştirel atıfta bulunarak, “Sömürücü, kemirici ve faiz isimli bir nevi yağ bağlama imtiyaziyle göbek şişirici bir vasıta değil, her an nefsinden şüphe ve her lahza[6] kendisini murakabe[7] edici bir kuvvet merkezi” olarak tanımlar. Patron-işçi birliğinin “zorunluluğunu” da tavuk-yumurta benzetmesiyle açıklar. Ona göre, biri olmadan diğeri de olmayacaktır. Patrona düşen, işçi sayesinde var olduğunu bilmektir; işçiye düşense, çalınmış bile olsa kendi hakkına ve gücüne zemin açanın patron olduğunu bilerek, onun iyisine bağlanmaktır.
N. Fazıl’ın iyi patronlarını koruma tedbirleri de vardır elbette. Bunun için, “Bizim işçimiz, demokrasilerin, bir taraftan patronu şişirirken, öbür taraftan işçiye cemiyetini tehdit hakkını tanıyan tezatlı sistemine zıt olarak grev, boykot (lokavt) ve her türlü direnme ve ayaklanma kuvvet ve salahiyetlerinden arınmıştır” vaadini sunar sermayeye.
Faşist şeflik rejiminin, sermayenin iyisi-kötüsü olmayacağını, esas olanın sömürü düzeninin korunması olduğunu kılavuz edindiğine şüphe yok. Bu vesileyle, toplama kamplarını aratmayacak koşullarda çalışmaya zorlanan İstanbul 3. havaalanı işçilerinin grev ve direnişleri karşısında uyguladığı faşist terör, yine farklı işkollarında gecikmeksizin devreye soktuğu grev yasakları, sisteminin gereğidir. İşçiler lehine gibi duran tüm sözlerse, faşizmi perdeleme arayışı olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır.
N. Fazıl’ın Başyücelik sisteminin kurucusu olmaya yeminli faşist şef Erdoğan, kendisi de devasa boyutlara ulaşmış bir sermayenin sahibidir. Devletin tüm mali olanaklarını ve sermaye gücünü denetimine alması bir yana, kişisel-ailesel sermayesinin boyutları tam olarak bilinmemektedir. Tüm koruma tedbirleri kendi sermayesinin de korunması adınadır.
N. Fazıl, toplumsal sınıflara ilişkin de belirlemelerde bulunmuştur. Onun hedefinde duran, komünizm teorisi ve Karl Marks’ın çözümlemeleridir. Aristokratik ve ayrımcı anlayışının somutlaşmış saf haliyse, “Bir İmam-ı Gazali ile bir keleş çoban arasındaki farkı daima aziz tutan ve tutacak olan ölçümüz, keleş çobanla uyuz keçinin de hakkını kendinden daha emniyetle tekeffül edecek nizamın nihai hak ve adli tecellisi içinde fenaya ermiş ve nefslerini aşmış entelektüeller hakimiyeti olduğunda asla tereddüt sahibi değildir” tespitinde saklıdır. Ki zaten Başyücelik sistemi ile öngörülen demokratik değil, İslamcı entellektüelin/aristokrasinin diktatörlüğünün bekçiliğini yapacağı sermayenin, işçiye ve ezilene demokratik hak tanımayan oligarşik diktatörlüğüdür. N. Fazıl da bu rejimin yönetimine “Aydınlar Aristokrasisi” adını vermektedir. Dili, her durumda “kurtarıcı” dilidir. Sürekli kurtarılacak olan “asıl”ın karşısında bulunan ve yenilmesi gereken bir düşmana işaret etmeyi de ihmal etmez.
Kadına Ulvi Mevki: “Onun Ve Erkeğinin Yuvası”
N. Fazıl, kuramında kadınları unutmamıştır elbette. Sözde, kadınları evlere kapatan ve dış dünyadan yalıtan yaklaşımları eleştirmiştir. “Şeri ölçülere bürülü olarak kadın(nın), İslam cemiyeti ve beldesinin büyük meydanında ve her türlü iş ve faaliyet sahasında, bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykeli” olacağını savunur. Ancak, kadınların iki meslek açısından uygun olmadıklarına da özel vurgu yapar. Bunlar, imamlık ve hakimliktir. Buna gerekçe olarak da, bu mesleklerin “hissilik” ve “ilcailik”ten[8] uzak bir erkek karakteri istediği savını ileri sürer.
N. Fazıl, bu belirlemelerinin devamında, “fakat kadının en yüksek ve ulvi mevkii onun ve erkeğinin yuvasıdır”, “kızların daha fazla ev kadını olarak yetişmelerini ve sadece ilim ve muallimliği tercih edenlerden bir zümrenin yetişmesini temin için, bellibaşlı bir merkezde bir-iki kız üniversiteleri kurmak kafidir” sözleriyle, kadına özsel bakışını da ortaya koyar. Ki bu çözümlemelerini aile üzerine belirlemeleriyle tamamlar. Faşist şef Erdoğan’ın da sıklıkla ailenin önemi ve çocuk sayısı temelinde gündemine aldığı “aile kurumu”nun N. Fazıl açısından misyonu, “İslam inkılabında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, ‘zat-ül hareke’liğine kadar her ferdi ve her unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir.
Büyük Doğu idealinin fideliğini teşkil edecek olan aileye maya tutturuncaya kadar ona musallat olmada devam...” olduğundan, her türlü müdahale de mübahtır.
Faşist şefin aileyi yatak odasına kadar teftiş etme ve kanun koyucu olma arzusu, “Başyücelik Emirleri” kapsamında gördüğü “meşruiyet” zemininde yükseliyor olsa gerek. Zira N. Fazıl, “İslam inkılabının üreme ve türeme davasında, sistemli bir çalışmayla (sistemli çalışmanın öznesi sıklıkla çocuk doğuracak kadınlar olsa gerek) 40 milyonluk bir kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tekeffül[9] edici bir hamle ruhuna maliktir” diye buyurmaktadır.
Gelinen aşamada nüfus oranının ulaştığı seviyeyi N. Fazıl’ın gelecek öngörüsüne mi bağlar bilinmez ama, faşist şefin bıkmadan sürdürdüğü “çocuk yapın” çağrıları, onun da bir gelecek hedefi koyduğunun ipuçlarını veriyor. Faşist şef, Başyüce olarak kendini toplum üstü görüp lanse ediyor, kendi sınıf ve zümre çıkarlarını da tüm toplumun çıkarları sayıyor. Bundandır ki, yaşamın tüm alanlarına, toplumun tüm kesimlerine ilişkin emir ve talimatlarını art arda bildiriyor. Bunların dikkate alınmadığı hallerle yüzleştiğindeyse, neredeyse çıldırma noktasına gelip, Başyüce sopasını kullanma, ihtiyaç dahilinde “üstadı”nın tavsiyesine uyarak imha yoluna gidiyor.
Faşist Şefin “Başyücelik” Pragmatizmi
Başyücelik sisteminde en önemli denetim kurumlarından biri olarak “Yüce Din Dairesi” belirlenmiştir. Bu dairenin başkanı, hükümet başkanıyla aynı seviyede görülür. Daire başkanını atama hakkıysa Başyüce’ye aittir. Fakat hükümet reisinden biraz üstün tutulur, “Bir çelişme halinde Başyüceye karşı‘Yüceler Kurultayı’nı hakem tutar ve hiçbir tesir dinlemez.”
Dairenin görevleri, “iç telkin, dış propaganda, dini öğretim, din vazifelilerini yetiştirme ve kadrolaştırma” olarak belirlenir.
“Başyücelik emrinde ve Yüceler Kurultayı yanında, devletin başlıca istişare merkezi” kabul edilir.
Faşist şeflik rejimi için bu alanın Diyanet İşleri Başkanlığı olduğu bilinmektedir. Bu kurum, faşist şef Erdoğan’ın politikalarının tüm topluma empoze edilmesinin dinsel, inançsal aracını oluşturmaktadır. Camiler faşist şef adına, onun fikirlerinin propaganda kürsüleri konumundadır. Son zamanlarda, Diyanet İşleri Başkanı’nın uluslararası ziyaretlerde sıklıkla faşist şefin kurmay heyetinde görünür olması da dikkat çekicidir. Yakın zamanda ilanı yapılan “Camiler çocukla dolsun, ahlakı Kuran olsun” kampanyası da, gelecek kadro kuşağının çekirdekten yetiştirilmesi istem ve hedefiyle ilgilidir. İslam inancına bağlı halklarımızı din tacirliğiyle kendi denetim alanında tutma yoluna giden faşist şeflik rejimi, farklı inançlar karşısındaysa inkarcı ve soykırımcıdır.
Başyücelik sisteminin ikinci bir denetim kurumu olaraksa, etkisiz ve vasıfsız “Halk Divanı” belirlenmiştir. Belli başlı dönemlerde kurulması öngörülen divan, herkese açık olsa da, herhangi bir yaptırım gücü ve yönetime fiilen katılma hakkı bulunmamaktadır.
“Başyücelik Emirleri”ni esas alan faşist şef, iş bu emirler kapsamında bulunan yasaklara gelince, üstadını kimi noktalarda duymazdan gelmektedir. “Kumar”, “faiz” ve “iş ölçüsü” bunların başlıcalarıdır.
“İş ölçüsü”nde, baba ve mirasa dayanmanın olmadığı, mutlak iş-emek esasının bulunduğu, bu durumdan Başyücenin oğlunun dahi muaf tutulamayacağı savı vardır. Bu sav, faşist şefin Sarayının kapısından dahi geçmemektedir. Ayakkabı kutularına gizlenen, 17-25 Aralık olayında deşifre olan, Bilal-Sümeyye Erdoğan kardeşlerin gayretiyle izleri silinmeye uğraşılan paralar en bilinen örneklerdendir. Faşist şefin kendi aile serveti bir yana, yandaşlarının büyüdükçe büyüyen kasaları, şirketleri, gemicikleri, Man adasında temizlenen vurgunları gibi onlarca kalemle ifade edilebilecek olanlara, N. Fazıl’ın tabiriyle söylersek, “tufeylilerin icraatlarına sayfalar yetmez”. “Faiz bizim cemiyetimizde her şekliyle mutlak olarak yasaktır” hükmü de lafügüzaftır yalnızca. Neresinden bakarsak bakalım, faşist şeflik rejimi faizcidir, rüşvetçidir, kara para düzenidir.
En dikkat çekense, “Resmi ve hususi bütün piyango şekilleri, at yarışları ve (toto) da müşterek bahisler, vesaire bu emrin neşri tarihinden itibaren mülga ve yasaktır” hükmüdür. Şans oyunları denilen tüm bu alanlar büyük birer sermaye sektörüne dönüştürüldükleri gibi, bütçe denetimleri de Saray’a aittir. Ve bunlar, sahte umutlarla aldatılan milyonlarca yoksul emekçinin cebindeki paranın çalındığı alanlar konumundadır.
İşin ucunun para ve sömürüye dayandığı tüm “Başyücelik Emirleri” böyle rafa kaldırılabilir. Fakat Kürtlerin ve Alevilerin özgürlüğü, basın ve sanat özgürlüğü, sendikal örgütlenme ve grev özgürlüğü, üniversite özerkliği söz konusu olduğunda, faşist şef sıkı bir N. Fazılcı kesilmektedir.
N. Fazıl’ın kendi öznel tarihinin dayandığı pragmatizmin biçimlenişini temellendiren Nakşibendilik, onun siyasal yaşamındaki gelgitlere de rengini vermiştir. Sıkı bir “Türkçü-millici” olan N. Fazıl, aynı zamanda ABD konsolosunun sıkı bir savunucusu, komünizm karşısında Amerikancı ve NATO’cudur. Faşist şef de, “üstadı”nın takipçisi olduğunu, dilinden düşürmediği “millicilik”, “İslamilik” argümanlarına karşın, iktidarını daimi kılmak adına siyaseten çizgisiz işbirlikçiliğiyle de göstermektedir. Yeter ki, efendileri onun sırtını sıvazlasın, önünü açsın, sermayesini büyütmesinin olanaklarını yaratsın.
“Başyücelik” Katında Yankılanan Ölüm Çanları
Faşist şefin gelecek tasavvurunun tüm ipuçları, N. Fazıl’ın Başyücelik kuramında verilidir. Bunları maddelendirecek olursak:
-Tüm toplum, ona sonsuz, sorgusuz itaatle bağlı olacak!
-Tüm sözleri, kati suretle emir kabul edilip, üzerine tek söz edilmeden tatbik edilecek! Hikmetinden sual edilmeyecek!
-İzin verdiği, uygun gördüğü ölçülerde bir yaşam sürdürülecek!
-Onun “yüceliğine” uyan yaşamının şatafatına tek bir söz edilmeyecek!
-Haberi olmaksızın kuş uçmayacak!
-Onun mutlak varlığının gölgesinde, her an, her ne olursa olsun, şükran nidaları duyulacak!
-Onun varlığı uğruna verilen her can kutsal şehitlik mertebesine ulaşılmışlık olarak kabul edilecek!
Akıllara zarar bu listeyi uzatmak mümkün. Faşist şef, kendinden önce tarihin çöplüğüne gömülen faşist diktatörlük rejimlerinin ruhuna rahmet okuturcasına, üstadı N. Fazıl’ın Başyücesi olmak için canhıraş çalışıyor. Bu yolla, adına “Türk tipi” dediği başkanlık sistemini daimi kılmak istiyor. Tesis ettiğini umduğu mutlak iradesinin karşısında başka birçok politik iradenin bulunduğunun, bunu kabullenmek istemese de, pekala farkında. 20 Temmuz faşist Saray darbesinden bu yana kesintisiz biçimde sürdürdüğü ezme, imha etme saldırılarına, kirli savaşa karşın amacına ulaşamıyor. Ne devrimci, sosyalist, demokratik güçleri, ne de Kürt ulusal demokratik hareketini alt edebiliyor. Yaşanan ekonomik krizin de, kronik rejim krizinin de ağır sonuçlarını çözüme kavuşturma kapasitesi bulunmuyor.
Devrim ile karşıdevrim arasındaki mücadele alabildiğince şiddetlenmiş olarak devam ederken, faşist politik İslamcı Saray iktidarının Başyücesi olmaya soyunan faşist şef Erdoğan, kendisi için çalan tehlike çanlarının sesini duyuyor. Bu sesi bastırmak içinse, her gün daha fazla bağırıyor. Türkiye-Kürdistan birleşik devriminin bölgesel karakteri belirginleşirken, faşist şef polis-zindan-mahkeme zulmüyle, kirli ve işgalci savaş ve katliamlarla bir korku imparatorluğu yaratma arayışından başka çare görmüyor.
N. Fazıl 1966’da, Kanuni Sultan Süleyman’dan bu yana “ İslam inkılabı” beklediğini yana yakıla söylemişti. Faşist şef beklenen inkılabın fatihi olma hayalleri kuradursun, Saray’ından bakarken gördüğü ile gerçeğin dili başka. Üstadının mirasının faşist şefi götüreceği yer, halefi olduğu Hitler, Mussolini ve Franko’nun yanıdır.
Dipnotlar
[1] Abdulhekim Arvasi: Türkiye’de bulunan dört büyük Nakşibendi tekkesinden Kaşgari Tekkesi’nin üyesidir. Kaşgari Tekkesi’nin kurucusu Şeyh Şefik Arvasi’dir. Tekkeyi büyütense İstanbul Sultanahmet Camii imamı olan Abdulhekim Arvasi olmuştur.
[2] İçtimai: Toplumsal
[3] Remz: Simge
[4] Umde: İlke
[5] Tagallüp: Zorbalık
[6] Lahza: Zamanın bölünemeyecek kadar kısa bir parçası, an
[7] Murakabe: Denetleme
[8] İlcailik: Zorlama, zorunda bırakma
[9] Tekeffül: Bir şeyin sorumluluğunu üzerine alma, yükümlenme