Politik geçmişi bilinen “milli” faşistimiz Doğu Perinçek ortaya bir görüş attığında, aklımıza görüşünün tutarlı olup olmadığı değil, bu yolla hangi güç merkezlerine yanaşmak, hangi provokatif tutumla öne çıkmak istediği gelir. Kuruntu ve paranoyayla hemhal olan Perinçek'in tümü birbirinin türevi önermeleri, karşı çıkışları veya iddiaları somut çıkar hesaplarına dayanır. Bu nedenle bir gün söylediğini diğer gün inkar edebilir. Örneğin, '60'ların sonunda Hikmet Kıvılcımlı ile tartışırken Türk ordusunun kötücüllüğünü anlatır, ama sonra birdenbire generallerin emir eri oluvermeyi başarır. Bir gün Mustafa Kemal'e nispeten mesafeli tutum alırken, başka bir seferinde fanatik bir kemalist olur. Yetinmez, bunu teorize etmeye çalışır. Sadece bu kadar mı? 12 Eylül darbecilerine yaranmaya çabalarken, Kenan Evren'in bir yıl önceki kendi tezlerini savunduğunu söyleyiverir.
Bu tutumun yakın dönemdeki yansıması, düne dek sövüp saydığı Tayyip Erdoğan'ı baş tacı etmek, Erdoğan'ın da onun tezlerini kabullendiğini, yani Aydınlık mevzisine girdiğini bayıla bayıla anlatmaktır. Doğal, çünkü Perinçek bir hacıyatmazdır. Rezaletlerini, mekanik ve durmaksızın aynı sözleri tekrar eden faşist ajitatörlükle perdeler. Sıfatın ifadesini hakkıyla veren bir “Nasyonal Sosyalist” olan D. Perinçek'in, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katılmasını savunarak buradan antiemperyalizm çıkarması, bu harp sürerken meydana gelen Çanakkale Savaşı’nı da aynı kapsamda değerlendirerek bunların 1917 Ekim devrimine yol açtığını ifade etmesi, öncekiler gibi bir siyasal hesap kitap meselesidir. Ancak hepsinden önce birer zırvadır.
I. Dünya Savaşı’na katılmayı açıkça savunan marjinal isimler bulmak dahi güçken, Perinçek'in bu ifadesi güncel çıkar arayışından bağımsız ele alınabilir mi?
I. Dünya Savaşı denilen ve dört yıl süren emperyalist paylaşım savaşına, Almanya ve Rusya iki düşman kampta girdi. Sonuçları ikisi bakımından da toplumsal felaket halini aldı. Birinden devrim çıktı. Daha tam ifadesiyle, devrim I. Dünya Savaşı’nın enkazı üzerinden yeni bir yaşam vaadiyle kendini gerçekleştirerek sonucuna ulaştı. Almanya'da ise saldırganlık arttı. Çeşitli kentlerdeki devrim denemeleri ezildi. Rosa Luksemburg ve Karl Liebknecht gibi sosyalistler katledildi. Yetmedi, bir süre sonra, bir başka Nasyonal Sosyalist Adolf Hitler, bu yıkımı da kullanarak hükümet ve iktidar oldu. Benzer bir gelişmeyi çok daha kısa bir zaman içinde İtalya'da da görürüz. Mussolini bu tarihsel-toplumsal yıkımı kullanarak iktidarı ele geçirdi.
Bütün bu süreçler kendi iç bağlantılarıyla ele alınması gereken, “özgün tarihsel toplumsal arka plana sahip esaslı olaylardır.” Tarihte bir sonucu, ondan önce meydana gelen olayların amacı saymak biçimindeki idealist-metafizik anlayışla, Alman İdeolojisi'nde Marks hesaplaşmıştır. Bu gibi “amaçlı” tarih okumaları düşünceyi ilkelleştirir. Bu tür şematik ilkellikle hayata bakan kişileri, Perinçek gibi komplocu-saldırgan isimler kolaylıkla etkileyebilir. 1917 Ekim devrimini I. Dünya Savaşı’nın neredeyse amacı saymak, İtalya'da aynı yıllarda ortaya çıkan faşizmin de nedeni saymak demektir. O halde savaş olmasa, devrim de faşizm de gerçekleşmeyecekti. Bu daha geriye doğru da götürülebilir. Materyalist diyalektikten yoksun bu görüş, aslında çok fena biçimde bir evrimci/otomatik tarihsel ilerleme anlayışına da yataklık eder. Zulmü, kırımı onaylar, ona gerekçe icat eder. Perinçek bunun en pervasız savunucusudur.
Perinçek böylesi bütün başlıklarda hararetli faşist ajitasyon yapmakla meşhurdur. Şeyh Said isyanında Kürt milli mücadelesinin bir görünümünü değil, genç kemalist devrime karşı bir “kara güç” kalkışması bulur ve zulmü alkışlar. Ermeni tehciri/soykırımı başlığında da bunu aynı fanatik üslupla devam ettirir, galeyana getirici bir dili köpürtür. Üstelik öyle otoriter ve hüküm verici dil kullanır ki, zırvalıklarını “gerçek” diye yutturur. I. Dünya Savaşı’na katılmanın mecburiyet olduğunu söyler önce. Bunu sabit-değişmez veri alıp sorgulamayan birini, bundan sonra olan bitene ikna etmek hiç de zor değildir. O nedenle, Perinçek'in tarih, toplum, devrim, politika gibi başlıkların tümünde öne sürdüklerini köklü biçimde, külliyen reddetmek gerçeğe sadakatin ilk koşuludur. Yalan ve demegojiyle çerçevesi çatılan ve kapalı devre işleyen Perinçek düşüncesi, ele alındığı her konuyu karikatürleştirir. Perinçek gibi ortaya koyduğumuzda, rejimin bütün zulmü aklanır. Çünkü, eğer I. Dünya Savaşı’na katılmak antiemperyalizm ise, bütün o süre boyunca Osmanlı'nın yaptığı her şey meşrudur. Bunlardan başlıcaları ise Rum, Süryani ve Ermeni soykırımlarıdır.
Yarı-sömürgeleşme sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu, imparatorluk sınırları dahilindeki ulusal mücadeleleri engelleyemedi. İlki Yunanistan bağımsızlık savaşı olmak üzere çeşitli uluslar ayrılma hakkı talebiyle merkezi idareye isyan ettiler. Osmanlı'nın Islahat ve Tanzimat fermanları, hatta 1876'da mutlak monarşiden meşruti monarşiye geçişi denemesi de bunu engelleyemedi. Kapitalizm emperyalist aşamaya vardığında, Osmanlı yıkıldı yıkılacak bir yarı-sömürgeydi.
Çöküş-yıkım döneminde ortaya çıkan çeşitli politik eğilimler vardı. Abdülhamit'in saltanatı korumaya kilitlenmiş islamcılığına reaksiyon gösteren, hatta islamcılığı bütün bu sorunların sebebi sayan İttihat Terakki organizasyonu, pozitivist bir felsefi görüşe ve yeni bir osmanlıcı ideolojiye yaslanarak ortaya çıktı, türlü ittifaklar geliştirildi. Hatta Kürtler ve Ermeniler arasında da müttefikler buldu. Çöküşe karşı bu çıkış, Abdülhamit'in diktatörlüğünden bunalan kitlelere özgürlük vaat ederek, o eğilimi de bünyesine katıp siyasal temsiline soyunarak, toplumsal dayanaklarını güçlendirdi. Aynı dönemde sosyalizm de bir seçenekti. Dolayısıyla İttihat Terakki'yi bir “mecburiyet” saymak hatalıdır. Daha Namık Kemal’ler döneminde Osmanlı entelektüelleri arasında sosyalizm bilinen, tanınan bir düşünceydi. Balkanlar ile Ege ve İstanbul hattında işçi-amele mücadele ve örgütlenmeleri de vardı. Aynı zamanda Kürt, Yahudi ve Ermeni toplulukları da ulusal kimliklerini sahiplenirken, bir bölümü sosyalizmden etkilenmişti. Ancak türlü nedenlerle İttihatçılar, ordu subayı olmanın da avantajıyla, daha hızlı örgütlendiler.
1908 Temmuz'unda başlayan İkinci Meşrutiyet dönemine bu şartlarda girildi. Egemenlerin türlü iç saflaşmalarında ilericilik bulmak gibi bir görevimiz yok. Sonuçları itibariyle, yaklaşık 10 ay boyunca, 1908'deki “burjuva devrim” halka hürriyeti tattırdı, nefes aldırdı ve fakat İttihatçılar bunun acısını 1909'dan itibaren halktan çıkarmaya başladı.
Enver-Talat-Cemal üçlüsünün ve özellikle de ilk ikisinin denetimindeki İttihat Terakki, gitgide saldırgan bir milliyetçiliği kuşandı. Balkan, Anadolu ve Mezopotamya'da halklara büyük, ağır acılar yaşatıldı. Düne kadar ittifak halinde olduğu Ermeni cemaatini hedef aldı. Görece özgürlük ortamı, yerini Almanya'nın güdümündeki İttihatçıların emperyal hayallerle dolup taşan liderlerinin maceralarına bıraktı. İttihatçılar bir yandan Osmanlı elitleri içindeki rakiplerini ortadan kaldırdılar (Bab-ı Ali Baskını, 1913), bir yandan da Almanya'nın çıkarlarına göre pozisyon aldılar, Turancı rüyalar ışığında onlara teslim oldular. Her adımda Osmanlı coğrafyasındaki halklar acıya boğuldu.
1914'e, yani I. Dünya Savaşı’nın başlangıcına yukarıda çerçevelendirdiğimiz bu ortamda gelindi. Savaşa resmen girebilmek için şeyhülislama savaş hutbesi okutuldu. İttihatçılar, bir kukladan ibaret olan Sultan Reşat'a harp ilan ettirdiler ve Almanya'yla aynı safta harbe girdiler.
Birinci harbin toplumsal maliyeti yüz binlerce Anadolu yoksulunun egemenlerin çıkarı doğrultusunda ölüme gönderilmesiydi. Halk birçok yerde gençlerini devlet idaresinden sakladı, hatta dağa yolladı ve cepheye sürüklenmelerine mani olmaya çalıştı. Kendilerini sakatlayanlar dahi vardı. Silsileler halinde devam eden, çoğunda halkın evlatlarının kitlesel ölümüne yol açan bu gerici savaşın ve sonuçlarının halka hiçbir yararı olmadı ve geriye yüz binlerce yetim ve harp malulü kaldı. Ama çıkardan başka hesabı bulunmayan Perinçek için bunların bir önemi yoktur. Hatta o “bu savaş 1917 Ekim devrimine yol açtı” zırvalığıyla bu tür kayıpları sıradan zayiat sayacaktır.
I Savaş'a katılmayı antiemperyalizm zaviyesinden de meşrulaştırmak imkansızdır. Duyan ve fakat olayları bilmeyen, Osmanlı'nın İttifak-İtilaf bloklarından birine yaslanmadan, hepsine karşı yalınkılıç harekete girdiğini zanneder. Dönemin İngiltere ile birlikte iki büyük sömürgeci ve emperyalist devletinden biri olan Almanya'nın yanında, onun çıkarlarına tabi olarak savaşa girilmiştir. Oysa bunu bile kahramanlık edebiyatı olarak sunar Perinçek. Harpte yüz binlerin ölümü umurunda değildir. Onun tarih algısında ve yazımında ezilen kitleler yoktur.
Perinçeklerin fanatizmi o denli akıldışıdır ki, I. Savaş'a katılmayı siyaseten benimsemeyen, İttihatçı ilk kuşak kadronun yayılmacı-saldırgan eğilimlerine mesafeli duran Mustafa Kemal'e de uzaktır. Ancak Perinçek o tarih algısıyla, Türk kurtuluş savaşını ve kemalist cumhuriyetin kuruluşunu da I. Dünya Savaşı'na katılmaya bağlayabilir.
Çanakkale Savaşı'nın zikredilmesinin belirleyici önemi şurada: I. Dünya Savaşı'nın toplamı ve bütün cepheler düşünüldüğünde, Çanakkale Savaşı lokal düzeyde ve nispeten önemsiz bir savunma savaşıdır. Osmanlı ordusu orada büyük kitlesel kayıplar vermiş ve bununla birlikte güçlü bir direniş sergilemiştir. Ama bütün cepheler içinde bir cephedir nihayet. Mustafa Kemal de bu savaşın kurucu-tayin edici ismi değil, “Anafartalar Grup Komutanı”dır ve rütbesi yarbaydır. Çanakkale'nin geçilip geçilmemesi savaş açısından tayin edici bir önem taşımayacaktır. Nitekim sonuçtaki büyük yenilgi içinde bir menkıbe olarak kalmıştır Çanakkale anlatısı. İngiliz emperyalizminin stratejik mevzilenme hatasına rağmen Osmanlı ordusu Çanakkale muharebelerinde 200 binden fazla kayıp vermiştir. Osmanlı askeri Alman emperyalizmi temsilcisi Liman Von Sanders'in komutası altındadır ve Perinçek'in “milli”ciliği budur, bu kadardır. Onun millilikten anladığı, bir güç merkezine karşı başka güç merkezlerinin kuklası olmaktır. Kişisel tarihi böyle olduğu için tarihi de böyle okumaktadır.
Buradaki önemli ve işlevsel detay şudur: Çanakkale Savaşı'nın tarihi Mart 1915'tir. Nisan 1915 ise İstanbul'daki aydın-kanaat önderi niteliğindeki Ermenilerin çoğunluğunu oluşturduğu sürgün kafilenin yola çıkarılış tarihidir. Öncesinde de Adana gibi illerde İttihatçıların kitlesel kırımları vardır, ancak soykırımla sonuçlanan, Talat Paşa'nın defterinde 800 bin olarak açıklanan, genellikle 1,5 milyon olarak telaffuz edilen devasa sayıda Ermeninin katledildiği olaylar zinciri, I. Dünya Savaşı atmosferinde Talat ve Enver liderliğindeki İttihatçılarca itinayla planlanmıştır. Türk halkının alnına tehcir-soykırım lekesini sürmüş bu canileri alkışlayan ve asimilasyona soyunan da tabii ki Perinçek olmuştur. Ona kalsa bugün de aynısı yapılmalıdır.
Sivil faşist doktrinasyon şöyle kurgulanmıştır: Ermeni tehciri (veya katliamı – iki ifade de kullanılır, ancak “soykırım” ifadesi külliyen reddedilir ve Katolik Ermenilere dokunulmaması buna delil gösterilir) kötüydü, ancak mecburduk, çünkü harp vardı, Çanakkale cephesindeydik, tehcir olmazsa bizi arkamızdan vuracaklardı vb...
Perinçek gibi faşistlerin işini kolaylaştıran bu argümanlarda, hem Ermenilerin kitlesel olarak “5. kol” faaliyeti kapsamında düşman unsur sayılması vardır, hem de savunma savaşı niteliğindeki Çanakkale siperlerinin adeta hayali biçimde yeniden kurularak ve “milli” hisler kabartılarak herkesi oraya toplama kurnazlığı. Eğer denklemi böyle kurar veya kabul ederseniz, o saatten sonra egemenlerin her yaptığına mazeret bulursunuz, ki Perinçek tam bunu yapıyor, zulme tedarikçilik ediyor.
Kullanışlı ve işlevsel bir demagojidir sözünü ettiğimiz. Perinçek aynısını, “Kurtuluş Savaşı”nın politik önderlik boşluğunu fark ederek bunun temsiline soyunan ve bunu kendi iktidarının vasıtası haline getiren kemalist cumhuriyetin kuruluşunda da yapar. Mustafa Kemal'e faşist demek zorunda değilsiniz, ancak “ilerici” demek zorunda da değilsiniz. Çünkü ilerici, devrimci sıfatları verildiğinde, onun kendisini kurumsallaştıran politik ve askeri hamlelerine meşruiyet kazandırırsınız. Ve bu bazıları için Koçgiri'den, bazıları için Takrir-i Sükun ilanından itibaren başlar. Birdenbire, hatta aklınızdan bile geçmezken, kendinizi devlet zulmünün yanında buluverirsiniz. Kimisi bunu Mustafa Kemal'in devlet güdümünü reddeden Müslümanlara zulmünü alkışlayarak ve burada ilericilik bularak yapar. Bazılarıysa Kürt ve Alevi katliamlarında ilerici yanlar bularak. Şapka Kanunu'nu selamlayanlar dahi çıkar.
Dolayısıyla, faşistliği kadar kurnazlığı da meşhur olan Perinçek, bir boşluktan yararlanarak, herkesi şu ya da bu egemen kamp lehinde taraf olmaya zorluyor, olayları öyle süzüyor. Şayet bu kurnazlık fark edilmezse, gayet mantıklı açıklamalarla kendisine bir yol açabiliyor. Tam burada, gerek dönemin TKP'sinin gerekse belli bir dönem boyunca Sovyetler Birliği'nin gelişigüzel ve yüzeysel politik değerlendirmelerle Mustafa Kemal'e ilericilik atfetmelerinin yanlış olduğunu vurgulamalıyız.
Tahmin edileceği gibi Perinçek, Enver ve Talat gibi belki de modern dönemin ilk faşistleri sayılabilecek bu iki soykırımcıya “devrimci” payesi vererek onore eder. Haliyle kendisini de onların devamcısı sayacaktır. Perinçek'in yalanının aksine, Mustafa Kemal Talat ve Enver'in devamcısı değildir. Çok bakımdan onlardan ayrılır. İttihatçılar Mustafa Kemal'den nefret eder. Bu o kadar öyledir ki, Enver-Talat'ın devamcıları cumhuriyetin ilanından sonra da M. Kemal'i ortadan kaldırmaya çabalar, 1926 İzmir Suikastı davasıyla tasfiye edilene dek. Bunlar M. Kemal'e ilericilik payesi vermez, sadece, tarihi karikatürleştiren Perinçek'in zırvalarından birine işaret eder. M. Kemal'in İngiliz karşıtı olduğu iddialarıysa en az bu kadar saçmadır.
Bilindiği gibi, bu gibi yanlış değerlendirmelerle Mustafa Kemal'e ve kemalizme “sol”, “ilerici” vb. sıfatlar atfeden bakış açısı uzun yıllar boyunca emekçi solda etkili oldu. Durumun dolaysız sonuçlarını, bazen Kürdistan'ın cumhuriyetle beraber adım adım gerçekleştirilen sömürge statüsünü kabulden kaçınmakta, bazen Kürdistan özgürlük mücadelesini rezerv koymadan, kayıtsız şartsız savunmaktan imtina etmekte gördük. Katı bir merkeziyetçiliğe yaslanan ulus-devleti kurmak, bunu diğer bütün ulusların aleyhine gerçekleştirmek, halkı yasalar ve idari tedbirlerle “medenileştirmek”, cumhuriyetin devamlılığını sağlamanın işlevsel araçlarıydı. Şu ya da bu detayda ilericilik bulmak da, tıpkı tümünü külliyen faşist saymak gibi, materyalist diyalektiği işletmemektir. “An” değil süreç, hareketin ve dönemin görünümü değil akışı tayin edicidir.
Perinçek'in kurnazlığında zehirleyici bir yan da var. Şöyle ifade edilebilir: O, I. Dünya Savaşı ile Türk kurtuluş savaşını birleştirerek, ikincisini birincisinin amacı ve devamı sayıyor. Halkın emperyalist işgale karşı meşru özsavunma direnişini, ucunda-ufkunda emperyalist hesaplar, yağmalar bulunan I. Dünya Savaşı’na katılmakla bir tutmak kirli bir kurnazlıktır. Bu hastalıklı bakışın güncel karşılığı da var. Perinçek halkı, silsileleri tarihsel basamak haline getirerek İttihatçıların peşine takmaya çalışıp, o anlayışı kendinde cisimleştiriyor. Hatırlanacağı gibi, hakim kemalist anlatıda bir “ilk kurşun” edebiyatı vardır. Öyle güçlü bir edebiyattır ki, bunun alıcıları bile çıkmıştır. Kemalizmle bulaşık olmak tam da böyledir. “İlk kurşun” Hasan Tahsin'in adına kayıtlıdır. Rivayet odur ki, Hasan Tahsin (Osman Nevres) İzmir'e çıkarma yapan Yunan askerini “alnının çatından” vurmuştur. Bunun yalan olduğu çoktan deşifre edildi. Üstelik Osman Nevres'in karanlık bir kişi olduğu, İngilizlere casusluk yaptığı ve onlar tarafından “ilk kurşun”u attığı rivayet edilen yerde değil kendi bağ evinde öldürüldüğü de. Kemalizmle “iltisaklı” kimi sol çevreler bu kahramanlık hikayesini anlatadursun, resmi tarihçilerle genelkurmay, Hasan Tahsin'den vazgeçerek başka bir “ilk kurşun” mekanı ve kişisi icat ettiler. Şu sıralar bu mekan Hatay/Dörtyol’dur. Ancak burada da ihtilaf vardır. Çünkü bir kısım resmi tarihçi “ilk kurşun” mekanının Balıkesir'de olması gerektiğinde ısrarcıdır. Bu gülünç anekdot içler acısı düşünsel-tarihsel sefaleti ele vermektedir.
Durum zannedildiği kadar karmaşık değil. İlerici-gerici gibi kolaycı, yüzeysel değerlendirmelerde bulunmadan şu söylenebilir: İttihatçıların Türk ulus-devleti yaratma girişimi vardır ve başarısız olmuştur. Bugünkü Türkiye sınırları dahilindeki halkın kurtuluş mücadelesi sol-sosyalist etkilere açıkken ve emperyalizme karşı halkçı bir kurtuluş mücadelesi kendi doğal önderliğini yaratabilecekken, sahadaki dağınıklığı gören Mustafa Kemal, örgütleme kapasitesini kullanarak, mücadeleyi kendi hedefleri doğrultusunda araçsallaştırmış ve Türk ulus-devletini kurmuştur. O tarihten sonra “Türk ulusçusu” bütün politik yönelimler başka ulusların, ulusal toplulukların boyunduruk altına alınması gibi kaçınılmaz bir düşünsel çıkmaza girmiştir. Bu kapsamda “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı” türündeki söylemler, dile getirildiği dönemlerde de teorik planda devrimci bir yönelime değil, reformcu bir sistemiçiliğe işaret eder. Bunun '60'ların sonundaki programatik ifadesi ise MDD'nin içeriğidir. Kemalizm sosyalist sola o tür kanallardan sızmıştır. Ulus kategorisinin sosyalist bir perspektifle aşılmasını bir kenara bırakalım, böylesi değerlendirmeler sosyalist dünya görüşünü ulusçuluğun yedeğine sokmakla sonuçlanmıştır.
Perinçek, hızla gerici-faşist güzergaha girerek nihayet nasyonal sosyalizme demirlemiştir. Ancak o bu yolla, bir yandan da faşist rejim içindeki ittifaklarına nefes aldırmaya, milliyetçi güncel toplumsal atmosferi değerlendirmeye çalışıyor. Nihal Atsız’ın laik ırkçılığıyla Hitlerci kapitalist mantığı kendi varlığında bütünleştirerek sempati yaratacağını sanıyor. Türlü ifadelerle kutsadığı ve imrendiği İttihatçı saldırganlığı sorgulanmayacak bir sabitlik halinde kendi ittifaklarına da kabul ettirmeyi hedefliyor. AKP'nin güncel yönelimlerindeki İttihatçı saldırganlığı ve yayılmacı eğilimleri körüklerken, onları Enver ve Talat'ın zihin dünyasına yaklaştırıyor. Dahası, güncel atmosferden yararlanarak kadrolaşmaya odaklanan Perinçek, rejim içinde ideolojik hegemonya tesis etme gayretindedir. Hemen söyleyelim, hiçbir başarı hikayesi olmayan, türlü zamanlarda çeşitli kesimlerce kullanılıp kenara atılan Perinçek'in bu hevesi de boşa çıkacaktır. Projesi AKP'ce benimsense veya asimile edilerek kullanılsa bile, onun kaderi hezimettir, çünkü o egemenlerin sıradan bir aletidir.
Milliyetçiliğin nispeten “yumuşak” yüzü “toprak milliyetçiliği”dir. Diğeri ise etnik milliyetçilik. AKP, yıllardır fiilen ikincisine demirledi. MHP ile ittifakı bunu mühürledi. Milliyetçilik bulaşık-saldırgan içeriğinden dolayı hızla yayılır, radikalleşir, kullanıcılarını daha bir saldırgan olmaya zorlar. Perinçek bunun farkındadır. Milliyetçiliği kuşanan AKP'nin politik metamorfoza uğrayışını fark eden Perinçek, bunu körükleyen bir destekçiliğe soyundu. Üstelik bunu, AKP'nin aşağılayıcı, MHP'nin alaycı ifadelerine rağmen yaptı. Bir nasyonal sosyalist olarak Perinçek, sürece bu minvalde devam ettiğinde, muhakkak kendisinin kazanacağı hesabındadır. Bakın bu “Çanakkale” mesajına! Erdoğan'ın mesajı, altına Perinçek'in de imza atacağı türdendir.
Sadece bu kadar değil. Politik islamcılık bir tür Arabik İslama odaklanır, onu yer yer modernize eder, ancak dışlayıcı ve iktidara biat ettirici esasına dokunamaz. Nitekim AKP yayılmacı-kolonyalist milliyetçiliği işletirken dahi politik islamcı kimliğinin tozlanmasına izin vermiyor. Sultan Abdülhamit'e ve islamcılığına vurgu yaparken, cumhuriyetin militan burjuva laik ilk yıllarını yok saymaya meyletmesi tipiktir. Onun kesintiye uğratmaya çalıştığı ne varsa, Perinçek orayı parlatıyor. Üstelik Mustafa Kemal bir “kurucu unsur” olduğu için AKP Kemal'e karşı açıkça negatif tutum da alamıyor. Perinçek devlet bürokrasisine bu yolla nüfuz etme rüyasına yatmıştır.
Dün Almanya’yla el ele I. Savaş'a katılmanın yerini, bugün Rus emperyalizminin yedeğinde, gerekirse her savaşa girme uşak ruhu almıştır. Enver'in hamisi Alman generallerken, Perinçek'inki Rus emperyalizmidir. Dün M. Kemal'in Kürdistan'ı sömürgeleştirme yönelimini desteklerken, bugün Rojava'nın mahvına yol açacak her tür saldırıyı sadece desteklemiyor, aynı zamanda kışkırtıyor. Üstelik bunları antiemperyalizm kisvesiyle pazarlıyor. Konu Türklük olunca, fiilen faşistleşen İttihat Terakki’ye dahi “devrimci milliyetçi” derken, devrimci-demokratik önderliğe sahip Rojava halk devrimini emperyalizmin maşası sayacak kadar rezilleşiyor. Oysa son derece ilkel ve mekanik bir mantık açısıyla yaklaştığı, kurmaya çalıştığı oyunda parsa toplama hevesi muhtemelen kursağında kalacaktır. Bugüne kadarki kişisel, örgütsel ve siyasal tarihi bunun sayısız örneğiyle doludur.
Peki, I. Dünya Savaşı'yla Ekim devrimi arasında bağ var mıydı? Bu konuda bizzat Lenin'in ifadelerine rastlarız. Devrim, savaşın ve yıkımın yol açtığı sorunları hesap etmiş, dahası “barış” sloganını yükseltmiş, zafere ulaşan devrimin ilk işlerinden biri savaştan çekilmek olmuştur. Hatta saldırgan Alman devletine bazı toprakları terk etmekle neticelenen Brest-Litovsk Anlaşması’nı yapmıştır. Başta da değindik, cihana yayılan harp her coğrafyada, her toplumda başka etkilere yol açtı. Ancak Perinçek'in hezeyanının aksine, Bolşevikler savaşçı değil “barışçı” bir pozisyon aldılar. Kaldı ki, Osmanlı'yı kendi yanına alan Almanya'nın taraf olduğu I. Dünya Savaşı'nda, Almanyalı kimi sosyalistler “sınıf işbirliği” anlamı taşıyan bir tutumla Alman devletini desteklemeyi savunmuş ve bu durumlarıyla karşıdevrim saflarına savrulmuşlardır. Milli devletleri savunmak biçimindeki milliyetçi gericilik II. Enternasyonal'in de sonu olmuş, çıkarları ortak olan işçi ve köylü yüz milyonlar birbirine düşman edilmiş, birbirini öldürmeye gönderilmiştir. Bu arada Almanya'da Kautsky, merkezci bir eğilim almasına, “ne ilhak ne tazminat” diyerek “yansız” görünme gayretine rağmen, “Dönek Kautsky” yaftasının üstüne yapışmasına engel olamamıştır. Sınıf işbirliği devrimciliğe ihanet ölçüsü sayılmış ve zaman bu bakış açısını haklı çıkarmıştır.
Perinçek'in saçmalığı neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten. I. Dünya Savaşı'na karşı tavır, savaşın işaretleri ortaya çıkmış ancak fiilen harp başlamamışken II. Enternayonal partileri arasında esaslı polemik konusu olmuştur. Hatta bu tartışmaların tarafları kalıcı, geri dönüşsüz bir yol ayırımı yaşamışlardır. Perinçek'inki gibi tavır takınanlar, yani kendi egemenleriyle aynı safta savaşmayı savunanlar, var olduğu kadarıyla dahi ilericiliklerini kaybettiler. Hatta birçoğu, kısa zaman sonra Almanya'da olduğu gibi, devrimcilerin karşısında yer aldı.
Bunları tarihsel süreç hatırlatması bağlamında not ediyoruz. Perinçek, II. Enternasyonalcilerden bile çok daha aşağı, çok daha kişiliksiz bir politik portre olarak, çoktan beridir kriminal bir vakadır. Bu nedenle, çoğunlukla “orta burjuvazi”nin politik çıkarlarının temsiline soyunmuş II. Enternasyonal partileriyle bu açıdan da benzeş değildir. Bir politik partiden değil, ihbarcı, provokatif, saldırgan milliyetçi bir şebekeden bahsediyoruz zira. Üstelik günden güne bu özelliklerini katlamayı sürdürmektedir. Pragmatikliğiyle bilinen ve defansif bir milliyetçiliği yeğleyen Mustafa Kemal'in yerine, Enver'in gözü dönmüş milliyetçiliğine iltihak ederek burasını iktidarla ittifakın optimum noktasına dönüştürmesi, Perinçek'in bundan sonraki yol haritasını belirginleştiriyor.
Yukarıda andığımız I. Dünya Savaşı arifesindeki tartışmalarda, çoğunluk “tarafsız” yahut sınıf işbirlikçisi pozisyona yuvarlanırken, “Zimmervald Solu” adı verilen küçük bir grup, ki içinde Lenin/Bolşevikler de vardır, muhtemel bir savaşta kendi egemeniyle her tür ittifakı reddederek, “gerici savaşı iç savaşa çevir” şiarını ilke edinir, savaş patladığında da bunu örgütlemeye girişir. Dolayısıyla, kendi ülkelerinde zorla askere alınıp cepheye sürülen genç askerlerin ölümünün de, onlarla aynı sosyoekonomik koşullardan gelen ancak bir başka devlet tarafından cepheye sürülmüş başka uluslardan askerlerin ölümünün de yanlış olduğunu anlatırlar. Yoksul halkların çocukları birbirini öldürmemelidir, onların mottosu bu olur.
Perinçek ise, bir genelkurmay başkanı gibi, karşı taraftan ne kadar çok kişi “etkisiz hale” getirilse o kadar sevinmeyi görev bilmektedir. Duygu dünyasının düzeyi budur. Ancak bu birdenbire ortaya çıkmamıştır. Zihin yapısındaki kanser hücreleri öteden beri vardır. Uygun şartlarda dışa vurmuş, dile gelmiştir. Perinçek'in harbe karşı Lenin'in politikalarının ne olduğunu bilmemesi mümkün müdür? O, iradi bir tercihte bulunmakta, karşıdevrimci saldırganlığını, olabildiğince daha fazla zihni körelterek pekiştirmeye çalışmaktadır.
Perinçek, Mustafa Kemal’den ve Enver-Talat İttihatçılığından hareketle kendisine bir “kök” aramaktadır. Tarih arkeolojisi denilen bu süreçten dayanaklar bulmaya, yoksa imal etmeye girişen Perinçek'in bu tutumu adeta güdüseldir ve aynı güdü Mussolini ile Hitler'de de vardır. Aryen-Cermen anlatılarını, Roma tarihini kendi faşist hedefleri doğrultusunda eğip büken bu “kök” arayışını, en son Yeni Zelanda’daki ırkçı faşist saldırganın “manifesto”sunda gördük. Sosyalist bir perspektifle “eleştirel aşma” eleştirisine tabi tutulmadıkça, ulus-devletleşmiş her milliyetçilik kendi karşıtını besler, kışkırtır ve nihayet ezilenleri birbirine düşman eder.
Kendi ulus devletlerini inşa aşamasına kadar ulusalcı anlatıların bir kısmı direniş ögesi taşıyabilir. Nitekim emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelelerinde halk anlatıları ve mitolojisi bu direniş için seferber edilir. Sömürgeciliğe karşı kimlik inşası bu çerçevede çabucak gövdelenir. Ne var ki, ulus devletini neredeyse yüzyıl önce kurmuş, üstelik sömürgesi olan çok uluslu bir devlette buna kalkışmak, hakim ulusun saldırganlığını kışkırtırken, diğer ulusları ve ulusal toplulukları (hele gerisinde katliamlarla mecburi iskan yasaları da varken) tedirgin etmeyi esas alır. Sokaktaki karşılığıysa sivil faşist çetelerdir. Dikkat edilirse, Perinçek rejimin halihazırda bir özgürlük mücadelesi verilen Kürdistan'a dönük her saldırganlığına yeni bir “türkü yakmakta”, oradan bir mitoloji üretmektedir. Dolayısıyla, yakın çevresinde toplanan kalabalığın haletiruhiyesini tahmin etmek güç değil.
Perinçek, saldırganlığı kendi politik çevresinin kolektif kimliği haline getirmiştir. Adı, Türkiye'deki sosyalizm mücadelesine sürülen kara bir lekedir. Politik hayatının başından sonuna dek ihbarcıdır. Ona dair bir fikir eleştirisi pek olası değildir. Çünkü o bir düşünce insanı değil. Dolayısıyla, bir anlam ve değer dünyası yok. Rejimin her daim denetimde olan kriminal bir çete başıdır. Sadık bir hizmetkar olarak son nefesine dek ihbarı, saldırganlığı, devrimci düşmanlığını sürdürecek ve fani ömrünü tamamladıktan sonra da hayırla değil nefretle anılacaktır.