Ayaklananlar Kimler: Ezilenler
Neredeyse her gün dünyanın herhangi bir ülkesinden yeni bir ayaklanma haberi geliyor. Kim bunlar? İşçiler mi, köylüler mi, esnaflar mı, kent yoksulları mı, kadınlar mı, öğrenciler mi? Hepsi, evet hepsi. Sınıfsal olarak ezilen toplumun bütün kesimleri bir arada. Bunlar fabrikalardan, tarlalardan, okullardan başlayan, bir toplumsal sınıf ve tabakanın damgasını vurduğu ayaklanmacılardan farklı. Emperyalist küreselleşme evresinin tipik ayaklanmaları emperyalizm evresinden bu yönüyle ayrışıyor. Mensup oldukları sınıf ve tabakaların kanallarından akarak bir ortak havuzda toplanmanın ötesinde aynı anda yer altından fışkıran su kaynaklarına benziyorlar.
Bir avuç sömürücü burjuva ve onların siyasi ve ideolojik temsilcileri hariç toplumun bütün ezilen kesimleri aynı anda karmaşık bir bütün olarak oraya çıkıyorlar. Çoğunluğunu işçiler ve işsizler oluşturuyor ama kapitalizmin zulmünden bezmiş bütün emekçi tabakalar bir arada. Onları birleştiren aynı sınıfa mensup olmaları değil, aynı düzen tarafından hiçleştirilmeleri, aynı düzen tarafından işsizliğe, yoksulluğa, sefalete mahkûm edilmeleri. Daha tam olarak şöyle söyleyebiliriz: Emperyalist küreselleşme evresinde varoluşsal krize saplanan kapitalizm emekçilerle sömürücüler arasındaki gelir eşitsizliğini sürdürülemez düzeyde derinleştirirken bütün emekçi tabakaları ve emekçi gençliği proletarya saflarına itiyor ve çıkarlarını proletarya ile eşitliyor.
Kapitalizmin emperyalizm evresinde ezilen sınıf ve tabakaların kendine özgü sorunları ve talepleri vardı. İşçilerin burjuvaziye karşı ücret ve sosyal haklar eksenli sendikal mücadeleleri, yoksul köylülerin toprak ağa ve beylerine karşı toprak reformu talepleri, kırın ve kentin küçük mülk sahiplerinin büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerine karşı korumacılık istekleri, öğrenci gençliğin akademik demokratik hak talepli mücadelesi öne çıkıyordu. Bunlar o gün de ezilen toplumsal sınıf ve tabakaları oluşturuyordu fakat istemleri farklıydı. Her birinin sınıf çıkarını savunan farklı sendikaları, örgütleri, partileri vardı. Ekonomik ya da politik mücadeleye dair ittifaklar bu partiler, sendikalar ya da birlikler üzerinden gerçekleşiyordu. Emperyalist küreselleşme evresinde ise küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmesinin, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin hızlanmasına bağlı olarak proletaryanın safları genişledi. Henüz proleterleşemeyenlerin ise emperyalist küreselleşme saldırılarına direnme umudu yıkıldı. Kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ile bunların talepleri arasındaki fark giderek belirsizleşti, birbirine yaklaştı ve iç içe geçti. Emperyalist küreselleşme evresinde mülksüzleştirilen yığınların büyük bölümü ya işsizler kervanına katılarak ya da yarı proleter yoksullar olarak büyük kent yoksulları yığınına dahil oldu.
Öğrenci gençliğin sayısı artsa da eğitim görmek daha iyi bir iş ve daha iyi bir hayat düzeyi için fırsat yaratmıyordu artık. İşsizlik ve güvencesizlik onların da başlıca iki korkulu rüyası haline geldi. Emperyalist küreselleşme koşullarında işsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik bütün emekçiler ve emekçi gençliği için kronik bir sorun halini aldı.
Ayaklanmalarda kadın rengi özellikle genç kadın rengi öne çıkıyor. Kadın özgürlük mücadelesi ile sınıf mücadelesi çoğunlukla iki ayrı kanaldan akıyordu. Birinde cins eşitliği diğerinde ücret ve sosyal haklar talebi öne çıkıyordu. Emperyalist küreselleşme aşamasında cins çelişkisi ve sınıf çelişkisi hiç olmadığı kadar iç içe geçti. Emperyalist küreselleşme aşamasında iş ve eğitim alanına çekilen kadınların sayısı arttı. Dünya ölçeğinde kadının sosyal varlık koşullarındaki değişimler cins aydınlanmasının nesnel zeminini güçlendirdi. Buna karşın erkek egemen kapitalist sistemin kadını ikincileştiren ve nesneleştiren, buradan da cinsel ve sınıfsal sömürüyü derinleştiren karakteri daha görünür hale geldi.
Ayaklanmaların oluşturucu zemini yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, bir başka deyişle keskinleşen ve artık kapitalist üretim ilişkileri altında uzlaşmaz ve çözümü çeşitli reformlarla ertelenemez olan emek-sermaye çelişkisidir. Emek-sermaye çelişkisinin diğer yüzü devlet-halk çelişkisidir. Emek-sermaye çelişkisi keskinleştikçe ve ara çözümlerle yumuşatma olanağı kalmadıkça devlet çok daha çıplak ve açık biçimde sermaye devleti olarak kendini gösterir.
Ekonomik olduğu kadarıyla burjuvazinin siyasi ve ideolojik çözümsüzlüğü, devletin ideolojik aygıtlarının işlemez hale gelmesi ile burjuva siyaset fazlalıklarından arınarak çıplak sınıfsal özü ile ortaya çıkar: İçerde devlet baskısı, faşist yasalar ve sıkılaştırılan merkezileştirilme, artan polisleşme; dışarıda savaş ve militarizasyon. Özellikle politik özgürlükten yoksun olan ülkelerde yoksulluğa karşı savaşım politik özgürlük mücadelesiyle ya da politik özgürlük mücadelesi yoksulluğa karşı savaşımla iç içe geçer. Buradan bakınca bu ülkelerde sınıf çelişkisi bazen daha örtük, politik özgürlük mücadelesi ya da devlet-halk çelişkisi daha belirgin görünür. Bu nedenle ayaklanmaların olduğu kimi ülkelerde sınıf çelişkisi çok berraktır, mesela Şili böyledir, Ekvator ayaklanması böyleydi, buna karşın Irak ya da İran’daki ayaklanmalarda politik özgürlük talepleri yoksulluğa karşı mücadele talepleri ile belirgin biçimde iç içe geçmiştir ve bazen ikincisi birincisinin önüne geçmektedir.
Kuşkusuz bunların istisnaları da vardır. Örneğin Katalonya zaman zaman ayaklanma düzeyine ulaşan gösterilerin asıl sebebi ulusal bağımlılığa karşı yükseltilen itirazdır.
Sonuçta sınıfsal, cinsel ya da ulusal çelişkilerden doğsa da bu, ayaklanmacıların asıl gövdesini işçi sınıfı ve yoksulların oluşturduğu ezilenler olduğu gerçeğini değiştirmez.
Kimi ayaklanmaların gerici temelde geliştiğini de not etmekte fayda var. Örneğin Bolivya’da askeri darbe destekçileri ya da Venezuela’da halkçı yönetime karşı kimi zaman şiddetlenen gösterileri bu türdendir. Hali hazırda sürmekte olan Honkong’daki gösterilerin de ilerici bir içeriği olmadığı görülüyor. Çin’in baskı yasalarına karşı mücadele batılı emperyalistlerin hegemonyasını isteme hedefine bağlanıyor.
Bu türden gerici ayaklanmalar bir yana, burjuva toplumun, kapitalist üretim ilişkilerinin çıkmaza saplandığı her durumda ezilenlerin bir kısmı gerici faşist siyasi oluşumları bir kurtuluş olarak görebilir. Bugün, kitle tabanını ezilenlerin oluşturduğu yeni faşist hareketlerin güç toplamasının nedeni de budur.
Ayaklanmalar Nerede: Kentlerde
Sınıfsal olarak ezilenlerin büyük çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturuyor ve emekçilerin ezici çoğunluğu kentlerde yaşıyor artık. Emekçiler kent merkezlerinden giderek daha uzak bir çeperde yoksul yaşamlara mahkûm ediliyor. Örgütsüzleştirilen, taşeronlaştırma ile birbirinden kopartılan işçiler ve işsizler; emperyalist küreselleşme saldırıları sonucu iflasa sürüklenerek kent yoksulları saflarına katılan küçük esnaf ve küçük toprak sahipleri; gelecek umudundan yoksun hale getirilmiş bu emekçi tabakaların gençliği ve şiddetlenen cins çelişkisinin acılarını giderek daha çok hisseden, işçi, işsiz ya da ev emekçisi kadınlar bir arada büyük bir yoksullar ordusunu oluşturmaktadır. Sefaletin biriktiği bu mekanlar aynı zamanda öfke bombalarının da üretim merkezlerine dönüşüyor. İşçiler, işsizler, kadınlar, gençler, LGBT+’lar, ulusal ve mezhepsel olarak ezilenler kendiliğinden ve zorunlu olarak aynı zeminde buluşuyorlar. İşsizliğe, sefalete, yoksulluğa öfkeliler ama kime yönelecekler? Ya kaderciliğe, dine, uyuşturucu ve alkole, mafyacılığa sarılacaklar ya da düzene başkaldıracaklar, başka bir yolu yok. Böyle olmak zorunda çünkü öfke duydukları şu ya da bu patron değil, şu ya da bu toprak ağası ya da beyi değil, kendiliğinden ve zorunlu olarak burjuva sınıfın kendisi, burjuva sınıfın düzeni ve devleti. Bu düzeni ve devleti burjuva kent merkezi simgeliyor. Proleter kent burjuva kente hücuma geçiyor. Kitle şiddeti bir sele dönüşüyor. Şalterler indirilmiyor hemen, önce yollar bloke ediliyor, şu ya da bu fabrikada grev, okulda boykot değil kent işlemez hale getiriliyor. Kent meydanlarında gösteri ve meydanları, köprüleri işgal, ardından barikat, grev, boykot, kitle şiddeti ve kentin felç edilerek ele geçirilmesi... Gidişat genelde bu çizgide olmaktadır. Bu kendiliğinden hareketin genel direniş çizgisidir.
Ayaklananlara Kim Önderlik Ediyor: Hiç Kimse ve Herkes
Ayaklananların ana kitlesi ezilenler ve ayaklanma mekanları da kentler olunca kendiliğinden ayaklanmaların öncü güçleri de işçi sendikaları, öğrenci örgütleri ya da köylü birlikleri olmuyor ya da olamıyor, çünkü bunların hiçbiri sınıfsal, cinsel ve ulusal ezilmişleri tek bir bayrak altında toplayamaz. Ayaklanmacılar bir arada, birlikte savaşıyor ve ölüyorlar ama bir bayrak altında değiller, herkes kendisine önderlik ettiği etkileşim halindeki bireyler, örgütler, partiler olarak harekete ediyorlar. İçlerinde sendikada, öğrenci örgütlerinde, kadın özgürlük mücadelesi ve çevre sorunlarına karşı birleşenler, tarım birliklerinde yer alanlar, şu ya da bu parti taraftarı olanlar kadar hatta onlardan daha çok hiç bir örgütle ilişkili olmayan hatta hayatında ilk kez bir gösteriye katılanlar var. Nasıl ki hareketin kendisi kesimsel değil ve bu nedenle düzenin şu ya da bu kurumu ya da temsilcisine değil de bizzat düzenin kendisine yönelen işçilerin ve bütün yoksulların, ezilenlerin genel direnişi olarak ortaya çıkıyorsa, hiç bir kesimsel önderlik hareketi kapsayamaz, sevk ve idare edemez. Herkesin altında toplandığı o bayrak ancak bütün bu ezilenleri bir program etrafında birleştirecek bir örgüt, bir birleşik cephe ya da hepsini kapsama yeteneği gösteren bir devrim partisi olabilir. Bunun kendiliğinden olabileceğini beklemek saçmadır. Bu ancak bugünkü dünya gerçekliğini kavrayan ve kendini buna göre konumlayan politik öznelerin bilinçli bir çabasının ürünü ile gerçekleşebilir. Böyle bilinçli bir yönelim olmadıkça önderlik sorunu çözümsüz kalır.
Ayaklananlar Ne İstiyor: Devrim
İster Lübnan’a, İran’a, Irak’a ister Şili’ye bakın ayaklananların sloganları neredeyse aynı, iş, ekmek, özgürlük istiyorlar; zamlara, vergilere isyan ediyorlar; eşitsizliğe başkaldırıyorlar ama bunların çok ötesinde “Biz burada gösteri değil devrim yapıyoruz” diyorlar. Ortak bir devrim programı ya da anlayışından yoksun olmalarının bir önemi yok, önemli olan içeriği belirsiz de olsa devrim isteğinin ortaya konması. Biliyorlar ki mevcut iktidarlar tekelci kapitalizmin çıkar bekçisi ve halk düşmanıdırlar, insanca bir hayata ulaşmanın ilk koşulu bunların iktidardan indirilmesidir. Bu kendiliğinden bilinçtir. Kapitalizmin işlemediğini, zenginlerin çıkarlarını koruduğunu, yoksulların geleceklerinin olmadığını bizzat yaşayarak görüyor, bilince çıkarıyorlar. Kapitalizmin emekçi düşmanı olduğunu biliyorlar, onu devirmek gerektiğini de söylüyorlar ama bunun nasıl olacağını, yerine ne konması gerektiğini bilince çıkartmış değiller.
Burada yine emperyalist küreselleşme evresinde varoluşsal krize saplanmış kapitalizmin bir başka özelliğini görüyoruz. Önceki dönemlerin temel özelliği düzen içi, ekonomik demokratik hak mücadelelerinin tipik, ayaklanmaların ise istisna olması idi. Bugün ise ayaklanmalar tipik hale geldi. Üstelik önceki dönemlerde ayaklanmacılara ilham veren ideolojinin, sosyalizmin etkisinin bugünlerde çok zayıf olmasına rağmen durum böyle.
Bunun nasıl olabildiğini anlamak için materyalist diyalektiği kullanmalıyız.
Bugünkü toplumun maddesi nedir?
Bunun üzerinde duralım biraz. Bugünkü toplumun maddesi olan kapitalist üretim ilişkileri gelişme dinamiğini yitirdi. Sermaye genişletilmiş yeniden üretim çarkını çeviremiyor, bir yandan kronik sermaye fazlalığı diğer yandan kronik işsizlik iki karşı kutupta birikiyor. Kapitalist toplumda sermayenin kumandasına girememiş emek gücü ve emek gücüyle buluşma yeteneğini yitirmiş sermaye varoluşsal niteliklerinden yoksun kalır çünkü birinin varlığı ancak diğeri ile mümkündür.
Emek gücünün sermaye tarafından sömürülmesi kapitalist üretim ilişkilerinin temelidir. İşte bugün sarsılan şu ya da bu ilişki değil doğrudan bu temeldir. Sermaye genişletilmiş yeniden üretim yeteneğini yitirdikçe bir yandan emekgücüne daha fazla yüklenmekte, işçiyi daha çok ve daha ucuz çalıştırmakta, kadın ve çocuk emeğine daha çok başvurmakta, doğayı talan etmekte diğer yandan mali soygun yöntemlerine yenilerini eklemektedir. Bunun sonucu dünyanın her yerinde sürekli büyüyen işsizler ordusu, yoksulluk ve sefalettir. Kuşkusuz bunlar her dönem kapitalizmin zorunlu ürünleridir ve kapitalist gelişmeye bağlı olarak yükselir ve düşerler. Bugünün farkı, bunların geriye dönülmez biçimde birikmesi ve kapitalist üretim ilişkileri içinde “normal”, sürdürülebilir düzeye indirilmelerinin artık mümkün olmamasıdır.
Bu “mümkün olmama” durumu da maddenin bir başka halidir. Bütün sorunların kaynağı sermayenin aşırı merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıdır. Bu öyle bir merkezileşme ve yoğunlaşma düzeyidir ki kapitalist krizlerle yenilenme ve yeni sermayelerin filiz vermesi imkanını yok etmiştir. Sermaye dünyasal düzeyde tekelleşince bir başka deyişle dünyasal düzeyde toplumsallaşınca bilimsel teknik devrimlerle artı kar elde etmeyi gerekli kılan zemin giderek zayıflamıştır. Sermaye bilimsel devrimlerle değil, yoksulluğu, işsizliği, eşitsizliği, doğanın talan edilmesini, kadın emeği sömürüsünü büyüterek ayakta kalabiliyor. Başka bir şansı da yok. Üretimin dünyasal düzeyde toplumsallaşmasına karşın üretim araçları üzerindeki bireysel mülkiyet başka bir yola imkân tanımıyor. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlamanın biricik yolu, emeğin ve doğanın talan edilmesidir artık.
Bu nedenledir ki yoksullukla, işsizlikle, eşitsizlikle ilgili herhangi bir hak talebi için yola çıkanlar daha ilk adımda karşılarında şu ya da bu burjuvayı değil sermayenin kendisini, düzenini, devletini buluyor. Bu böyle olmak zorunda çünkü her iki taraf da birbiriyle uzlaşamaz, birbirini kabul edemez. Sermaye varlığını sürdürmek için ezilenleri susturmak, ezilenler de hayatta kalmak için sermaye iktidarını devirmek zorunda. Ne ki mevcut koşullar sürdükçe ikisi de bunu başaramaz çünkü ayaklanan yığınları zorbalıkla susturabilirsiniz ama onları düzenin kapsam alanı içine alacak olanaklardan yoksunsanız şu ya da bu zamanda yeni ayaklanmalar kaçınılmaz olacaktır. Ezenler de bu haliyle başaramaz çünkü sermayeyi toplumsal mülkiyet altına almadıkça sorunlara geçici de olsa çözüm bulunamaz, sermayenin toplumsal mülkiyet altına alınması bir tercih değil zorunluluktur.
Bugünkü toplumun fikri nedir?
Bugünkü toplumun bütün siyasal, ideolojik yapısı bu iktisadi-maddi ilişkiler üzerinde yükseliyor. Sınıfsal uzlaşmanın maddi temeli bizzat sermaye tarafından imha edilince burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtının rıza üretme işlevi de dumura uğradı. Burjuva devletin, ideolojinin, kültürün asıl rolü emekçileri sömürülmeye ikna etmektir, burjuva toplum ancak bu ikna ile uzun vadede ayakta kalabilir. İkna ise sadece boş vaatlerle gerçekleştirilemez, emekçiler, söylenenlerin sonuçlarını şu ya da bu düzeyde kendi yaşamları içinde deneyimleyebilmelidirler. Örneğin, işsizlik ne kadar yükselirse yükselsin sonunda sürdürülebilir düzeye geriler ya da yoksulluk görecelidir, emekçinin hayat seviyesi uzun vadede yükselir denildiğinde bunun karşılığı olmalıdır. Şimdiye kadar abartılı yalanlarına rağmen kapitalizm bunun karşılığını bir ölçüde verebiliyordu. Örneğin 1900’lerin başından yüzyılın son çeyreğine kadar işçi sınıfının yaşam düzeyi bütün inişli çıkışlara karşın ortalamada hep yükselmiştir. Ya da bu dönemde işçi sınıfının çocukları ebeveynlerinden daha iyi koşullarda yaşayabileceklerini umut edebiliyorlardı. Gel gör ki bu dönem geride kaldı. Böyle olduğu için burjuvazi artık yalan bile üretemiyor çünkü işçilerin hayat standardı sürekli gerilemekte, işçi sınıfı çocukları ebeveynlerinden daha iyi bir hayat yaşayabilecekleri umudunu yitirmiştir. Ezilenleri ikna yeteneğini yitiren, onları kandıramayan burjuvazin elinde çıplak devlet zorundan başka bir şey kalmadı. Burjuvazi elbette işçi sınıfı ve ezilenleri uyutmanın çarelerini aramaktadır, onları gerçek dünyadan koparan, zombiler ve hayali dünyalara çeken üretimlerle ideoloji çarkını yürütmek istemektedir. Yine de ne yapılırsa yapılsın, uyutma seansları işe yaramamaktadır çünkü “madde” son tahlilde yine belirleyici olmakta, işsizlik, açlık, yoksulluk, eşitsizlik işçi sınıfı ve ezilenleri uyandırmakta harekete geçirmektedir.
Kapitalist üretim ilişkilerindeki kaos ve belirsizlik, çürüme ve umutsuzluk onun ideolojik yapısını da şekillendirmektedir. Biçimsizlik, belirsizlik, kaos emekçi sınıflarda da egemen bilinç biçimidir çünkü kapitalizmin işlemediğini bizzat hayatlarında tecrübe ediyorlar ama yerine ne koyacaklarını da bilmiyorlar. Kendisini ezenin yıkılmasını istiyorlar, devrimden anladıkları bu. Peki ne gelsin yerine? Bu sorunun bütünlüklü ve tutarlı bir karşılığı yok. Bu nedenle bu ayaklanmalar manipülasyonlara da alabildiğine açıktır.
Ayaklanmaların Diyalektiği Nedir: Ya Hep Ya Hiç
Sömürücü toplumların diyalektiği sınıf mücadelesidir. Kapitalizmden önceki sömürücü toplumlarda, krize giren üretim ilişkileri içinden yeni bir üretim ilişkisi ve buna tekabül eden yeni toplum biçimi filiz veriyordu. Kapitalizmde ise durum farklıdır. Sermaye kendisinden başka özel mülkiyet ilişkisi bırakmaz, böyle olduğu içindir ki kapitalizm içinden yeni bir toplum biçimi boy veremez bunun için sermayenin ortadan kaldırılması gerekir. Toplumsal mülkiyeti gerçekleştirecek olan yegâne güç iradeye kavuşmuş sınıf bilincidir. Varoluşsal kriz içindeki burjuva toplumda kendiliğinden sınıf mücadelesi devrimi zorunlu ve gerekli kılıyor. Herhangi bir toplumsal sorundan başlayan kıvılcım kısa sürede bütün ezilenleri tutuşturan bir devrim yangınına dönüşebiliyor. Ne var ki sınıf bilincinden yoksun bir ayaklanma bir iradeye dönüşemez, dönüşemiyor da. Burjuva toplumu içerip aşma diyalektiği, iradeye kavuşmuş sınıf bilincinin sürece katılmasını zorunlu kılıyor. Bugünkü ayaklanmalar bu zeminin ne kadar güçlü ve elverişli olduğunu gösteriyor.
Böyle bir sınıf bilinci için devrimci örgütlerin ilkin dünyanın her yanında bir ayaklanma potansiyelinin biriktiğini kavramaları ve bu potansiyeli açığa çıkarmaya aday devrimci bir hazırlık içinde olmaları gerekir. Bu, mücadelenin bütün araç ve biçimlerini kullanmada tecrübe biriktirmeyi şart koşar. Günümüzde bir mücadele ve örgüt biçiminden diğerine bir anda geçilebilmektedir. Barışçıl ve yasal gündelik ekonomik-demokratik mücadele ve örgüt biçimlerinin yerini bir anda şiddete dayalı yasadışı biçimler alabilmektedir. Devrimci örgütler bir yandan bir çok örgüt ve mücadele biçimini bir arada kullanabilirken diğer yandan ayaklanmacıların ortaya çıkardığı yeni örgüt ve mücadele biçimlerini tanımalı ve onları sınıf mücadelesinin araçları haline getirmelidir.
İkincisi, kapitalizmin, onun çürümüş, kokuşmuş halk, kadın ve doğa düşmanı yüzünü tüm çıplaklığı ile ortaya konulmalıdır. Buradan gündelik sorunların önemsizleştiği anlamı çıkarılamaz. Aksine gündelik sorunlar o kadar çoğalmıştır ki, bulunulan her yerde bunlar politik mücadelenin konusu yapılmalı ve bütün bu sorunların asıl kaynağı olan burjuva düzen daima teşhir tahtasına çivilenmelidir. Kesimsel ya da genel sorunlardan yola çıkıldığına bakılmaksızın, bir yandan burjuva devlete geri adım attıran mevzi zaferleri önemsenirken diğer yandan her durumda ortaya çıkan her sorunda burjuva düzen ve devlet hedef haline getirilmeli, devrim fikri daima canlı tutulmalıdır.
Üçüncüsü, kapitalizm hedef tahtasına oturtulurken sosyalizm ve komünizmin bilinmez bir geleceğin değil bugünün kurtuluş yolu olduğu ezilenlere anlatılmalıdır. Kapitalizm altında bütün ara çözümler tükendiği için işçi sınıfı ve ezilenler politik uçlara kaymakta, köktenci arayışlara girmektedir. Militan devrimci mücadele sosyalizm ve komünizmin güçlü propagandası ile birleştirilerek bu arayışa yanıt verilebilir.